Giriş yapmadınız.

1

13.05.2011, 14:25

Tsunami;Su Unsurunun Öfkesi.

Evet kardeşler,tsunami su unsurunun öfkesidir.

Allahı tanımamaları,ehli dalaletin çok olması,ehli dalaletin azgınlıkları,isyanları,aşırı günah işlenmeleri gibi daha çok nedenleri vardır...

su niye öfkelenmiş;işte bu saydığımız ve saymadığımız hatalardan ve kusurlardan dolayıdır..

Ehli küfre karşı cehennem bile öfkesinden parçalanacak dereceye gelmiş...ayette vardır...

şimdi nerden çıkardık bu manaları...

inceleyelim...

2

13.05.2011, 14:26

13.lemadan ekliyelim..lemalar kitabından,

ON BİRİNCİ İŞARET
Ehl-i dalâletin (İNKARCILARIN,HAK YOLUN DIŞINDA OLANLARIN,KAFİRLERİN,MÜNAFIKLARIN V.S.) şerrinden(KÖTÜLÜKLERİNDEN,AZGINLIKLARINDAN) kâinatın kızdıklarını ve anâsır-ı külliyenin(BÜYÜK UNSURLARIN;SU,HAVA,TOPRAK,ATEŞ GİBİ) hiddet ettiklerini ve umum(bÜTÜN) mevcudatın(VARLIKLARIN) galeyana(KAYNAYIP COŞMAYA) geldiklerini, Kur'ân-ı Hakîm, mucizâne ifade ediyor.

Yani, kavm-i Nuh'un başına gelen tufan ile semâvat(GÖKLERİN) ve arzın(YERİN) hücumunu

ve kavm-i Semud ve Âd'ın inkârından hava unsurunun hiddetini(ŞİDDETLİ BİRSESLE YERE YIĞILMALARI)

ve kavm-i Firavuna karşı su unsurunun (MUSA AS VE KAVMİ GEÇERKEN,SUYUN FİRAVUN VE ADAMLARINI YUTMASI)ve denizin galeyanını

ve Karun'a karşı toprak unsurunun gayzını (ÖFKESİNİ-,KARUNUN TÜM MALLARINI YUTMASINI TOPRAĞIN ÖFKELENMESİ İLE)

ve ehl-i küfre(KAFİRLERE) karşı âhirette sırrıyla Cehennemin gayzını ve öfkesini

ve sair(DİĞER) mevcudatın(VARLIKLARIN) ehl-i küfür ve dalâlete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda ve i'câzkârâne(MUCİZE GÖSTEREREK) ehl-i dalâlet ve isyanı zecrediyor. (engelliyor,menediyor,sakın azgınlaşma diyor)

Risale-i Nur Külliyatı Arama Motoru

3

13.05.2011, 14:26

Niçin böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları kâinatın hiddetini celb ediyor?" sorusunun cevabını izah eder misiniz, kimin haklarına nasıl tecavüz ediyoruz?

Yazar: Sorularla Risale, 05-6-2010

"Sual: Niçin böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları kâinatın hiddetini celb ediyor?"
"Elcevap: Bazı risalelerde ve sabık işaretlerde ispat edildiği gibi, küfür ve dalâlet, müthiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir. Çünkü hilkat-i kâinatın bir netice-i âzamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı iman ve itaatle mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalâlet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i âzamı reddettikleri için, umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın aynalarında cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini aynadarlık cihetinde âli eden esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile, o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbânî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, câmid, fâni, mânâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir."(1)

Bütün kainat ve içindeki her şey bir takım ruhu ile insana hizmet ediyor. Güneş insan için doğar, insan için batar. Bulutlar insan için toplanıp dağılır. Dağlar insan için yerinde sebatla oturur...
Bu keyfiyetlere bakıldığı zaman, bütün mevcudat insanın hayatına ve yaşamasına hizmet ediyor ve alacaklı duruma geçiyor. Onların insanlardan hal dili ile talep ettiği tek ücret ise, insanın Allah’a karşı iman ve ibadetleridir. Yani kainatın insana bir takım gibi hizmet etmesinin ana sebebi, insanın Allah’a olan kulluğudur. Şayet insan iman ve ibadeti terk ederse bütün kainatın maksadını inkar ve hizmetini hafife almış oluyor. Böyle bir çirkinliğe karşı elbette kainat ve onun sahibi olan Allah ilgisiz ve kayıtsız kalmaz. Elbette insana bunun hesabını sorar.
Amiyane bir temsil ile bu meseleye şöyle bakabiliriz: Bir futbol takımı topu sürerek getirip golcülerine verse, golcü de topu kaleye atma imkanı varken boş alana atsa o takımın emeğini ve gayretini heba etmiş ve takım arkadaşlarına büyük bir haksızlık ve zulüm etmiş sayılır. Elbette takımın teknik sorumlusu bu gölcüden hesap sorar ve sormalıdır.
Aynı şekilde kainat da bir takım gibi Allah’ın tedbir ve terbiyesi ile hayatı sürüp insana veriyor, insan da bu hayatı ibadet kalesine atıp hanesine puan yazdırması gerekirken, hayatını küfür ve gaflet boşluğuna atıp bütün kainatın hakkına ve hukukuna tecavüz etmiş oluyor.
Elbette kainatın yaratıcısı ve müdebbiri olan Allah insandan dehşetli bir hesap soracaktır. Güneş Allah’ın varlığına ve birliğine kuvvetli bir ayet iken, onun ayet yüzünü inkar ederek ona tapınmak, ona bir hakaret ve tecavüz değil de nedir acaba.

4

13.05.2011, 14:27

daha önce yapmış olduğum çalışmadır..okuyalım,istifade edelim.

Olur mu?

5

13.05.2011, 14:28

"Küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i âzamı reddettikleri için, umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın aynalarında cilveleri tezahür eden..." devamıyla açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 25-12-2010

Her şey Allah’ı tanıtmak ve sevdirmek üzere programlanmıştır. Bu programın dışına çıkıp bazı şeyleri bazı sebeplere vermek ise şirk ve zulümdür ve affı kabil değildir. Allah kainattan matlup olan ilahî maksatlarını miskin ve aciz olan sebeplere kaptırmaz, onlara bozdurmaz. Bu sebeple kâinatın her şeyi üstünde müthiş bir cebir ve izzet ile kendini ihsas edip ilan ediyor. Bu ilana göz kapamayı veya inkar etmeyi de sonsuz bir azap ile cezalandırıyor.
Mesela, Rezzak ismi kainattaki bütün canlıların rızkını mükemmel bir ahenk ve titizlikle temin ediyor. İnsan bu ismin tecellilerini okuyup, önce Rezzak isminin manasını ve hükmünü talim edip, sonra bu ismin sahibi ve kaynağı olan Allah’a intikal etmesi gerekirken, bütün rızıkları sebeplere taksim ederek ne ismi ne de ismin arkasında duran Allah’ın Zat-ı Akdesini tanımıyor. Bu tanımamak ve inkar etmek, hem Rezzak isminin hukukuna bir tecavüzdür, hem de o ismin sahibi olan Allah’a hürmetsizlik ve saygısızlıktır.
Bu sebeple inkâr ve küfür ebedi bir cehennemi iktiza ediyor. Bu örneği diğer isimlere de tatbik edebiliriz. Mesela, şifa güzel ve tatlı bir nimet olup, Şafi ismine işaret ediyor iken, insan bu şifa nimetini sebepler olan ilaçlara verse, aynı zulüm ve çirkinliği irtikap etmiş olur.
Yine küfür, kainattaki bütün mevcudatın haklarına bir tecavüz bir hakarettir. Kainatın birinci maksadı Allah’ı insanlara tanıtmak ve sevdirmektir. Bütün mevcudat bu maksat etrafında kümelenmiş hizmet ederken, insanın bu ana maksadı görmezden gelmesi ve inkar etmesi, bir cihetle atomdan gezegenlere kadar her mevcudun hareket ve vazifesini hafife almak olup, onların haklarına bir tecavüzdür. Öyle ise basit gibi duran inkâr, neticesi itibari ile çok büyük ve zulümlü bir harekettir. Şirkte büyük bir zulüm vardır, ayeti buna işaret ediyor.
Diğer bir husus; nasıl mahkemede suçun yanında bir de kamu davası açılır. Zira mahkeme insanların ortak bir alanıdır. Aynı şekilde küfür ve şirk sadece Allah’ın izzet ve azametine dokunan bir suç değil, ayrıca bütün kamunun da hakkına bir tecavüz olmasından, Allah kafiri cezalandırırken, bütün bu hakları da nazara alıyor ve öyle yargılıyor.
Bin kişinin çalıştığı bir gemide, dümenci vazifesini yapmasa ve gemiyi karaya oturtsa, gemi sahibi o dümenciyi cezalandırırken, diğer gemi çalışanların da hakkını o dümenciden sorar. Dümencinin; ben basit bir dümeni döndürdüm, neden bu kadar üstüme geliyorsunuz, demeye hakkı yoktur. Belki dümeni sağa çevirmek basit bir eylem olabilir, ama neticesinde koca gemi mürettebatı ile batıyor. Demek önem eylemin basitliğinde değil, ondan sudur eden neticenin büyüklüğündendir.
İşte kainat da koca bir gemi gibidir. İçinde, insandan başka, sayısız mahlukat tam vazifesini ifa ediyor. İnsan ise mahiyeti noktasından şu kainat gemisinin dümencisi gibidir. Şayet iman ve ibadet vazifesini terk ederse, bütün kainat gemisinin mürettebatını tahkir ve tezyif etmiş olur. O zaman elbette kainat gemisinin sahibi olan Allah, hem kendine hem de gemi mürettebatına yapılan bu zulmü cezalandırır.
Özet olarak, mevcudatın asıl yaratılma gayesi ve varlıklarının devam etme gerekçesi, Allah’ın bütün isim ve sıfatları ile insana kendini tanıtmak ve sevdirmek istemesidir. İnsanın en büyük vazifesi de bu tanıtmak ve sevdirmek istemeye mukabil iman ile tanımak, ibadet ile de sevmektir. Koca kainatın çarkları insanın iman ve ibadetine hizmet ederken, insanın küfür ve dalalet ile bu vazifeyi terk etmesi, hem kainatın hukukuna bir tecavüz hem de kainatın arkasında asıl aktör olarak çalışan Allah’ın isimlerine bir tahkirdir, bir hakarettir.

6

13.05.2011, 14:29

devam edecek,hele bunu bir okuyalım.

isteyen ,istediği yere yapıştırır.ekler.çıktısını alır.

7

16.05.2011, 10:10

Başa gelen felaketlerin nedeni;imansızlık,ahlaksızlık,ehli dalaletin çokluğu,müminler üzerinde galibiyeti,ehli küfrün azgınlığı,firavunlaşması,Allahı tanımamaları vesaire çok şeyler vardır.Yukarda kardeşlerimizde değinmişlerdir..güzel tespitler,açıklamalar..

4 külli unsur vardır;bunlar su,hava,ateş ve topraktır..

Bu unsurlar aynen cehennemin kafirlere öfkelenmesi gibi,insanların azgınlığına,zalimliğine,Allahı tanımak istememelerine öfkelenmektedir.

Bu öfkelenmelerinde Allahın Kahhar isminin tecellisi görülmektedir...

Asıl öfkelenen kızan -tabiri caizse,bu ifadeleri birşeyler anlaşılsın diye kullandım,Allah bu tabirlerden münezzehdir---Allah(c.c) kendisidir.

Azabıma layıktırlar diyor.

Birde Allah kainata öyle bir düzen ve sistem koymuş ki,bu sisteme ve düzene aykırı olan şeyler derhal tokat yer.Bu sisteme biz Sünnetullah diyoruz...

işte şu örneğe bakınız;taşlar niye düşmüş,niye öfkelenmiş;

Birincisi: Şimdiye kadar gelen semavi taşlar bir iki karış oldukları halde, böyle yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavatın(GÖKLERİN) dinsizliğe karşı bir alamet-i hiddetidir.(ÖFKELENMESİNE DELİLDİR)

Bu bakışla konuyu devam ettirelim..

8

16.05.2011, 10:11

El-Kahhar

"Kudretinin karşısında her şeyi aciz bırakan.”
“Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir galibiyet ve hâkimiyet sahibi.”
“Düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan hale getiren.”
“Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, Kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklardır.” (İbrahim14/, 48)
İlâhî ahlâkla ahlâklanmanın bir gereği de, Allah’ın kahrına hedef olanları kahretmektir. Bu noktada hatırımıza hemen şeytan gelir. İnsan şeytanı kahrettiği nisbette Allah’ın lütfuna mazhar olur. Şeytanı en çok kahreden şeyler ise, “iman, salih amel ve güzel ahlâktır.”
Kalbini, ruhunu ve bütün iç dünyasını böylece güzelleştiren insan, şeytanı kahretme yolundadır ve ilâhî rahmete mazhar olmaya aday demektir.
Nefsiyle, bir ömür boyu yılmadan usanmadan cihad etmek, onun emrine baş eğmemek; küfürden, şirkten, haramdan uzak kalmak; şüphelileri de elden geldiğince terke çalışmak, Allah’ın lütfuna ermenin ve kahrından uzak kalmanın en büyük sebepleridir.
Nur Külliyatı'nda, şöyle buyurulur:
“Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır.”
Kahhar isminin tecellisi, bütün azametiyle Cehennemde kendini gösterecek ve böylece kâfir ve müşrikler, kahır ve perişan olacaklardır.
Allah’ın kahrına uğramanın önemli bir sebebi de, Allah’ın kullarına ve diğer canlı mahlukatına haksızlık ve zulmetmektir. Böyle yapan bir insan, kendisinde kahrın tecellisini istemiş olur.
•••
Kahhâr ismi, insanı isyan ve günahtan men ederek Cehennem azabından uzaklaştırır. Mazlumları da hakkını çiğneyen ve kendilerine bir şey yapamadığı zalimlere azap edileceği müjdesi vererek, rahatlatır. Sorularla İslamiyet-Alaaddin Başar

9

16.05.2011, 10:12

"Kadîr-i Zülcelâl herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor..." Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder?

Yazar: Sorularla Risale, 29-6-2009

Beşinci sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder? Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümul-u kudretine nasıl muvafık düşer?

Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur o vazifeden men edilse, o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir; ve lüzumlu bir hayrı yapmamak şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır—ta birtek şer gelmesin gibi, gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat, kusurdan münezzehtirler. Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette, o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde, “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir. OnDördüncü Söz

Allah, kainattaki bir unsura yüz vazife takmış olsa, bunun doksanı hayırlı ve güzel neticeler verse, ama bir kaçı da bazı küçük zararlara vasıta olsa, o zaman, o unsurun hayrı, zararına galip olmasından, sevk ve faaliyeti gerekli olur.

Şayet Allah, o unsuru birkaç cüzi zararından dolayı men edip, faaliyetinden geri bıraksa, o doksan faydalı ve güzel neticesi kaybolacağından, tam zararlı bir tablo ortaya çıkar. Bu ise Allah’ın rahmet ve hikmetine zıt olur.

Mesela, yağmur unsurunu düşünelim, yağmurun yüz vazifesinin doksan dokuzu insanlığa ve mahlukata faydalı ve güzel neticeler veriyor. Geriye kalan bir kaç zarar ise, yine kendi tedbirsizlik ve dikkatsizliğimizin bir neticesidir. Sel gibi afetlerin, derenin önüne yapılan hanemize zarar vermesi, yağmurun suçu değildir. Kendi suçumuzun bir sonucudur. Kendi hatamız neticesinde selin yıktığı hanemize zarar gelmemesi için, keşke yağmur olmasa idi, ya da yağmasaydı desek, o zaman bir tek zarar gelmemek için külli bir hayır ve faydayı yok etmiş oluruz. Bu da o küçük zarara kıyaslanamayacak kadar büyük bir zarar olur.

Onun için hikmet ve hayır, küçük zararlara bakmaz, neticede hasıl olan külli hayra bakar, ona göre yaratır.

Allah, deprem gibi bir unsura çok hikmet ve gayeler takmıştır. Tıpkı yağmur misalindeki gibi. Ama bu depremin neticelerinde cüzi zarar ve şer gibi duran haller de vardır. Allah, cüzi şerler gelmemek için, bu unsuru hareketten men etmiyor. Eğer men etse, o zaman ona takılan çok hayırlı ve güzel neticeler gidecek ve külli şer olacak.

Deprem, sel, yangın gibi afetler daha ziyade insanların umumi kusur ve yanlışlarına hem bir ceza, hem de terbiye hükmünde olmasından, zahiri olarak rahmet ve cemale uygun düşmüyor gibi görünüyor. Ama, altında çok rahmet ve güzellikler vardır.

Mesela, depremde zayi olan malların sadaka yerine geçmesi, gaflet ve dalalette olanlara bir ikaz olması gibi neticeleri vardır. Aksi takdirde gafletten uyanmayan insanların ebedi hayatları tehlikede kalacaktı. İşte bunun gibi ve daha bilmediğimiz bir çok rahmet ve güzel yönleri vardır. Bunların tahakkuk etmesi o unsurun hareketine bağlıdır. O zaman Allah, neticede hasıl olacak güzellik ve hayırlar için depremin gelmesine müsaade ediyor, cüzi zararlarına bakmıyor, diye anlayabiliriz..

10

23.05.2011, 07:53

"Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumi ve dehşetli âfâtı, nev-i insanın yüzüne çarparak..." cümlesini açıklar mısınız?

Yazar: sorularlarisaleinur ], 25-11-2009


Kainattaki bütün olaylar ve fiiller, Allah’ın bir icraatı, bir tedbir ve iradesidir. En küçük zerre bile onun tedbir ve iradesi olmadan hareket edemezken, nasıl olur da deprem ve sel gibi külli felaketler, tesadüfe ve sebeplere havale edilebilir.

Depremi fay hattının kırılmasına, sel felaketini suyun gelişi güzel akmasına bağlayıp, orada İlahi terbiye ve hikmetleri örtbas etmek ve o azim olayları adi sebeplere havale etmek büyük bir ahmaklıktır.

Halbuki bütün bu bela ve musibetler, Allah’ın hem kainattaki tasarruf ve terbiyesini, hem de insanların inkar ve gafletten gelen zulümlerini tokatlayan birer İlahi ikaz ve ceza olduklarını göstermek içindir. Ama insanlar, inkar ve gaflet gözlüğü ile olaylara baktıkları için, bu ihtar ve ceza manasını göremiyorlar, bu da gafletin derin bir haletidir.

Üstad Hazretlerinin emsalsiz kesilmeyen su ve elektrik dediği şeyler, böyle semavi ve arzi musibetlerin maddi sebepleridir.

Mesela; Allah depremi fayın kırılması ile icat ediyor, seli yağmurun bir iki saat sağanak bir şekilde yağdırmak ile icat ediyor, gökyüzünün kızarmasını şimşek ve başka sebeplerle icat ediyor, dünya savaşını bir prensin öldürülmesi ile icat ediyor vs. Bunlar işin bahanesi ve adi bir sebebidir, hakiki anlamda bunları bize musallat eden ve tasarruf eden Allah’ın irade ve kudretidir. İşte tabiatçılar ve sebebe tapanlar bu noktayı göremedikleri için, böyle azim işleri gayet adi ve basit sebeplere dayandırıyor ve ondan biliyorlar ve küfür gafletinin en kalın bir perdesini gözlerine çekiyorlar.

11

23.05.2011, 07:54

"Kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı..." cümlesini açar mısınız ve bunların zelzele, fırtına ve Harb-i Umumi ile ilgisi nasıl kurulmuştur?

Yazar: sorularlarrisaleinur, 16-12-2009

Cenab-ı Hakk nihayetsiz bir şefkat ve merhamet sahibi olmasından, haşa kullarına zulmetmez. Ancak insan kendisini azaba müstehak kılınca o zaman Allah-ı Zülcelal, kendisi küçük ama, zulmü ve aybı ve günahı büyük insana, zulümlü ve zulümatlı isyanından, kâinat ve külli unsurlar dediğimiz hava su, toprak vb. kızıp bunu neticesinde Cenab-ı Hakk Rablığının külli dairesinde, insanlığı uyandırmak ve dehşetli asiliğinden vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için, benzeri ve misli olmayan üç unsuru deprem, fırtına ve harb-i umumi gibi dehşetli afetlere çevirerek insanın yüzüne çarpıp, hem hikmetini, hem kudretini, hem adaletini, hem irade ve hakimiyetini pek açık bir surette gösterip, onları imtihan etmek ister.

İşte insan bunlara bakıp ders ve ibret alması lazım gelirken, o zalim insan Cenab-ı Hakk'ın sadakatli birer abdi olan hava, su ve elektriğin bu neticelerini kendi küçücük akıllarına sığıştırmayarak derler: "Bu tabiatın işidir ve bir maddenin patlamasıyla oldu. Tesadüfen meydana geldi. Güneşin sıcaklığının elektrikle çarpmasıdır ki, Amerikada bütün makinaları durdurmuş, Kastamonu ve semasında havayı kızartmış, yangın suretini vermiş diyerek manasız laflar etmektedirler."

İşte gerek su, gerek hava ve gerekse elektriği Cenabı- Hakk, âdeta her birini yoktan var ederek, bunları insanların ihtiyacı için göndermektedir. Yeryüzü yağmur vasıtasıyla hayat bulmakta, yağmur yağdırılmadığı vakit hayat adeta felç olabilmektedir. Cenab-ı Hakk yağmurun dizginini bizatihi kendi elinde tutarak, istediği vakitte gönderiyor.

Yoksa insanlar istedikleri vakit yağmur yağıyor değil. Yine Cenab-ı Hak havanın menbaını kendi kabzayı tasarrufunda tutarak bazen rüzgarı estirmez, hayatı dehşetli bir azap yerine dönderir. Ve bazen de rüzgârı estirip insana nefes aldırmaktadır. Âdeta havayı kesip insanların o nimete şükrünü hakkıyla eda etmesi için göndermemekktedir. Elektrik ise ne şarktan ne de garbtan alınmış bir madde değil. Direk Cenab-ı Hakk'ın kudretiyle halk edilmektedir.

Demek ki; her şeyin menbaı Cenab-ı Hakk'ın hazinesidir. Özellikle bunların belirtilmesi ise ehemmiyetlerinden dolayı olabilir. Veya ahir zamanda bunlar üzerinde, özellikle su ve elektrik üzerinde farklı temayüller uyanabileceği yönünde kanaatimiz mevcuttur.

12

23.05.2011, 07:55

"İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli İmân muhâfızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimâli var." İzahı nasıl?

Yazar: sorularlarisaleinur 25-11-2009

"Yedinci sual: Bu hadise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi neyle anlaşılıyor? Ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?"

"Biçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:"

"Biri: Hataları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi."

"İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var. Lâ ya'lemu'l-ğaybe illâllah."(1)

Bazı yerlerde iman hizmetinin az ya da mağlup bir şekilde bulunması, o yerlerin manen korumasız ve emniyetsiz kalmasına vesile oluyor. Nasıl sadaka belaları def edip savuşturuyor ise, en büyük sadakadan daha ehemmiyetli olan iman hizmeti, elbette manevi açıdan maddi belalara karşı bir emniyet, bir set oluyor ve bulunduğu mekan ve zemini muhafaza ediyor.

Bunun tersini düşünecek olursak, bir beldede iman hizmeti yok ya da mağlup ise, orada doğal olarak ahlaksızlık ve imansızlık galip geliyor demektir. Bu da maddi belaların celbine sebep oluyor. O beldede manevi emniyetsizlik hakim olduğu için, belaların kapısı ardına kadar aralanmış oluyor.

Burada mağlup olmak; izafi bir kavramdır, yani güçler dengesine bakar. İmanın küfre mağlup olması demek, orada güçler dengesinin küfürden yana gelişmesi anlamındadır; yoksa iman bütünü ile silinip yok olmuş anlamında değildir.

Mesela; İzmir'de ekseri olarak dine karşı bir lakaytlık ve ilgisizlik hakimdir. Ama bu demek değil ki iman hiç yok ya da ilelebet böyle gidecek. Belli bir dönem manevi dengeler açısından küfür komitesi orayı üs seçip, fikrini oradan yaymaya çalışmış ve dengeleri küfrün lehine çevirince manevi bela ve tokadı kendine celp etmiş demektir. Yoksa o beldede hiç Mümin ve iman hizmeti yok demek değildir.

Muhafız ve hamiler ise, iman hizmetinde bulunan herkestir. O zamanda imanın hizmetinde en mühim kuvvet; Risale-i Nur talebeleri olmuş ve halen de olmaktadır. Ama bu demek değildir ki başka meslek ve meşrep sahipleri bu kapsama girmezler. Her meslek ve meşrep sahibi, gücü ve kapasitesi nispetinde iman ve Kur’an’ın hamisi ve muhafızı olmuşlar ve olmaya da devam ediyorlar.

14.sözün zeyli

13

23.05.2011, 07:57

"Amerika'da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın sûretini vermiş, diye mânâsız hezeyanlar ediyorlar." Burayı açıklar mısınız; Üstad, bu olayı nereden öğreniyor?

Yazar: sorularlarisaleinur 25-11-2009

O dönemde en büyük iletişim aracı radyolardır. Dünyanın öbür ucu olan Amerika'daki olay, elbette ya radyo ya da gazete vasıtası ile bu tarafa akseder. Üstad Hazretlerinin haber kaynağının radyo ya da gazete olması kuvvetle muhtemeldir.

Olayın özetini ve bize yarayacak kısmını zaten Üstad Hazretleri bize haber veriyor, geri kalan kısımları ve tafsilatı hakkında herhangi bir malumat verilmiyor.

Burada asıl maksat; semanın küfre ve kafirlere tahammül edemeyip kızmasını ve hiddete gelmesini, adi ve basit sebeplere verip o hiddeti basitleştiriyorlar.

İşte tabiat bataklığının içinde boğulan kafirlerin, kainatı ve içindeki olayları değerlendirmesi bu kadar pest ve adice oluyor. Deprem ve semadaki böyle büyük işleri ve hiddeti, adi ve küçük sebeplere bağlayarak oradaki azim mesajları imha ediyorlar.

14.sözün zeyli

14

23.05.2011, 07:58

"Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve âdetullah namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder..." izah eder misiniz?

Yazar: sorularlarisaleinur 15-10-2010

Allah, kainatta adetullah kanunları ile iş görüyor. Yani ezeli iradesi ile her şeyi bir kanun tahtında tedbir ve idare ediyor. Ve bu kanunlar sabit ve daimidirler. Allah bu kanunları değiştirip bozmuyor. Böyle olunca, her zaman aynı kanun, aynı netice ile sürekli beraber bulunuyor. Elma sürekli elma ağacı ile geliyor. Yumurta tavuk vasıtası ile gönderiliyor ve hakeza.
Kanun ile neticeyi sürekli beraber gören ruhsuz maddeci felsefe, neticeyi o kanundan bilmeye başlıyor. Yani elmayı elma ağacından, yumurtayı tavuktan zannediyor. Allah belki yumurtayı tavuk aracılığı ile göndermeyi kanun ve prensip edinmiş olabilir, ama icat ve yaratma noktasında yumurtayı tavuğa vermek ahmaklığın en şiddetlisidir.
Bugünkü fen ve felsefe, kainatta cari olan kanunlara bir isim takıp, her şeyin çekip çevirenini ve yaratanını bu kanunlardan bilip, her sanatı bu kanunlara irca etmesi tam bir cehalettir. Üstad'ın burada kast ettiği mana budur. Yani kanunların varlığını hissedip ona bir isim takmak ile her şey çözülüp izah edilmiş olmuyor.
Kainattaki bütün fiilleri ve olayları bu hayali kanunlara vermek ve onların icadı nazarı ile bakmak safsatadır.
Halbuki kainatta cari olan kanunlar Allah’ın her şeyi kuşatan ezeli iradesinin bir cilvesi bir tecellisidir. “Hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti kanunlara ircâ eder,” cümlesinde ise, Allah’ın insanları terbiye ve ıslah için verdiği deprem, sel, afet, gibi bir takım hadiseleri kanunlara verip oradan ıslah ve terbiye unsurlarını görmemek ne denli bir cehalettir, denmek isteniyor. Yani Allah’ın kainattaki terbiye ve idaresini kanunlara irca etmek, yani onlardan bilmek ne kadar ahmakça bir harekettir. Mesela depremi fay hattının kırılması olarak izah edip, arkasındaki Rububiyeti görmemek buna bir örnektir. Halbuki deprem fay hattının kırılması sebebi ile Allah’ın iradesi ile vuku bulan bir hadisedir.

15

23.05.2011, 08:03

“بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا الخ ”

“Şu Sûre kat'iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.”
Zeyle konu olan Zilzal Sûresine göre küre-i arzın hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olmasını nasıl anlamamız gerektiğini kısaca açıklar mısınız?

Bu sure, yeryüzünün kıyamette şiddetle sarsılacağından bahsettiği için bu ismi almıştır. "Zelzele" adıyla da anılmaktadır. Ayetlerin mealleri şöyledir:
Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı, içindekileri dışarıya çıkarıp attığı ve insan, “Ona ne oluyor?” dediği zaman, (1-3)
İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır. (4)
Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir. (5)
O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır. (6)
Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu görecektir. (7)
Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onu görecektir. (8)
Yirmi Beşinci Sözde Kur’an tarif edilirken şu ifadeye de yer verilir:
“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi…”
Kur’an Allah kelamıdır. İnsanın manen terbiyesi ve rızaya ermiş bir cennet ehli olması için gerekli bütün esasları ihtiva eder. Bunun yanında, kâinat kitabının nasıl okunacağını, onda cereyan eden hadiselerin de nasıl değerlendirmeleri gerektiğini ders verir. İşte bu hadiselerin bir bölümü de musibetler ve felaketlerdir. Nitekim, Zilzal Sûresi kâinatın büyük zelzelesi olan kıyametten bahsederken küçük zelzeleleri de hatıra getirmiş olur.
Kur’an ayetleri insana doğru yolu bulmasında bir delil olduğu gibi, kâinatta sergilenen ve tekvini ayetler denilen ikinci tür ayetler de yine insana Rabbini bildirir, isimlerinin ve sıfatlarının tecellilerini ders verir. Kur’an-ı Kerim her iki tür İlâhî ayetleri de fasl etmiş, insanlara açıklamıştır. İşte bu ayetlerden biri de zelzele hadisesidir. Bu On Dördüncü Sözün tamamı bir yönüyle bu ayetin manevi bir tefsiri özelliğini taşımaktadır.
“Küre-i arzın hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar” olmasına gelince: Dünya, kendi iradesiyle değil Allah’ın irade ve kudretiyle hareket ettiği gibi, onda vuku bulan zelzele hadisesi de yine Allah’ın dilemesiyledir. Dünyanın, Nuh Tufanında,
“Ve: ‘Ey arz (yeryüzü), suyunu yut! Ey sema (suyunu) tut!’ denildi. Ve su çekildi ve emir yerine getirildi.” (Hud Suresi, 44)
ayet-i kerimesinde haber verilen İlâhî hitap üzerine suyunu yutması gibi, zelzele ile belli beldeleri sarsması da Allah’ın emri ve kudretiyledir. Küremizin bu emre muhatap olması “vahiy veya ilham” şeklinde ifade edilmiştir.

alaaddin başar.

16

23.05.2011, 08:06

Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?
Yine manevî canibden elcevab: Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً Yani: "Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar."
Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.”
a. Cevapta geçen ayetin tefsiri hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz?
b. Bu meselenin sırr-ı kader ile münasebeti nedir?
c. Musibet ile, İlâhî ceza arasında ne fark vardır?
d. Bu imtihan dünyasında hakikatlerin perdeli olması gerektiği ifade ediliyor. Bu konuyu biraz açar mısınız? Müşrikler Resulullah’ı (asm) evlatları gibi tanıyorlardı deniliyor. Böyle olmakla beraber isyan edip iman etmediler.

a- وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً Yani: "Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar." Enfâl Sûresi, 25
Ayet-i kerimede geçen “fitne” kelimesi, bela ve musibet manasına gelmekte ise de, buna toplumu saran fitneler sebep olur. Bu fitnelerin çok şubeleri olmakla birlikte, genellikle şu beş kaynaktan beslenir:
İmanın yerine küfrün, adaletin yerine zulmün, edebin yerine iffetsizliğin, muhabbetin yerine düşmanlığın, birlik ve beraberliğin yerine bölünmenin ve ihtilafın geçmesi.
Bunların zararı ferdî kalmaz, bütün insanlara dokunur.
Hadis-i şerifte bir geminin dibini delen kişiden söz edilir. Onun zararı sadece kendine ve ona yardım edenlere değil, bu hali görüp de müdahale etmeyene, hatta durumdan hiç haberi olmayana da dokunur.
Tefsirlerde, “Fitne-i amme, yalnız gerçek suçluların değil, onlara müdahale etmeyen, aldırmayan gafillerin de cezasıdır.” buyrulur.
O halde ayet-i kerimede nazara verilen korkma ve sakınma meselesini nasıl anlayacağız?
Bu gibi manevi tahribatlara karşı müslümana düşen görev, öncelikle bu tehlikelerden kendini korumak, yani iman, salahat, takva, ahlâk, adalet, muhabbet ve ittifak çizgisinde bir hayat geçirmek için nefsiyle manevi mücahede etmektir. Bu cihatta başarılı olanlar, başkalarını da bu müspet çizgiye çekmek ve uygun şekilde ikaz etmekle görevlidirler. Bilindiği gibi, “münkerden nehiy” , yani kötülüklerden sakındırmak da farz-ı kifayedir. Bunu yerine getiren kimselerin başarıya ulaşmaları halinde toplum, o fitneden kurtulurlar. Azınlıkta kalıp başarısız olmaları halinde ise, fitne yine gelir, ama bunların uğradıkları zararlar sadaka hükmüne geçer, fitneye sebep olanların ise azapları artar.

b- Kader Risalesinin Üçüncü Mebhasında her şeyin kader ile taktir edildiği ve kadere iman edenin kederden emin olacağı izah edilerek, “Kaderin her şeyi güzeldir.” hükmünün bir bakıma izahı yapılır.
İnsanın bütün organlarının yerleri, şekilleri, görevleri, büyüklükleri ve sair özellikleri hep kader ile takdir edilmişlerdir ve hepsi de güzeldir. Keza, bizi kuşatan âlemin de, havadan sudan, güneşe aya kadar bütün birimleri en faydalı ve hikmetli şekilde takdir edilmişlerdir. Aynen bunun gibi, insanların başına gelen hadiseler, tabi tutuldukları farklı imtihan şekilleri, uğradıkları musibetler de yine kader ile takdir edilmiştir. Bunların sırlarını anlamaktan aciz olduğumuzu ders vermek üzere Kur’an-ı Kerimde . Musa ile il Hazreti Musa (as.) ile Hz. Hızır’ın seyahatlerine yer verilir. Bir büyük peygamberin dahi vakıf olamadığı bu ince sırları anlamamızın mümkün olmayacağı ders verilir.
Yine başka risalelerde, güzellik iki bölümde incelenir: Hüsn-ü bizzat, hüsn-ü bilgayr. Bir şey ya zatında güzeldir, sıhhat gibi; yahut neticeleri itibariyle güzeldir, hastalık gibi. Bizzat güzel olanları herkes rahatlıkla bilir, ama neticesi itibariyle güzelleri bilmenin çok zor olduğu, sözünü ettiğimiz kıssa ile çok güzel ders verilir.

c- Bir önceki soruda bu konuya değinilmişti. Her musibet bir kahır tecellisi değildir. Neticesi güzel olan bir çok musibetler vardır; Allah’ın has kullarının derecesini artırmak, günahkâr kullarının da hatalarına kefaret olmak üzere takdir edilen musibetler gibi.

d- “İmtihan ve teklif gereği hakikatlar perdeli kalıyorlar.
Bilindiği gibi iman gayb için söz konusudur. Sırr-ı teklif gereği Cenâb-ı Hakkın, ne zatı, ne melekleri, ne de ahiret yurdu burada görülmez. Peygamberlerin zatları görünseler bile risalet görevi yine gayba girer. Kitapların da yazıldıkları kağıtlar görünürler ama, onların Allah’ın kelamı olmaları gaybdır.
Müşriklerin Allah Resulünün (asm.) yakinen tanımaları kendisine Muhammed-ül Emin demeleri iman etmelerine yetmemiştir. Nitekim, mucizeler çok açık olmakla birlikte onlar bile iman için zorlayıcı olmamış, çoğu kimse birçok mucizeye şahit olduğu halde onlara sihir diyerek yine inanmamışlardır.
Hissiyat akla galip geldiğinde insan bile bile yanlış yola girebilir. Basit bir meseleyi haysiyet meselesi yapan kişi, muhatabını öldürdüğünde yıllarca hapishanede çile çekeceğini çok iyi bildiği halde, bu bilgi onun katil olmasını önleyemiyor.
Öte yandan, işlenen günahlar kalbi karartarak öyle bir noktaya gelinir ki, Üstadın ifadesiyle o kalbin “hayır ve salahı kabule liyakatı kalmaz.” Böyle birisine ne kadar keramet, hatta mucize gösterilse kalpteki o karanlık, hakikatin görünmesine engel olur.

Alaaddin başar.

17

23.05.2011, 08:13

Deprem ve diğer afetler insanların günahlarıyla alakalıdır diyebilir miyiz? Veya bazen hiç bir alakası dahi olmayabilir mi? Risaleler zaviyesinden bakar mısınız?

Yazar: sorularlarisaleinur 17-2-2011

Evvela; kainattaki küçük bir yaprağın kımıldaması bile bir ismin riyasetinde ve eşliğinde cereyan ediyor. Eşyanın hakikati Allah’ın isimlerinin tecellisinden ibarettir. Diğer bütün maddi kalıp ve formatlar o tecellilerin elbise ve ambalajları hükmündedir.
İkincisi, Allah’ın isimleri, hükümlerinin ve manalarının gereğini yapıp, fiiliyat aleminde görünmek ve tecelli etmek isterler. Nasıl ressamlığa kabiliyetli olan birisi resim kabiliyetini göstermek için önce resim yapar, sonra da o resimleri sergilemek için bir sergi salonu açıyorsa, -temsilde hata olmasın- Allah’ın her bir ismi de kendi hüküm ve manasını görmek ve göstermek ister. Hal böyle olunca Allah bütün isimlerinin mana ve hükümlerinin gereğini icra eder ve ediyor.
Mesela, Allah’ın Şafi ismi kendi mana ve hükmünü gösterip icra etmek için nasıl hastalığı iktiza ediyor ise, Rezzak ismi de açlığı ister. Muhyi ismi hayatı iktiza ederken, Mümit ismi ölümü ve ölüme aracı olan vesileleri ister. Trafik kazasının arkasında, sair isimlerle beraber Mümit ismi tecelli edip hükmünü gösteriyor.
Üçüncüsü, Risalelerde bu konu şöyle dile getiriliyor:
"Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:"
"Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında, tecelliyât-ı celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhafaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur."(1)

Dördüncüsü, bütün bela ve musibetler Allah’ın hem kainattaki tasarruf ve terbiyesini göstermektedir hem de insanların inkar ve gafletten gelen zulümlerini tokatlayan İlahi birer ikaz ve cezadırlar. Ama insanlar inkar ve gaflet gözlüğü ile olaylara baktıkları için, bu ihtar ve ceza manasını göremiyorlar. Bu da gafletin derin bir haletidir. Yalnız, bu musibetleri sadece insanların gaflet ve günahına hasretmek dar bir bakış açısı olur. Nitekim birinci ve ikinci maddelerde farklı nedenlere işaret edilmiştir.
Özetle; felaketleri ve güzellikleri sadece amele ve amelsizliğe indirgemek ve sadece ondan ibaret görmek doğru bir yaklaşım olmaz.. Hatta bazen ehli küfür gayet rahat yaşar ve öyle ölür. Bazen de ehli iman gayet sıkıntı çeker ve öyle vefat eder. Demek musibet ve sıkıntıların yegane sebep ve gerekçesi, amel ve amelsizlik değildir. Amel ve amelsizlik çok gerekçe ve hikmetlerinden birisidir, demek daha makul olur.

18

23.05.2011, 08:17

"Musibet ve şerler ise, Saltanat-ı Rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından,.." cümlesinin geçtiği yeri izah eder misiniz?

Yazar: sorularlarisaleinur 05-10-2009

"Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemîl ve Rahîm-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşîetine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla ve hem, şerli cüz'î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır."(1)

Büyük bir hayrı doğuran kanunun, bazı cüzi şerleri ve zararları da olabilir.

Mesela; yağmurun yağdırılması kanunu büyük ve külli hayrı doğuran bir kanundur. Bu kanun sayesinde sayısız canlı besleniyor ve hayatlarını bu kanun sayesinde idame ettiriyor. Ama aynı yağmurdan bazıları dikkatsizliği yüzünden zarar görüyor. Şimdi yağmur kanunu oran olarak yüzde doksan dokuz hayır ve güzeldir. Yüzde biri de zahiren şer ve çirkin gibi duruyor.

Allah şayet diğer isimlerini hesaba katmadan, sadece şefkat ve cemal isminin gereği için, o yüzde bir şer gelmesin diye bu kanunu kaldırsa, o zaman yüzde doksan dokuz güzellikler ve hayırlar yok olacak, daha büyük bir zarar ve çirkinlik meydana çıkacak ve diğer isimleri de kendi mana ve tecellilerini ifade edemeyecek. Öyle ise Allah, bu külli hayır ve güzelliklere vesile olan kanunun devamına müsaade edecek ve cüzi şer ve zararları da başka türlü telafi edecek. Yani kainatın genel kanun ve sisteminden mağdur olanları özel ilgi ve hususi şefkati ile memnun edip, o cüzi zararları telef ediyor.

Mesela; dikkatsizliği yüzünden derenin ağzına ev yapan bir adam yağmurdan zarar görmüş ise, malı sadaka, canı şehit olur ya da farklı hususi tecellileri ile ona yardımda bulunur. Ama genel yağmur kaidesini asla bozup değiştirmez. Bu misali diğer sahalara da tatbik edebiliriz.

Bu konuyu değerlendir