Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

26.06.2006, 20:02

14. lemanın 2. makamı 4. sırrı ilk paragraf

Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitâb-ı "ıyyake na’büdü" -1- demekle herkese kâfi gelmiyor; fikir dağılıyor. Mecmûundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip, "ıyyake na'büdü ve iyyake nesteıyn" -2- demeye küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binâen, cüz’iyâtta zâhir bir sûrette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nev’de sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede "ıyyake na'büdü ve iyyake nesteıyn" deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitâb ederek müteveccih olsun.

Açıklar mısınız?

Allah razı olsun
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

2

27.06.2006, 07:17

Bu vahidiyet, ehadiyet kelimelerinin manası daha önce forumda geçmişti, ama o başlığı bulamadım. Vahid, sayı manasında bir demektir, yani bir olan Allah, ehad ise, herbir, tek gibi manalara gelir, yani tek olan Allah,

mesela, Kur'an'da ehadın geçtiği yerlerden biri,
-Allahû â'lem- ve cealna li-ehadihima cenneteyni, (kehf suresi) , ve iki cennet yarattık her biri için, (biri bahçesiyle övünen ve haşri inkar eden bahçe sahibi, diğeri müttaki olanın misalinin anlatıldığı yerde geçiyor)

şimdi bu adamların her biri, kişilikleri, zatları ele alınırsa birer ehaddır, çünkü bu adamlar ayrı birer zat ve aynılarından yok,

ama sayı olarak ele alırsan iki kişiler, vahid değiller, iki değil, tek adam olsa, vahid olacak. Ama kendi bahçelerinin sahibi olarak ele alınsalar, her bahçenin bir sahibi var, o bakımdan vahidler.

Varlıkta, mevcudiyette, vahidiyeti görmek, bütün kainatın, aynı elden, yed-i kudretten çıktığını görmek demektir. Nasıl bir şehirde bir vali, bir orduda bir komutan olur, birkaç tane olsa karışıklık çıkar, düzensizlik çıkar, sistem dağılır gider, öyle de, şu kainat sarayının, Vahid olan bir Vahid-i Maliki, Vahid-i Halıkı, Vahid-i Fatırı var.

Ehadiyet ise, bütün varlığı inceleyip, hepsi birbirine bağlıdır, düzen var, bir zincir var, bir bağ var, hepsini düzenleyen tek el vardır demek yerine -ki bu daha zordur, kainattaki vahidiyeti tam ihata etmek kolay değildir, bkz. en azından doğadaki ekolojik zincirler, bi yaratık gelir oksijen üretir, diğeri onu kullanır, başka bişey yapar, böyle döner gider, bu dünyaya güneşin ışığı gelir, ışığın düzgün gelmesi için belli bir mesafe ve açı lazımdır, mevsimler olması için dönmesi lazım , dönmezse mevsimler olmaz, denge bozulur, güneş de birşeylerin etrafında döner gider, onun boşalttığı yere başka yıldız ve sistemi gelir vs. uzun meseleler :) - , bu kainattaki her bir mahluk, aynı elden çıkmıştır, hepsinin üzerinde aynı sikke, aynı mühür, aynı iz var demektir. Bu nisbeten daha kolaydır.



şimdi, alıntı yaptığın yere dönersek, fatihada, bu kadar çok mahlukat içinde, vahidiyeti bulmak için, iyyake nabudu demek herkese yetmiyor. Bu sistemleri tefekküre herkes güç yetiremiyor, fikri dağılıyor, tefekkür edecem derken afaki alemlerde kayboluyor.

Bu kadar çok mahlukatın üstünden vahidiyeti bulmak ve bu vahidiyetin sahibi Zat-ı Ehadı karşına alıp -teşbihte hata olmasın- , iyyake nabudu ve iyyake nesteıyn , Sana kulluk eder Senden isteriz, demek, her yiğidin harcı değildir.

Bu yüzden, bu sırra binaen, ehadiyet üzerinden yakîn sağlanıyor. Ta ki herkesin gücü tefekkürüne yetsin ve yakîni artsın. Meselâ, şu mükemmel hücreyi yaratan, beni yaratan, şekil veren, şunu yapan Yüce Zat diye tefekkür ederek -teşbihte hata olmasın- karşısına alıp, ona iyyake nabudu ve iyyake nesteıyn desin.

Yani namazdaki yakîn ve huşusunu kolayca arttırsın. Nasıl bir iğnenin dahi ustası var, ustasız olmaz, şu kainattaki herşeyin de, Vahid-i Ehad olan bir Fatırı, Halıkı var.

Mesela şu kullandığınız bilgisayarı düşünün, bu bilgisayardaki tek bir parçayı bir usta, bir mühendis yapmış olsun. O parçanın, onun elinden çıktığını, onun izini taşıdığını bilirsiniz, üzerinde görürsünüz. Vay be, ne güzel yapmış deyip, o mühendisi översiniz. Ama tek parça o değil, birsürü parçalar var, ayrı ayrı, hepsinin üstündeki mührü görebilseniz ve hepsinin arasındaki bağlantıları bilseniz, ve hem ehadiyet hem vahidiyet kanalıyla gitseniz -ki buna güç yetiremezsiniz- , o mühendisi daha içten, daha ihlasla, daha yüksek bir makamda, daha güzel ve büyük bir şekilde översiniz, ona olan saygınız o derece artar. *Haşiye

ışte öyle de -teşbihte hata olmasın- herkesin gücü şu bütün kainatı temaşa, tefekkür ve her iki cenahtan, vahidiyet ve ehadiyetten tefekküre ve sonuçta Allah'a varmaya yetmez. O mühendisin bilgisayarı misalinde, ben mesela 10 tane parçayı ve 5 tane sistemi bilirim ve onları tefekkür ederim, o mühendisin ilmi, iradesi, gücü vs. hakkında bilgim o olur. Başka birisi 1000 tanesini ve 100 tane sistemini bilir, o adamın gözünde o mühendis daha büyük biridir.

ışte öyle de, vahidiyet ve ehadiyette ve tefekkürde, ancak mukarrabun denilen zatlar, açık ara sizden daha fazla Allah'ı daha iyi tanır. Allah'ı bildiğinzi derecede Allah'ı seversinzi ve Allah'tan korkarsınız.

ışte tefekkürünüz ne kadar büyükse, Allah'ın azametini ve Allah'tan haşyeti o derece büyük hissedersiniz, dediğiniz iyyake nabudu ve iyyake nesteıyn, o derece Allah'ın icabetine medar olur. Bir kul olur, haramîdir, fasıktır, Allah duasını kabul etmez, geri çevirir, bir kul olur, birşey olacak diye yemin etse olacak diye, Allah o kulunun yemini boşa çıkmasın diye o olayı yaratır. ışte Allah'ı ne kadar tanırsak, O'nu ne kadar bilirsek, o kadar sever ve korkarız, çekiniriz, o kadar da yüksek makamımız olur, o kadar ihlaslı oluruz ibadetimizde ve kulluğumuzda, Veliyyu'l-Valî olan Allah tarafından o kadar kollanırız, iyyake nabudu dediğimizde kainat şevke gelir, yapraklar, kuşlar da bizle beraber zikreder, duamız o kadar makbul olur. Daha anlatacak çok misal var bu konuda, bu misaller daha da açılabilir, gerisini sizin tefekkürünüze havale ediyorum, biliyorum çünkü çok uzun olunca okunmuyor.

Yani kısaca, vahidiyet üzerinden yakine gücünüz yetmiyorsa bile namazda ve ibadette, ehadiyete yönelin.


Not: Üstad namaz sırasında bu tefekkürleri yapacam diye kendinizi kasmayın, namazın huşusu kaçar buyuruyor. Bu tefekkürleri namaz dışında yaparsın, namaz sırasında ise bunlar film şeridi gibi gözünün önünden geçer, ne okuduğun ayeti sureyi şaşırırsın, ne huşun kaçar yani.


*Haşiye: Bu derece bilgisayarın herşeyini bilen ve ihata eden mühendis tamamen hayal ürünüdür, olsaydı Bill Gates işe alırdı, sonrasını hiç sormayın.


Zeyl:

Eğer bu konu ilginizi çektiyse, risalelerdeki, Yaratıcı-kul ilişkisini, duanın ehemmiyetini, eneyi (insandaki benlik) ve yaratılış, insana veriliş sebebini , insanın ve kainatın yaratılış gayesini ve esma-i hüsna ve ism-i Azam kısımlarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Korkunç derece birbiriyle alakalı konular. Yazmaya, şerhetmeye kitaplar yetmez. Ancak belagat ve fesahat ile Üstad gibi anlatırsın, gerisi anlayabilenin tefekkür alemine kalmış.

Eğer kendinize, "Allah kainatı niye yarattı? Bu kadar şeyi yarattı da, insanın hizmetine verdi, O Azim, Aziz, Samed, hiç bir şeye muhtaç olmayan ama herşeyin kendisine muhtaç olduğu zat, insanı da kendine muhattab aldı. Neden? ınsanın, duasının, tevbesinin, ibadetinin, kulluğunun ne derecek önemi vardı, bu kadar büyük müydü ki O Zat-ı Zülcelâlin, O hikmetsiz iş yapmayan zatın gözünde de, böyle yaptı diye soruyorsanız, sizi Nurlara davet ediyorum. ıcabet etmezseniz, çok şey kaçırmakta olduğunuzu şimdiden söyleyeyim.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

3

27.06.2006, 09:47

Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitâb-ı "ıyyake na’büdü" -1- demekle herkese kâfi gelmiyor; fikir dağılıyor. (sonsuz çokluk içinde herşeyin sahibi Allah olması münasebetiyle biz ancak sana ibadet ederiz demekle herkese yetmiyor.çünkü herkes bunu deyemiyor.diyemediği için fikir dağılıyor.her varlığın ancak sana ibadet ediyoruz demesini anlamak mümkün olmadığı için)Mecmûundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip, "ıyyake na'büdü ve iyyake nesteıyn" -2- demeye küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor.(bunu anlamak için sadece biz sana ibadet ederiz demekle olmadığını bunun yanında biz yalnız senden yardım dileriz beraber dersek bunu anlamış oluruz.demek biz ancak senden yardım dileriz kelimesinide kullandığımızda bütün varlıkların Allaha ibadet etmiş olduklarını anlamış oluruz.her varlık Allahdan yardım istemeye muhtaçmı bu sorunun cevabını düşünecek olursak varlıkların Allahdan başkasına ibadet etmeyeceklerinide anlamış oluruz.) Ve bu sırra binâen, cüz’iyâtta zâhir bir sûrette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nev’de sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede "ıyyake na'büdü ve iyyake nesteıyn" deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitâb ederek müteveccih olsun(rahman ismini anlamak için Allah rahim isminiyle beraber koymuşki-Allahu alem-rahmaniyeti anlıyalım yoksa anlamamız çok zor olurdu.rahmanda bütün mahlukatın rızıklarını veren olarak anlıyoruz.bu vahidiyet.ehadiyet ise rahim ismidir.bütün mahlukatın özellikle yavrularına gösterilen şefkate baktığımızda derizki evet Herşeyin rızkını Allah veriyor.



güneşin her yeri kaplaması vahidiyet.her parlak şeylerde güneşin ışığının ,ısısının ve yedi renginin derecesine görülmeside ehadiyettir.

bütün insanların azalarının aynı olması vahidiyettir.
amma yüzlerinin birbirine benzememesi ehadiyettir.


selam...

4

27.06.2006, 11:22

Alıntı sahibi ""yunusum""

bu vahidiyet.ehadiyet ise rahim ismidir.


Burayı anlayamadım sadece?


Bu arada Rabbim razı olsun Çok istifade ettim,artık anlayamadığım yerleri yazıcam inşaALLAH buraya.SÖZLER den başladım.şimdi daha iyi anladım.


Selam ve dua ile mübarekler...
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

5

27.06.2006, 15:12

yani dedimki rahman ismi vahidiyet oluyor bismillahda.
rahim ismi ehadiyet oluyor..selam.

6

27.06.2006, 15:14

Rahim esmasının ehadiyeti belitmesini anlayamadım işte?

Ya hakkınızı helal edin,cahilliğime verin

selametle
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

7

27.06.2006, 15:47

Alıntı

herbir nev’de sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için,


Yani her bir mahlukta, her bir türde, ehadiyetin izini göstermek ve Ehad olan Allah'ı tanıtmak için... Çünkü diğer yola, herkesin gücü yetmiyor...

Rahman ve Rahim isimlerine dikkat edersek,

Allah, herkese rahmet ediyor, kainatı herşeyi kuşatır. Kafire dahi rahmet eder. Ama ahiret günü, merhamet sadece Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmadıklarınadır, Allahû â'lem bissavab. Ehadiyet ve Vahidiyet ile ilişkilerini incelersek, belki Vahidiyet ve Rahmaniyetin rahmetinin tüm mahlukatı ihata etmesini düşünebiliriz. Rahimiyet, yani merhamet ise daha hususîdir. Allahû â'lem bissavab, en doğrusunu, her zaman Allah bilir.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

9

01.07.2006, 17:23

bismillah

yani: Kainatin hey eti mecmuasinda tezahür eden hasmet-u rubuyiet, vahdaniyyeti ilahiyeyi ispat edip gösterdigi gibi, zihayatlarin cüz-iyatlarina mukannen erzaklarini veren nimetit-i Rabbaniye dahi ehadiyet-i Ilahiyeyi isbat edip gösterir...


Vahidiyet: bütün bu mevcudat Birinindir ve birine bakar ve birinin icadidir demektir.
Ehadiyet ise:her bir seyde , Halik-i külli sey in ekser esmasi tecelli ediyor demektir

mesela: gunesin ziyasi bütün zeminin yuzunu ihata ettigi haysiyeti ile VAHIYDIYET misalini gösterir. her bir seffaf cüzde ve su katrelerinde , günesin ziyasi ve harareti ve ziyasindaki yedi rengi ve bir nevi GÖLGESI bulunmasi ehadiyet misalini gösterir...Ve her bir seyde, hususan zihayatta ve bilhassa insanda , o Saniin ekser esmasi onda tecelli ettigi cihetle ehadiyeti gösterir...

iste , celal ve hasmet noktasinda vahidiyet göründugu gibi, cemal ve rahmet noktasinda dahi , nimet ve ihsan Ehadiyet-i Ilahiyeyi ilan eder...


Sani-i Zülcelal, hem alem-i ekberin heyet-i mecmuasinda bir sikke-i kubrasi oldugu gibi, bütün ECZASINDA VE ENVAINDA DAHI birer sikke-i VAHDET KOYMUSTUR...Alem-i asgar olan insanin cisminde ve yuzunde birer hatem-i VAHDANIYET bastigi gibi, her bir azasinda dahi MÜHRÜ VAHDETI VARDIR...

eVET O KADIRI zÜLCELAL HER SEYDE, KÜLLIYATTA CÜZIYATTA,YILDIZLARDA VE ZERRELERDE BIRER SIKKE-I VAHDET KOYMUSTURKI ONA SAHADET EDER VE BIRER MÜHR-Ü MÜHRÜ VAHDANIYET BASMISTIRKI ONA DELALAET EDER...

su hakikati uzma, 22. sözde-32. sözde-33. mektubun 33 adet penceresinde gayet parlak ve kat-i bir surette izzah ve isbat edildiginden onlara havale edip sözü keser burada hatime veriririz...

(20. mektup 4. kelime.6. fikra)

belki her bir zi hayat kendisi dahi , BIRER SIKKE-I TEVHID, BIRER HATEM-I VAHDET,BIRER MÜHR-ÜEHADIYET,BIRER TURRA-I SAMADIYETTIR...

(2. sua tevhidin ücüncü muktazisi)



insaallah yerinde olmustur...
Ümitvar olunuz..

10

04.07.2006, 09:46

nuruhuda bak kardeş bana soruyorki sen neden rahim ismine ehadiyet dedin.
bunu cevapla neden rahman vahidiyet ,rahim ehadiyet bunu soruyor..

selam.

11

04.07.2006, 13:03

bismillah



yazdiklarimiz ehadiyyet ve vahidiyyet tecellileri ile alakadar...
Risale nurdan aldigimiz bu mehazlerde gecenden anladigimiz ehadiyyet ve vahidiyyet tum tecellileri tum esmai ilahiyyeyi kapsayarak tecelli ediyor veya tecellileri genellikle esma i ilahiyyenin cogunu kapsar...

yazdiginiz cevap kismen dogrudur su sartla ehadiyyeti ve ya vaidiyyet tecellisini kisitlama koymadan had hudud cizmegeden zikretmek kaydi ile olur kanaatindeyiz...
bu kanaatimize yukarda yazdiklarimiz delil olur insallah...
anlayisimizda veya yazmak istedigimizde bir aksaklik veya sehiv varsa sahsimiza aiittir insallah uyarinzi da bekleriz...

bizim yazimiz sizin cevabiniza bir destek ve bir ek nevindendi maksad hasil olmadi galiba ...
Ümitvar olunuz..

12

04.07.2006, 13:08

bismillah


ahirette müminlere ebedi cennetler olarak verilen nimetin meratibi ve esma ilahiyyenin inkisafi nasil ki azam derecededir ... Bu rahmetin azami tecellisi MÜMINLER iciin bu mertebede böyle olurken...

ahirette inanmayanlar icin cehennemin cezalara göre meratibi ve sartlar ve hatta ehl- kufur icin ebedi olusu dahi merhametin tecellisidir... yok edilmiyorlar ebedi bir hayat veriliyor ve üstadimizin iafedsi ile onlardahi bir muddet sonra o hayat sartlarina bir nevi aliskanlik saglarlar... ebedi azab dahi olsa yok edilmelerine nisbetle onlara rahmetin belirli bir derecede tecellisini üstadimiz bize göstermistir... meratib ve mertebe farkli olsa bile...

orda dahi bu tecelli görünür...

diye serh dussek yanlis yapmamis oluruz insallah...
Ümitvar olunuz..

13

04.07.2006, 13:10

Allah razı olsun
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

14

04.07.2006, 16:53

ıkinci Sır: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezâhür eden vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, dâimâ o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş, ziyâsıyla hadsiz eşyayı ihâta ediyor. Mecmû-u ziyâsındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için, gayet geniş bir tasavvur ve ihâtalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vâsıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey, kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber ziyâsı, harareti gibi hâssalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfatıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi; güneşin ziyâ ve hararet ve ziyâdaki elvân-ı seb’a gibi keyfiyâtlarının herbirisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihâta ediyor.

Öyle de, "Velillahil mesele-l Agla" -4- (temsilde hatâ olmasın) ehadiyet ve samediyet-i ılâhiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet-i aynasında bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudât ile alâkadar her bir ismi, bütün mevcudâtı ihâta ediyor.

ışte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalpler Zât-ı Akdesi unutmamak için, dâimâ vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden "Bismillahirrahmanirrahim" ’dir.

15

04.07.2006, 16:57

Hâlık-ı Zülcelâlin nasıl ki mahlûkatının herbir ferdinin başında ve masnuâtının herbir cüz’ünün cephesinde, ehadiyetinin sikkesini koymuştur-nasıl ki geçmiş lem’alarda bir kısmını gördün; öyle de, herbir nev’in üstünde çok sikke-i ehadiyet, herbir küll üstünde müteaddit hâtem-i Vâhidiyet, tâ mecmû-u âlem üstünde mütenevvi’ turra-i Vahdet, gayet parlak bir sûrette koymuştur. ışte pekçok sikkelerden ve hâtemlerden ve turralardan, sath-ı arz sayfasında bahar mevsiminde vaz’ edilen bir sikke, bir hâtemi göstereceğiz. şöyle ki:
Nakkaş-ı Ezelî, zeminin yüzünde yaz, bahar zamanında en az üç yüz bin nebâtât ve hayvanâtın envâını, nihayetsiz ihtilât, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gayet derecede intizam ve tefrik ile haşr ve neşretmesi, bahar gibi zâhir ve bâhir parlak bir sikke-i tevhiddir.
Evet, bahar mevsiminde ölmüş arzın ihyâsı içinde, üç yüz bin haşrin numûnelerini kemâl-i intizam ile icad etmek ve arzın sayfasında birbiri içinde üç yüz bin muhtelif envâın efrâdını hatâsız ve sehivsiz, galatsız, noksansız, gayet mevzun, manzum, gayet muntazam ve mükemmel bir sûrette yazmak, elbette nihayetsiz bir kudrete ve muhît bir ilme ve kâinatı idare edecek bir idareye mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin, bir Kadîr-i Zülkemâlin ve bir Hakîm-i Zülcemâlin sikke-i mahsusası olduğunu zerre miktar şuuru bulunanın derk etmesi lâzım gelir. Kur’ân-ı Hakîm ferman ediyor ki:


şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kâdirdir. (Rum Sûresi: 50.)


Evet, zeminin diriltilmesinde, üç yüz bin haşrin numûnelerini, birkaç gün zarfında yapan, gösteren Kudret-i Fâtıraya, elbette insanın haşri, ona göre kolay gelir. Meselâ, Gelincik Dağını ve Süphan Dağını bir işaretle kaldıran bir zât-ı mu’ciznümâya, "şu dereden yolumuzu kapayan şu koca taşı kaldırabilir misin?" denilir mi? Öyle de, gök ve dağ ve yeri altı günde icad eden ve onları vakit bevakit doldurup boşaltan bir Kadîr-i Hakîme, bir Kerîm-i Rahîme, "Ebed tarafından ihzâr edilip serilmiş, kendi ziyâfetine gidecek yolumuzu seddeden şu toprak tabakasını üstümüzden kaldırabilir misin? Yeri düzeltip bizi ondan geçirebilir misin?" ıstib’âd sûretinde söylenir mi?
şu zeminin yüzünde yaz zamanında bir sikke-i tevhidi gördün. şimdi bak; gayet Basîrâne ve Hakîmâne, zeminin yüzündeki, şu tasarrufât-ı azîme-i bahariye üstünde bir hâtem-i Vâhidiyet gayet âşikâre görünüyor. Çünkü şu icraat, bir vüsat-i mutlaka içinde ve o vüsatle beraber bir sürat-i mutlaka ile ve o sürat ile beraber bir sehâvet-i mutlaka içinde görünen intizam-ı mutlak ve kemâl-i hüsn-ü sanat ve mükemmeliyet-i hilkat öyle bir hâtemdir ki, gayr-i mütenâhî bir ilim ve nihayetsiz bir kudret sahibi ona sahip olabilir.
Evet, görüyoruz ki, bütün yeryüzünde bir vüsat-i mutlaka içinde bir icad, bir tasarruf, bir faaliyet var. Hem, o vüsat içinde bir sürat-i mutlaka ile işleniyor. Hem, o sürat ve vüsatle beraber, teksir-i efradda bir sehâvet-i mutlaka görünüyor. Hem, o sehâvet ve vüsat ve süratle beraber, bir suhûlet-i mutlaka görünüyor. Hem, o sahâvet ve suhûlet ve sürat ve vüsatle beraber, her bir nevide, her bir ferdde görünen bir intizam-ı mutlak ve gayet mümtaz bir hüsn-ü sanat ve nihayet ihtilât içinde bir imtiyâz-ı etemm ve gayet mebzûliyet içinde gayet kıymettar eserler ve gayet geniş daire içinde tam bir muvâfakat ve gayet suhûlet içinde gayet san’atkârâne bedîaları icad etmek, bir anda, her yerde, bir tarzda, her ferdde bir sanat-ı hârika, bir faaliyet-i mu’ciznümâ göstermek, elbette ve elbette öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hâzır, nâzırdır. Hiçbir şey Ondan gizlenmediği gibi, hiçbir şey Ona ağır gelmez; zerrelerle yıldızlar, Onun kudretine nisbeten müsâvidirler.
Meselâ, o Rahîm-i Zülcemâlin bâğistân-ı kereminden, mu’cizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım; yüz elli beş çıktı. Bir salkımın dânesini saydım; yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: "Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, dâim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifâyet edecek. Halbuki, bâzan az bir rutûbet ancak eline geçer. ışte bu işi yapan, her şeye kâdir olmak lâzım gelir.


Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır

16

04.07.2006, 16:59

Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat Birinindir ve Birine bakar ve Birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise, herbir şeyde, Hâlık-ı Külli şeyin ekser esmâsı tecellî ediyor demektir. Meselâ, güneşin ziyası bütün zeminin yüzün ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda, o Sâniin ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.
ışte, şu fıkra işaret eder ki, kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet, o koca güneşi şu zemin yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak; ve koca küre-i zemini onlara bir beşik, bir menzil, bir ticaretgâh; ve ateşi, her yerde hazır bir aşçı ve dost; ve bulutu süzgeç ve murdia; ve dağları mahzen ve ambar; ve havayı, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze; ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren dâye ve hayvânâta âb-ı hayat veren bir şerbetçi hükmüne getiren rububiyet-i ılâhiye, gayet vâzıh bir surette vahdâniyet-i ılâhiyeyi gösterir. Evet, Hâlık-ı Vâhidden başka kim güneşi arzlılara musahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehadden başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip rû-yi zeminde çevik çalak bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehadden başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe binler batman eşyayı yuttursun? Ve hâkezâ, herbir şey, herbir unsur, herbir ecrâm-ı ulviye, o haşmet-i rububiyet noktasında Vâhid-i Zülcelâli gösterir.
ışte, celâl ve haşmet noktasında vâhidiyet göründüğü gibi, cemal ve rahmet noktasında dahi, nimet ve ihsan, ehadiyet-i ılâhiyeyi ilân eder. Çünkü, zîhayatta ve bilhassa insanda, o derece san’at-ı câmia içinde, hadsiz envâ-ı nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki, bütün kâinatta tecelli eden bütün esmâsının cilvesine mazhardır. Âdetâ bir nokta-i mihrakiye hükmünde, bütün Esmâ-i Hüsnâyı birden mâhiyetinin aynasıyla gösterir ve onunla ehadiyet-i ılâhiyeyi ilân eder.
Yedinci Fıkra:

Meâli şudur ki: Sâni-i Zülcelâl, âlem-i ekberin heyet-i mecmuasında bir sikke-i kübrâsı olduğu gibi, bütün eczasında ve envâında dahi birer sikke-i vahdet koymuştur. Âlem-i asgar olan insanın cisminde ve yüzünde birer hâtem-i vahdâniyet bastığı gibi, herbir âzâsında dahi birer mühr-ü vahdeti vardır. Evet, o Kadîr-i Zülcelâl herşeyde, külliyatta ve cüz’iyatta, yıldızlarda ve zerrelerde birer sikke-i vahdet koymuştur ki, Ona şehadet eder; ve birer mühr-ü vahdâniyet basmıştır ki, Ona delâlet eder. şu hakikat-i uzmâ, Yirmi ıkinci Sözde ve Otuz ıkinci Sözde ve Otuz Üçüncü Mektubun otuz üç adet penceresinde gayet parlak ve kati bir surette izah ve ispat edildiğinden, onlara havale edip sözü keser, burada hâtime veririz.

17

04.07.2006, 17:58

Yazılanları birkez Daha dikkatlice okudum,Allah razı olsun çok istifade ettim
lakin Rahim esması neden ehadiyetle alakalı hala anlamadım.Neden diye soracaksınız çünkü Rahim esması Rabbimzin ahirette ortaya çıkacak bir esması değil midir?

Vahidiyet ve ehadiyet mevzusunu iyice anlamış bulunmaktayım inşaALLAH.

Hakkınızı helal edin
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

18

04.07.2006, 18:59

Rahim isminin, ahirette sadece belli bir zümre üzerine olması, dünyada da olmayacağı anlamına gelmez. Belki deriz ki, vechi ahirete bakar, o zümre ahirete baktığı ve inandığı için, onlara hem dünyada, hem ahirette özel ihsan vardır.

Allah'ın dünyada, kafirlere dahi rahmeti, rızıklandırma vs gibi zahiri nimetlerle olmaktadır. Halbuki bu iyi gibi görünse de, nimete şükür olmazsa, daha zararlı olur, azabı arttırır. Teşbihte hata olmasın, küfrünü ve dolaylı yoldan azabını arttırmak için nimetini arttırmak, merhametin zıddı bir harekettir, merhamet ise layık olana edilir, Allah'ın merhametinden fazlası merhamet değildir. Mü'minler ise öyle değildir, ahirete inandıkları için, o nimetin sahibini bilirler, O'na şükrederler, O'ndan korkarlar. ışte, o rahmet, o zahiri nimetler, onlar için ayrıca batınî nimettir, merhamete layık, dünyada dahi ism-i Rahîm'in tecellîsine memer olurlar...

En doğrusunu Allah bilir...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

19

05.07.2006, 10:51

Dördüncü Hakikat:
Olan Otuz Üçüncü Mertebe rahîmiyet ve rezzâkıyet hakikatıdır.
Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların, hem maddî ve midevî, hem mânevî bütün rızıklarını, şefkatkârâne, kuru ve basit bir topraktan ve câmid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en lâtifi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, gözümüz önünde, bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.
Evet, -1- âyeti, iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği gibi,
-2- âyeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı, hem -3- âyeti de, rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdetâ sırf gaybdan infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle, esbabperest insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilân ettiği gibi, pek çok âyât-ı Kur’âniye ve hadsiz şevâhid-i kevniye, bil’ittifak herbir zîhayatın birtek Rezzâk-ı Zülcelâlin rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.
Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilâne dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki, helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir, belki, tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.






1 şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır." Zâriyat Sûresi: 51:58..

2 Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a âit olmasın. Allah oların rahimlerdeki yerini de bilir, yaşayıp öleceği yeri de. Bunların hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır." Hûd Sûresi: 11:6.

3 Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir. O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir."Ankebut Sûresi: 29:60.



Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve darb-ı mesel olması ispat eder ki, rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat cânibinden ihsan edilir. Fakat, rızık ikidir.
Biri: yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.
ıkinci kısım rızık: ıtiyat, israf ve sû-i istimâlat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne ve minnettârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki öldürür.
Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütellezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzâk-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o lâtifelerin herbirisini hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misilli ötekiler dahi, herbiri birer âlemin anahtarı olur, ımân ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.
Bu kâinatı yaratan Zât-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip, umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cemiyetli merkez-i şuûnât yaparak, iştah ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halkederek, hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlikle rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

Nice alimler var ki geçim sıkıntısı içindedirler. Nice cahiller de vardır ki varlık içinde yüzüyorlar.
Meselâ, çok geniş olan memleket-i Rabbâniyenin her tarafını, hususan melâike ve ruhânîlerle semâvâtı ve ervâh ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi, maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücutlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve atâletten kurtarıp gezdirmesi, şuûnât-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasaydı, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.
ısm-i Rahîm ve Rezzâkın cemallerini ve vahdâniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmânî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzâk-ı Rahîmin bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki, birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızık olarak mün’imâne veren, yalnız öyle bir Zât yapar verir ki, mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü, o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sânii, elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelâli ve Hâlık-ı Zülcemâli olacak; başka olamaz.
Demek, herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki, onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının Kâtibini ve Sâniini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdâniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.
Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîmin mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatının çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden, ona havale ile, bu pek büyük hazineden hâlimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.

20

05.07.2006, 10:59

Ve kezâ, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senâlara kesb-i istihkak edenlerden birisi de rahîmiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. ışte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister.

Ve kezâ, kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün envâ ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. ışte, bu itibarla ağız dolusu ile "Elhamdü lillâh" söylemekle hamd ü senâları istilzam eder

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir