Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

41

04.07.2006, 17:58

bismillah


esya oldu ayni ayna, simdi nerye gider bu esya onu seyredenleri nerye götürür...

Afaki tefekkurde sathi enfüsi tefekkurde detaya inmek tefekkurun uslundendir...fazla acilmadan afaka ait islerde sathi enfusi olanlarda ise detaylara inebildigimiz kadar inelim insallah...
Ümitvar olunuz..

42

05.07.2006, 09:58

ıkinci Remiz
On Sekizinci Mektubun âhirki meselesinin âhirinde denildiği gibi, Hâlık-ı Zülcelâl, hayretnümâ, dehşet-engiz bir surette bir faaliyet-i rububiyetiyle mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdid ettiğinin bir hikmeti budur:
Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştah, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki, herbir faaliyette bir lezzet nevi vardır; belki herbir faaliyet bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemaldir. Madem faaliyet bir kemal, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü’l-Vücud, zat ve sıfât ve ef’âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır.
Elbette o şefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır.
Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır.
Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabiri caizse, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır.
Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber, hadsiz Onun merhameti cihetiyle, faaliyet-i kudreti içinde, mahlûkatının istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden, o mahlûkatın memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen, Zât-ı Rahmân ve Rahîme ait, tabiri caizse, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.
Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor. Ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor.
Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin, masnuatın gayelerine dair gösterdiği faydalar, nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için, filozofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sânii inkâr eder veya Hâlıka "mucib-i bizzat" der.
ışte, o zaman, rahmet-i ılâhiye Hakîm ismini imdadıma gönderdi; bana da masnuatın büyük gayelerini gösterdi. Yani, herbir masnu öyle bir mektub-u Rabbânîdir ki, umum zîşuur onu mütalâa eder.
şu gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san’attaki harikalar inkişaf etti; o gaye kâfi gelmemeye başladı. Daha çok büyük diğer bir gaye gösterildi. Yani, herbir masnuun en mühim gayeleri Sâniine bakar; Onun kemâlât-ı san’atını ve nukuş-u esmâsını ve murassaât-ı hikmetini ve hedâyâ-yı rahmetini Onun nazarına arz etmek ve cemal ve kemâline bir ayna olmaktır, bildim.
şu gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra, san’at ve icad-ı eşyadaki hayretengiz faaliyet içinde, gayet derecede süratli tağyir ve tebdildeki mu’cizât-ı kudret ve şuûnât-ı rububiyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye başladı. Belki şu gaye kadar büyük bir muktazî ve dâi dahi lâzımdır, bildim.
ışte, o vakit, şu ıkinci Remizdeki muktazîler ve gelecek işaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki, kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyir ve seyelân-ı eşya o kadar mânidardır ki, o faaliyetle Sâni-i Hakîm envâ-ı kâinatı konuşturuyor. Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcutları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir; ve taharrük ise, bir tekellümdür. Demek, faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümât-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi, kâinatın ve envâının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.

43

06.07.2006, 09:06

Eşya zeval ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fenâdan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor.
Hakikat nokta-i nazarında, eşyadaki cemal ve kemal, esmâ-i ılâhiyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esmâ bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenâya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri değişir. Ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyiz ve kemal olan hakikatleri ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler.
Zîruh olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemal, esmâ-i ılâhiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider; o aynaların değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez.
Eğer zîruh ise, zevi’l ukulden değilse, onların zeval ve firakı bir adem ve fenâ değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek, onların, o ervâh-ı bâkiyeleri dahi birer esmâ-i ılâhiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider.
Eğer o zîruhlar zevi’l ukulden ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddî ve mânevî kemâlâta medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakîmin dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak değil, belki kemâlâta kavuşmaktır.
Elhasıl: Madem Sâni-i Zülcelâl vardır ve bâkidir; ve sıfât ve esmâsı daimî ve sermedîdirler. Elbette o esmânın cilveleri ve nakışları, bir mânevî beka içinde teceddüd eder; tahrip ve fenâ, idam ve zeval değildirler. Malûmdur ki, insan, insaniyet cihetiyle, ekser mevcudatla alâkadardır. Onların saadetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. Hususan zîhayat ile, ve bilhassa nev-i beşerle, ve bilhassa sevdiği ve istihsan ettiği ehl-i kemâlin âlâmıyla daha ziyade müteellim ve saadetleriyle daha ziyade mesut olur. Hattâ, şefkatli bir valide gibi, kendi saadetini ve rahatını onların saadeti için feda eder.
ışte, her mü’min, derecesine göre, nur-u Kur’ân ve sırr-ı ımân ile, bütün mevcudatın saadetleriyle ve bekalarıyla ve hiçlikten kurtulmalarıyla ve kıymettar mektubat-ı Rabbâniye olmalarıyla mesut olabilir ve dünya kadar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder.
Eğer ehl-i dalâlet ise, kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatın helâketiyle ve fenâsıyla ve zâhirî idamlarıyla, zîruh ise âlâmlarıyla, müteellim olur. Yani, onun küfrü, onun dünyasına adem doldurur, onun başına boşaltır; daha Cehenneme gitmeden Cehenneme gider.

44

07.07.2006, 10:10

Dördüncü Remiz
Çok yerlerde dediğimiz gibi, bir padişahın sultan, halife, hâkim, kumandan gibi muhtelif ünvanlar ve sıfatlardan neş’et eden muhtelif ayrı ayrı devâir-i teşkilâtı olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez türlü türlü tecelliyâtı vardır. Mahlûkatın tenevvüleri ve ihtilâfları, o tecelliyâtın tenevvülerinden ileri geliyor.
ışte, her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o muhtelif esmâ dahi, daimî ve sermedî oldukları için, daimî bir surette Zât-ı Akdes hesabına tezahür isterler. Yani nakışlarını görmek isterler. Yani, kendi nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini ve in’ikâs-ı kemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitab-ı kebîrini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen feânen tazelendirmek, yani yeniden yeniye mânidar yazmak, yani birtek sayfada ayrı ayrı binler mektubatı yazmak ve herbir mektubu Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdesin nazar-ı şuhuduna izhar etmekle beraber, bütün zîşuurun nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler. Bu hakikate işaret eden şu hakikatli şiire bak:
Kitab-ı âlemin yaprakları, envâ-ı nâmâdud,
Huruf ile kelimâtı dahi efrâd-ı nâmahdud.
Yazılmış destgâh-ı Levh-i Mahfuz-u hakikatte,
Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcud.
Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâdan sana gönderilmiş mektuplardır

45

07.07.2006, 10:13

Elhasıl, şu mevcudat-ı seyyâle, şu mahlûkat-ı seyyâre, Vâcibü’l-Vücudun envâr-ı icad ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik aynalar ve değişen mazharlardır.

46

07.07.2006, 10:44

Allah razı olsun yunus istifade etmekteyim yazıların hepsini burdan okumaya vaktim olmadıgı için yazıların çıktılarını almaktayım


Allah hepinizden razı olsun arkadaşlar

47

07.07.2006, 14:12

düşüncelerim bu konuya alakasız gibi duruyorsa hakkınızı helal edin.
bu yazı 24 şubat 2006 tarihinde başka bir forumda yazmışın, burayada biraz ekleme ve çıkarma yaparak aktarıyorum.


Ortaokul yıllarında, Fen bilgisi dersinde, fizik kanunlarından bahseden hocamız, dersin konusu gereği şunları anlatmıştı.

Dünyada hiç bir şey yoktan var olmaz, Var olan bir şey yok olmaz!

bu konu o zamanlardan kafamda yer etmiş olmasına rağmen, bu kanun şimdilerde, risale-i nurları tanıdıktan sonra kafamda anlam kazanmaya başladı. ilk başta, nasıl yani diye kendime sorduğum bu kanun, sonradan şekillendi kafamda.

Nasıl yani, hiç bir şey yoktan varolmaz... evet dünyada hiç bir şey yoktan var olmuyor. ama bizler takliden de olsa biliyoruzki, Sani-i Hakim her şeyi yoktan var edecek bir kudrete sahip ve istediği zaman bir şeyi yoktan var edebilir ve edebiliyor . netekim, yasin suresinin 82 - 83. ayetlerinden de bilindiği gibi "Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, ol der oda oluverir" mealindeki ayete, bu kanun ters bir ifade gibi durmaktadır. risale-i nurlarda ise, imtihan sırrı bolca zikredilmekte ve anlatılmaktadır. ve risale-i nur'un 24.sözünde şöyle şöyle bir ifade vardır.


Alıntı

Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi, ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese göz ile görülecek vukuâtı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhûl kalsın, ne de bedihî olup, herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyârı elinden almayacak. Zîrâ, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i Kıyâmet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zâyi olur.


işte bunun için, bizim şehadet aleminde gördüğümüz bir çok hadise, sebepler dairesinde Allah tarafından halk edilip bizlere musahhar edilmiştir. imtihan sırrına münafi olmaması için hiç bir şey şehadet aleminde yoktan var edilmiyor.

bu fizik kanunun ikici cümlesinde ise, tamamen Tahavvülat-ı Zerrat anlatılıyor. var olan bir şey yok olmaz. nasıl yani. kos koca bir kütüğü yakıyorsunuz ama ortada külden başka bir şey kalmıyor. nereye gitti o koskoca kütük diye soruyorsunuz. veya ölen bir insanı toprağa gömüyor yıllar sonra belki kemikleri bile ortadan kaybolmuş.

bakıyorsunuz, kanun ile bu olanlar bir birine zıt gibi duruyor. maddenin değişimi veya çürüyerek otomlarına kadar ayrılarak değişik yerlere intikal etmesi, oralarda başka vazifeler ile görevlendirilmesi tahavvülatı zerratı anlatıyor.

sonra, bir gün bir haber elimize geçiyor. japonlar bu fizik kanunu ile seslerin ortadan kaybolmadığını söyleyerek sarfedilen her sözü ortaya çıkartabilecek bir çalışma içinde olduklarını anlatıyor. nasıl yani diye sormuyor değiliz.

ses de atomlardan mütevellid olduğundan var olan hiç bir şey yok olmaz fizik kanunu ile araştırmaya sevk ediyor. şimdilerde bilemiyorum, o seslere ulaşıldımı ama benimde inancım japonları destekler mahiyette.

nasılki bir su molekülü 1 mol hidrojen 2 mol oksijenden mütevellid ise, sesinde muhteviyatında muhakkak, tesmiye edilebilecek elementler yada moleküller vardır. şahsım gibi tembel birinin, fizik - kimya gibi derslerle aram iyi olmasada, Risale-i nur gibi bir tefsiri okuduktan sonra, her şeyde bir hikmet aramak, gördüğüm her şeyde icadın önünde mucide aramak adetten oldu.

öyle ki, yaşadığımız alem içinde öyle adiyat kazanmış haller varki, belki risale-i nur gibi bir tefsirin vesilesiyle, o adiyatlatlar yeniden ihya oldu. güneşin her gün doğup batması, her sene kar yağması, yağmurun nuzulü, bir bebeğin dünyaya teşrifi bizlere basit birer işmiş gibi geliyor olması onun arkasında ne büyük bir sanatkarın var olduğunu hatırlatmış. devamlı aynı hallerde olmayan bu hadiselerin tahavvülatı bizlere yine Kur'anı Azimüşşsanda mükerreren bildirilen ayetlerde geçer. düşünmezmisiniz akıl etmezmisiniz diye rabbimizin bizlere nasihatları sanatın arkasındaki sanatçıyı, işlerindeki suhuletini, Kudretini göstermiş.

nasılki, doğar doğmaz ölümü gören bazı canlıların, ölümü ile bir başka mevcuda hayat verdiği görülmektedir. tefekkür, Kudret-i semadaniyeyi akıllara göstermektedir.

Adiyat : (Âdi. C.) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen hâdiseler. * Kıymetsiz şeyler. (Kur'an, âyetleriyle insanların nazarını me'lüfatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar. ınsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havârık-ul âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir. M.N.) [ÂDıYAT]

hakkınızı helal edin.

48

07.07.2006, 14:22

değerli arkadaşlar

Hepinizden ALLAH cc razı olsun.istifade etmekteyiz.

YANLIZ BU KONULARI OKURKEN ÇOK ıNCE VE DERıN KONULAR OLDUğUNU ANLIYORUM.ÖZELLıKLE YUNUS ABıNıN RıSALEDEN GÖNDERDığı ÇOK DERıN KONULAR.

BU KONULARIN AÇILIMLARINI YAPMAMIZ LAZIM.HATTA PRAFRAF PRAFRAF ANLATIM VE SUNUMLARIN ARKADAşLAR TARAFINDAN YAPILMASI LAZIM.

LÜTFEN ARKADAşLAR BU KONULAR BıR DEFADA GEÇMEYELıM.VE KANAATıME GÖRE DE GAZETE GıBı DE OKUNMAMASI LAZIMDIR.

ANLAMADIğIM KONULAR BURDA ÇOK FAZLA.

ARKADAşLARDAN RıCA KONULARI MÜMKÜNSE CÜMLE CÜMLE ıZAH VE AÇILIMLARINI SUNMALARIDIR.

SAYGILARIMLA

49

07.07.2006, 14:31

kabul amma sen sor biz cevap verelim.
veya biz soralım sen cevap ver.
o zaman çok güzel olur.
yalnız hafta sonu yokum.hafta içi saat 8 den akşam beşe kadar varım burda.
selam.
haydi başlayalım.

50

07.07.2006, 14:36

Eşyanın icadı ya ademden olur, ya terkip suretinde sair anâsırdan ve mevcudattan toplanır.

Eğer birtek zâta verilse, o vakit herhalde o zâtın her şeye muhit bir ilmi ve her şeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette, onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zahir bir ademden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazıyla yazılan bir hattı göze göstermek için gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın aynasındaki sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir sûrette, Sâniin ilminde plânları ve programları ve mânevî miktarları bulunan eşyayı, emr-i "Kün Feyekün" -1- ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır.


Eğer inşa ve terkip sûretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anâsırdan ve etraftan toplamak suretiyle yapsa, yine nasıl ki bir taburun istirahat için her tarafa dağılmış olan efratlarının bir boru sadasıyla toplanmaları ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda bütün ordu kendi kumandanının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde olduğu gibi; aynen öyle de, Sultan-ı Kâinatın kumandası altındaki zerreler, Onun kaderî ve ilmî düsturlarıyla ve müstevlî kudretinin kanunlarıyla ve temas ettikleri sair mevcudat dahi o Sultanın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi teshilâtçı olarak o zerreler sevk olunup gelirler. Bir zîhayatın vücudunu teşkil etmek için, ilmî, kaderî birer mânevî kalıp hükmünde bir miktar-ı muayyen içine girerler, dururlar.

Eğer eşya ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse, o halde, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, hiçbir sebep, hiçbir cihetten, hiçten, ademden icad edemez. Çünkü o sebebin muhit bir ilmi, müstevlî bir kudreti olmadığından, o adem ise, yalnız zahirî ve haricî bir adem olmaz. Belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz. Öyleyse, herhalde terkip edecek. Halbuki inşa ve terkip suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini, cismini zeminin yüzünden toplamak ve ince bir elekle eledikten sonra binler müşkülâtla o mahsus zerreler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde dağılmadan muntazam bir vaziyeti muhafaza etmek için -mânevî ve ilmî kalıpları bulunmadığından- maddî ve tabiî bir kalıp, belki, âzâları adedince kalıplar lâzımdır -tâ ki o gelen zerreler o cism-i zîhayatı teşkil etsinler.

51

07.07.2006, 14:41

ÜÇÜNCÜ SUAL: Eskiden düşman, şimdi dost olan mühtedî diyor ki: "şu zamanda çok ileri giden filozoflar diyorlar ki: ’Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor.’"
Elcevap: Nur-u Kur’ân ile mevcudata bakmayan filozofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasıyla bu mevcudatın teşekkülât ve vücutlarını-sabıkan ispat ettiğimiz tarzda-imtinâ derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.
Bir kısmı Sofestâî olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi, hattâ kendilerinin vücutlarını dahi inkâr etmesini, dalâlet mesleğinde esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden, hem kendilerini, hem kâinatı inkâr edip cehl-i mutlaka düşmüşler.
ıkinci güruh bakmışlar ki, dalâlette, esbab ve tabiat mûcid olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilâtı var. Ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için, bilmecburiye, icadı inkâr ediyorlar, "Yoktan var olmaz" diyorlar. Ve idamı da muhal görüyorlar, "Var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrat ile, tesadüf rüzgârlarıyla bir terkip ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül ediyorlar.
ışte, sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör! Ve dalâlet, insanı ne kadar maskara ve süflî ve eçhel yaptığını bil, ibret al.
Acaba her senede dört yüz bin envâı birden zemin yüzünde icad eden; ve semâvat ve arzı altı günde halk eden; ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san’atlı, hikmetli, zîhayat bir kâinatı inşa eden bir kudret-i ezeliye, bir ilm-i ezelînin dairesinde plânları ve miktarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi, göze göstermeyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misilli, gayet kolay o mâdûmât-ı hariciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî vermeyi o kudret-i ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkâr etmek, evvelki güruh olan Sofestâîlerden daha ziyade ahmakane ve cahilânedir.
Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-ü ihtiyarîden başka ellerinde olmayan, firavunlaşmış kendi nefisleri hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz" deyip, bu bâtıl ve hata düsturu Kadîr-i Mutlaka teşmil etmek istiyorlar.
Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var:
Biri ihtirâ’ ve ibdâ’ iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor.
Diğeri inşa ile, san’at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.
Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ’, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı "Yoğu var edemez" diyen adam, yok olmalı!
Tabiatı bırakan ve hakikate geçen zat diyor ki: "Cenâb-ı Hakka zerrat adedince şükür ve hamd ve senâ ediyorum ki, kemâl-i imanı kazandım, evham ve dalâletlerden kurtuldum ve hiçbir şüphem de kalmadı.."
-1-
-2-

1 ıslamın dini ve kamil imandan dolayı Allah’a hamd olsun. (Dua)

2 "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." Bakara Sûresi: 2:32.

52

07.07.2006, 14:44

ıKıNCı NOKTA: Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri ibdâ’ ve ihtirâ’ tabir edilen hiçten icaddır. Diğeri, inşa ve terkip tabir edilen, mevcut olan anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücut vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ derecesinde bir suûbet olacak. Halbuki, kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedâhe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâlin san’atı olduğunu ispat ediyor.
Evet, eğer eşya Ferd-i Vâhide verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle, hiçten icad eder. Ve ihatalı, nihayetsiz ilmiyle, her şeye mânevî bir kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki her şeyin suretine ve plânına göre, kolayca, herbir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler.
Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse de, ilmî kanunların ve kudretin ihatalı düsturları cihetiyle, o zerreler, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile bağlanmaları haysiyetiyle, mutî bir ordunun neferâtı gibi muntazaman, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmî ve miktar-ı kaderî içine girip, kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki aynadaki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahut görünmeyen bir yazıyla yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhidin ilm-i ezelîsinin aynasında bulunan mahiyet-i eşyaya ve suver-i mevcudata, gayet suhuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir. Ve âlem-i mânâdan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir.
Eğer Ferd-i Vâhide verilmezse, bir sineğin vücudunu rû-yi zeminin etrafından ve anâsırından, gayet hassas bir mizanla toplamak, adeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san’atlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıp, belki âzâları adedince kalıplar bulunmak ve o vücuttaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, mânevî letâifi dahi mizan-ı mahsusla mânevî âlemlerden celb etmek lâzım gelir. Yüz derece müşkül müşkül içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Öyleyse, esbab ve tabiata havale edilse, her şeye, Çünkü Hâlık-ı Ferdden başka hiçbir şey, hiçten ve ademden icad edemediğine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. ekser eşyadan toplamak suretiyle vücut verilebilir.

53

07.07.2006, 14:51

Ulûm-u felsefiyenin vekâleti namına nefsim dedi ki: "Bu kâinattaki eşyanın tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î, en küçük bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?"
O vakit, nur-u Kur’ân ile, sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti. Kalbim, o mütefelsif nefsime dedi:
En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazen san’at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san’atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ı maddiyeye taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vâciptir. Çünkü birtek zâta, yani, bir Kadîr-i Ezelîye verilse, madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu katî tahakkuk eden ilmi her şeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde herşeyin miktarı taayyün ediyor. Ve madem, bilmüşahede, her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, nihayetsiz san’atlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i Alîmin, bir kibrit çakar gibi, emr-i kün feyekûn ile, hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli delillerle çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’anın âhirinde ispat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşahede görülen harikulâde suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.
Meselâ, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i Ezelînin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyenle taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak, emr-i kün feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.
Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli şeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizanla toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemâl-i san’atını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyleyse, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsır ve envâından numuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rû-yi zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizanla ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre mânevî kalıba giren zerrâtı eritip döksün, tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde birtek şekil ve miktarda, sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücut vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.
Evet, bu hakikate binaen, - "Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar." Hac Sûresi: 22:73.

- bu âyet-i azîmenin sırrıyla, HAşıYE bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerrâtı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyleyse, bilbedahe, esbab bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek Sahib-i Hakikîleri başkadır.
Evet, öyle bir Sahib-i Hakikîleri var ki,
-"Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir." Lokman Sûresi: 31:28- âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyâsı kadar kolay yapar. Bir baharı, birtek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. Emr-i kün feyekûn’a mâlik olduğundan; ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka hadsiz sıfât ve ahvâl ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden; ve ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden; ve bütün zerrat Onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her şeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyârat mutî bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturuyla


HAşıYE
Yani, "Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halk edemezler
çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud’u gebertir. Karınca, Firavunun sarayını harap eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok risalelerde ispat ettiğimiz gibi, nasıl ki bir nefer, askerlik vesikasıyla padişaha intisap noktasında, yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de, herşey, o kudret-i ezeliyeye intisabıyla, yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin fevkinde mu’cizât-ı san’ata mazhar olabilir.
Elhasıl, her şeyin nihayet derecede hem san’atlı, hem suhuletli vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir. Yoksa, yüz bin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp imtinâ dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.
ışte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zâhir bir bürhanla, şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve, lillâhilhamd, tam imana geldi. Ve dedi ki:
Evet, bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki, en küçük hâtırât-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semâvâtı da icad edecek; hem güneşi semânın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hâtırât-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez. Semâvâtı halk edemeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyleyse, benim Rabbim Odur ki, hem hâtırât-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, "Haydi, gir" der.
ışte, ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebî fünununa sarf eden ihtiyar kardeşlerim! Kur’ân’ın lisanındaki mütemadiyen Lâ ilâhe illâ Hû ferman-ı kudsiyesinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tagayyür etmez kudsî bir rükn-ü imanîyi anlayınız ki, nasıl bütün mânevî zulümatı dağıtır ve mânevî yaraları tedavi eder!
Bu uzun macerayı, ihtiyarlığımın rica kapıları içinde derci, adeta ihtiyarımla olmadı. ıstemiyordum, belki usandıracak diye çekiniyordum. Fakat bana yazdırıldı diyebilirim.

54

07.07.2006, 15:05

Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var:
Biri ihtirâ’ ve ibdâ’ iledir.

ihtira : her şeyi benzersiz yaratmak.

Hz.Ademin zamanından bu zamana kadar gelip göçen nev-i beşerin sayısını tahmini olarak anlaşılması babında 1 trilyon kişi diye rakamlandıralım. mebdesi Hz.Adem olan nev-i beşerin her birisinde kimlik vazifesi yapabilecek onlarca farklı özellik bulunmaktadır.

Mesela: her insanın parmak izleri ve DNA yapıları farklıdır. bu gösteriyorki, her insanın birbirinden ayırabilecek kimliğini tanıtabilecek bir farklılığı var, bu da gösteriyorki, halk edilen mahlukat kudret-i semadeniyeyi işaret ediyor.

Yine buradan anti parantez açıp bir noktaya dikey geçiş yapma ihtiyacı hissettim. teşbihte hata olmasın. en güzel isim ve sıfatlar Allaha mahsustur.

Her bir icad mühendisine işaret eder. biri gelip deseki, falanca mühendisin icatlarında öyle harikalar varki anlatmak mümkün olmaz. bizde kendimizi ve bilgilerimizi değerlendirerek derizki, ayinesi iştir kişinin sözüne bakılmaz. sonra alırsınız bir tane icadı elinize bakarsınız. evet dediklerin doğrudur. dediğin kadar varmış hatta dediğinden bile üstünmüş. diye basit bir diyalog kurulur.

ışte, bu şekilde olduğu gibi, rabbimiz kendisini bize yarattığı mevcudatı gösterek tanıtıyor. sonra elçiler gönderip, tasdik ettiriyor. ve imanın altı rüknünden birincisi olan iman-ı billahı tasdik ettirip kabul ettiriyor. öyleki, nev-i beşerin birbirinden ayıran özelliklerine bakınca bu yaratılanlar ehadiyeti gösteriyor.

yine ilk konumuza geçiş yapalım,
görülüyor ki, nev-i beşerin birbirinden net ayırt edilebilen farklı özellikleri var iken, nev-i beşerin dışındaki mahlukat ve mevcudatta da aynı durum söz konusu. mesela kendimin iddia ettiği bir durum ki, çakıl taşlarında aynı ebatta aynı şekilde aynı homojen yapıda iki tane taşı bulup gösteremezsiniz. zaman gibi kavramın devamlı ileriye gitmesi, geriye dönük olmaması ihtirâ’ ve ibdâ’ 'yı netleştiriyor. Yine geçen seneki ağaçlar ile bu seneye gelebilen aynı ağaçların farklı oldukları, hatta meyvelerinin dahi farklı oldukları görülecektir. bu konuda 16.söz incelenebilir.

55

07.07.2006, 16:37

alperdini kardeşim

açılımların ve anlatımların çok güzel ve feyizli maşallah

ALLAH cc.razı olsun

bu tür açılımlarını ve anlatımlarını bekliyoruz.

dikkat edelim.hızlı geçmeyelim.herkes her meseleyi anlamaz.bende buna dahilim
ayrıntılara dikkat edelim.bazen bir ayrıntıda hazine gizlidir.

56

10.07.2006, 09:32

şimdi eşya nereye gidiyoru daha iyi anlayalım .önce bu birinci işarette ne anlatılıyor.

onu anlayalım.

Birinci ışaret
fıkrası ifade ediyor ki:
Bir mevcut, vücuttan gittikten sonra, zâhiren kendisi ademe, fenâya gider; fakat ifade ettiği mânâlar bâki kalır, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin numuneleri olan elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın numuneleri olan kuvve-i hafızalarda kalır. Demek, bir vücud-u surî kaybeder, yüzer vücud-u mânevî ve ilmî kazanır.
Meselâ, nasıl ki bir sayfanın tab’ına medar olan matbaa hurufatına bir vaziyet ve bir tertip verilir ve bir sayfanın tab’ına medar olur; ve o sayfa ise, suretini ve hüviyetini, basılan müteaddit yapraklara verip ve mânâlarını çok akıllara neşrettikten sonra, o matbaa hurufatının vaziyeti ve tertibi de değiştirilir. Çünkü daha ona lüzum kalmadı; hem başka sayfaların tab’ı lâzım geliyor. ışte, aynen bunun gibi, şu mevcudat-ı arziye, hususan nebâtiye, kalem-i kader-i ılâhî onlara bir tertip, bir vaziyet verir; bahar sayfasında kudret onları icad eder; ve güzel mânâlarını ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i misal gibi âlem-i gaybın defterine geçtikleri için, hikmet iktiza ediyor ki, o vaziyet değişsin, tâ yeni gelecek diğer bahar sayfası yazılsın, onlar dahi mânâlarını ifade etsinler.

burda anlaşılmayan yer varsa söyleyin izah edelim.

izaha açığız.anladığımız kadarıyla..
sormasanız ben nerden bileceğim anlaşılmıyor.
sorulmadığına göre demek anlaşılıyor..

57

10.07.2006, 09:39

Evet, şu eşyanın esmâ-i ılâhiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; mu’cize-i kudret olan her bir çekirdeğin bir ağaç kadar gâyesi var, kelime-i hikmet olan her bir çiçeğin bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var ve o hârika-i san’at ve manzûme-i rahmet olan her bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise, o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefât eder, midemizde defnedilir. Mâdem, bu fânî eşya başka yerde bâkî meyveler verirler ve dâimî sûretler bırakır ve başka cihette ebedî mânâlar ifade eder. Sermedî tesbihât yapar ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur. Fânîde, bâkîye yol bulur

58

13.07.2006, 14:45

ıkinci ışaret
Bu fıkra işaret eder ki:
Herbir şey, cüz’î olsun, küllî olsun, vücuttan gittikten sonra-hususan zîhayat olsa-çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber, âlem-i misalin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde etvâr-ı hayatı adedince suretleri bırakıp, o suretlerden mânidar olan ve mukadderât-ı hayatiye denilen sergüzeşt-i hayatiyeleri yazılır ve ruhaniyata bir mütalâagâh olur.
Nasıl ki, meselâ bir çiçek vücuttan gider; fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücutta bırakmakla beraber, küçük elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın küçük numuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvâr-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihât-ı Rabbâniye ve nukuş-u esmâiyeyi okutturur, sonra gider. Öyle de, yeryüzünün saksısında güzel masnuatla münakkaş olan bahar mevsimi, bir çiçektir. Zâhiren zeval bulur, ademe gider. Fakat onun tohumları adedince ifade ettikleri hakaik-i gaybiye ve çiçekleri adedince neşrettiği hüviyet-i misaliye ve mevcudatı adedince gösterdikleri hikmet-i Rabbâniyeyi kendine bedel olarak vücutta bırakıp sonra bizden saklanır. Hem o giden baharın arkadaşları olan sair baharlara yer boşaltır-tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar zâhirî bir vücudu çıkarır, mânen bin vücut giyer.

59

19.07.2006, 10:18

bu konuda haşirle ilgili,tevhidle ilgilidir.
neden bakılmıyor.anlaşılmıyor derseniz.
anlaşılmayan yer neresi.onu yazınki
cevaplıyalım.devamını getireceğim.amma ilgilenmeniz lazım.
bence kardeşler.

ne kadar tahkikiye ulaşsak o kadar manen yükseliriz.
selam

60

21.07.2006, 09:19

Bir mevcut,(varlık) vücuttan gittikten sonra, zâhiren kendisi ademe,(yokluğa) fenâya gider; fakat ifade ettiği mânâlar bâki kalır, mahfuz olur.

demek varlık görünüşte yokluğa gider amma ifade ettiği manalar baki alır ve muhafaza edilir.nerde işte cevabı;

Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin numuneleri olan elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın numuneleri olan kuvve-i hafızalarda kalır.

yani esası,kökü ve mahiteti ve sureti;alemi misalde muhafaza edilir.alemi misal bu gördüğümüz alem ile ruhlar alemi arasında bir berzah,bir perdedir.rüya alemi gibi.hani üstad hüve nüktesinde diyorya gördümkü alemi misal çok fotoğraflar çekiyor bu dünyada taki baki alemde gösterilsin.demek önce alemi misalde ve alemi misalin örneği olan muhafaza edilen levhalarda ve bu muhafaza edilen levhanın bir örneği olan hafızalarda kayedilir.mesela amcan ölmüş amma sureti ve işlediği amelleri bildiğin kadarıyla hafızanda mevcut.hafıza kayedilmekle beraber melekler kayedmişler ve alemi misaldede kayıtlı olduğundan onu rüyada görüyorsun.buna bir çiçeği veya bir hayvanıda örenek verebilirsin.

Demek, bir vücud-u surî (geçici bir varlığı)kaybeder, yüzer vücud-u mânevî ve ilmî (çok hafızalarda yazıldığı kadar manevi varlığı ve ilmi)kazanır.


Meselâ, nasıl ki bir sayfanın tab’ına medar olan matbaa hurufatına bir vaziyet ve bir tertip verilir ve bir sayfanın tab’ına medar olur; ve o sayfa ise, suretini ve hüviyetini, basılan müteaddit yapraklara verip ve mânâlarını çok akıllara neşrettikten sonra, o matbaa hurufatının vaziyeti ve tertibi de değiştirilir. Çünkü daha ona lüzum kalmadı; hem başka sayfaların tab’ı lâzım geliyor.
diyelimki sözler kitabının basılması için matbaaya bir şekil verilir.ve sözler kitabının aslı çok kitaplara kopyalanır.ve kopyalar çoğaltıktan sonra mektubat kitabını basılması için sözler kitabının vaziyeti değiştirilir.çünkü daha ona gerek kalmadı.ifade ettiği manalar çok kitaplarda kayedildi.ve çok ilmi ve manevi vücud kazanmış oldu.

ışte, aynen bunun gibi, şu mevcudat-ı arziye, hususan nebâtiye, kalem-i kader-i ılâhî onlara bir tertip, bir vaziyet verir; bahar sayfasında kudret onları icad eder; ve güzel mânâlarını ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i misal gibi âlem-i gaybın defterine geçtikleri için, hikmet iktiza ediyor ki, o vaziyet değişsin, tâ yeni gelecek diğer bahar sayfası yazılsın, onlar dahi mânâlarını ifade etsinler


bütün çiçekler ve ağaçlar ve hayvanlar ve insanlar manalarını ifade ettikten sonra alemi misalin defterleri olan kuvvei hafızada kayediltikten sonra zahiren yokluğa giderler.amma manalarını ve esaslarını hafıza levhalarına kayedilmiş olduğundan manevi çok ilmi vücud kazanmış oluyorlar.
hikmet istiyorki sonra gelenlerde manaları ifade edip alemi misalin defterlerinde kayedildikten sonra gelenlere yol açsınlar diye bu kainatta bu faaliyetler oluyor.
bir gelen manasını ifade edip gidiyor.daha ona lüzum kalmadı.ilim defterinde yazılanlar da sırasıyla gelip manalarıni kudret dairesinde ifade eddikten sonra tekrar ilim dairesine geçiyorlar.yani yokluk yoooook.ilimden geliyor kudrete yani diğer tabirle gayb aleminde şu görünen aleme glip tekrar gayb alemine geçiyorlar hemde çok ilmi vücud kazanarak.

demek manasını ifade ettiği için o varlık gidiyor.ta diğeride gelp manasını ifade etsin diye bu faaliyetler oluyor.

selam.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir