Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

21

18.01.2006, 02:28

Daha önce yazılması, yapmayı gerektirmez

Yaptıkları iyilik ve güzellikleri kendilerine, hatâ, kusur ve günahlarını “Kaderimde vardı, yazılmıştı, alın yazım!” diyerek kadere yükleyenlerin sığındığı argümanlardan birisi de, her şeyin “Levh-i Mahfûz”da tek tek yazılmasıdır. Kur’ân’da da, “Küçük büyük her şey satır satır yazılmıştır” (Kamer: 53) diye beyan edilir. Acaba, kötü ve günah olan fiillerimizi, daha önce yazıldığı için mi işliyoruz; yoksa Allah işleyeceğimizi bildiği için mi yazıyor? Allah, Âlim-i Mutlak olduğundan elbette her şeyi bilir. Eğer bilmezse, o zaman Yaratan olmaz; yaratılan olur. Bir öğretmen, bir hakim, bir uzman tanıdığı öğrencinin, kişinin ne yapacağını bilir de, sonsuz ilim sahibi Yaratıcı, yarattığı kulunun ne yapacağını bilmez mi?

Burada karıştırılan nokta, kaderin, Cenâb-ı Hakkın, “ırâde” değil, “ılim” sıfatına bağlı olduğu hususudur. Yani, yazıldığı için yapmıyoruz, yapacağımız bilindiği için yazılıyor. Onun için, “Kader ilim nevindendir. Yani nasıl olacaksa, öyle bilinmesidir. Yoksa mâlûm ilme tâbi değildir” denmiştir.

Eğer kader, Allah’ın “irâde” sıfatına bağlı olsaydı, o zaman, nasıl yazdı ise, nasıl istedi ve irâde ettiyse, öyle yapardık. O takdirde de hiçbir fiilimizden, hareketimizden, hata, kusur veya günahımızdan da sorumlu olmazdık.

şu halde bilmek ve daha önce onu tesbit edip yazmak, “yapmayı” gerektirmez. Meselâ, astronomi âlimleri, seneler önce, güneş ve ay tutulmasını ilimleriyle bilip dakikası dakikasına yazarlar. Ve gerçekten de, takvimlere baktığımızda, aynı saatlerde onlar tutulmaktadır. Yoksa, 100 bin astronomi uzmanı bir araya gelse, “Filân zamanda ay ve güneş tutulacak!” diye yazsa, elbette onlar yazdı diye tutulmaz! Güneşin tutulacağının önceden bilinmesi “ilim”dir. Tutulması ise “mâlûm”dur. Aynen öyle de, Cenâb-ı Hak, ezeli ilmiyle, bizim ilerde ne yapacağımızı bilmekte ve yazmaktadır. O yazdığı için biz yapmıyoruz; yapacağımızı bildiği için yazıyor. Dolayısıyla, insanın itaat ve isyanıyla ilgili kaderi, Allah’ın “ilim” sıfatına bağlıdır. Yoksa, “irâde” sıfatına bağlı değildir. Yâni, O öyle istiyor diye yapmıyoruz. Yapacağımızı bildiği için yazıyor.

Ayrıca, isyan eden insanın, kabahatini kadere havâle etmesi mantıksızdır. Zîrâ, yaptığı işleri, Levh-i Mahfûz’a, yâni kader kitabına baktıktan sonra işlemiyor ki, suçu ona yüklesin. Veya, Levh-i Mahfûz onu zorlamıyor, mecbur etmiyor. “Günahlarımın, hatalarımın sebebi kaderimdir!” diyenler; kendilerine bir kötülük ve haksızlık yapanları “Kaderinde bana kötülük ve haksızlık yapacağın yazılmış; kaderimde varmış, ne yapalım!” diyerek affetmiyor. Bilâkis, suçlunun cezâlandırılmasını istiyor. Çünkü, onlar da bir suç işlediklerinde ve kendilerine karşı bir suç işlendiğinde vicdanen biliyorlar ki, kendilerini ne kaderleri, ne başkası zorlamış, mecbur etmiştir!

Meseleye şu misâlin ışığında da bakabiliriz: Ehliyeti olmayan birisini polis, telsizle, “10 dakika sonra şu hızla keskin viraja varacak olan filân plakalı otomobil, virajı alamadan yuvarlanacaktır!” diye bildirse veya yazsa, gerçekten de söylendiği gibi kaza vuku bulup şoför sakatlansa; “Madem sen on dakika önce yazdın ve haber verdin, öyle ise bunun için kaza yaptım!” diye bir iddiada bulunabilir mi? ılmi, feraseti sınırlı insan, başkalarının ne yapacağını bilip yazarsa; ilmi sonsuz, ezelî ve ebedî olan Cenâb-ı Hak bilmez mi?

Bu meselede bilmemiz ve dikkat etmemiz gereken diğer nokta şudur: Allah, insanları serbest bıraktığı ve hür iradelerine bağlayarak yarattığı hususlarda, “Böyle olacak!” diye yazıyor. Yoksa, “şöyle olsun!” diye yazmıyor. O halde, yazan değil, yapan sorumlu!


Ali Ferşadoğlu
Yeni Asya - 18.01.2006

22

21.01.2006, 09:33

Alıntı sahibi ""gladi""

selam arkadaşlar ... ben 87 yılında ne garip ki .. kader ve alın yazısı konusunda ... ateis olmama vesile oldu ... ve ne garip ki 96 yılında ..


bir gazetede çıkan yazı ilgimi çekti ... köşe yazarı aklımda kaldıgı kadarıyla , mısırlı başka bir yazara kader konusunda hac da bir konuşma geçmiş .. demiş ki sana tarif etmek yerine risale i nur da kader çok kısa yoldan en faz la birinci sayfasında tamamen anlarsın demiş ... aradan zaman geçmiş ve ona telefon açıp mısırlı arkadaşı teşekkür etmiş .. bu yazısı beni etkiledi ve bende risale i nuru tanıma fırsatını o zaman elde ettim

kader konusunu hemen hemen herkezden şimdi iyi biliyorum dersem yalan olmaz ... böyle bir anım var kader le ilgili ... bilmeyince küfre götüren bir mesele benim için ...

daha sorada ... tamamen diger sorularımın cevaplarını buldum ...


ne garip ki , eskiden ben milleti hasta görürdüm .. risale i nuru gördükten sora hastanın ben oldugunu anladım ...

risale i nur bana ekmek gibi dir .. su gibidir ... ilaç gibidir ... soludugum hava gibidir .... en lazım olanındandır ... onunla kurana bakmak bam başkadır ... onunla hayata bakmak bam başkadır ... nere bakarsam bakayım risale i nur suz bakamam ...

dedim ya ben biraz gevezeyimdir risale i nur hakkında kusurum için affedin ...




Rabbim sizi bu yoldan da ayırmasın inşallah. Bir müslümanın aradığı ne varsa heşey Risale-i Nur'da kesin delillerle ifade edilmiş. Özellikle de tam tatmin edici cevaplarla. Allah Üstad'ımızdan da razı olsun ki bu çağda yaralı gönüllere, küfrün uçurumuna düşme aşamasına gelmiş tüm insanlığın yaralarına merhem olan bir kıymetli elması bize bırakmış.Herkesin bu hakikati görmesini diliyorum Rabbim'den..

gladi

Stajyer

Mesajlar: 95

Konum: alem i ervah

  • Özel mesaj gönder

23

21.01.2006, 15:27

amin kardeş cümlemizi

Alıntı

Allah Üstad'ımızdan da razı olsun ki bu çağda yaralı gönüllere, küfrün uçurumuna düşme aşamasına gelmiş tüm insanlığın yaralarına merhem olan bir kıymetli elması bize bırakmış



iktiran ...


a.e.o

Alıntı

"zaman ,imanı kurtarmak zamanıdır. sözler,716"

gladi

Stajyer

Mesajlar: 95

Konum: alem i ervah

  • Özel mesaj gönder

24

21.01.2006, 15:35

Alıntı sahibi ""@bdullah""

Burada karıştırılan nokta, kaderin, Cenâb-ı Hakkın, “ırâde” değil, “ılim” sıfatına bağlı olduğu hususudur. Yani, yazıldığı için yapmıyoruz, yapacağımız bilindiği için yazılıyor. Onun için, “Kader ilim nevindendir. Yani nasıl olacaksa, öyle bilinmesidir. Yoksa mâlûm ilme tâbi değildir” denmiştir.





selam

kusura bakmayın acele okudum ama birde ata kanunu var ... burda ata kanunda irade söz konusu degil mi ? .

a.e.o

Alıntı

"zaman ,imanı kurtarmak zamanıdır. sözler,716"

25

23.01.2006, 12:00

A.s


Bu konu cok derin bir konu bunu aslında...

Çok sohbet gerektiren bir konudur bir de çok Kur'an ı Kerim ve ilgili kitapları (Risale-i Nur gibi) okumak gerek değil mi arkadaşlar?

gladi

Stajyer

Mesajlar: 95

Konum: alem i ervah

  • Özel mesaj gönder

26

31.01.2006, 20:41

Alıntı sahibi ""@bdullah""

Eğer kader, Allah’ın “irâde” sıfatına bağlı olsaydı, o zaman, nasıl yazdı ise, nasıl istedi ve irâde ettiyse, öyle yapardık. O takdirde de hiçbir fiilimizden, hareketimizden, hata, kusur veya günahımızdan da sorumlu olmazdık



tamamen öle diyemiyorum "Kader ilim nevindendir " denilebilir ,iradesi olan hadiseler vardır kadere etki eden ... bütünü ile terketilmez sadece ilmine ... avama anlatım için geçerlidir, bu kadarını bilmek yeterli diyebiliriz .... ama istisna da desen hakikati başka bütün bir konu ...Allah ölece kainatı kurmuş ta kenara çekilmiş degil ... ozaman ; inayeti altındayız , bir sadaka binler belayı defeder gibi ifadeleri ve kaderde bizi bulacakken ,bulamıyan hadiseleri açıklayamayız o zaman ... yani o zaman bir hayır dahi yapamayız , ve hatta dua dahi etsek bile kaderimize terkedilmiş oluruz ... istedigin kadar dua et dur o zaman ... neticesi hüzransa hüsran olur ozaman ... oysa yaptıgımız dualar la gelecekte bizi bekleyen hadiselerden dua ile sadaka ile onca yapılan hizmetler ile sonumuz hüsran olurdu ... örnegin ; ilim talebesine rızkına kefil olmak gibi bir ifadeyi nasıl anlardık o zaman ... nasıl gerçekleşecekti ... demek ki başımıza gelmesi gereken hadisenin gelmemesi iradeninde kaderle gene bir bağlantısına işarettir ...

yoksa bende cüz i ilmimden desem bu çocuk şu yüksek masaya çıksa düşecek bilirken , birden ona şeker versem kandırsam çıkmasın diye ...


kaderi tam anlamak için külli irade , cüz i irade ve ata ı ,iyi bilmek gerekiyo yoksa sadece kadere etki cüz i irade olsaydı , hiç kurtulamazdık bataklıktan

Alıntı

"zaman ,imanı kurtarmak zamanıdır. sözler,716"

27

14.03.2006, 03:31

bir sorum olacak..
aslında çok insanın ,kaderden bahsi ve anlamamasının en büyük sebebi kader noktasında var olan bir şeyin kazası ertelenebilirmi veya tamamı ile ortadan kalkarmı.
misal ...
duyduğum bir misali vermek istiyorum ...
iki kişi kavga ederler ve birisi kavga sırasında yere eğilir ve yerden taş almak ister bu sırada taşın eline zıpladığını fark eder bu onun dikkatini çeker ve taşı vurmaktan vazgeçer .taşı saklayan şahıs sonraları o kavga ettiği kişinin ölüm döşeğinde yattığını ama bir türlü can veremediğini duyar .
o saklamış olduğu taşıda yanına alarak o kişinin yanına gelir ,taşı onun üzerine bırakır ,o şahıs o an vefat eder.
şimdi bu misale göre ..
o kişinin o taş ile vefat edeceği (kader)
o taşı kimin vuracağı (kader)
vurmaması (cüzzi ihtiyari)
o an ölmemesi (kaderin kaza olmaması yani ertelenmesi)

bu konuda açıklama yaparsanız sevinirim
burda yazılan misalin doğru olup olmaması önemli değildir .sadece misal olması açısından verdim.

28

19.07.2006, 14:56

daha önce konuşulan kader ilgili konuya dikkat
etmemiz lazım.

başka fikri olan varsa söylesin buraya aktaralım.

kardeşlerim.

selam.

29

20.07.2006, 17:47

Alıntı sahibi ""Üstad'ım""


ıki adam, padişahın sarayına giderler. Biri padişahı bilmez. Saraydaki bütün hizmetçilerin, makinelerin, hayvanların idaresi kendi başına kaldı zanneder. Zahmetler ve ıstıraplar çeker. O cennet gibi bahçede cehennem azabı yaşar.
ıkinci adam, padişahı tanır, kendini onun misafiri bilir. Bütün o saraydakilerin iplerinin padişahın elinde olduğuna, onun herkesi ve her şeyi müthiş bir kanun ve ahenkle idare ettiğine inanır. Bahçedeki bütün lezzetlerden istifade eder. Padişahın kurumlarının güzelliğini, merhametinin genişliğim hayret ve hayranlıkla seyreder.
(26.Söz 3.Mebhas)




Selametle

30

20.07.2006, 18:24

adem abi burdan anlamaya çalıştıgıma göre Allaha inanan ve imansız insan

profili çizilmekte inanan insan Allahı tanır kendine düşen görevleri yerine

getirir deprem yangın iflas taun gibi hadiselerin hikmetsiz olmadıgını bilir

Allaha güvenir eman bulur kendini emniyette hisseder bu arada Allahın

çizdigi çizginin dışına çıkmamaya çalışır


imansız insan ise kainatı tesadüf addeder ölümleri ebedi ayrılmak diye

kurgular olayların hikmet yönünü görmez aklını ya uyutur ya deve kuşu gibi

başını kuma sokar yada divane olur akıl hastanesine girer hayatı manasız

bir şekilde gider anladıklarım bukadardı abi


bu anlattıklarım çekirdek olsun meyvasını abilerden alalım inş

31

20.07.2006, 20:56

Hz. Hızır, ilm-i ledün denilen, “hâdiselerin hikmet yönünü bilme,” hususunda ılâhî lütfa mazhar olmuş bir büyük veli, yahut bir peygamber.
Hazret-i Musa(a.s.) bu zattan hikmet dersi almak ister. Hz. Hızır onun arkadaşlık teklifini, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin” şeklinde ilginç bir gerekçe ile reddeder ve sözünü şöyle tamamlar: “(ıç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”

Hz. Musa’nın(a.s.) “ınşallah sen beni sabreden bir kul olarak bulacaksın, senin emrine de karşı gelmem” demesi üzerine arkadaş olurlar. Hz. Hızır bu arada bir de şart koşar: “Ben bir konuda sana bilgi verinceye kadar benden hiçbir şey sorma!”Bir gemiye binerler. Hz. Hızır, gemiyi yaralamaya başlar. Hz. Musa(a.s.) dayanamayıp itiraz eder. Hz. Hızır’ın ikazı üzerine, “unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme...” diyerek özür beyan eder. Yolculuğa devam ederler. Hz. Hızır, küçük bir çocuğu öldürür. Hz. Musa, buna da itiraz eder. Hz. Hızır kendisini tekrar ikaz edince, Musa aleyhisselâm: “Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme” der.

Daha sonra bir köye uğrarlar, kimse onları misafir etmez. Hz. Hızır, o köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı tamir eder, doğrultur. Hz. Musa, biraz da sitem karışımı bir üslupla, böyle yapmasının hikmetini sorunca, Hz. Hızır, “arkadaşlığımız burada sona eriyor; şimdi sana sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim” der.

Gemiyi yaralamasından başlar: “Zâlim bir hükümdarın sağlam gemilere el koyduğunu, gemiyi bu yüzden ayıplı kılmak istediğini söyler. Öldürdüğü çocuğun babasının salih bir zat olduğunu, çocuğun onları azgınlığa ve nankörlüğe boğmasından koktuğunu ifade eder. Duvar tamirine gelince, o duvarın altında bir hazine bulunduğunu, evdeki iki yetim çocuk büyüyünceye kadar duvarın yıkılmaması gerektiğini, onun için tamir yoluna gittiğini anlatır. Ve bütün bu işleri, kendi hevesiyle değil, ılâhî ilhamla yaptığını özellikle vurgular.”

Allah kelâmında yer almış bu kıssadan almamız gereken en büyük ders şu olsa gerek: “Hz. Musa gibi büyük bir peygamber bile, hâdiselerin altında yatan ılâhî hikmetleri tam olarak bilemediğine göre, biz boşuna kendimizi yormayalım.”




Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi’ diyerek, aciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.” Mektûbat



“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” Sözler

32

03.03.2007, 13:29

KADER, KAZA VE ATADAN ıNCELıKLER

ıslâmın açıklanmamış hiçbir meselesi yoktur. Her konusu gayet açık bir şekilde anlatılmıştır. Ancak halk arasında bazı ıslâmî konular yanlış anlaşılabilmiştir. Bunların başında da “kader” konusu gelmektedir. Bu konu imanî bir mesele olduğu için, bazı îtikadî sapmalar içine girildiği de görülmüştür. Doğru ıslâmiyeti ve ıslâmiyete lâyık doğruluğu öğrenmek ve yaşamak gerekmektedir. Doğru ıslâmiyeti öğrenmek ve yaşamak için de doğru kaynaklara—Kur’ân, Sünnet ve özellikle Risâle-i Nur’lara—başvurmamız gerekir.

Kader meselesi Kur’ân-ı Kerim’de şu âyetlere dayanmaktadır:

“Göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, evlât edinmemiş olan, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi bir ölçüye göre yaratıp kaderini tayin eden...” (Furkan Sûresi: 2) “Ne yeryüzünde vaki olan, ne de sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmayalım. Bu, Allah için pek kolaydır.” (Hadîd Sûresi: 22) “Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz!” (ınsân Sûresi: 30) “O’nun katında her şey bir takdir (kader) iledir.” (Ra’d Sûresi: 8) “De ki; Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize erişmez!” (Tevbe Sûresi: 51)

Kader, Cenab-ı Hakkın kâinatta olmuş ve olacak her şeyi bilip, Levh-i Mahfuz’unda (her şeyin yazılı, kayıtlı olduğu kader levhası) takdiri ve yazmasıdır. Takdir-i ılâhîdir.

Kadere iman, yani her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğuna inanma, imanın rükûnlarındandır. Bir mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Allah’a vere vere sonunda teklif (imtihan) ve mesuliyetten kurtulmaması için karşısına cüz-i ihtiyar (seçme, dileme, irade) çıkmakta, ona ‘Mesul ve mükellefsin!’ demekte; yine yaptığı iyilikler ile gururlanmaması için de “kader” karşısına çıkıp ‘Haddini bil, yapan sen değilsin’ demektedir. (26. Söz)

Kader bir ilimdir. Her şeye manevî ve hususî kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Her şeyin bir haddi vardır. Kaderin çizdiği bu miktar ve sınır, o şeyin vücuduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Bitkilerin çekirdeklerinde bulunan kuvveler (kuvvet, güç, kabiliyetler) kader kalemiyle yazılmıştır ve kuvveden fiile (harekete) geçmeleri o kader planına göre olmaktadır.

Kader ve kaza meselesi bütün ıslâm âlimlerini ve de felsefecilerini meşgul etmiş bir meseledir. Kader ve kaza, Allah’ın irade ve kudret sıfatlarının zarurî bir gereğidir. Çünkü şu kâinatta cereyan eden hadiselerin tamamı bir ilme, bilgiye dayandığı gibi, meydana gelmeleri de bir kudretle gerçekleşmektedir. Onları bilen ve yaratmaya kudreti yeten Zat, onların yokluktan varlığa çıkmalarını irade etmiştir. Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatlarıyla yarattığı bu kâinat ve şu hadiseler, elbette ki bir tayin ve takdire, bir plan ve esasa dayanmaktadır. ışte kader bu planın takdir edilmesi, kaza ise icra edilmesi, yani yerine getirilmesi demektir.

Kader, varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, hâiz olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Allah (cc) tarafından ezelde tayin buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.

Kaza ise ezelde takdir olunan her şeyin Allah’ın halk ve icadıyla vücut sahasına çıkması demektir.

Bu izahlara göre, kader ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır. Kader kazadan önce ve daha şümullüdür. Her kaza olunan şey kaderde vardır, fakat kaderde olan her şey kaza olmuş denilemez. Yaratılmayan şeyler kaderdedir, yani Allah’ın ilmindedir, onlar için ancak kaza edilmemiş diyebiliriz.

Kaderin kazadan daha geniş ve etraflı olmasını şöyle de açıklayabiliriz:

Bir kişi Allah’ın (cc) yasakladığı fiilleri işlerse isyankâr olmuş olur. Aynı insan, Allah’ın (cc) emirlerini yerine getirirse iyi bir insan ve makbul bir kul olur. ışte birbirine zıt olan bu iki netice de kaderdir. Allah, asi ve salih olmanın yollarını ezelde böylece tayin ve takdir buyurmuştur. ınsanlar bu iki yoldan hangisine giderse, onun neticesine varır. Burada kader zorlayıcı değildir. Seçen biziz ve sonucuna katlanmak da bize ait olmalı. Bizler ister, meyleder ve seçeriz, Allah da seçtiğimiz filleri kudreti ile yaratır. ışte bu neticenin yaratılması kazadır ve aynı zamanda ılâhî takdirin gereği olduğu için de kaderdir.

Ayrıca “Atâ, kaza ve kader” Allah’ın (cc) üç kanunudur. Bir şey hakkında verilen karar kader, o kararın infazı (yerine gelmesi) kaza, kararın iptaliyle hükmü kazadan affetmek atâ demektir. Atâ; bağışlama ve lütûftur. “Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar... Evet, yumuşak bir otun damarları, katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun katiyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nispeti, kazanın kadere nispeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır; kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 175)

Meselâ, bir musibetin ve belânın takdir edilip yazılması kader, belânın nüzûlü (inmeye başlaması)—infazı—kaza, sadakanın belâyı durdurması ise atâdır.

Tîn Sûresi’nde de atâ, kaza ve kadere örnek vardır.

“And olsun ki, Biz, insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik—ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.” (Tîn Sûresi: 4-6) Bu âyette insanın en güzel sûrette yaratılması kader, sonra da onun kendi iradesi ile en aşağıya inmesi kaza ve iman edip güzel işler yapanların bundan müstesnâ kalması ise atâ kanununun şümulüne dahil olmalıdır.

Öyleyse şöyle diyebiliriz:

Atâ (Allah’ın şarta bağlı olarak, affı ile infazı kaldırması) kaza kanununu, kaza da kaderi değiştirebilir. “Bu hakikate vâkıf olan ârif, ‘Yâ ılâhî! Hasenâtım (iyiliklerim) Senin atândandır, seyyiâtım (günahlarım) da Senin kazandandır. Eğer atân olmasa idi, helâk olurdum’ der.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 175)

33

03.03.2007, 13:31

HER şEY KADERDE YAZILI ıSE...
Cüz-i ihtiyarî veyahut irade-i cüz’iye, insana Allah’ın verdiği az bir arzu serbestliği, dilediği gibi hareket edebilme özelliğidir. Yani kulların hür ve serbest olarak hareket etme arzusudur. Kader ise; varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, hâiz oldukları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Allah (c.c.) tarafından ezelde tâyin buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.

şimdi akla şöyle bir düşünce gelebilmektedir: “Madem her şey Allah tarafından ezelde tayin buyurulmuş ve kaydedilmiş, öyleyse bizim bir sorumluluğunuz olmaması gerekir.”

Acaba öyle mi? ınşallah bu çalışmamızla ‘kader, cüz-i ihtiyarî ve fiillerimizin yaratılması’ konularını, Risâle-i Nur’daki hakikatlerin ışığında açıklamaya çalışacağız. Gayret bizlerden, tevfik Allah’tan.

Kaidedendir ki, bir şey vücudu vacib (gerekli) olmadıkça vücuda gelmez. Cüz-i irade (kulların iradesi, dilemesi) ile küllî irade (Allah’ın iradesi, dilemesi) bir şeyde birleştikleri zaman, o şeyin vücudu vacib (gerekli) olur ve derhal vücuda gelir. Yani Allah’ın küllî iradesi kulun itibarî bir emir olan cüz-i iradesine tâbîdir.

Allah, cüz-i iradeyi küllî iradesinin taallukuna âdî bir şart kılmıştır. Yani cüz-i irade herhangi bir şeyi tercih ettiğinde, küllî irade taalluk eder ve o fiil derhal vücuda gelir. Demek ki biz irademizle isteriz, dileriz ve seçeriz; Allah da küllî iradesi ve kudretiyle bizim o fiillerimizi yaratır.

Meselâ; Allah (c.c.) mânen “Ey kulum, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir” demektedir. Bediüzzaman bunu şöyle örnekler: “Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim’ desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, ‘Sen istedin’ diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın. ışte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder.” (26. Söz)

Aynen bu misâl gibi biz cüz-i irademizle hayır ve şer tercihini yaptıktan sonra Allah’ın küllî iradesi tecellî eder ve o fiil meydana gelir. Ancak biz şer ve günah olanı tercih edersek, mesul olur ve cezaya müstehak oluruz. Çünkü Allah bizi zorlamamıştır, daima hayrı tercih etmemizi istemiş, şerri seçmememizi emretmiştir. O zaman şerri isteyen bizim nefsimizdir ve sorumluluk da bize aittir. Allah bizim istediğimizi yaratmıştır. Çünkü bizler imtihan olmaktayız. ‘Hangimiz daha güzel işler yapacağız?’ diye yaratılmışız. O zaman şöyle diyebiliriz: Bir mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Allah’a vere vere sonunda teklif (imtihan) ve mesuliyetten kurtulmaması için karşısına “cüz-i ihtiyar” (seçme, dileme, meyletme iradesi) çıkmakta, ona “Mesul ve mükellefsin” demekte; yine kendisinden çıkan iyilikler ile gururlanmaması için de “kader” karşısına çıkıp “Haddini bil, yapan sen değilsin” demektedir. (Sözler, s. 427)

Bu meseleyi bir örnekle biraz daha açabiliriz:

Bir asansöre binen kişi, beşinci katın düğmesine basmak yerine, zemin kat düğmesine basarsa elbette ki kimseye kızmaya ve ‘Kaderim böyleymiş!’ demeye hakkı yoktur. Çünkü zemin kata kendi seçimi ile gitmiştir. Onu oraya gitmeye kimse zorlamamıştır. şuna da dikkat etmek gerek: Asansörün hazırlanmasında ve çalışmasında, o insanın hiçbir dahli yoktur.

Kader ilim nevinden olduğu için, Cenâb-ı Allah, ilm-i ezelîsiyle geçmiş, hâl ve gelecek zamanları bir bütün olarak kuşatmakta ve tüm zamanlar Onun ilminde hâl, yani yaşanan an hükmünde olmaktadır. ışte Cenâb-ı Hak, tüm zamanlardaki her şeyi birden gören nazarıyla mukadderatı takdir etmiştir. Bu sebeple ‘ihtiyarî kader’ dediğimiz kaderimizi, biz kendi irademizle yazdırmışızdır. Bizim tüm fiillerimizi ve seçimimizi, Allah ezelî ilmi ile bildiği için kadere yazmıştır. Fakat Allah’ın yazmış olması, bizim irademizi ortadan kaldırmaz. Bu hususu da şöyle anlayabiliriz: Malûmunuz, bilim adamları, Ay ve Güneş tutulmasını aylar ve yıllar öncesinden bilmekte, bunu bir yere kaydetmekte ve yazmaktadır. şimdi can alıcı soru gelmektedir: “Acaba Ay ve Güneş, bilim adamları yazdığı için mi tutulmuştur? Yoksa Ay ve Güneşin tutulacağını, ilim ve hesaplarıyla önceden bilmişler de, öyle mi yazmışlardır?” Elbette ki bilim adamları yazdığı için tutulmamıştır. Onlar sadece cüz’î ilimleriyle ileride olacak tutulmaları bilmişler ve bir ilim olarak bir yere yazmışlardır.

Aynen öyle de Allah, ilm-i ezelîsiyle, bizim meyillerimizi ve yapacağımız tercihleri bildiği için kadere yazmıştır. “Kaderimizi biz yazdırıyoruz” cümlesinin izahı bu olmalıdır. Demek ki kader, ilim nevinden olduğu için zorlayıcı değildir. Seçen biziz, küllî ve sınırsız ilmiyle bunu bilen, yazan ve de yaratan Allah’tır.

‘Izdırârî kader’ ise tamamen Allah’ın iradesine bağlı olduğu için, bizler zaten orada mesul değiliz. Cinsiyetimiz, soyumuz, boyumuz, göz rengimiz… gibi bizim irademiz dışında kalan durumlar, ızdırârî kadere örnek verilebilir. Izdırârî kader, sorgulanmaz ve itiraz da edilmez. Allah, burada istediği gibi küllî iradesi ile tasarruf eder; çünkü mülk Onundur.

Cüz-i irademizle Allah’ın emirleri yerine getirmeyi ve nehiylerinden de sakınmayı tercih etmek için, duâ edelim inşallah.

34

03.03.2007, 13:32

BıZ ıSTERıZ ALLAH YARATIR(ırade-i Cüz'iye)

Kul, kendi fiilinin yaratıcısı değildir. Kulun elinde ancak ve ancak emr-i itibarî dediğimiz kesb (kulun cüz-i iradesini, niyeti ve kasdı yönünde kullanması) vardır. Zira, Allah’tan başka hakikî tesir, icad sahibi yoktur. Kul bir fiili işlemek talebinde bulunur, Allah da kudretiyle o fiili yaratır. Allah hiçbir kulunu cebirle iş yaptırmaya zorlamaz. Kulunun eline yaratma ve icad kabiliyeti olmayan küçük bir ihtiyar vermiştir. Kul o ihtiyar ile ister, Allah’ın küllî iradesi de kudretiyle tecellî eder ve fiiller böylece yaratılır.

Bu noktada şöyle diyebiliriz. ınsanın elinde gayet zayıf, fakat seyyiât (kötülük) ve tahribatta gayet uzun; iyiliklerde kısa cüz’î iradesi vardır. ınsan, iradesinin bir elini duâya, diğer elini istiğfara (tövbeye) verip, günah ve kötülüklerden kendini çekerek ebedî saadeti kazanabilir. Bediüzzaman’a göre, duâ ve tevekkül (sebeplere teşebbüs ettikten sonra neticeyi Allah’a bırakma), hayra olan isteğe büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe de şerre olan meyilleri keser.

Ancak, insanın, yaptığı kemâlât ve iyilikleri sahiplenmeye hakkı yoktur, çünkü kendi mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın cesedi bile kendisinin değildir. Çünkü kendi san'at eseri değildir. O vücudu yolda bulmuş, yitik olarak mülk edinmiş de değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış, insan almış değildir. Ancak, o vücut, içine aldığı garip san'at, acayip nakışların şahitliğiyle, bir hikmet sahibi yaratıcının kudret elinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarruftan, ancak bir tane insana aittir. (Mesnevî-i Nuriye, s. 57)

“Ve kezâ esbab (sebepler) içerisinde en eşref (şerefli), en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’âl-i ihtiyariye (ihtiyarî fiiller) namıyla kendisine mal zannettiği ef’âlin (fiillerin) ekl, şürb (yeme, içme) gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.

“Ve kezâ insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havassının (duygularının) en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal (dahil) edip, onlarla iftihar ediyorsun?

“Ve kezâ şuurî (şuurlu) olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taalluk etmediğinden sabit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni’-i Zîşuur’dur (şuur sahibi bir Yaratıcıdır). Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın (sebeplerin). Binaenaleyh malikiyet (sahip olma) dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin (iyilik, güzellik) ve kemâlâta (mükemmelliklere) masdar (kaynak) olduğunu zannetme. Ve kat’iyyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünki sû’-i ihtiyarınla (kötü tercih ve seçmenle), sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun (bozuyorsun). Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin (güzelliklerin) hep mevhubedir (ihsan edilmiş / bağışlanmış); seyyiâtın (günahların) meksûbedir (kazanılmış).” (Mesnevî-i Nuriye, s. 58)

Öyle ise insanın iyiliklere sahiplenme hakkı yoktur. Kötülüklerden ise sorumludur. ıyilikleri Allah’tan bilmek ve kötülükleri kendi nefsimizden bilmemiz gerekir. Cenâb-ı Allah iyilik ve kötülüğün neticelerini Kitap ve sünnetle bize bildirmiştir. Biz kötü tercihimizin mesuliyetini çekmekle tam bir adalete mazhar oluruz. Allah-u Teâlâ Nisa Sûresinde şöyle buyurmuştur: “Sana güzellikten her ne ulaşırsa, bil ki Allah’tandır; kötülükten de başına her ne gelirse bil ki bu da sendendir.” (Nisa, s. 79)

Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum şartlarına bakar. Hâlbuki o nimetin yokluğu, bir tek şartın yok olmasıyla oluyor. Meselâ; bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin yokluğuna sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzlerce şartın vücuduna bağlı olmakla beraber, illet-i hakikî (hakiki tesir sahibi) olan kudret ve irade-i Rabbaniye (Allah’ın iradesi, dilemesi) ile vücuda gelir. (17. Lem’a)

Demek ki bir fiilin yaratılması için yüz şart gerekirse, bizim meylimiz ve istememiz sadece bir şarttır. Doksan dokuz şart yerine gelse, bir şart eksik olsa o fiilin yaratılması için şartlar tamamlanmamış olur, eksik kalır.

Ancak yüz şart yerine gelse bile, acaba o fiilin yaratılması için yeterli midir? Hayır değildir. Çünkü hakiki tesir sahibi olan Allah’ın iradesi ve kudreti tecellî etmeden o fiil yaratılmaz. Onun için sebeplerin hiçbir tesiri ve icat kabiliyeti yoktur. Bizim irade-i cüz’iyyemiz de sebeplerden sadece birisidir. Allah bizim cüz-i irademizi kendi küllî iradesi ve kudretine bir şart yapmıştır.

(Abdulbaki)

35

03.03.2007, 15:22

ımdadıma yetiştin. Başka bir yerde tamda bu konu müzakere ediliyordu.

Allah razı olsun

Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

36

18.05.2007, 03:51

Öncelikle şu vurgunun yapılması lazımdır -ki sizler yapmışsınız:Kader,''ıLıM'' nevindendir.Yani bilmektir;bize göre geçmiş ve gelecekteki şeyleri Cenabı Hakkın bilmesidir.Onun için geçmiş ve gelecek yoktur,herşey hazır zamandır,şimdiki zaman gibidir.Mesela bir ayna düşünelim tuttuğunuzda sağ ve soldan az bir mesafeyi görür ve içine alır ama siz o aynayı yukarıya çıkardıkça görebildiği mesafe çoğalır;en tepede artık istediğiniz her yeri rasat edersiniz.Artık sağ ve sol diye bir taraf ve yön kalmamıştır,her yeri birden istiab eder.ışte sağ ve sol,'' geçmiş ve gelecek''tir.' ''Ayna'' ise ilimdir ve en aşağıdaki ilim insanın ilmidir,vizyonu nekadar ise geleceği o kadar görür:ışte bir öğretmeni düşünün ,kendi azıcık ilmiyle bir öğrencisine bakarak onun sınıfı geçip geçemeyeceğini bilir.Öğretmenin bunu önceden görüp,bunu doğru bilmesi, o öğrencinin kendi iradesine zarar verip öğrenciye zoraki birşey yaptırmaz.Çünkü ilim yani bilmek bir zorlama husule getirmez.

Herneyse konumuza dönersek işte bir öğretmenin ilmi bukadar geleceği bilmesine yeterli ise,Cenabı hakkın ilmini siz düşünün:örnekteki dağın en tepesinde bulunan ayna, Cenabı hakkın ilmidir ve ilmi her şeyi kuşatmıştır.Onun için mazi ve müstakbel yoktur.Her şeyi'' o an'' gibi görür ve bilir.Yoksa Allah geçmişin bir köşesinden bakmışta o işleri önceden bilip kaydetmiş değil .Bize göre geçmiş ve gelecek Onun için hazır zamandır.ışte insanın kendi serbest iradesiyle yaptığı yada bize göre yapacağı şeyleri,Cenabı hakkın bilip kaydetmesi o insana bir zorlama getirmez.Allah, o insanın yapacağını bugün gibi görüp biliyor.Yoksa insanALLAH bunu biliyor diye o fiili işlemiyor.Burdan şu sonuçta çıkıyor Allah ilmiyle bildiği şeyi kudretiyle yarattığında kişi şunu diyemez:Allah yarattı ise benim bir suçum yok.Allah yarattı ama şöyle:senin serbest cüzi iradenle işlediğin fiile, o da kendi iradesiyle yöneldi hikmeti de uygun gördüyse onu yarattı.Senin suçlu sayılman için o fiili işlemen yeterli.sen birisini öldürmeye niyet edip o fiili işledin ve Cenabı hakda bunu bilip bunu kudreti ile yarattı ise kişi ben Masumum diyemez.

Arapça'da bir kaide var:Siz bir özne oluşturacaksanız önce fiili bulmanız ve ondan türetmeniz gerekli yoksa bunu o fiilin sonucunda ortaya gelmiş isimden yahut olaydan türetemezsiniz.YANı ''katil'' kelimesini'' katletmek'' masdarından oluşturabilirsiniz,yoksa özneyi o fiilin sonucunda meydana gelen'' katl'' yani ölüm kelimesinden çıkaramazsınız.Yani sıralama şöyle:katletmek-katil-katl yani öldürmek-öldüren-ölüm.Siz öldürmek fiilini işlediğinizden dolayı katil ünvanını alırsınız ama ölüm bundan ayrıdır O Alahın kudreti ve hikmeti iledir:Siz o fiili işledikten sonraki iştir.

ELHASIL BıR şEYıN YARATILMASINDA ÖNCE-tabiri caizse SENıN FııLıN SONRA ALLAHIN TAKDıRı GEREKLı. Birisi olmadan diğerine hükmedemeyiz yani benim silahım olmasa da, Allah o insanı yinede öldürürdü yada silahımolmasa idi ,Allah onu öldürmezdi DıYEMEZSıN.Eğer ''silah olmasa idi sonuç ne olurdu'' diye sorulursa biz şunu diyeceğiz:biz bunu BıLEMEYıZ.ALLAH HEM SEBEBE HEM SONUCA BıRLıKTE BAKIYOR.Sebep yoksa sonuç hakkında da birşey söylenemez

37

18.05.2007, 03:55

Tedbir ve takdiri yaratan elbette Allahtır.Ama ALLAH ıLERDEKı MESULıYET MERCıı OLARAK ıNSANIN CÜZı ıRADAESıNı ıRADEı KÜLLıYESıNE BıR şARTI ADı YAPMIşTIR.Bu basit şarta Cenabı Hakkın ihtiyacı olduğundan değildir.Cenabı hakkın ıradesi; mahiyetinin bile hala tartışıldığı insanın cüzi iradesine bağlı değildir.Cenabı HAKK ın dilemesinde tercih edici bir sebebe ihtiyacı yoktur,FAKAT insan cüzi iradesiyle niçin hayra yönelmediğinin ya da niye tedbir almamak ile tedbir almak arasında birincisini tercih ettiğinin hesabını verecektir böylelikle cezaya çarptırılacak ya da ödüllendirilecektir.

Evet insanın cüzi iradesinin yaratma gücü yoktur sadece elinde olan bir işe yönelmektir,bir meyelandır.Biz cüzi irade ve cüzi ihtiyarımızın varlığını sadece vicdanen bilebiliriz.Hangi işe yönelsek o noktada bizi bir zorlayanın olmadığını vicdanen hissederiz.....Cüzi irade, emri itibari dediğimiz hakikatlear sınıfına dahildir.Mevcudiyetini elimizle gösteremeyiz.Yani ortada bir silahı, silahı çeken katili ya da öldürülen insanı gösterebiliriz;fakat öldürmek meylini yahut ''mek''mastarını yahut o fiile kesbimizi yahut o fiile olan yönelişimizi elle gözle nasıl isbat ederiz.Öldürmek noktasında cüzi iradeye bakan ışTE BU KELıMELERDıR:meyletmek,kesbetmek,o fiili işlemek,yönelmek vs.....

ışTE mevcudiyetini bile vehmi tarzda beyan ettiğimiz bir hakikat olan cüzi irademizin, tedbiri yada takdiri yaratmak noktasında hiçbir müdahelesi ve kudreti yoktur SADAECE ve SADECE MEYLıNı NıYE HAYRA YÖNELTMEDığıNıN HESABINI VERECEKTıR.Sonuç insanın istediği gibi olur yada olmaz o bizim işimiz değil

38

03.02.2008, 03:16

[img:341:509]http://img266.imageshack.us/img266/4210/154021kz.jpg[/img]
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir