Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

05.01.2011, 11:42

Burasını Medrese-i Yusufiye biliyorum.

Sekizinci Meselenin Bir Hülasası
……………………………………………………………….
………………………………….
Hattâ diyebilirim ki, benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebepsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde, eğer iman-ı âhiret yardım etmeseydi, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk edecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyaları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki, iman-ı bil’âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahidâne, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Arasıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve rahat-ı kalb ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiyle saded harici girdi; kusura bakılmasın.
………………………………………………….

Said Nursi-Asa-yı Musa

2

05.01.2011, 12:53



[b]Yirmi Altıncı Lem´a

ON BEŞİNCİ RİCA: [1]
Bir zaman Emirdağı’nda ikâmete me’mur ve tek başıma menzilde âdeta bir haps-i münferid ve bana çok ağır gelen tarassudlar ve tahakkümler ile bana işkence vermelerinden hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli Hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim. Ve “hapis ve kabir, bu tarz-ı hayata müreccahtır” diye ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, İnâyet-i İlâhîyye imdâda yetişti; kalemleri teksir makinesi olan Medresetü’zzehra Şâkirdlerinin ellerine, yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden Nurun kıymetdar mecmûalarından her tanesi, bir kalem ile beş yüz nüsha meydana geldi. Fütûhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti.

Bir miktar sonra Risâle-i Nurun gizli düşmanları fütûhat-ı Nûriyeyi çekemediler. Hükümeti aleyhimize sevkettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inâyet-i Rabbânîye tecelli etti. En ziyâde Nurlara muhtaç olan alâkadar me’murlar, vazifeleri i’tibâriyle müsadere edilen Nur Risâlelerini kemâl-i merak ve dikkatle mütalâa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine tarafdar eyledi. Tenkid yerinde takdîre başlamalariyle, Nur Dershânesi çok genişlendi; maddî zararımızdan yüz derece ziyâde menfaat verdi, sıkıntılı telâşlarımızı hiçe indirdi.

Sonra gizli düşman münâfıklar, hükümetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maârif dâiresini, hem zabıtayı, hem dahiliye vekâletini evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikâtiyle o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen Risâleleri müsadereye başladılar. Nur Şâkirdlerinin faaliyetine tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî me’murlar, hiç kimsenin inanmıyacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işâaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahânelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gâyet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç def’a soba yakar ve dâima mangalımda ateş varken, zâfiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir İnâyet-i İlâhîyye ile bir hakîkat kalbimde inkişaf etti.

Ma’nen: “Sen hapse Medrese-i Yûsufiye nâmı vermişsin; hem Denizli’de sıkıntınızdan bin derece ziyâde hem ferah, hem ma’nevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dâirelerde Nurların fütûhatı gibi neticeler, size şekvâ yerinde binler şükrettirdi, herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibâdet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İNŞÂALLAH bu Üçüncü Medrese-i Yûsufiyedeki musîbetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek ve hiddet ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmiyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda, ölümün îdam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, dâimî sıkıntılı azab çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem ma’nevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve dîniyyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun!” diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle “ELHAMDÜLİLLÂH” dedim. İnsaniyet damarıyla o zâlimlere acıdım. “Ya Rabbî! Onları ıslah eyle!” diye duâ ettim. Bu yeni hâdisede, ifademde Dahiliye Vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğu ve kanun nâmına kanunsuzluk eden o zâlimler asıl suçlu onlar olması gibi öyle bahâneleri aradılar; işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insâfa gösterdiler ki; Risâle-i Nur’a ve şâkirdlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divâneliğe sapıyorlar.

Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden me’murlar, birşey bahâne bulamadıklarından bir pusla yazıp ki: “Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş.” O puslayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehdidkârâne “Gel bunu imza et!” demişler. O da demiş: “Tevbeler tevbesi olsun, bu acib yalanı kim imza edebilir?” Onları, puslayı yırtmağa mecbûr etmiş.

İkinci bir nümûne: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zât, atını beni gezdirmek için vermiş, ben de rahatsızlığım için teneffüs kasdı ile, ekser günlerde, yazda, bir iki saat gezerdim. O at ve araba sâhibine elli liralık kitab vermiye söz vermiştim. Tâ, kaidem bozulmasın ve minnet altına girmiyeyim. Acaba bu işde hiç bir zarar ihtimali var mı? Halbuki “O at kimindir?” diye, elli def’a bizlerden hem vâli, hem adliyeciler, hem zâbıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hâdise-i siyasiye.. ve asâyişe temas eden bir vâkıadır. Hatta bu ma’nasız soruşların kesilmesi için, iki zât hamiyeten biri “At benimdir” diğeri “Araba benimdir” dedikleri için ikisini de benimle beraber tevkif ettiler.

Bu nümûnelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki: Risâle-i Nura ve şâkirdlerine ilişenler, maskara olurlar.

O nümûnelerden lâtif bir muhavere: Benim tevkif kâğıdımda sebeb, emniyeti ihlâl suçu yazıldığından, ben daha o puslayı görmeden müddeiumuma dedim: “Seni geçen gece gıybet ettim.” Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise: “Eğer bin müddeiumûmî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umûmîyeye hizmet etmemiş isem üç def’a Allah beni kahretsin” dedim.

Sonra bu sırada, bu soğukta, en ziyâde istirahata ve üşümemeğe ve dünyayı düşünmemeğe muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kasdı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrid ve tevkif ve tazyîka sevkedenlere, fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir inâyet imdâda yetişti. Mânen kalbe ihtar edildi ki: “İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan Kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var ve bu hapiste yiyecek rızkın var. O rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele lâzım. Hikmet ve Rahmet-i Rabbânîyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevab kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır. Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tevbe ile, nefsine “Bu tokata müstehak oldun” demelisin. Hem gizli düşmanların desîseleriyle ba’zı safdil ve vehham me’murları iğfal ile o zulme sevketmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risâle-i Nurun o münâfıklara vurduğu dehşetli ma’nevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter. En son hisse, bilfiil vâsıta olan resmî me’murlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkid niyetiyle bakmalarında, ister istemez şübhesiz îman cihetinde istifadelerinin hatırı için


[2]


[/b]

3

05.01.2011, 12:56

[2]

Düstûriyle; onları afvetmek, bir ulûvvücenâblıktır.” Ben de bu hakîkatlı ihtardan kemâl-i ferah ve şükür ile, bu yeni Medrese-i Yusufiyede durmağa, hatta aleyhimde olanlara yardım etmek için kendime mûcib-i ceza zararsız bir suç yapmağa karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini görecek yetmiş bin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar. Ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i îmaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama kabir, bu hapisten yüz derece ziyâde hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir.

Çünkü; haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar me’murların tahakkümlerini çekmeğe mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zâtın, maslahata binâen hafif tahakkümlerini çekmeğe mecbûr olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşane taltifler, teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı, bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada zaafiyet ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmağa sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, “Neden ayakta beklemiyor?” ihanetkarâne dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden, bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım; pek çok müslümanlar, kemâl-i şefkat ve uhuvvetle merhametkârane bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağıtılmıyorlar. Birden “iki hakîkat” ihtar edildi.

Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim halde hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi kırmak ile Nurun fütûhatına sed çekilir diye, ba’zı safdil resmî me’murları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârane böyle muameleye sevketmişler. Buna karşı İnâyet-i İlâhîyye, Nurların îman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o bir tek adamın ihanetine bedel, bu yüz adama bak! Hizmetinizi takdir ile şefkatkârâne acıyarak alâkadarane sizi istikbâl ve teşyî ediyorlar. Hatta ikinci gün, ben müstantık dâiresinde müddeiumumun suallerine cevab verirken, hükümet avlusunda mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemâl-i alâka ile toplanıp lîsan-ı hal ile “bunları sıkmayınız!” dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir îman ve saadet-i bâkıyeye bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risâlelerinde aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz şahsıma, îmana bir parça hizmetkârlığım için haddimden çok ziyâde iltifat gösteriyorlar.

İkinci hakîkat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kasdiyle tahkirkârâne aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakîkatın ve nesl-i âtinin takdirkârane alkışlamaları var, diye ihtar edildi. Evet komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyyet-i umûmîyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı Risâle-i Nur ve şâkirdleri îman-ı tahkiki kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor.

Emniyyeti ve âsâyişi te’mine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dâir bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri ma’nevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İmân-ı tahkikî ile; Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti te’mine çalışıyorlar.” Bunun bir nümûnesi Denizli Hapishânesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risâlesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyâde o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi bir uzuv olmaya başladı. Hatta resmî me’murlar, bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız; tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız. Onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.” İşte bu mâhiyette bulunan Nur talebelerini, emniyeti ihlâl ile ittiham edenler, herhalde ve gâyet fena bir sûrette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmiyerek anarşistlik hesabına hükümeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz; mâdem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhânesinde yolcular gâyet sür’at ve telaşla kafile kafile arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir sûrette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlûm ehl-i îman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, îdam-ı ebedî dar ağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler, bâkî ve elîm elemlere dönecek.

Maatteessüf gizli münâfık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakîkat-ı İslâmiyete ba’zan “tarikat” nâmını takıp ve o Güneşin tek bir şuâı olan tarikat meşrebini, o Güneşin aynı gösterip, hükümetin ba’zı dikkatsiz me’murlarını aldatıp, hakîkat-ı Kur’âniyeye ve hakâik-i îmaniyeye te’sirli bir sûrette çalışan Nur talebelerine “tarikatçı” ve “siyasî cem’iyyetçi” nâmını vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar. Biz; hem onlara, hem onları aleyhimizde dinliyenlere, Denizli Mahkeme-i Âdilesinde dediğimiz gibi deriz:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakîkata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, Hakîkat-ı Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmiyecek ve vazife-i kudsiye-sinden vazgeçmiyecekler İnşâallah!”

İşte ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve me’yusiyetlere, îmandan ve Kur’ândan imdâda yetişen kudsî teselliler ile bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Husûsan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati, on saat ibâdet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekliyen bir adama ne kadar medâr-ı şükrandır, o ma’nevî ihtardan bildim. “Hadsiz şükür Rabbime” dedim; ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünkü: Ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevâli elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, ba’zı günahları yerinde bırakır, fâni olur gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zevâl-i elem bir ma’nevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibâdet sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara keffaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükür etmelidirler.

Bu konuyu değerlendir