Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

61

08.01.2008, 19:33

şimdi, hayatının saadet içindeki kemali ise,

senin hayatının ayinesinde temessül eden şems-i Ezelînin envarını hissedip, sevmektir.

zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir.

Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir

Bu mananın bizde açılması içinde imanı billahdan..marifetullah..ordan muhabbetullaha geçmekle olur..ve ne manaya geldiği anlaşılır..

Allahın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu hisseden kul..onun muhabbetiyle kendinden geçer..şevke gelir..
- Ben göklere ve yere sığmam ama ne hayrettir ki, mü’minlerin gönlüne sığarım. (Aclunî, Keşfü’l-Hâfa: 2/175.)

denilmiştir.

yani kalb ayinesi samed olduğundan yani..bütün esma kalbde tecelli etmesiyle ..kalbe sığmış..yani kalb ancak onunla tatmin olur

62

08.01.2008, 19:34

Hayatının böyle ulvi gâyâta müteveccih olduğu
ve şöyle kıymetli hazineleri câmi olduğu halde,

hiç akıl ve insafa lâyık mıdır ki, hiç ender hiç olan muvakkat huzuzat-ı nefsaniyeye, geçici lezaiz-i dünyeviyeye sarf edip zayi edersin? Eğer zayi etmemek istersen, geçen temsil ve hakikate remzeden;

suresindeki kasem ve cevab-ı kasemi düşünüp amel et.


YANı YUKARDA ANLATILAN MANALAR ıÇıN YARATILMIşKEN..VE SANA VERıLEN CıHAZATLAR YUKARDAKı MANALARA AYNA OLMASI LAZIMKEN..BÜTÜN CıHAZATI TUTUP NEFSE VERMEK..ONUN NAMINA ÇALIşTIRMAKLA NE KADAR ZARAR ETTığıMıZı.ANLIYALIM..

ve tekrar kasem edilen ayetlerin manasına dalmak için 11.sözü güzelce idrak edip ...yaşayalım..

63

08.01.2008, 19:35

örnek;muhabbet bahsini düşün..muahbbeti nefis hesabına kullandığı zaman..o muhabbet insanı doyurmuyor..mesela;çoçuğu seviyor..sevdikçe doymadığından çoçuğun yanağını çekmeye başlıyor..

ama bunu Allah hesabına verse onun namına kullansa ancak tatmin olup doyuyor..
hırs duygusunu düşün..ve burdan hel min mezid demesini düşün..

insanın..birde üstadın hayaline dediği..1000 sene refahlı hayatı ama sonra hiçliğe düşeceksin..bunumu istersin..yoksa meşakkatli fakat baki vücudumu istersin..cehennemde olsa beka isterim deyişini düşün..

bir nebze olsa açılır..mana

64

08.01.2008, 19:36

Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın râbıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. ınsan kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. ışte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.
ışte, ey nefis ve ey arkadaş! ınsanın, havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihâl, o muhabbet ve havf, ya halka veya Halıka müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musîbettir. Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. şu halde, havf elîm bir belâdır.
Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskâl eder, reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (şehevânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refâkat etmiyor, senin rağmına müfârakat ediyor. Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.
Evet, Halık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i ılâhiyenin bir lem'asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.
Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah'tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesâbına olduğu için mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firâklı, elemli olmuyor.
Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.
Mâdem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belâlardan kurtul. şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl Sahibine mahsustur; ne vakit Hakiki Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı Onun nâmiyle ve Onun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.
24.söz..beşinci dal

65

08.01.2008, 19:36

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun! Sen, kendi nefsini kendine ma'bud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nevi rubûbiyet veriyorsun. Halbuki, muhabbetin sebebi, ya kemâldir-zîrâ kemâl zâtında sevilir-yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. şimdi, ey nefis! Birkaç sözde katî ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet etmelisin; veyahut acımalısın; veyahut mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen-çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de, lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun-o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acık ile iktifâ eder. Zîrâ, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifâ ettiğin ve saadetleriyle mes'ud olduğun bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri iltifatına tâbi bir Mahbub-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem, Kemâl-i Mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.
Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû-i istimâl edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene'yi yırt, -1- 'yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin,Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sû-i istimâl etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz bir musîbettir. Rahmânü'r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz'î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbub-u Ezelînin, Kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et:
-2-



1- O [Allah].
2- Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Âl-i ımrân Sûresi: 31.)

67

25.05.2008, 16:43

:roll: Ne ki ilginç olan..

68

02.06.2008, 14:04

Hakikaten ilginç olan ne..bikes kardeş..meraklandık.

69

02.06.2008, 20:28

Alıntı sahibi ""yunusum""

Hakikaten ilginç olan ne..bikes kardeş..meraklandık.


yok bişey... :)

70

03.11.2008, 13:40

Üçüncü Sır: şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşâhede, rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudâtı ışıklandıran, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacât içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün hey'etiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muâvenetine koşturan, bilbedâhe, rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşâhede, rahmettir. Ve bu fânî insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir.
Ey insan! Mâdem rahmet böyle kuvvetli ve câzibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-i mahbubedir; "Bismillahirrahmanirrahim" de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultân-ı Ezel ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şuââtıyla o Sultana muhatap ve halîl ve dost ol.
Evet, kâinatın envâını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hâcâtına kemâl-i intizam ve inâyet ile koşturmak, bilbedâhe, iki hâletten birisidir:
Ya kâinatın herbir nev'i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muâvenetine koşuyor. Bu ise, yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intâc ediyor. ınsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultân-ı Mutlakın kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut, bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın ilmi ile bu muâvenet oluyor. Demek kâinatın envâı insanı tanıyor değil; belki, insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insan, aklını başına al! Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin?
Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor; sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fânî, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.
Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. ışte o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümânı ve ünvânı olan "Bismillahirrahmanirrahim"'i de; o rahmetin vüsûlüne vesîle ve o Rahmân'ın dergâhında şefaatçi yap.

71

03.11.2008, 13:43

Ey insan! Hiç mümkün müdür ki, sana bu sîmâyı veren ve o sîmâda böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz' eden Zât, seni başıboş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın, hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen ve hiçbir vecihle noksaniyeti olmayan, güneş gibi zâhir olan rahmetini ve ziyâ gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!
Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir mi'rac var. O mi'rac ise, "Bismillahirrahmanirrahim" 'dir. Ve bu mi'rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın yüz on dört sûrelerinin başlarına ve hem bütün mübârek kitapların ibtidâlarına ve umum mübârek işlerin mebde'lerine bak. Ve besmelenin azamet-i kadrine en kat'î bir hüccet şudur ki, ımam-ı şâfiî (r.a.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: "Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur'ân'da yüz on dört defa nâzil olmuştur."

72

03.11.2008, 13:44

Meselâ, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki, sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın. Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla "Oh" yerine "Ah" diyecek ve teessüf edecek. Demek, en büyük fânî, en küçük bir âlet ve cihazât-ı insaniyeyi doyuramıyor.
ışte bu istidaddandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihâta etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envâına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir; bu dünya, ona bir misafirhânedir ve âhiretine bir intizar salonudur. 10.söz.onbirinci hakikat

73

03.11.2008, 13:46

hayatının saadet içindeki kemali ise,



şems-i Ezelînin envarını hissedip, sevmektir

zîşuur olarak Ona şevk göstermektir.

Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir

Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. denilmiş...

Bu nasıl olacak, kalbin göz bebeğine şemsi Ezelinin aks-i nurunu nasıl yerleştirebiliriz,



Bir de , kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizaplar, cezbeler, cazibeler den ezelî bir hakikat-i cazibedarın cezbiyle olduğunuhüşyar kalblere gösterir. denilmiş...


Ben burda cezbe kelimesi üzerinde durmak istiyorum bu iş nasıl olacak, bu cezbeyi nasıl hissebiliriz, hakiki aşk ve muhabbete nasıl ulaşabiliriz?

74

03.11.2008, 13:47

Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.
Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.
Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? ışte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.


bu noktalardaki terakkiye bağlıdır..

75

03.11.2008, 13:49

ı'lem eyyühe'l-aziz! Hilkat şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir. Ve keza, hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır.
Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i ıslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek, âlem-i ıslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır. Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envâıyla, eczâsıyla pek çok alâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikiyle itminan edebilir.
Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada birşeye razı olmuyor.
ınsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında ıslâmiyetle iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateşle yanması lâzımdır.
Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatiyle hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü'l-Esvedin altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü'l-Esvede muhafaza için tevdi ettirir.
Mâdem benî Âdem kâinatın semeresidir. Nasıl ki, bir harmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh, haşir meydanı da bir harmandır; kâinatın başak ve semeresi olan benî Âdemi intizar etmektedir. http://www.risaleara.com/oku.asp?id=2385

76

03.11.2008, 13:51

işte marifetullahta..muhabbetullahta terakki etmek ve kalbi inkişaf etmekle ancak..insan kalbinde aksi nuru yerleştirebilir..

o cezbenin kaynağına ulaşabilir..

bu terakki olmadan..insanda bu manalar oluşmaz..imanda terakki etmeliyiz..

77

03.11.2008, 13:52

"Evet, hakiki terakkî ise,insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktadır.

Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı billâhtır." 23. söz

78

03.11.2008, 13:53

Risalelerde geçen "gaibane" ve "hazırane" tabirlerini açar mısınız?

Gayb, görünmeyen demektir. Gıybet, görmediğimiz bir kimsenin arkasında konuşmaktır. O kişi ile karşılaşsak bizzat kendisine tevcih edeceğimiz konuşmalar gıybet olmaz.

Bir zatın güzel sıfatlarını, üstün meziyetlerini "o şöyle alimdir, böyle cömerttir.." şeklinde ifade edersek onu "gaibane" methetmiş oluruz. Ama onun huzuruna çıkıp "Siz şöyle alim, böyle cömertsiniz.." dediğimizde onu "hazırane" methetmiş oluruz.

Fatihanın ilk kısmı Cenab-ı Hakkı gaibane methetmektir:

"Her türlü hamd o âlemlerin Rabbi, O Rahmân ve Rahim, O, din gününün maliki olan Allah'adır.."

Bundan sonrası ise hitap makamına bir yükseliştir: "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.

Hidayet eyle bizi doğru yola, O kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil."

79

03.11.2008, 13:55

Alıntı sahibi ""yunusum""

işte marifetullahta..muhabbetullahta terakki etmek ve kalbi inkişaf etmekle ancak..insan kalbinde aksi nuru yerleştirebilir..

o cezbenin kaynağına ulaşabilir..

bu terakki olmadan..insanda bu manalar oluşmaz..imanda terakki etmeliyiz..
Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var.

Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden, ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki: Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esma ve şuunat-ı zatiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuunat-ı zatiyesine ayinedarlık eder.

Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde denilmiş…

Yani, bütün kâinatın mevcudatında görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın hadsiz bir derece fevkinde bir cemal ve kemal ve ihsanın sahibi ve bütün mahbuplara bedel, birtek cilve-i cemâli kâfi gelen bir Mâbud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezâlin ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimesi var ki, şaibe-i zeval ve fenâdan münezzeh ve avârız-ı naks ve kusurdan müberrâdır.
ışte şu kelime, cin ve inse ve bütün zîşuura ve ehl-i muhabbet ve aşka ilân eder ki:
Sizlere müjde!
Mahbuplarınızdan nihayetsiz firakların yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkîniz var.
Madem O var ve bâkidir;
başkaları ne olursa olsun, merak çekmeyiniz.
Belki o mahbuplarda sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Bâkînin cilve-i cemâl-i bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir.
Onların zevalleri sizleri incitmesin.
Çünkü onlar bir nevi aynalardır. Aynaların değişmesi, şâşaa-i cemâlin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem O var, herşey var.

80

03.03.2010, 13:07

Her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca... Neden Allah'ın zatını değil de, esmasının cemal ve kemalini göstermek ister?

Bir esere bakılırken, ustanın zatının varlığı hisedilir, bilinir; ancak mahiyeti bilinmez. Zira, usta esere benzemez. Eserin aklı ve şuuru olsa dahi, sadece bir ustam vardır der. Ötesinde sadece sıfatlarını anlamada ileri gidebielecektir. Zatının kemalatını idrak etmek, esma ve sıfatı anlamadan geçer. Doğrudan doğruya zatın kemalatını idrak mümkün değildir.

Mesela; hiç insan görmemiş bir zişuur varlık düşünelim. Bu varlık, uzayda bir uçağı uçarken görse, bu uçağın ustası hakkında şu tespitleri yapar. Der ki; bu uçağı yapan bir usta vardır. O ustanın zatı hakkında daha ileri gidemez. Ancak sıfatları hakında detaylı düşünüp tetkikat yapabilir. Bu ustanın ilmi vardır, görmesi vardır, kuvveti vardır, iradesi vardır vs. gibi bilgleri toplayabilir. Ancak bu bilgilerle zatının kemalatını anlayabilir. Yoksa sıfatları düşünmeden, doğrudan doğruya zatı hakkında her hangi bir bilgiye ulaşması mümkün değildir. Kaldı ki; Allah'ın sıfatlarnın da mahiyetini bilemeyiz. Kendimizde bulunan ölçücüklerden yola çıkarak, o sıfatların varlığını anlıyoruz. Elli, yüz kiloyu kaldıran kuvvetimden yola çıkarak, şu muhteşem yıldız ve galaksileri semada tutan daha yüce bir kuvvet ve kudretin varlığını anlıyoruz. Ancak o kudretin mahiyetini, iç yüzünü bilemiyoruz.


Ene risalesinde geçen şu ifadelere bakalım;

"Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhît, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enâniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhît sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz' eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur" diye bir taksimât yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.


Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rubûbiyetiyle, daire-i mümkinâtta Hâlıkının rubûbiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakiki mâlikiyetini fehmeder ve "Bu hâneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir" der. Ve cüzî ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî sanatçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i sanatını anlar. Meselâ, "Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim; öyle de, şu dünya hânesini birisi yapmış ve tanzim etmiş" der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahvâl ve sıfât ve hissiyât, enede münderiçtir." (1)


(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.




İlmi Heyet

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir