Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

09.09.2006, 14:40

4. ve 9. Söz > Namaz

Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleara.com/oku.asp?id=16"

Üstad dördüncü sözde [/url]"]Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta, has ve güzel bir çiftliğine ikâmet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki:

"şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bâzı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır; hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyâre bulunur. Sermâyeye göre binilir."

ıki hizmetkâr ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat, o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermâyesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zâyi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der:

"Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyâreye bindirirler. Bir günde mahall-i ikâmetimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun."

Acaba, şu adam inad edip, o tek lirasını bir defîne anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefâhete sarf etse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?

ışte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!

O hâkim ise; Rabbimiz, Hâlıkımızdır.

O iki hizmetkâr yolcu ise; biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar; diğeri gâfil, namazsız insanlardır.

O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her gündeki ömürdür.

O has çiftlik ise, Cennettir.

O istasyon ise, kabirdir.

O seyahat ise; kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre o uzun yolu mütefâvit derecede kat’ ederler. Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder. Kur’ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder.

O bilet ise namazdır. Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zîrâ, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse -halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

Halbuki, namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder.


Renklendirmeler, misallerde benim gördüğüm karşılaştırmalardır, tashih gereken kısmı olduğunu düşünen olursa, bana bildirsin inş.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

2

09.09.2006, 15:39

risalelerde uzun zamandır kavrayamadıgım bir yer var orda deniyorki


Alıntı


ıki hizmetkâr ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat, o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermâyesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zâyi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der:

"Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyâreye bindirirler. Bir günde mahall-i ikâmetimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun."




o bedbaht istasyona kadar 23 altını sarfediyor istasyonda kabir diye anlatılıyor peki

kabirden sonra ibadet yokki o bedbaht o kalan 1 altını nerde harcasın uzun zamandır

burayı çözemedim yardımlarınıza muhtaç karatoprak

3

09.09.2006, 15:48

Alıntı sahibi ""karatoprak1975""

o bedbaht istasyona kadar 23 altını sarfediyor istasyonda kabir diye anlatılıyor peki

kabirden sonra ibadet yokki o bedbaht o kalan 1 altını nerde harcasın uzun zamandır

burayı çözemedim yardımlarınıza muhtaç karatoprak


bende bu noktayı merak ediyorum yardımcı oln inş..

4

09.09.2006, 16:08

Verilen 24 altın ömürdeki günlerin saatleri,
O bilet ise, ömür boyu yapılan kulluk, taat.


2 aylık bir mesafeye gidiliyor, 1 günlük kısmı, doğumdan, kabre, yani berzah alemine kadar olan kısmı, geriye kalan kısım ise, berzahtan son durağa, yani Cennet veya Cehenneme kadarki kısım, yani 59 gün.

Yani doğum 2 ayın başlangıcı, 1.günün sonu vefatımız, 60.günün sonu ise vardığımız son durak. 59 günde perişan olmamak için, bir bineğe, bir vesaite ihtiyaç var, altın değerinde olan ömrümüzü, ibadetle bilet parasına, bilete dönüştürüyoruz.

Üstad, fani ömrümüzde, baki ve ebedi olacak hayatımızı etkileyecek şeyler yapmamız lazım, vaktimiz yok buyuruyor. Yani ömrümüzün dakikaları, altından farksız, hatta daha kıymetli, elmastan bile.

Sanırım takıldığımız kısım, ömrün kaç yıl olduğuna dair misalde bir kısım verilmemiş. Onu da zaten bilmeyiz, bilemeyiz, ömrümüz kadar yaşarız, kimimiz 1 yaşında, kimimiz 10, kimimiz 100 yaşında ölürüz.

Mesele şu, herkes hergün 24 altın ile uyanır, her sabah bir yaşam gibidir. Diyemezsin şu kadar yıl şu ibadet etti cehenneme gitti ameli yetmedi, bu yarısı kadar etti de girdi. Mesela, o 24 altını, her gün ne kadar harcıyordun düzenli olarak? Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşredilirsiniz. Hüsn-ü hatime (iyi son) ve imanla gitmek nasip eylesin Rabbimiz.

Belki bazımız sinn-i tekliften (imtihan ve sorumluluk yaşı) önce, belki bir gün sonra, belki onlarca yıl sonra ölecek. Muhakkak hepsinin hesabı Allah'a aittir, biz hüküm veremeyiz. Üstad'ın da hatıralarında, 50 yaşına kadar boş yaşamış kişilere dahi, müjde verdiğini okuyoruz. Namazınızı kılın, ömrünüzün çoğu ziyan olmuş olsa bile, tevbe ediniz, gücünüz yettiğince kaza namazları kılın, tamamlayamadan ölürseniz, zaten Allah niyetinizi biliyor, hüsn-ü hatime verdiği kulunu, niye rahmetiyle karşılamasın?

Allah canımızı hüsn-ü hatime ile alsın, hesabımızı kolay yapsın ve defterimizi sağımızdan versin, amin...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

5

09.09.2006, 16:11

Hem muhakkak, 15 yaşında ölenle, 100 yaşında ölenin hesabı farklı olur. Belki o kadar uzun süre yaşayarak ibadetler etti diğeri ama, o kadar süre de Allah'ın nimetlerinden faydalandı ve hakeza. Belki bu kısımdan çıkaracağımız ders, ömrümüz akşam sona erecekmişcesine, her günü bir lütuf olarak yaşamak.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

6

09.09.2006, 16:11

abdulkadir said abi çok güzel açıklamışınız çıktısını alıp o takıldıgım yerle birlikte

karşılaştırarak sık sık okuyayım çok sagolun Allah razı olsun

7

09.09.2006, 16:12

Evet Allah razı olsun çok güzel açıklamışsın abi..

8

09.09.2006, 16:13

Allah sizlerden de razı olsun, çok kere okudum o kısımları, ama hiç böyle derin düşünmeye gerek kalmamıştı. Bu misal düşündüğümden derin çıktı. ırdelendikçe artan bir hazine gibi.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

9

10.09.2006, 00:01

Alıntı

Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder!


Alıntı

tarihçe-i hayat’da da şöyle geçiyordu:

yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için halık teala bizden istedi


Evet Rabbimiz bizden altın hükmündeki 24 saatimizden yalnız 1 ini namaz için istemiş.Aldığımz abdest dahil toplam 1 saati, vermemek ne kadar ahmakça biliyoruz.Fakat Allaha inanıpta bu 1 saati namaza ayırmamak neden? Oysaki ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! deniyor.

10

10.09.2006, 00:40

Alıntı sahibi ""nuraşığı""

Evet Rabbimiz bizden altın hükmündeki 24 saatimizden yalnız 1 ini namaz için istemiş.Aldığımz abdest dahil toplam 1 saati, vermemek ne kadar ahmakça biliyoruz.Fakat Allaha inanıpta bu 1 saati namaza ayırmamak neden? Oysaki ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! deniyor.


Üstadım “Nefs-i emmare; tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüzidir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz” (ıman ve Küfür Müvazeneleri, sf. 102) diyerek nefsin kişiye zulüm kabiliyetine dikkat çekmiştir.

Alkan

Usta

Mesajlar: 1,694

Hobiler: Risale-i Nur, Kur'an dinlemek

  • Özel mesaj gönder

11

10.09.2006, 01:47

Allah razı olsun güzel paylaşımlar olmuş..

Alıntı

Namaz, kalblerde azamet-i ılahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i ılahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisal ettirmek için yegane ılahi bir vesiledir. Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsi ve içtimai hayatını kurtarmak için, o kanun-u ılahiye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hasir, ne kadar zararlı olduğunu bilahare anlar, ama iş işten geçer.
"ey bedbaht nefsim! acaba ömrün ebedi midir? hiç kat'i senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

nuyo

Stajyer

Mesajlar: 91

Konum: Bursa-Mustafakemalpaşa

Meslek: mesleksiz(bi baltaya sap olamadı hala)

Hobiler: ilgisiz

  • Özel mesaj gönder

12

10.09.2006, 12:03

Re: ıbadetlerin fihristesi: Namaz

Alıntı sahibi ""Üstad dördüncü sözde""


yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?


burada niye yüzde yüz dememiş üstad?
bu yüzde birlik kısım namazı kılan ama düzgün kılmayan, kötülüklerden alıkoymayan ve bu yüzden kazandırmayan mı?

Alıntı

Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder.


Seyfetttin hocamdan bununla ilgili çok güzel bir örnek dinlemiştim...
Bir tencere sütü...bir kaşık yoğurtla mayalıyoruz...tenceredeki sütün tamamı yoğurda dönüşüyor...
Aynı bunun gibi 1 saat namazla da o günkü işlerimiz ibadet hükmünü alıyor...
Ne ilmim var ne âmalim,
Ne hayru taate kaldı mecalim
Garık-ı isyanım, çoktur vebalim
Acep rûzu cezada ne ola halim

13

10.09.2006, 12:28

Re: ıbadetlerin fihristesi: Namaz

Alıntı sahibi ""nuyo""

Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder.


Seyfetttin hocamdan bununla ilgili çok güzel bir örnek dinlemiştim...
Bir tencere sütü...bir kaşık yoğurtla mayalıyoruz...tenceredeki sütün tamamı yoğurda dönüşüyor...
Aynı bunun gibi 1 saat namazla da o günkü işlerimiz ibadet hükmünü alıyor...[/quote]

Böyle misalleri çok seviyorum Allah razı olsun canım kardeşim misallerime yeni bir tane daha eklemiş oldum :)

Muhabbetle..

14

10.09.2006, 16:49

Re: ıbadetlerin fihristesi: Namaz

Alıntı sahibi ""nuyo""

yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?




Kazanç ıhtimali % 99 Olan Bir Piyangoya Olabilirmi? Böyle Bir Piyangoya Katılmak ıster misiniz?

Dördüncü Söz'de izahı bulunan, her gün yirmidört saat sermaye-i hayatı Hâlıkımız bize ihsan ediyor. Tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmiüç saatı sarfedip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek; ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve me'yusane hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin. Eğer, bir saati beş farz namaza sarfetsek; o halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî me'yusiyet ve sıkıntıların kısmen zeval bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara keffareten afvettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoş-sohbet olduğu düşünülsün.

Dördüncü Söz'de denildiği gibi, bin lira ikramiye kazancı için, bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmidört lirasından beş-on lirayı veren ve yirmidörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen; halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir, çünki bin hissedar daha var. Ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuzyüz doksandokuz olduğuna yüzyirmidört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşf ile tasdik eden evliyadan ve asfiyadan hadd ü hesaba gelmez sadık muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer mukayese edilsin.

kaynak

15

10.09.2006, 17:19

Aynı zamanda 1000'de 999 demiş, demek ki bazı istisnai durumları kastediyor.

Allah razı olsun nuraşığı kardeşim,
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

16

10.09.2006, 21:20

Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleara.com/oku.asp?id=34"

Üstad 9.Sözde[/url]"]

Ey birader! Benden namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsîsini soruyorsun. Pekçok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz:

Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u ılâhînin aynası ve o tasarruf içinde ihsanât-ı külliye-i ılâhiyenin birer ma'kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyâde tesbih ve tâzim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için "Beş Nükte"yi nefsimle beraber dinlemek lâzım.

Birinci Nükte: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani, celâline karşı, kavlen ve fiilen "SübhanAllah" -2- deyip takdîs etmek; hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen " Allahu Ekber -3-" deyip tâzim etmek; hem, cemâline karşı kalben ve lisânen ve bedenen " Elhamdulillah "-4- deyip, şükretmektir.
namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem, ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te'kid ve takviye için şu kelimât-ı mübâreke, otuz üç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hulâsalarla te'kid edilir.

ıkinci Nükte: ıbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı ılâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp, kemâl-i Rubûbiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i ılâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani, Rubûbiyetin saltanatı, nasıl ki ubûdiyeti ve itaati ister; Rubûbiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekâisten pâk ve müberrâ ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu tesbih ile, "SübhanAllah" -1-ile ilân etsin.

Hem de, Rubûbiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde " Allahu Ekber -2-" deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona ilticâ ve tevekkül etsin.

Hem, Rubûbiyetin nihayetsiz hazîne-i rahmeti de ister ki, abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacâtını suâl ve duâ lisâniyle izhâr ve Rabbinin ihsan ve in'âmâtını şükür ve senâ ile ve " Elhamdulillah -3-" ile ilân etsin.

Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı ılâhîden vaz' edilmişler.

Üçüncü Nükte: Nasıl ki, insan, şu âlem-i kebîrin bir misâl-i musağğarıdır. Ve Fâtiha-i şerîfe şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsâl-i münevveridir. Namaz dahi, bütün ibâdâtın envâını şâmil bir fihriste-i nurâniyedir. Ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibâdetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.

Dördüncü Nükte: Nasıl ki, haftalık bir saatin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-ı kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın, sâniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deverânı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakât-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar.

Meselâ fecir zamanı-tulûa kadar-evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı ılâhiyeyi ihtar eder.

Zuhr zamanı ise yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder. Ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyüzât-ı nimeti hatırlatır.

Asr zamanı ise güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) Asr-ı Saadetine benzer. Ve onlardaki şuûnât-ı ılâhiyeyi ve in'âmât-ı Rahmâniyeyi ihtar eder.

Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlûkatın gurûbunu, hem insanın vefâtını, hem dünyanın Kıyâmet ibtidâsındaki harâbiyetini ihtar ile, tecelliyât-ı Celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

ışâ vakti ise, âlem-i zulümât, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefât etmiş insanın bakıye-i âsârı dahi vefât edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile, Kahhâr-ı Zülcelâlin celâlli tasarrufâtını ilân eder.

Gece vakti ise hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı ifham ile, ruh-u beşer rahmet-i Rahmâna ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder. Ve bütün bu inkılâbât içinde, Cenâb-ı Mün'im-i Hakikînin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile, ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân eder.

ıkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar mâkul ve lâzım ve kat'î ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat'iyettedir.

Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılâb başında olduğu ve büyük inkılâbları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle hem senevî, hem asrî, hem dehrî Kudretin mu'cizâtını ve Rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esâs-ı ubûdiyet ve kat'î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.





inşa'Allah buraya kadarki kısmını inceleyelim. Hülasa olarak anlatılan, namazdaki bazı dua ve sözlerin ve hareketlerin manaları, namaz vakitlerinin bize andırdıkları, namazın neden bu vakitlerde tayin edilmiş olabileceğinin hikmetleri.

Sorularımız olabilir, dikkatimizi çekip de paylaşmak istediğimiz yerler olabilir, hatıralarımız, daha da derin irdelenmesini ve araştırılmasını istediğimiz yerler...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

17

10.09.2006, 23:31

Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleara.com/oku.asp?id=34"

Üstad 9.Sözde[/url]"]

Birinci Nükte: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani, celâline karşı, kavlen ve fiilen "SübhanAllah" -2- deyip takdîs etmek; hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen " Allahu Ekber -3-" deyip tâzim etmek; hem, cemâline karşı kalben ve lisânen ve bedenen " Elhamdulillah "-4- deyip, şükretmektir.
namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem, ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te'kid ve takviye için şu kelimât-ı mübâreke, otuz üç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hulâsalarla te'kid edilir.



Kardeşler yazı uzun ama hem konuyla alakadar çok güzel bir yazı.parça parça ekliyorumki rahat okuyasınız..


Yüksek Fikir Alçalışları

Metin Karabaşoğlu

“Dokuzuncu Söz,” o günkü ders müzakeremize, ihtiyaçtan dolayı girdi. Bu güzelim sözde de, çok seneler önce farkına varıp henüz izahını yapamadığımız bir nüans vardı. Bu nüans, tam da bu noktada, hem kendisini, hem de müzakeresini yaptığımız bahsi açacak bir anahtara sahip olmasındı?

Cemaatle kılınan namazlar sonunda tesbih çekilirken, her bir tesbihatı sırasıyla hatırlatan bir müezzin sunuşu vardı hani.

“Subhanallah” diyerek tesbih çekmeye başlamadan önce, “Zülcelâli subhanallah” derdi müezzin.

“Elhamdülillah” demeye ise, “Zülcemali elhamdülillah” ile başlardık.

Sıra “Allahuekber”e geldiğinde ise, bir giriş sadedinde “Zülkudreti allahuekber” derdi müezzin.


Oysa namazın beş vakte tahsisindeki hikmetin izah olunduğu “Dokuzuncu Söz”de, “Namazın mânâsı, Cenab-ı Hakkı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen ‘Subhahallah’ deyip takdis etmek; hem kemaline karşı, lâfzen ve amelen ‘Allahuekber’ deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen ‘Elhamdulillah’ deyip şükretmektir” ifadesi geçiyordu.

Celâle karşı subhanallah,

cemale karşı elhamdulillah,

kemale karşı Allahuekber!

Bu nüansı farkedeli beri, namaz tesbihatlarında

“zülkudreti Allahuekber”in yerine “zülkemali Allahuekber” demeye,

boş söylemeyen ve boş konuşmayan üstadıma ittibaen, başlamıştım gerçi; lâkin, kudrete bedel kemalin niye tercih edildiği seneler senesi bir muamma olarak kalmıştı benim için. şimdi, bu ‘kemale karşı Allahuekber’ ifadesini, ‘Kebîr-i Kâmil’ ile birlikte düşünsek, kemal ile kibriyanın ne olduğunu, niye birbirine baktığını çözebilir miydik?


O gün, bu aşamada, ihtiyaçtan gelen bir heyecanla ona yakın akıl ile yirmiye yakın kulak ve gözün nasıl kapasitesini son sınırında kullanma cehdine girdiğini hâlâ tebessümle hatırlıyorum. Küçük anlama denemeleri, deneme-yanılmalar, öyle mi böyle mi ihtimalleri arasında gezintiler.. derken, hiçbirimizin tahmin edemediği bir büyük yolculuğun ortasında bulmuştuk kendimizi.

Geldiğimiz ilk durakta, “Dokuzuncu Söz”de

celâl ile tesbihin,

cemal ile tahmidin

eşleştirilmesi üzerinde durmuştuk.

Rabbimizin kudret, izzet, kahr, cebr, hâkimiyet gibi celâlini bildiren esma ve sıfatları karşısında O’nu noksanlardan tenzihin ifadesi olarak ‘Subhanallah’ deyişin;

keza, Rabbimizin rahmet, merhamet, şefkat, ikram, ihsan, lütuf gibi cemalini bildiren esma ve sıfatları karşısında O’na olan hamd ve şükür borcumuzun ifadesi olan ‘Elhamdulillah’ın izahını bir derece yapabiliyorduk.

Ama kemal ile ‘Allahuekber’in eşleştirilmesi neyin nesiydi?

‘Kemal’ ne idi ki, celâlin de, cemâlin de ötesinde ve üstünde idi? ‘Kemal’ neydi ki, Allah’ın mutlak anlamda kibriya sahibi olduğunun, O’nun büyüklüğü karşısında başka bütün büyüklüklerin mutlak anlamda küçüldüğünün, büyüklüğünde O’na rakip bulmanın mutlak derecede imkânsız olduğunun ifadesi olan ‘Allahuekber’ ona binaen söyleniyordu?

Bir sonraki durakta celâl ile cemal arasındaki zıtlık zihin gündemimize girecekti. Celâl ile cemal arasındaki bu mesafe yüzünden, celâlli insanlarda cemalî vasıflar, cemalli insanlarda celâlî vasıflar pek bulunmazdı. Meselâ, sert mizaçlı insanlardan herkes korkar, zira ‘sağı-solu pek belli olmaz’dı. Yumuşak huylu insanlar ise, kesin ve net tavır gerektiren durumlarda bile “Adın Mülayim, sert olsan ne yazar” deyişine konu olan bir pısırıklık sergilerlerdi çoğunlukla. Yani, ne sırf celâlli birinden ‘mükemmel insan’ olarak söz edebilirdik, ne yalnız cemalli birinden. Her ikisi de, ‘tam’lığa ulaşamıyor, mükemmel olamıyor, eksik kalıyordu. Eksik! Kemalin zıddı da buydu işte. Kemal, tam olandı, eksiksiz olandı, bir boşluk ve zaaf taşımayandı. Birşeye ‘mükemmel’ derken, o şeyin varoluşunda hiçbir eksik ve kusur olmadığını söylemek istiyorduk.

O halde, Allah’ın Zülkemal oluşu, celâl ve cemal gibi bize zıt gözüken, insanların dünyasında birebir örtüştüğünü pek de göremediğimiz bu iki vasfı O’nun beraberce ve kâmilen zâtında barındırmasının ifadesi miydi yoksa?

devamı var..

18

11.09.2006, 14:53

Yolculuğun bundan sonrası, müthiş bir hızla gerçekleşecekti. Kemal, buydu işte. Zıtların, bize zıt görünenlerin buluşması idi.

O, hem zülcelâl idi, hem de zülcemal. Rabbimiz, mutlak anlamda celâl sahibi olarak mutlak anlamda cemal sahibi olmasıyla gösteriyordu kemalini. Cebbar ve Kahhar bir Yaratıcı olarak, Rahmân ve Rahîm de olmasıyla; Azîz ve Kadîr olmakla birlikte Kerîm ve Muhsin olmasıyla; Adil ve Zü’ntikam olmasıyla birlikte Gafûr ve Halîm de olmasıyla gösteriyordu.

Meselâ, celâlî bir vasıf olarak kudret sahibiydi O. Mutlak bir kudret sahibiydi. Ama, hâşâ zaptolunamayan, yakıp yıkan bir kaba kuvvet değildi O’nunki; bilakis, kudretinin ‘basîrâne bir tasarruf’u vardı. Her bir şeye lâyık ve lazım olduğu şekliyle tecelli ediyordu. Hem, kudretini acze dönüştürebilecek ölçüsüz bir rahmetten de berîydi; rahmetini silip süpürecek kontrolsüz bir güç gösterisinden de. Hem, celâl ile cemali, yarattığı her bir şeyde buluşturuyordu. Bazı şeyleri cemalsiz, bazı şeyleri ise celâlsiz yaratma gibi bir noksanlıktan da münezzehti. Kar taneleri gibi her biri ayrı bir nakış taşıyan müthiş bir güzellik sergisi, yolların kapandığı, insanların evlerde kaldığı bir celâl boyutu da taşıyordu sözgelimi. Hem insana haşyet ve ürperti veren bir celâl sergisi olarak gökyüzü, müthiş bir güzellik sergisiydi de...


‘Kemal’i bu şekilde düşünüp yine Risale sayfaları arasından bunun teyidini aradığımızda, meselâ ‘kemal-i kudret’in ne anlama geldiğini başka bahislerin de yardımıyla çözdüğümüzde, keşfimizden iyice emin sayılırdık.

Kadîr-i Zülcelâl’in ‘kemal-i kudret’i de, zıtlıkların buluşması ile açıklanıyordu çünkü: Kâinatta hem muazzam bir çeşitlilik vardı, herşey birbirine karışmış, içiçe geçmiş durumdaydı, birşeyin olması pek çok şeyin işin içine girmesini gerektiriyordu; ama buna rağmen, bir karışıklık ve keşmekeş de yoktu kâinatta. Bilakis, bir düzen, intizam, temyiz ve tefrik vardı.

Yine kâinatta bolluk ile sanatlılık, çokluk ile güzellik beraberce hüküm sürüyordu. Meselâ bir papatya hem son derece çok idi, hem de çok güzeldi. Kar taneleri hem bol, hem sanatlıydı. Her bir tür için, her cinsten şey için geçerli olan da buydu. Öte yandan, her bir şeyin varlığı için bütün kâinatın çalıştırılması gerekiyor, yine de herşey muazzam bir kolaylık ve suhulet içinde vücuda geliyordu. Kudretteki kemali işte böylesi zıtların buluşmasıyla ortaya çıkıyordu; kibriyâ hakikati de işte bu şekilde tezahür ediyordu.

Allah, ‘Ekber’di, ‘Kebîr’di; çünkü, O’nun için ‘zıtların ve zıtlıkların sınır koyması diye birşey, birşeye ağırlık verirken öbürünü eksik bırakmak diye birşey sözkonusu değildi. O’ndan gayrı herşeyi sınırlayan ve eksik bırakan zıtlıklar, O’na ârız olamıyor; O, kibriya ve azametini, işte bu kemal keyfiyetiyle gösteriyordu. Sözgelimi, ‘sanat’ı sözkonusu edecek olsak, ömründe yirmi-otuz güzel tablo yapan, bunlar için ise çöpe attığı binlerce eskiz yapması gereken meşhur ressamlar değildi ‘büyük’ olan; sanatta büyüklük ve kibriyâ, meselâ her sabah ve her akşam üzeri gökyüzü tablosunda her biri birbirinden eşsiz, herbiri muazzam derecede güzel tabloları an be an yazıp bozan Sâni-i Zülcelâl’in vasfıydı ve ancak O’nun hakkıydı. O ki, koca kâinatın işgörmesini gerektiren işleri kolaylıkla gördürüyor, çeşitlilik ile âhengi, çokluk ile beraberliği, bolluk ile değerliliği, kolaylık ile sanatkârlığı.. buluşturuyordu.

ışte onun için, O, Kebîr-i Kâmil idi. Onun için, celâle karşı tesbih ve cemale karşı hamd ettiğimiz gibi, celâl ile cemalin beraberce varlığı demek olan kemâle karşı tekbir getiriyor; o tekbir ile, hem O’nun mutlak büyüklüğünü, hem O’nun büyüklüğü karşısında yaratılmışlar olarak hepimizin mutlak küçüklüğünü kabul ve ilan ediyorduk.

Ezana da, namaza da Allahuekber ile başlamamız bundandı işte. “Allahuekber” O’nu tanımanın zirvesi ise, kulluğun zirvesi olan namaz onunla başlardı elbet. Kulluğun zirvesi olan namaza davet de onunla başlardı muhakkak.


ışte, ‘Kebîr-i Kâmil’ tamlamasında saklı kemal ve kibriya irtibatına dikkat ile başlayan, ummadığımız anlam yolculuklarını bize yaşatan, tadı hâlâ damağımızda duran o güzelim ders müzakeresinden sonraki günlerden biriydi ki, bir namaz esnasında, namazdaki “Allahuekber”lerin çokluğu çekti dikkatimi. Başlarken Allahuekber, rükuya giderken Allahuekber, secdeye giderken Allahuekber, secdeden kalkarken Allahuekber, tekrar secdeye eğilirken Allahuekber, yeniden kıyam için Allahuekber! Namazın her rekatında en az beş kez “Allahuekber” diyor, dört rekatlık bir namazı yirmibir kez Allahuekber diyerek tamamlıyorduk.

Celâlî ve cemalî bütün isimlerin Allah’a ait olduğunu bildirip zıtları buluşturma gibi kulların acziyet ve küçüklüğünü belgeleyen bir kemal haliyle O’nun kibriyasını ilan eden bu kısa ama büyük kelamı, bayram namazlarında daha da ziyadesiyle söylüyorduk üstelik.

ılk kez namaza durduğum günlerden onca sene sonra, “Allahuekber”deki derinliğin bir derece dünyamıza açıldığı bir dersin akabinde namazlardaki “Allahuekber”lerin sırrını ve çokluğunu keşfettiğim bu günde ise, tek bir lâfzı bu kadar değerli, bu kadar derin, bu derece büyük olan namazın bir bütün olarak ne kadar büyük, değerli ve derin olduğunu soracaktım kendi kendime. “Allahuekber”in kavrayabildiği derinlik ve büyüklüğü üzerinden, namazdaki derinlik ve büyüklüğü bir derece kavrayabilirdi insan.

19

11.09.2006, 14:57

Nitekim, sonraki günler, haftalar ve aylar, bu ‘bir derece kavrama’ çabası içinde geçti. ıstidadım nisbetince, namazdaki her bir sözün ve her bir edebin hikmetini düşünmeye çalıştım. Bize “Allahuekber”in şifresini hediye eden Risale’ye, bir de, namazın sair rükün, lâfız ve edeblerine dair izahlar, ipuçları ve şifreler bulma azmiyle baktım.

Gördüm ki, namazın her bir rüknünün ayrı bir hikmeti vardı. Kıyam da bir anlam ifade ediyordu, kıraat da. Kıyamdan sonra rükuya gitmenin de bir hikmeti vardı, rükudan sonra secdeye kapanmanın da.

Rükuda “Subhane rabbiye’l-azîm” demenin de bir hikmeti vardı,

secdede “Subhane rabbiye’l-a’lâ” demenin de.

Hem, namazın hemen başlangıcında “Subhaneke allahumme ve bi hamdik” duasını okumanın da bir hikmeti vardı;

bunun “subhanehu” değil de, “subhaneke” suretinde oluşunun da.

Bütün rekatlarda Fatiha’nın, otururken ise tahiyyatın muhakkak okunuşunun da.

“Subhane-hu” değil de “subhane-ke” deyişimiz, Rabbimize karşı doğrudan bir muhatabiyetin ifadesiydi sözgelimi. “Subhanehu,” yani “Onu tesbih ve tenzih ederiz” demiyorduk namazda; “Subhaneke,” yani “Seni tesbih ve tenzih ederiz” diyorduk.

Çünkü, namaz dışında bir biz vardık, bir kâinat; bir de bizi ve kâinatı yaratan Zât-ı Zülcelâl. Biz, O’nun kâinata ‘halife’ olarak yarattığı en şerefli mahluk olarak, kâinata O’nun adına bakma durumundaydık sair vakitlerde; “Subhanehu” bunun içindi. Ama namaz, halifenin, üzerine halife olduğu teb’adan tahsil edeceğini edip, bunu Sultanına teslim etme vaktiydi. ‘Gâibâne ubudiyet’ten ‘hâzırâne ubudiyet’e geçiş vaktiydi. Artık kâinat önümüzde değil; ondan o vakte kadar toplayabildiğimiz tesbihat ve tahmidat ile arkamızdaydı. Doğrudan doğruya Rabbimizle yüzyüzeydik, dosdoğru O’nun huzurundaydık namaz esnasında. O yüzden, hâlâ daha ‘O’ diyemezdik, ‘Sen’ dememiz gerekiyordu artık.

“Subhanehu” diye değil de “Subhaneke” diye işte bunun için başlayan kıraatimizin Fatiha ile devamı ve Fatiha’nın her rekatte tekrar tekrar okunuşu da elbette bir hikmete binaendi. Dahası, bir değil, birçok hikmete binaendi. “Fatiha”ya dair yazılmış binlerce tefsir; Fatiha’nın bir besmelesi için, hatta “na’büdü”sündeki bir ‘nun’ için yazılan muazzam risaleler, bu hikmetlerin birer örneğini veya anahtarını vermekteydi. Ki, bilhassa Risale’deki Fâtiha bahislerinin yardımıyla, kendi istidadımca, Fâtiha’ya dair bazı nükteleri uzaktan uzağa farketme imkânı bulacak; farkedebildiğim o nükteleri kavrama ve paylaşma iştiyakını ise, Rabbim nasip ederse bir gün yazmaya azmettiğim “Fâtiha’yla Gelen Açılışlar”a bırakacaktım.


Hem, kıyamda veya rükudan doğrulurken hamdimizi ifade etmemize mukabil, rükû ve secdenin tesbih ve tenzih makamı oluşunun da, bir derece elbette hikmetleri vardı. Nitekim, bu hikmetlere dikkatimizi çeken hadisler de bulunmaktaydı. Ayakta iken eğilişin ifadesi olan rükuda ‘rabbiye’l-azîm’ dememize bedel secdede ‘rabbiye’l-a’lâ’ dememiz de rastgele değildi muhakkak. Azîm ismi eşyanın zahiri üzerinden kavranan ilâhî azamet ve büyüklüğü, A’lâ ismi ise eşyanın derûnuna bakıp kavranan ilâhî ulviyet ve büyüklüğü ifade ediyordu. A’lâ ismi, anlamca ve muhtevaca Azîm isminden daha derin bir ilâhî isim idi açıkçası. Dolayısıyla, rükûya göre daha derin bir kulluk ifadesi olan secdeye A’lâ, rükuya da Azîm ismi yakışmaktaydı.


Tahiyyatın secdeden sonra gelişinin, en sonda gelişinin, o tahiyyat ile bütün mahlûkatın hayatlarıyla ve varoluşlarıyla ettikleri bütün tesbihat ve tahmidatı Zât-ı Zülcelâl’e arzedişin çok hikmetlerinden bir kısmı ise, “Altıncı şua”da izah olunmaktaydı.

Sultan-ı Ezelî’nin, Mâlikü’l-Mülk’ün, Rabbü’l-âlemîn’in huzuruna girişin timsali olan kıyamın, O’nun huzurunda kulluğunu ilanın timsali olan rükunun, O’nun huzurunda kulluğunu mutlak surette ilanın ifadesi olan secdenin ardından gelen tahiyyat ile, en azından şunu bilebilirdik:

O Sultan-ı Ezelî’nin şerefli bir halifesi olup bütün mahlûkatın hayatlarıyla ettikleri tesbihatı O’na iletir bir büyük makam kazanmak için, en başta kendi benlik iddiamızdan soyunup varlığımızı O’ndan bilmemiz, O’nun ismiyle varlığımızın devam bulduğunu idrak etmemiz ve O’nun adına varolmayı becermemiz gerekiyor. Nitekim, tam bu mânâları en derin ve geniş anlamıyla yaşamış olan Resûlullah’ın miracını bize hatırlatan kudsî bir hatıra da taşıyor değil miydi “et-tahiyyâtu lillâh”?

20

11.09.2006, 15:03

Velhasıl, başlama tekbirinden selama, “subhaneke”den tahiyyat ve salavâta.. her bir rüknü, her bir kelimesi, her bir edebi ayrı bir ubudiyet talimi yüklü bir büyük hakikat idi namaz. Kulluğun özü ve özeti denebilirdi onun için. Ondaki her bir lâfız bindört yüz yıldır müstaid insanlar için ayrı bir tefekkür deryasının limanı olmuştu, Onun her bir rüknüyle bozulmamış istidadlar marifetullah ve muhabbetullah zirvelerine uçmuştu.


Üstelik, namazdaki derinlik, büyüklük ve yükseklik, sadece içindeki erkan ve âdâb ile sınırlı da değildi.

Meselâ her gün farz namaz için beş vaktin tahsis olunması öylesine ince hakikatler taşıyordu ki, bir Bediüzzaman Said Nursî, sırf bu beş vaktin hikmetine dair eşsiz bir risale yazmıştı. Bu beş vakitte, gündelik hayatın ötesinde insan ömrünün, dünyanın ömrünün ve kâinatın ömrünün özetini görebilirdi insan.

Hem, namazın öncelikli şartı olarak abdestin, namazın ardından yapılan dua ve tesbihatın da derin anlamı, paha biçilmez kıymeti vardı.

Kısacası, namaz için, imanla ıslam’ın kesişme noktası denilebilirdi. ıman ile ıslâm hakikat kitabının birbirine bakan iki tarafı ise, namaz tam ortadaydı. Amelî tarafıyla ıslâm tarafında duruyor, ama içerdiği talim ve ders ile iman tarafına bakıyordu. O yüzden, sadece “ıman eden kişi namaz kılar” demek, namaz için yetersiz bir açıklamaydı. Bu kabil bir açıklamanın yanında “Namaz kılan insanın imanı ziyadeleşir” de demek gerekiyordu.

ıman ile ıslâm’ı içiçe girmiş, birbirine bakan ve birbirini gerektiren iki daire ise, namaz her iki dairede de yer alan bir kesişme alanıydı sanki! Onun için ne söylense az, ne yazılsa yetersizdi.

Zira, “Onbirinci Söz”de görüldüğü ve gösterildiği üzere, kâinatın yaratılışı gelip insana, insanın yaratılışı ise gelip namaza dayanıyordu. Daha açık konuşursak, kâinat insan için, insan ise namaz için yaratılmıştı. Bu, açık-seçik ortadaydı

Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) daha ilk vahyin geldiği gün Cebrail aleyhisselamın ona namazı da öğretmesinden anlayabilirdik bunu.

Namaz, henüz bütün mü’minlere farz kılınmış değildi gerçi; ama ilk vahyin hemen ardından öğretilen ilk ibadet, namazdı. Cebrail aleyhisselam daha o gün Efendimize abdesti ve namazı öğretmiş; Peygamberimize ittibaen Hatice validemizin de kıldığı namaza, Resûl-i Ekrem’in evinde ve terbiyesinde bir çocuk olarak Hz. Ali de dehalet etmişti. Resûl-i Ekrem, resûl olarak, merkezinde namazın yer aldığı hayat yaşamıştı yirmiüç sene boyu. Mekke’de müşrikler en ziyade Kâbe’de namaz kılarken görmüşlerdi onu; Medine’ye hicretinde ise ilk işi mescidinin yerini tayin olmuştu.

Herhangi bir seferden Medine’ye dönüşünde, yine ilk olarak mescide gidip iki rekat namaz kılıyordu kudsî nebî. Farzları, nafileleri; bizim nazlandığımız ‘beş vakit’ farza mukabil, ona en azından bir beş daha ilave eden sünnetleriyle, hayat-ı nebevînin hep merkezindeydi namaz. Habîb-i Ekrem’in ‘iki gözünün nuru’ oydu. Zira o, ‘dinin direği’ idi, ‘kişiyle şirk arasında engel olarak namazın olduğu’nu ilan buyurmuştu; ‘mü’minin miracı’ydı namaz.

Onun bildirdiği üzere, ‘içinde namaz olmayan dinde hayır yok’tu. Öyleyse, içinde namaz olmayan, merkezinde namaz durmayan bir hayatın hayrından da söz edemezdik herhalde. şefkatli nebînin (a.s.m.) vefatından az önce yaptığı son vasiyetin öncelikli unsurunun bir unsuru ‘elinizin altındakilere,’ yani köleler, hanımlar, çocuklar gibi acizlere iyi davranmak iken, diğerinin namaz oluşu; vefatı hengamında dahi “Namaza, namaza devam ediniz!” demekten, “Namaza! Namaza!” diye uyarmaktan geri durmayışı bu yüzden olmasındı?




‘Kemal’ ve ‘kibriya’ ile başlayan bir zihin yolculuğunun akabinde biiznillah bu mânâlar dünyama açıldıktan sonra, bu yolculuktaki rehberim olan, beni Kur’ân’la ve Resûl-i Ekrem’le (a.s.m.) tanıştıran sevgili üstadımın yazdığı risalelerde, hatta mektuplarında namaz üzerinde o kadar ısrarla duruşunun hikmetini de kavrayabiliyordum artık.

Namaza dair, benim bir derece kavrayabildiğim derin ve derinlikli risaleler yazmış bir insan olarak onun şekilcilik, şu-bu diyerek namazı hor görmeye, onu mü’minlerin zihin ve yaşayış gündeminden düşürmeye çalışan insanlara karşı hassasiyetini de anlayabilirdim.

Namazdaki derinliği bir derece kavradıktan sonra, namaza böylesi bir nazarla körce yaklaşanlar benim nazarımda dahi darlık, kütlük, sığlık ve adilik timsaline dönüşüyorsa, namazdaki bu derinliği derinlemesine kavrayan bir insan neler hissetmezdi ki? Hele, böyle bir yaklaşımın ardında, insanları namazdan ve namazla birlikte dünyalarına taşınan hakikatten koparma çabası görüyorsa, neler hissetmezdi?

O, bir zaman ısrarla davet edildiği Ankara’ya, dimağının ve kalbinin derinliğinde namaza dair böylesi mânâlar taşıyan biri olarak gitmişti işte. Gelin görün ki, evvelemirde, ‘âlem-i ıslâm’ı kâfirlerden kurtaran’ oluşum içindeki birçok mebusun kendilerini namazsızlıktan kurtaramadıklarını üzülerek görmüştü. O yüzden, ilk işi, onları, onların anlayacağı dilden namaza davet eden bir beyanname neşredip okutturmak olmuştu. Bir şefkat tecellisi olan bu hikmetli beyanname, biiznillah, tesir de bırakmıştı namaza karşı lâkayd ama esasen namaza karşı durmayan yüreklerde. O beyanname sonrasında elli-altmış mebus namaza başlamıştı.

ış bu noktaya gelince de, onu Ankara’ya davet edenler ile arasında şiddetli ve hiddetli bir tartışma yaşanacaktı. Geldiğinde gördüğü ilk şey namazsızlık, yaptığı ilk şey namaza davet olan bu büyük insanı oraya çağıranların en kudretlisi, “Hoca! Seni yüksek fikirlerinden istifade için çağırdık” demişti ona.

“Yüksek fikirlerinden istifade için çağırdık. Sen ise geldin, en evvel namaza dair bir beyanname neşrettin.”

Bu sözdeki, namazı ‘yüksek fikirler’in aşağısına koyan yaklaşım ve üslub, namazın yüksekliğini son derece müdrik bir insana dokunmaz mıydı? Hele hele, ‘yüksek’ denilen bu fikirler, kelimenin kök anlamıyla alçak (denî) dünyanın fani yüzünde takılıp kalmış fikirler ise? Kâinatın kendisi için yaratıldığı insanın yaratılış sebebi olan namazı, kâinat içinde bir toz zerresi hükmünde kalan dünyanın fani yüzüne dair ‘yüksek fikir’lerin altında ve aşağısında görmek!

ıman ve ibadetteki sadakat ve salabeti ile şöhret bulmuş bir insan, böylesi bir sözü elbette cevapsız bırakamazdı.

Bırakmamıştı da. Karşısında nice devletlûların aksine fikir beyanından korktuğu kişiye, hem de başkaca insanların bulunduğu bir ortamda, “Paşa! ımandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur” gibi yenilir yutulur cinsten olmayan kesin ve keskin cümlelerle cevap vermişti nitekim.

Aylar boyu yaşadığım namaza dair bir yoğun tefekkür döneminin akabinden, bu tefekküre yol açan ve bu tefekkürümde yol gösteren mübarek simanın hayatı içindeki bu hatıra hatırıma geldiğinde ise, bir o güne ve onun sözüne, bir de bugüne ve bugünün ehl-i dininin dilinden dökülen sözlerin geneline bakıp sarsılacaktım.

‘Yüksek fikir’ alçalışları; namazın hakikatine dair bir tefekkür ve namazın hakikatini müdafaa sadedinde sergilenen o salâbet sonrasında, bugünkü halimiz için yapabileceğim en kısa tarif ancak bu olabilirdi. Mü’minin miracı olan namazla yükselişleri terke veya ihmale bedel, bizden istenen ‘yüksek fikir’ler peşinde bir alçalış yaşadığımız rahatlıkla söylenebilirdi. ışin daha da kötüsü ise, birçok ‘yüksek fikir’i, bizden istenmediği, kimse bize sormadığı ve bizi ‘yüksek fikrimizden istifade için’ bir yerlere çağırmadığı halde geliştiriyor olmamızdı.

Her birimiz, ‘imandan sonra en yüksek hakikat olan’ namaz karşısında ‘yüksek fikir’ alçalışlarını bir derece tecrübe etmiş ve ediyor değil miydik?

meselâ, ilk gördüğü şeyin namazsızlık olduğu yerde ilk yazdığı şey namaza dair beyanname olan, namazsızlığın daha da ısrarla talim ve teşvik olunduğu sonraki dönemlerde ise namaza dair onca risale, yüzlerce mektup ile bu sürece karşı duran büyük insana mukabil, bugünün dindar kalem ehlinin yazdıklarında namaza ayrılan yer ne kadardı? Millî gelirin nasıl yükseltileceği, enflasyonun nasıl aşağıya çekileceği, Türkiye’nin bir ‘bölgesel süper güç’ olabilmek için hangi stratejik adımları atması gerektiği.. türünden ‘yüksek fikirler’e bizden bu konuda fikir istenmediği halde bile ayırdığımız zamanın hiç olmazsa zekâtını, “Ne olacak bu kitleyi namaza davetin yolu?” sorusu için harcamış mıydık?

Harcanmamıştı ve bu kafayla harcanmazdı da. ıslâm adına yapılan pek çok toplantı, yayınlanan kitapların pek çoğu, dergilerin önemli kısmı, gazeteler ve TV-radyo kanalları ‘namaz’ gibi yüksek hakikatleri fani dünyanın fani yüzünde kalan ‘yüksek fikirler’in önünde tutamıyordu nedense. Hepimizin eş-dost sohbetinden ‘dindar’ kanalların yayınlarına uzanan hemen her yelpazede ‘yüksek fikir’den geçilmiyor, namaza dair küçük bir nükteyi veya küçük bir teşvik cümlesi dahi çoğunlukla es geçiliyordu.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir