Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

08.07.2010, 13:16

Otuzuncu Söz-Ene Risalesi

Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur’ân-ı Hakîmin
mühim bir tılsımını halleden

Otuzuncu Söz

Ene ve zerre’den ibaret bir elif, bir nokta’dır.


Şu Söz İki Maksattır. Birinci Maksat ene’nin mahiyet ve neticesinden, İkinci Maksat zerre’nin hareket ve vazifesinden bahseder.
Birinci Maksat







“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.” Ahzâb Sûresi, 33:72.

Tefsilerde yükümlülük almak..hak ve hukuklara riayet etmek..İrade sahibi olmak..Sair mahluklar ve mevcudlar gibi fiillerinde bir irade-i külliyenin emri altında işlemek sevk olmak gibi hallerinin ahvaliyle değil..irade-i cüizyyesiyle tercih edici ve bütün mahlukata nazır ve müfettiş rutbesiyle halife-i arz adı altında mesuliyetli bir mahiyet manasında zikredilmiş..
Buradan aldığımız ders ile;
İrade-i cüziyyesi İrade-i külliyenin tahakkukuna şartı adi olmuş..Yani talebi matluba münasip ve şeraite müstaid itaya uygun şeriatide istilzam ettiğine mukabil İrade-i külliye tarafından o isteği ona verilmiş..Dolayısıylada mesuliyet kendisine ait olmuş..Alakadarlık dairesinin genişliği ise hilafet ile ifade edilmiş..İnsan mahiyetinde derc edilen hassas mizan ve nazari ve hissi letaif ve bağlandığı merkezler ile istila ettiği alemler istidat ile ve itaat şeklinde inbisat eder ve hacmi mutabıkla uygun bir vaziyet gösterir.
Hem inaç gereği yani emaneti uhdesine almış olmakla o vazifenin gereği ile hareket etmek yükümlülüğü..
Ubudiyet noktasında farzların yerine getirlmesi..
Mahiyet ve kabiliyet cihetinde ise bu dersin muhtevasi içindeki anahtarlar yürümeye çalışacağımız mühim görev ve mazhariyetlerinin de gereğinin yapılması…
Şuur ve idrakinin iz’an ve aklının niteliği ile ve özelliklerindeki hassalarla tenasüb-ü efal içinde bulunması…
Hem hukuk nevinin bütün varlıklara ait olan hayat ve şeriate mutabık vechini kabul..emir ve yasakları takdir etmek ve bilmek ve uyumluluk ile müdahil ve bilerek nazır ve şahit olmak…
Ve bunu cebri yani zorunlu bir emirle değil..Hoşnutlukla kabul etmek mansında Kal-u belada geçen fıtri muhaverenin ruhani tecelliyat-ı terennümünde (bela) diyerek rıza ile emaneti almak..zira imtihanın müreccih iradenin kaderi hükümlerin takdiri haritasında kendine verilen özgürlük tercihi ile yaşamasının zahirende görünen yönü,insanın bu dünya üzerinde emanetine aldığı kuvveler ile hayatını sürdürdüğü gayet bedihi görünmektedir..hayra ve güzele veya kötüye sarf etmesiyle ortaya koyduğu manzara ve neticelerinin hakikatiyle bu emanetin büyüklüğünüde göz önüne serer..Bütün kainatın vazifedarlığı içinde ve bütün mevcudatın emr-i ilahiyeye ram olmuş işleyişine dikkat edilse..Güneş ve aylardan yıldız ve atomlardan mevsimlere kadar her şeyin kemal-i inkıyadı ve insanın bütün bunlara mukabil uhdesindeki emanet ile bu alemlere olan muhatabiyetinin azameti de belli olur..Nasıl ki bu cihetle,İnsan vazifesini yapmazsa, mahiyetine koyulmuş bu özellikleri ve yükümlülükleriyle hareket etmese..bütün görevlerini yapan ve emanet kendilerine teklif edildiğinde onun bu içerik ve sorumluluk ve büyüklüğünden korkup almayan..Bir nevi biz,mazhariyet-i esmada mahiyeti istidadımızda bulunacağız bu gayet ağır bir yüktür deyip çekinen bu dağlar göklerin yerlerin yerine, bu muhatabiyeti ve sorumluluğu gönüllü olarak kabul eden ve ona rağmen görevsizlikle mukabele eden bir insanın cinayetinin ve ondan sorulacak hukuki haklarında çokluğu da kendini mevcudat adedince gösterir…Çünkü dağların yerlerin göklerin çekindiği bu yükün gereği hamelelik yapılmamasının neticesinde;
Emanete hıyanet gibi, yükün ve vazifenin büyüklüğü nisbetinde bir ceza bir mukabele vardır..dava çok büyük davacılarda çok kesretlidir hayli çoklukladır.İşte insan nevi hem başlangıç hem de sonuçları itibariyle bunu yüklendi.
Ayetin sonunda zikredilen zalûm ve Cehûl ile ifade edilen manalar ise;
Zalûmiyet itibariyle:Zulme haksızlığa yatkın ve emaneti yüklendiği halde vazifesine dikkat etmeyen akıbeti düşünmeyerek kendine yazık ediyor..
Cehûliyet itibariyle ;
İddiası gibi her şeyi bilir her şeyi anlar irade ve iktidar sahibi değil..gayet aciz her şeye muhtaç,her zaman medet almaya bir şeylere dayanmaya ihtiyaç sahibi..gayet aciz ve fakir bir varlıktır..Bu nedenle mahiyetindeki emanetin anahtarını çevirmediğinde hadsiz belalar onu bekliyor..Bunu dahi düşünmeyip gaflet ile hiç bir şey yokmuş gibi hayatına devam edip nefsi emaresine mağlup olup akibetinden de gafil olsa gayet cahil bir mahluktur.O cihetle kendine zulmediyor…

Üstadımız Bediüzzamanın ifade ettiği şu cümle-i hakikat ile konumuza devam edelim inşallah..
Diyor ki:

“Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.”Sözler…

Evet;

ŞU ÂYETİN büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi ene’dir.

Üstadımız diyor bu ayet büyük bir hazinedir bir tek cevherine işaret edeceğiz.. Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin birçok yönünden bir teki bir ciheti ENE’dir..Yani BENLİK’tir…

Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikate girişmeden evvel, o hakikatin fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz.
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

2

08.07.2010, 13:16

Benlik hadisesi benlik konusu varlık ve neticeleri itibariyle ,Âdem A.S zamanından beri..Yani insanlık tarihinin başladığı günden beri..İnsaniyet aleminin etrafına dal budak salan nurani yani aydınlık nurlu bir cennet ağacı ile müthiş dehşetli bir cehennem ağacının çekirdeğidir..Bir yönüyle nurlu cennetteki tuba ağacının neticesini veren bir yönüyle de cehennemim zakkum ağacının çekirdeği hükmünde bir özellik içermektedir…
Bu büyük hakikate girişmeden evvel,o hakikatin anlaşılmasını kavranmasını kolaylaştıracak bir giriş ifade edilir..


Şöyle ki:

Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar.

Benlik,Gizli hazine olan Allah’ın CC isimlerinin anahtarı olduğu gibi..Kainatın anlaşılması zor sırlarının bir anahtarı olarakta kavranması zor bir meseledir.Hayret verici bir gizemdir.O benlik özelliğinin bilinmesiyle o garip anlaşılması zor olan şeyler ve o şaşırtıcı sır olan benlik ile açılır ve kainatın tısımını ve Allah’ın zât, sıfat ve isimlerini ifade eden âlem olan ve Âlem-i Vücup denilen aleminde Hazinesini açar…

Şu meseleye dair, Şeme(Mesnevî-i Nûriye’de yer almaktadır) isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:

Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.


Üstadımız diyor..Alemin anahtarı insanın elindedir ve nefsine yani benliğine takılmıştır..Bu ifade çok enterasandır” Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır.”Demek her şeyin görünen yüzü belki ilk açılacak kapısıdır..Aynısı değil onun mahiyetinin sadece bir penceredir..Hadler hükümler ön yargılar peşin kanatlar o kapıların tanımlanmasıyla ilgili sadece bildim demek adına var olan vehimlerdir.Evet,Cenâb-ı Hak emanet cihetiyle,yani içinde bir çok hukuk olan,sonradan alınmak üzere,korunması kollanması için veya bir maksad bir netice için onun tasarrufuna emanet edilmiş verilmiş “benlik”namında öyle bir anahtar vermiş ki,alemin bütün kapılarını açar..Ve öyle tılsımlı sırlı bir enaniye vermiş ki;Hallâk-ı Kâinatın..yani, kâinatı ve içindeki herşeyi yaratan Allah’ın gizli hazinelerini onunla keşfeder bulur…Fakat ene,kendiside gayet muğlak ve muamma açılması, zor bir tılsım bir gizemdir.Eğer onun hakikî özelliği ve yaratılış sırrı bilinse,kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.

Neden açmak açılmak lazım dersek..Üstadımızın bir sözü hatıra geldi onu ekleyip devam edelim inşallah;


insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.
Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır”
İnsanın vazife-i fıtrîyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir.”

Evet kaldığımız yerden devamla;

Üstadımız diyor;

Şöyle ki:

Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.

Evet dersimiz kendi mahiyetini keşfedecek ve onunla kunuz-u mahviye olan Hazine-i Esma-i İlahiyenin kapılarını açacak olan yolculuğuna başlıyor..Rabbimiz istifademizi arttırsın..Nefsini bilen ve emaneti bi hakkın yerinde kullanıp yerine yüzünün akıyla yerine sahibi hakikisine teslim edenlerden eylesin..Amin…

Evet şöyle söylüyor;

Her şeyi bir hikmetle ve sanatla yaratan Allah,insanın eline yani tasarrufuna yani kullanması için emaneten, Rububiyetin.. yani; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının, ve bu sıfât ve Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özelliklerini gösterecek, tanıttıracak işaret ve örneklerinin bulunduğu, toplandığı bir Ene vermiş.
Ve o benlik bir ölçü birimi olarak, Rububiyetin vasıfları, nitelikleri, ilâhlığın şe’nleri, kutsal özelliklerini bilsin.Fakat bu ölçü birimi, bu kıyaslama anlama ölçütü hakikaten var olması gereken lazım bir şey değil.Geometrideki gibi farazi yani farz edilmiş ,hayali var sayılmış çizgiler gibi,o farz ve zan ile bir ölçü birimi oluşturabilir..İlim ve bizzat gerçekleşmesi hakiki varlığı lazım değil..

Evet,yaratılış amacı bu olan ve bu ölçü ve kıyaslamalarla kendine verilmiş emanetin kullanılmasında kendisine hilafet ile bir makam ve sonsuz bir saadet akıbeti vaad edilen insan için, adem alemlerinden vucuda gönderilmek vucud sahrasında hale uğratılıp geleceğin müzeyyen bağlarına yaptırılan bu seyehat şerefi ebediyen kafidir..hem mahiyeti bir ölçü bir ayine olan bir mazharın haddi zatındaki zaaf ve özelliğindeki acz ve bu yapılan ihsan o emaneti ve emanetle uhdesine verilmiş sair letaifi Seyidini hoşnut edecek, razı edecek bir hal ile istimal etmesi gereği akıl vicdan ve kalptir..Yoksa zaten fenaya gitmekte ve elinde hiç bir şey kalmamaktadır..Çünkü insanın gerçeği nihaysiz bir acz ve fakrdan terkip edilmiş bir macundur…Üstadımız bu dersimizin içinde bu meseleleri gayet şümüllü bir şekilde izah ediyor..

Evet, devamında konuya bir sual giriyor şöyle ki;

Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının marifeti enaniyete bağlıdır?

Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir.

Çünkü;kayıtsız sınırsız kapsamlı ve kuşatan bir şeyin sınırı,ve sonu olmadığından,ona bir şekil verilemez ve üstünde bir suret ve bir belirleme vermek için hükmedilmez ona hakim olunmaz..Çünkü sınırlı olana sınırsızı anlayamaz…Karanlık olmadan sürekli olan bir ışık bilinmez ve hissedilmez..Ne zaman hakiki yani gece olsa veya elektrikler kesilse o karanlık hakiki gözümüzü kapasak dışarıdaki aydınlığa bir had çekemez kendimize gece yaparız bu da vehmidir..Böyle bir hale maruz kalınsa veya böyle yapılsa o zaman ışık bilinir karanlık onun varlığını bildiren bir levha olur…


İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.

İşte,Cenab-ı hakkın ilim ve kudret,hakîm ve Rahim gibi ..yani ilmi kudreti hikmeti ve merhameti gibi vasıfları ve isimleri sınırsız her şeyi kuşatmış kavramış olduğundan ve İcraat ve Rububiyetinde muinsiz şeriksiz olduğundan zıddı niddi olmadığından onlar kıyaslayacak bir şey bulunmadığından ne oldukları mahiyetleri bilinmez ve hissolunmaz..Evet madem öyle hakiki olarak bir hadleri ve nihayetleri yani sonları bir kalıbları yok,tanımak ve bilmek için farazi ve vehmi yani olmadığı halde var sayılan bir haddi çizmek lazım geliyor.Bunu da Enaniyet yapar diyor üstadımız..kendini bir mikyas bir ölçü olarak değerlendirdiğinde;

Zatında bir rububiyet-i mevhume, yani gerçekte olmadığı halde varmış gibi kabul edilen rububiyet..
Bir malikiyet..yani,bir sahiplilik..
Bir kudret..yani,güç iktidar ve bir ilim tasavvur eder düşünür hayal eder..Bir çizgi çizer..Onula o kavramış ihata etmiş sıfatlara bir mevhum,yani hakikatte olmayan farazi bir had, sınır belirler..

“Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.

Şimdi gelecek örnekte bu konuyu değerlendiriyor ve diyor;

Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar. Ve zâhir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî san’atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i san’atını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir.

Kendi tasarrufunda olan mülkünde ..evinde işinde gibi..O asıl olmayan ve Hakiki rububiyetin onun mahiyetinde marifet yani bilinmek için var olan tecellisi ile..Mümkünat dairesinde.. yani : kâinat dairesi; varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah’ın var etmesine bağlı olan dairede Yaratıcısının Rububiyetini Rabliğini terbiye ediciliğini anlar..O görünüşteki sahipliliği ile Hâlıkının hakiki sahipliliğini anlar.. “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der.O küçük ilmiyle Allah’ın ilmini anlar..O kisbi sanatçılığı ile yani çalışarak elde ettiği yaptığı o eseri ile, herşeyi san’atlı bir şekilde yapan, sonsuz haşmet sahibi Allah’ın, benzersiz güzellikte meydana getirdiği sanat eserlerini anlar… Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der.Böylece Cenâb-ı Hakkın bütün yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özelliklerini bir derece bildirecek,gösterecek binler sırlı durum,vasıf ve hissiyat,duygular,enede yerleştirilmiş mahiyetine konulmuştur.
Onbirinci söz bu mahiyetin mazhar olduğu içerik ve hilkatindeki nitelik ve nedenlerin ve vazifelerin talim ve terbiyesinde çok ehemmiyetli bir derstir..
Bu yaratılışın en ehemmiyetli hikmetlerinden birisi için Üstadımız o sözde temsil lisanıyla bakın nasıl söylemiş;
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

3

08.07.2010, 13:17

Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammâsını ve hakikat-i salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazîneleri vardı. Hem o hazînelerde her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem, gizli pek acâib defîneleri varmış. Hem, kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mahareti varmış. Hem, hesabsız fünûn-u acîbeye mârifeti, ihâtası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı varmış.

Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin.

Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin:

Bir vechi, bizzat nazar-ı dekâik âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.
İşte bu hikmet bu mahiyette ve hakiki sebeblerin ittifakıyla bu maksad-ı alaya hizmet eden bir istidat vücüda getirilmiş…
Hem ikinci şuada bir ince sır içinde ifade ettiği bir muazzam hakikat ile bu manaya bir büyük pencere açar..

Orada der:

meselâ, gözü veren Zat, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.


Hem esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî mânâlara şehadet eder.
Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda aynadarlık edip, yine zaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ, sair evsafına şehadet eder.
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

4

08.07.2010, 13:18

Evet İnsan bu iki vechin bir cihetidir..gayr nazarı denilen mananın menfezidir.Bu cihetle ve hayatıyla esma-i ilahiyeye ayinedarlık etmektedir.Hem kainattan süzülmüş bir hülasadır…Şu alemin Bir küçük misali bir fihristesi bir numunesidir.

Otuz ikinci söz otuz birinci pencerede İnsanın Esma-i İlahiyeye olan ayinedarlık vecihleriyle ilgili ile de gayet güzel izah ve bir ders bulunmaktadır..Aslında Risale-i Nur’un mizanları talim ve dersleri bu iki bir birine mukabil mahiyetin ve dairelerin marifet say ile doludur..Ve Risale-i Nur Kendini tanıttırmak isteyen ve tanımak kabiliyetinde halk edilen insanın bu bilmek ve gereğini yapmakla elde edeceği itminan ile hedef noktasına doğru yürüyüşü istikametle teçhiz etmek üzerine müessestir.ve alemi şehadetin yüzünde müşahade edeilen marifeti bütün asarı vahdet namına zapt edip ders verirken..O azimet altında insanın dar istidadının haşyet içinde kalıp aklına sığışmazlığını sırrı Ehadiyet içinde..İnsanın mahiyet aynasında bütün esmasıyla mütecelli bir kurbiyetin İmani ünsiyeti ile tesisi ettiği bir inanç ve kanaat dünyasınıda tesbit eder.

Emirdağ lahikasında geçen bir başka ifadeyle üstadımız buyurmuş;


Evet ben, Hülâsatü’l-Hülâsa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nevin lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o cami mikyasda, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmâyı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki âyinesinde hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır ve(Muhakkak ki Allah, insanı Rahmân sûretinde yaratmıştır.”Hadis-i şerif) hakiki bir mânâsını anlar. Çünkü, Cenâb-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murat, sîrettir, ahlâk ve sıfâttır.
Evet;

Demek ene, âyine-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki, o elif’in iki yüzü var:

Demek insandaki benlik,bir ayna gibi ve bir ölçü birimi özelliğinde ve eşyanın niteliklerini ve miktarlarını ortaya çıkaran bir alet ve mânây-yı harfi gibi,yani kendisini değil ustasını,sanatkarını sahibini gösteren tanıttıran bir mana,İnsaniyet vücudundan kalın ipinden şuurlu bir tel,beşeriyetin güzel giysisinden ince bir ip ve İnsanoğlunun şahsiyet kitabından bir elif…

İnsaniyet vücudundan şuurlu bir tel bu manayı inşallah biraz tefekkür edelim..

Bu ders ile hatta bütün dersler ve o dersler neticesinde hasıl olması hakiki kulluk ve yaratış sırrı ve vazife-yi hakikiyenin ne olduğu gibi meselelrin toplu olduğu ve gayesindeki hareketliliğinin Saiklerini kendi yolcularını ..semiğna ve atağna diyen taife-yi ebrar kafilesini maksadı alaya isalesi sevk-i fıtrisinden anlaşılan ve yukarıda da ifade edilen onbirinci söz ayinesinden dersimize bir pencere daha şu cümleyle aralayalım..Üstadımız demiş;



İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki Cenab-ı Hak bütün esmasını insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” (sözler).

Burada dikkat çeken bir husus da şu..İnsanın nüsha-i camiasında ve mahiyetinin yazısında ve fıtratına derc edilmiş program ve planınında “Cenab-ı Hakkın bütün esmasının mazhariyetine, İnsanın Nefsidir deniliyor..yani Bütün esma-i ilahiye İnsanın nefsinde mütecellidir..Yani İnsan bütün esma-i ilahiyeye en cami bir ayinedir..Ve Allah CC o isim ve sıfat ve şuuanatının özelliklerini İnsanın nefsi vasıtasıyla İnsan ihsas ediyor,gösteriyor bildiriyor…
Ve insanı meleklerden ayıran ve bu ayinedarlıkta cismani olarak alakadar olduğu..ve ihtiyaç duyduğu bütün hacetleriyle beraber..Tanıttırmak ve sevdirmek ve nimetlendirmek ve Yaratılış harikalığının ihsan ve keremin ve cömertlik ve bedi’liği ile orataya çıkarılan her şeyin sahibi ve malik-i hakikisinin takdir tesbih tahmid tefekkür gibi mukabeleyi, kulluğun iktizası ve hilkatin marziyatı olarak vaz etmiş bir kudret bu maddi ve manevi muktazileri mecz etmiş ve bir meşhergah açmış..İnsanı istifadeye ve şükre ve düşünmeye yani biirnci sözde ki ifadeyle..zikre fikre şükre davet etmiş.Bu cismani muhatabiyet ve vücüdü mazhariyetinin şuurunu gerektiren ..düşüncemize şuurluluğu telkin eden bu harika sistemin birbiriyle olan irtibatında ki maslahat..ilim hikmet ve kudretin işleyişidir..Belki daha karip daha yakın..yakından da yakın bir marifeti iman ile eline vermek kalbine işlemek hem de Rububiyetin ihatasının zerereden kürelere kadar hiçbir şeyin ondan gizli kalamayacağını en gizli şeylerdeki tasarrufuylada gösteren ve her şeye her şeyle her şeyden daya yakın olduğunu yakine ifade eder bir özellikte müşahade ediliyor..bu manaya nurların ışığı ile biraz daha bakalım..


Evet,demiş ki;

Esmâ-i İlâhîyenin en cem’iyyetli âyinesi cismâniyettedir.
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

5

08.07.2010, 13:19

Allah’ın güzel isimlerinin kendini gösterdiği en geniş en özellikli ayine cismaniyettedir.
Ve hilkat-ı kâinattaki makasıd-ı İlâhîyyenin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir
Kâinatın yaratılışındaki İlahi maksadın en zengini ve kendini ifade edip bir faaliyet ve hareketlilikle dile getirdiği daire cismaniyettir.
Ve ihsanât-ı Rabbânîyyenin en çok çeşitleri ve rengârenkleri cismaniyettedir.
Ve rabbimizin ihsanlarının en çok çeşitleri..meyvelerden balıklara balıklardan sair mahlukata..baharlara çiçeklere hava ve suya gibi..Ne ile alakadar sak ve nekadar şeyle yaratılışımız gereği ilgiliysek bunların en kesretli renklerine mazhar olan cismaniyettir.
Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlık’ına karşı duâlarının ve teşekküratının en kesretli tohumları yine cismaniyettedir.
Ve İnsaniyetin ihtiyaç dileriyle Hâlıklarına karşı duaların,teşekkürlerin en çok olan tohumları cismaniyettedir..Evek küçük bir hediye almak,ihtiyacımız olan bir şeyin bize ulaşması..sevdiğimiz şeylerin muhafaza ve afiyetlerini ifade eden ilaçtan selam kadar her şeyin kabulünde bir vucudi temas vardır..Kitabın gözle okunması..Kur’anın dil ile terennüm edilmesi..Kulağın hal,komut konum itibariyle mukteza-yı hale mutabık şekilde işitmesi..Vucudun o duymakla yönlenmesi..Elin hacete uzanması..istimal ve istifadeden sonra bir şükrün o cismani zarfın içinden kıraarta gelmesi gibi..Bütün işin hikmet ve illet yani hakiki gayelerine ait neticeleri o mütenevvi eşya ile münasebattar kılınmış..Şehadet bir kılıcın ucuna bağlanmış gibi..ve sair enva-ı bir emir ve talim edilmiş bir hakikat üzere olmakla yaşamak ve ölmek gibi..Dualar teşekkürler nazmedilmiş ve muhatap edilmiş hacetlerin bir birini bulmasıyla hadsiz nimetlerinde bir nüvesi olmuş..


Mesela üstadımız demiş;

Burada "Elhamdülillah" dersin, orada "Elhamdülillah" yersin...İşte nimet üzerine söylenen bir şükür kelimesi ahrette bir cennet meyvesi şekliyle tecessüm ediyor İhsan-ı şahene tarından bekaya mazhar olan bir nurlu kelime oluyor…
Ma’nevîyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir.
(Asayı Musa, 1. Kısım, 8.Meselenin Hulasası)


Evet;yukarı satırda bir nebze işaret edilen bu hakikat için burada da ..İnsanın azalarının kullanımındaki ölçü ve mahiyetlerini emredildiği doğrultuda kullanmakla muhtevi oldukları neticelerin hakikati cismani olan bu faaliyetin arka planındaki manevi müreccih ve sevk merkezinin hasıl olan o netaicin uzantılarının ebede kadar mizana kadar uzanan sonuçlarının irtibatları hakikatidir.

Burada altıncı sözün son bölümünden birkaç şeyi eklemek ihtiyacı hissedildi;

"Mâdem herşey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu?" deyip, düşünürken birden semâvî Sadâ-yı Kur'an işitiliyor. Der: "Evet var. Hem, beş mertebe kârlı bir Sûrette güzel ve rahat bir çaresi var."
Sual: Nedir?
Elcevab: Emaneti, sahib-i hakikîsine satmak.. İşte o satışta, beş derece kâr içinde kâr var.
Birinci kâr: Fâni mal, beka bulur. Çünki Kayyûm-u Bâki olan Zât-ı Zülcelâl'e verilen ve onun yolunda sarfedilen şu ömr-ü zâil, bâkiye inkılâb eder, bâki meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zâhiren fena bulur, çürür. Fakat Âlem-i Bekada, saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve Âlem-i Berzah'ta ziyâdar, mûnis birer manzara olurlar.
İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor.
Üçüncü kâr: Her âza ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînânesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bîçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz'ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikî'sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, Saadet-i Ebediyyeye müheyya eden bir Mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.
Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız Bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni'-i Basîr'ine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki Mu'cizât-ı San'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm'ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide nâmına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabri- kasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîm'e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zâika, Rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve Kudret-i Samedâniyye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede... Kâinat anahtarı nerede... Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvâd nerede... Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede... Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede... Hazine-i hassa-i Rahmet nâzırı nerede...
Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzaları kıyas etsen anlarsın ki: Hakikaten mü'min Cennet'e lâyık ve kâfir Cehennem'e muvafık bir mâhiyet kesbeder. Ve onların herbiri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü'min, îmanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istîmal etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır.
Dördüncü Kâr: İnsan zaîftir, belaları çok. Fâkirdir, ihtiyacı pek ziyâde. Âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl'e dayanıp tevekkül etmezse ve îtimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azâb içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.
Beşinci kâr: Bütün o âza ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, Cennet yemişleri Sûretinde sana verileceğine; ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler.
İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret içinde hasârete düşeceksin.
Birinci hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve hevâ ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi' olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.
İkinci hasâret: Emanette hıyânet cezasını çekeceksin. Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.
Üçüncü hasâret: Bütün o kıymetdar cihâzât-ı insâniyeyi,
hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i İlâhiyyeye iftira ve zulmettin.
Dördüncü hasâret: Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zevâl ve firak sillesi altında daim vâveylâ edeceksin.
Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediyye esâsâtını ve Saadet-i Uhreviyye levazımatını tedârik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel Hediye-i Râhmniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir Sûrete çevirmektir. Şimdi satmağa bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar. Yok, kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlahiyye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, târif edilmez. Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.
Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabûl et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı...
Amin…

Evet bu Cisamiyet Hakkında Sözler/Yirmi sekizinci söz’de bir sual cevap var onu da ekleyelim inşallah:

Sual: Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin ebediyetle ve Cennet'le ne alâkası var? Madem ruhun âlî lezaizi vardır; ona kâfidir. Lezaiz-i cismaniye için, bir haşr-i cismanî neden îcabediyor?

Elcevab: Çünki nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır; fakat masnuat-ı İlahiyenin bütün enva'ına menşe' ve medar olduğundan bütün anasır-ı sairenin manen fevkine çıktığı gibi.. hem kesafetli olan nefs-i insaniye; sırr-ı câmiiyet itibariyle, tezekki etmek şartıyla bütün letaif-i insaniyenin fevkıne çıktığı gibi.. öyle de,

cismaniyet; en câmi', en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esma-i İlahiyedir.

Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir.

Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, rızk zevkinde enva'-ı mat'umat adedince mizanlara menşe' olmasaydı; herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem ekser esma-i İlahiyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevkedip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir.

Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidadlar, yine cismaniyettedir.

Madem şu kâinatın Sânii, şu kâinatla bütün hazain-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyat-ı esmasını bildirmek ve bütün enva'-ı ihsanatını tattırmak istediğini; kâinatın gidişatından ve insanın câmiiyetinden, -Onbirinci Söz'de isbat edildiği gibi- kat'î anlaşılıyor.

Elbette şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği mahsulâtın bir meşher-i a'zamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir.

Hem cismanî, hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir. Ve o Sâni'-i Hakîm ve o Âdil-i Rahîm; elbette cismanî âletlerin vezaifine ücret olarak ve hidematına mükâfat olarak ve ibadat-ı mahsusalarına sevab olarak, onlara lâyık lezaizi verecektir…

Denilmiş…
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

6

08.07.2010, 13:21

Demek ki bu alimane tanzim şuurlu bir mizanı fıtratı beşerde halk etmiş..bu fıtri irtibatlar ve şuurla yapılan işler vucudu insanıyeti giymiş, nefsi beşeriyeye şuurda vermiş..Bilerek isteyen, menfaatli şeyleri talep eden, lezzet alan, mukabele eden kısaca etiyle kanıyla canıyla,fikriyle hesaplarıyla,ölçücükleriyle ve alakadar olduğu dünya-ukba her şeyle birlikte yaşayan bir mahiyet ortaya çıkartılmış.
Ona verilen kuvvelerin kullanılması emredilmiş hayırlar ve hayırlarda istimal edilen bütün ecza ve o azaların karşısında onlarla ilgili olan şeylerdeki tenasüp..sevk ve tercihte bir şuuru iktiza etmiş ve o nitelikte vücuda getirmiş..Adeta o ilmin gösterildiği bir ayine olmakla beraber o kudretin ilimle ve binler hikmetle teklife aldığı bu varlık emir ve irade sahibin istediği şekilde hareket ettirilmek üzere kendisine o şuur verilmiş..belki bu manada her şeyi her şey ile bağlı olduğu bu tel ve bu bağlantının hakikati ve kendinde bulunan gerçeğin tanımlayıcı niteliği onu nefsindeki bu irtibatın şuurlu bir iletkenlik bir vucudiyet mahiyetinde fıtratına koyulmuş..Onun algı ve tutumu ve davranışıyla sair cihazat işleyiş biçimleride şekillenmiş…Ramazan Risalesinde nefsin muvakkat bir ay içerisinde oruçla daim iştigal ettiği işlerden kendini çekmesiyle sair letaifin zuhuru..ve deracata göre tefeyyüzlerinden söz edilmiş…Bütün marifet ve tecelliyatın merkezi olan bir mahiyet elbette gayet müessirdir..Onun terbiyesi ve hak ve hakikate yönlenmesi ve tezkiyesi gibi meseleler en mühim meseledir.


Evet;…ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki
Mahiyeti insaniyenin güzel elbisesinden bir ip olduğu gibi,belki mahiye-i nefsiye dahi ince bir iptir..
Burada bu cümlenin tamamı içinde dikkate gelen bir mana var tekrar yazmak gereği ile manayı- harfi cihetinden bir iki cümle ilave edebiliriz; diyor ki;


vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip”

İnsaniyet vucudunun belki varlığının özelliği içinde..ki bu varlık bir mücahedenin, mahiye-i nefsiyeye koyulan temayüllerini ifade ediyor olabilir..Belki de bir kesreti..yani insan oğlunun sayısal değerini..fakat bu manadan çok,bu kalınlık ifadesinin bu temayüller..yani şerre olan meyiller hevanın tahakkümü altında muhakeme-i akliyesini ve kalbiyesindeki letaifi rencide eden hareketler..Bir nevi hissi bedeviyet ve cahiliyetin isimlendirilmesi olarak akla geliyor..Çünkü aynı cümle içinde ..İnsanoğlunun güzel elbisesinden ince bir ip diye ifade etmiş..Bu kalınlığı cehdin ve mücadelenin nefsiyle çarpışmanın bir beyanı desek bu ipin inceliği ve elbisenin güzelliğini de mahiyeti hakikatine uygun yaşamanın zarif ifadesi diyebiliriz..Yani manayı ismiyle ve işlenmeden evvelki haliyle ve işlenmek işlemi tezgahında manayı harfi letafetinin bir değerlendirmesi diye düşünülebilir…

Enenin Haddi zatında;mana-yı ismiyle Gayet zaif bir münasebet..Gayet aciz bir mukavemet özelliğindedir..ve bu özellikle..ki hakikati budur diye bir şeyler söylenecek olsa ,bu makamda onun mahiyetini ifade eden yerlerden bir yer olan..

Mesnevî-i Nuriyeden bu bahisle devam edelim İnşallah;
İkinci hastalık: “Ucb”dur.

Arkadaş! Ye’se düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: “Bu kemâlât beni kurtarır, yeter” diye bir derece rahat eder. Halbuki, a’mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez.

Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san’at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.

Ve keza, esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’âl-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef’âlin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.

Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havâssının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip, onlarla iftihar ediyorsun.

Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taallûk etmediğinden sâbit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni-i Zîşuurdur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın... Binaenaleyh, mâlikiyet dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat’iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemâlâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın meksûbedir. Binaenaleyh “Mülk Onundur; hamd de Onadır; havl ve kuvvet ise ancak Ondandır” de…
Nefsin mahiyetine ait bir tarifat ile hakikati ders vermiş…O ip ile isimlendirdiği” mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip”dediği hakikat bu dersimizde yine üstadımızın ifadeleriyle maksadını tam gösterecek..O özelliği noktasında yani kendi mahiyetinde bulunan bu acz ve fakrı ile kendini bilmediğinde nasıl bam başka bir boyut aldığı ve o vaziyetiyle nasıl beşerin başına iş açtığı o zarif ipin adeta sahibi için nasıl bir dar ağacı halatına dönüştüğü beyan edilmiş…

Evet sonra;

ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki, o elif’in iki yüzü var: demiş…



“şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki;” ifadesi düşünceye şöyle bir mana misafir etti..İnsanoğlunun varlık ve hilkat hakikatinin yazıldığı ve bir irade ve kasdın tanzimiyle düzenlendiği ve vazifesi ve hassaları,kuvve ve hissiyatlarıyla Alemin en ehemmiyetli mahluku ..aklı ve şuuru ile bir muhatab-ı İlahi..Ve uhdesine aldığı görevin içeriği ile birhalife-i zemin..Yirmi üçüncü sözden bir kısım da :

“İnsanAhsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami bir isdidad verildiği için; esfel-i safilinden ta ala-yı illiyine, ferşten ta arşa, zerreden ta şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, deracata, derekata, girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış; nihayetsiz sukut ve suda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i sanat olarak, şu dünyaya gönderilmiştir. “denilmiş..

Yani insan bir büyük maksad ve marziyat kitabında yazılmış..Ve kendisiyle manalar ortasına bir had çekilmiş..Bu hattın adı da ene olarak isimlendirilmiş..Üstadımızn ifade ettiği mevhum hat..Farazı çizgi..İki yönü olan ..iki kanada açılan..Çizginin iki tarafı..Ve elifin Huruf’u Kur’aniyedeki özelliği nasıl her harfin yanında ünsiyet eder..Öyle diyelim, Enaniyet de çizginin neresindeyse o tarafta gelişir hal ile ünsiyet eder kaynaşır…Bu meyanda Şu Elifin iki yüzü var..

Evet,

…o elif’in iki yüzü var:

Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır.

Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir


Biri hayra ve vücuda bakar.

İyiliklere var olanlara bakar bir yüzü var..burada hayr mansından yola çıkarak bir kıyas ile nasıl bir hayara bakar ve hayr kimindir insan bu ifade edilen hayrın icad cihetinde neresindedir.:ve ya kabul ettiği hayrın ihatası ve sınırsız kuşatması nedir gibi bir konuya yirminci mektuptan bir bab ilave edilecek:


Şu kâinatta görünen ef'âl ile tasarruf edip icad eden Sâniin, bir muhit ilmi var. Ve o ilim, Onun zâtının hassa-i lâzime-i zaruriyesidir; infikâki muhâldir. Nasıl ki güneşin zâtı bulunup ziyası bulunmamak kabil değil; öyle de, binler derece ondan ziyade kabil değildir ki, şu muntazam mevcudatı icad eden Zâtın ilmi, ondan infikâk etsin.
Şu ilm-i muhit, o Zâta lâzım olduğu gibi, taallûk cihetiyle herşeye dahi lâzımdır. Yani, hiçbir şey Ondan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi, o Alîm-i Zülcelâlin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kabildir, muhâldir. Çünkü huzur var. Yani, herşey daire-i nazarındadır ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve herşeye nüfuzu var. Şu câmid güneş, şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuaı gibi zînurlar, hâdis, nâkıs ve ârızî oldukları hâlde, onların nurları, mukabilindeki herşeyi görüp nüfuz ederlerse, elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz. Şu hakikate işaret eden, kâinatın had ve hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardır. Ezcümle:
Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur. Hem bütün inâyetler, tezyinatlar, o ilme işaret eder. İnâyetkârâne, lütufkârâne iş gören, elbette bilir ve bilerek yapar.
Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve herbiri birer intizam içindeki bütün mizanlı ve ölçülü hey'ât, yine o ilm-i muhite işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur.
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

7

08.07.2010, 13:22

Hem bütün inâyetler, tezyinatlar o ilme işaret eder. Ölçü ile, tartı ile san'atkârâne yapan, elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.
Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata göre biçilmiş şekiller, bir kazânın düsturuyla ve kaderin pergeliyle tanzim edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Evet, eşyaya ayrı ayrı muntazam suretler vermek, herşeyin mesâlih-i hayatiyesine ve vücuduna lâyık mahsus bir şekil vermek, bir ilm-i muhitle olur, başka surette olamaz.

Hem bütün zîhayata, herbirisine lâyık bir tarzda, münasip vakitte, ummadığı yerde rızıklarını vermek, bir ilm-i muhitle olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını idrak edecek; sonra rızkını lâyık bir tarzda verebilir.
Hem umum zîhayatın, ipham ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü her taifenin, gerçi fertlerin zâhiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki had ortasında mahdut bir zamanda ecelleri muayyendir. O ecel hengâmında, o şeyin arkasında vazifesini idame edecek olan neticesinin, meyvesinin, çekirdeğinin muhafazası ve bir taze hayata inkılâp ettirmesi, yine o ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem bütün mevcudata şamil, herbir mevcuda lâyık bir surette rahmetin taltifâtı, bir rahmet-i vâsia içinde bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, meselâ, zîhayatın etfallerini sütle iaşe eden ve zeminin suya muhtaç nebâtâtına yağmurla yardım eden, elbette etfâli tanır, ihtiyaçlarını bilir ve o nebâtâtı görür ve yağmurun onlara lüzumunu derk eder; sonra gönderir. Ve hâkezâ, bütün hikmetli, inâyetli rahmetinin hadsiz cilveleri, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem bütün eşyanın san'atındaki ihtimâmat ve san'atkârâne tasvirat ve mâhirâne tezyinat, bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, binler vaziyet-i muhtemele içinde, muntazam ve müzeyyen, san'atlı ve hikmetli bir vaziyeti intihap etmek, derin bir ilimle olur. Bütün eşyadaki şu tarz-ı intihabat, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem icad ve ibdâ-ı eşyada kemâl-i suhulet, bir ilm-i ekmele delâlet eder. Çünkü bir işte kolaylık ve bir vaziyette suhulet, derece-i ilim ve maharetle mütenasiptir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar.
İşte şu sırra binaen, herbiri birer mucize-i san'at olan mevcudata bakıyoruz ki, hayretnümâ bir derecede suhuletle, kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız, kısa bir zamanda, fakat muciznümâ bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir ilim vardır ki, hadsiz suhuletle yapılır. Ve hâkezâ, mezkûr emâreler gibi binler alâmet-i sadıka var ki, şu kâinatta tasarruf eden Zâtın muhit bir ilmi vardır. Ve herşeyi bütün şuûnâtıyla bilir, sonra yapar.
Madem şu Kâinat Sahibinin böyle bir ilmi vardır. Elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir; hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. Ey insan! Aklını başına al, dikkat et: Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!

Evet,bu mutit irade ve emsalsiz kudret bütün icad ve icraatıyla der ki,
Arkadaş! Ye’se düşen adam, azaptan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramağa başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemalâtı var. Hemen o kemalâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: "Bu kemalât beni kurtarır, yeter" diye bir derece rahat eder. Hâlbuki a’mâle güvenmek ucubtur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur, mülkü değildir, onlara güvenemez.

Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i sanatı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lâkita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir. Ancak o vücud, havi olduğu garib sanat ve acib nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.

Ve keza, esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef'al-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef'alin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz'ünden ancak bir cüz'ü insana aittir.

Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır. havassının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip onlarla iftihar ediyorsun?

Ve keza, şuurî olmaksızın senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde şuurun taallûk etmediğinden sabit olur ki, o fiillerin faili bir Sâni-i Zîşuurdur. Ne sen failsin ve ne senin esbabın... Binaenaleyh, malikiyet davasından vazgeç. Kendini mehasin ve kemalâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat’iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın meksubedir.

Üstadımızın şu kendi nefsiyle olan mutatabiyetide gayet ehemmiyetli ve muaarif bir talimdir..

BİRİNCİ NOKTA:





Nefs-i emmâreme bir sille-i tedib:

Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâva ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen

fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir. Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabûl etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yâni fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir Sûrette kabûl etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir Sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest gâyet ahmak, gâyet zâlimdir.

Hem deme ki: "Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.

Hem deme ki: «Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.» Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.

Hem demiş;

Zâten ben nasıl tabiatı, îcad îtibâriyle inkâr ediyorum; öyle de, beşeri gurura, enâniyete, firavunluğa sevk eden iktidârı da, tabiat gibi, inkâr ediyorum. ...


Evet İnsan gayet aciz icattan eli kısa her şey muhtaç bir vaziyette bir zaif bir mahluktur..Birşeyin vucuda gelmesi için lazım olan bütün şartları elinde tutan bir zat ancak icadın sahibidir..her şeyin her şey ile münasebetini bilen..ve her şeye en layık olduğu suret ve fıtratı veren ve idame-i hayat levazımatını deruhte eden bütün kainat kabza-i tasarrufunda olan bir Sultan-ı Zişan ancak lazımları luzumluları zaruretleri her yönüyle bilir ve meydana getirir..Demek ki her şeyin her şeyini bilen ve idare eden her şeyden sudur eden şeylerinde malikidir…İnsan mahluk olduğundan o da bu bu dairenin içerisinde hasiz hacetleriyle bulunan daim hali ve kali lisanlarıyla ihtiyaç dilleriyle isteyen yalvaran bir varlıktır.arzuları ebede kadar uzanmış ..Malik’ül mülkün mülkünde mesuliyeli bir memlüktür…İşte insan mahiyetinin bu mazhariyeti ile hayra ve vucuda bakan ve hayr ve vucudun yani iyiliklerin var edilenlerin varlıklarıyla idare edilenlerin üzerlerindeki hakimiyetin mehasin ve şuunatın aksettiği ve aksettirildiği bir ayinedir..O nakışlar ve güzellikler ondan seyredilir..O da seyreder…

O yüz ile yalnız feyze kabildir.

O akseden hüsünlerden nebaan eden hoşnutluk..Ve taktir gibi manaların karşılığı olan yad-ı ahsenden gelen feyizlerin mazharı bir kabiliyettir…Güzeli taktir etmek..Güzelliğin kendinde olanını ve alemde bulunanı müşahade ederek güzelliği veren güzeli anmak..O Cemil-i zül Cemalin asarının üzerindeki tezyinini ve manalar ve mahiyetler üzerine işlediği şuunatını ve kendi hüsnünün tezahürü olan ve bir nevi kendini göstermesi olan külli ve hususi icraatlarıyla :Maşallah Barekallah Ne güzel yapılmış,ne kadar mahir ve kusursuz ustası var..Ne kadar Noksansız bir yaratış.:ne kadar uygun bir teçhiz..Hak Sübhan gibi yad-ı güzel temaşalar..o temaşalıklardan kasd edilmiş marziyatın hasılı neticesini alması anlamına gelir..Güzele bakan güzelleşir..Güzeli yad eden güzelce yad edilir..Bu güzelliklerin güzellikle inikası bir nevi de insibağıdır..Ve insan bu mahiyeti bu nevi ayinedarlığı ile de o feyizleri mas edecek barındıracak..yaşayacak ve gösterecek bir istidatdadır…

Vereni kabul eder; kendi icad edemez.

Daim muhtaç ve acizdir..bir yudum sudan ta ebedlere..nazarı nereye gitse orada ihtiyacı olan bir mahiyettedir…Birinci Lem’ada demiş;


Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever. Elbette, böyle bir insanın Mâbudu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat Onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir.



O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır.

Bu her şeyle bir nevi alakası ve her şeye olan ihtiyacı ve nihayetsiz aczi ile elinden bir şey gelmeyen hayatı hacetler sahibi bir insan ve bütün varlığı ile elinden bir şey gelmeyen..Ne yağmura ne suya ne kirpiğine ne midesine sözünü geçiremeyen bir insan ..Bir küçük mikroba mağlup olan nihayetsiz zayıf olan bir mahiyetin bir şey icad etmeside mümkün değildir..Ortaya çıkardıkları onların saylarını kabul eden bir mucibin o gayreti dua kabuliyetiyle icab etmesi neticesinde ..yine onun mülkünde vucuda getirilen şeyler onun izniyle havl ve kuvvetiyledir...
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

8

08.07.2010, 13:23

Evet,Yirmi altıncı sözde demiş:


Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlâhiye; ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevap, dâi ve sebep, ikisi de Haktandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur.. İle hakikat ifade edilmiş..


…İnsanın hakkında murad edilmiş hayırları anlaması ve onları fark edip iktizasınca davranması önünde ki perde yine nefsin ve enaniyetin çektiği hicaptır.Batıl temellük davaları..ve tasarruf iddiaları onlardaki kabul,ve teslimiyet ve kendi havl ve kuvvetinden teberi ile bulacağı ve dayanacağı istimdat ve istinad noktalarındaki huzuru bilinmediğinden ve o inkiyad ve itaatteki rahatlık hissedilmediğinden o ..direnmekteki mevhum rububiyetin nemrudane inadında tamamen menhus bir zevk vardır..Hatarın yolunda kalbini zedelemiş..ve hayra kabiliyetini hırpalamış bir alem ulvi zevkleri ve abdiyetteki emniyeti ve tasavvuru hayalden daha geniş bir tevhidi alemin varlığın ve o varlıktaki servetin farkına varmaktadan uzaktır…
Allah kulları için mutlak hayır diler..Çünkü Habibin A.S.M Ebu-Zer R.A buyurduğu gibi..Allah Güzeli Sever..Su-i Fehmiyle hakkındaki merhamet ve rahmet liyakatını kaybetmek hususunda sekizinci sözün temsilinde üstadımız buyurmuş..

Hem, o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basîretsizliği ile kendisine muzlim ve zulümâtlı bir evham, bir Cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır. Ve ne de kimseden şekvâya hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyâfetteki keyfe kanaat etmeyip, kendini pis müskirlerle sarhoş edip, kendisini kış ortasında canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.

Evet yolculuktaki diğer adam için demiş;

Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise, güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle, Hakikat Sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, "Fenâlığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" olan hükm-ü Kur'ânînin sırrı zâhir oluyor.
Daha bunlar gibi sâir farkları muvâzene etsen, anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi ona bir mânevî Cehennem ihzâr etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazîlete ve feyze mazhar etmiş.

Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir

Evet,yine Yirmialtıncı söz den bir iki satırla konuya devam edelim;

Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir, müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibritle bir evi yakmak gibi.

Evet var etmek manasından çok uzak olan ve kolaylığı ve insan nefsinin meyyalliğiyle kolay ulaştığı tahrip..bir şeyi ortaya çıkarmaktan daha kolaydır..burada ki ortaya çıkarmaktan maksad bir icadı ortaya koymak değil ..ki zaten insanın böyle bir iktidarı yoktur..cüz-i kesbinin çalışmasının karşılığında ki maddi ve manevi kavaninin icratı ile ortaya çıkan şeyler yine hakka ait tir ..mazhariyet mükafatını da o insan maddi ve manevi alacaktır..Mesela İnsan olarak dünyaya gönderilmek ücretlerin en mühimidir..O insaniyet üzere olmak ve rıza dairesinde yaşamaya gayret etmek..amel ilim yakva gibi esas-ı imandan tezahür eden haller üzerine olmak o ücrete bir mukabele-i şükrandır ve iki kat ebedi bir maaştır..

Evet,bu tahribin kolaylığı ve var olanların hizmetmelerine son vermeye kadar envaı, varlıklar adedince bulunur..İnsan burada faildir..Çünkü Var olan şartların ademiyle veya vazifesizlikte o işleyişin sukutuna sebep olur..Dolayısıyla adem hesabına bu fiili vucud alemlerinin aleyhine bir muamele olur.Yani var etmediği şeyleri yok etmek üzere bulunmasıyla bedbaht olur..hayırda ise meyiller ve temayüller üzerine sevk ihsan-ı ilahi taraında o güzel düşünce ve fiiliyatı ve meylini ücretlendirir..Allah bozguncuları sevmez..İhlas(Samimiyetle) ile kim ne isterse Allah verir..Herşeyin menfi veya müsbet vucuda gelmesi için bu talep şarttır ve bu talebin en makbul kısmı fiili yapılan duasıdır..Çünkü nevamis hükmüyle işleyen bir kainatta Üstadımızın ifadesiyle makbul dua fiili duadır..Şartların tahakkuku o matlubun vucüda gelmesi için kafidir.Cins irk inanç ve sair burada müdahil değildir..Çünkü kavaninin hükmü adildir..netice ise dünya ile münhasır değildir..bazı dünya perestlerin dünya için yaptıkları imaretin hakkını dünyayd almaları..ehl-i imanda sayin kanatlarının ebedlere kadar açık olması hem de Ehli imanın dünyevi zararlarının zarar olmaması gibi nihayet-i haller müminlerin lehindedir..
Evet elinde kibrit olan bir insan onunla bir yangın çıkarabilir..onu mani edecek bi hal genel kaide-i kavaninde yoktur..Çünkü hayat imtihan ile mahkeme-i Kübra gibi bir
mizanı ekberi vaz etmiş..iman gözüne göstermiş..Evet mesnevi-i nuriyede geçen bir ifade ile:
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

9

08.07.2010, 13:24

"İ´lem Eyyühe´l-Aziz: Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzaheme (sıkışıklık) ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilalsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler. Kezalik bu geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet hava, su insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuanın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur.

Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri devrandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men edecek bir mani yoktur."

Evet buyurluduğu gibi seyyiati o istediğinden mesuliyet ona aittir..Çünkü şerri halk etmek şer değil şerri işlemek şerdir diye üstadımız ifade etmiş…Varlığın ve vücudun yanında olmak, imara ve vucuda çalışmak ,yani yapıcılık doğruluğun işleyişindeki kerem-i İlahi; sevapların kesreti ve bire bin verilen hoşnutluk haberleri..İnayetin İnanların yanında..Akibetin güzelliği muttakilerle..Zaferler sabredenlerle..mükafat iyiliği emredenlerle..Cennet ram olanlar rıza-yı hakkı arayanlarla..Rıza ihlaslı kullar..Allah için çalışan onun için yaşayan onun sevdiği işleri yapanlarla..Yani efendimizin buyurduğu “asalet takvadadır”hakikatiyle hevaya değil hüdaya tapanların müjdeleriyle hayrın nerede ve ne kadar bereketli bir nimet olduğu görülmektedir…Seyyiatı bir yazan..ve affı seven..her vesile ile tövbeye davet eden ve rahmet ve merhametini zikrederek kullarını azab-ı ebediden kurtarmak yollarını gösteren bir engin şefkatte nuruyla kendini ifade etmektedir…

Ve bu böyle olunca aşağıdaki mana en güzel şekliyle bu konuyu bağlar:

Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlâhiye; ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevap, dâi ve sebep, ikisi de Haktandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur.

Evet;

Fakat seyyiâtı isteyen nefs-i insaniyedir: ya istidat ile, ya ihtiyar ile. Nasıl ki, beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiâtı, çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden yine Haktır. Demek, sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakka ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır.

Burada ifade edilenden istifade edildiği kadarıyla:

Günah ve hataları isteyen İnsanın ya istidadı ya ihtiyari..yani ya kabiliyeti ile istiyor ya da iradesiyle..”İtidat ile istemek” konusunda biraz düşünürsek;İnsanlar muhtelif fıtratlarda halk edilmiş..Her kese ayrı ayrı istidatlar taksim edilmiş..Ortak paydada insan nevi olarak tanzim edilmişsede mahiyet ve jkabiliyet muhtevası insanlar adedince dünyaları havi bir özellik göstermektedir..bu neden böyledir meselesi ise Hadsiz bir kudret ve sonsuz bir tecelli-i esma sahibinin tezahür etti ayiner o mütenevvi hakikate muhtelif ayinedarlık vazifesiyle var edilmişler..Mülk sahibinin ilim ve kudreti marziyat ve emri bu istikamette olsa mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder ve verdiği ücret de az değildir..Hikmet cihetinde bakılsa imtihan iktiza ederki her fıtrat kendine mahsus bir istidat ile hem hal olsun..Ona mahsus nimetler ve mazhariyetler bulunsun ve onun teklifi o istidat üzere olsun ve ona göre inayetler kuvvetler destekler ve nimetler ve yol göstermeler ve sevkler bulunsun..Bazılarının fıtratları istidatları mücahade üzerine cehd etsin ..berzhları farklı farklı olsun..bazıları hilm üzre bulunsunzonunda ona münasip imtihanlrı olsun..Sıkıntının başa gelen şeylerin kendine özgü halleri..bir diğer bakana bir başkasının hali hafif gelsede herkesin kabiliyetince düçar olduğu hal o hal üzerine ondan alınan mahsüldür..Bir borca sıkılmak kişinin istidadınca bir liraya sıkılanla bin liraya sıkılan arasında bir rakamsal fark olsada sıkıntı olarak taksimat eşittir..Çünkü konu sıkıntıdır sıkılmaktır..Şifa da öyledir..hayatta…İşte bu meyanda bu istidat ile istemek o meyiller fıtri hali olan şahsi mizacının eğilimleri ile orantılıdır..O ise o mücahede ile teklif olunmaktadır..Şartları ve mukabele etmesi cve savunma mekanızması ise o duruma münasip verilmiştir..Örneğin yine kendimizden başkasının hayatındaki bir kesite baktığımızda havsalamızın alamayacağı kadar karışık ve belalı bir konumu o konu ile alakadar olalanlar bizim rikkat ve dehşetimizden daha kolay geçerler..hem diyelim ki kimine göre dert bile olamayan şeyler hassas fıtratlarda ağır beliyeler gibi görünür uykuyu kaçırır…İşte her fıtrat irade edilmiş bir vaziyet üzere imtihan ile vazifelidir..İstidat bu meyanda kişinin mizacı ile kendi dünyasındaki mücahedesidir..istidat ile istemekte bu temayüller üzerine terettüp eden ve teslim olmakle şerli netice veren durumlar bulunabilir..Hem de İnsan cihazatının mustakil ve mütemerrid hissiyatları..muhakeme-i dinlemeyen temerrüdleri de mücahedenin sürekliliği ile kulun rahmet kapısından ayrılmadan zaaf ve hatiatlarının vesilesiyle teyakkuzu anlamında bir düçarlık diye de ifade edilebilir..yani:hal-i kabul etmek değil..o hal ile mücahede etmektir ..O mücahede içerisinde efendisinin memnuniyetine gelecek bir makbul ahval ile hallenmektir diye de söylenebilir…
İrade ile istemek ise o başka bir meseledir..Bizzat kasd etmek..Bizzat talip olmak..Mücahedesiz veya zayife bir direnişle hissi galip ile o sevk-i şeytanete kapılmakla..Nefsi emmare cihetinde bir mağlubiyettir..Üstadımız buyurmuş..Nefs-i emmare şeytanı her vakit dinler…

Evet;

Fakat o seyyiâtı, çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden yine Haktır. Demek, sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakka ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır.

“O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı.” (Secde,7)

Evet üstadımızın hadisat için zikrettiği bir hakikatle buraya bakarsak ;

Her şey hakikaten güzeldir. Ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir.

“Kaderin her şeyi güzeldir.”

Evet,

Kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.

“Pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.” (Sözler)

“Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemâllerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebeî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemâllerin mertebelerini, nev’lerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.” (İşaratü’l-İ’caz)
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

10

08.07.2010, 13:25

Evet;

"Kâinatı hüsün ve cemâl ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki, gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?"
Elcevap: Çok güzellikleri intaç veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit defa çirkindir. Meselâ, vâhid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasıl ki soğuğun vücuduyla hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de, cüzî şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler.
Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü, neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez, rahmeti zahmete çeviremez.
Amma, fena ve zevâl ve mevt ise, Yirmi Dördüncü Mektupta gayet kuvvetli ve katî bürhanlarla ispat edilmiş ki, onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümûllü hayra münâfi değiller; belki muktezalarıdırlar. Hattâ şeytanın dahi, mânevî terakkiyat-ı beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücadeheye sebep olduğundan, o nevin icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem, hattâ kâfir, küfürle bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden, burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.

Evet;




….şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki, o elif’in iki yüzü var:

Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır.

Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.

İfadelerinin sevkiyle ifade edilen manaların akabinde hususi yaptığımız kıyaslar ve müvazenelerle hakikat içersine nüfüz etmeye çalıştığımız adımlarımızla inşallah yürümeye devam edeceğiz..

Evet Üstadımız demiş;


Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizanülhararet ve mizanülhava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki, Vâcibü’l-Vücudun mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır. 1

Evet,

Kendisinde olmayan kendisini var eden ona bu özellikleri derc eden mahiyeti ile memzuç ve idare ve tasarrufu hayali varlığı zayıf ve ince,tahammülsüz dayanıksız bir fıtrat..Ve Bir termometre vey barometre gibi onlar nasıl havanın sıcaklığını ölçen ve havanın durumunu belirleyen aletler gibi var olan ve işleyen bir sistemi haber veren özelliklerine göre gösteren ama o gösterdikleri alemle münasebetleri alemin varlığına ve faaliyetlerine olan delaletleridir..sıcaklık termometrenin sadece hararet mertebelerindeki ihbardır..O ısı termometrenin kendinde yoktur..Algıladığı hadiseyi ayinesinde istidadıyla ibraz eder gösterir..Ve barometre de o nitelikte bir alettir.İşte enaniyette bu mahiyette bir mizan bir ayinedir…Sahib bve malikinin usta ve banisinin isim ve sıfatlarını mahiyetinde gösteren amma haddi zatında ne bir kudreti ne bir malikiyeti ne de eşyaya geçen bir söz sahibidir..hatta vucudunun en ince hacetini yerine getirecek bir iktidar ve tasarrufa malik değildir..Benliğinde his olarak bulunan ve hayalinin genişliği ve tasavvurunun kurgularıyla madum bir dünyayı mevcud zanneder..Hakikaten ilgili derste geçtiği gibi başına bir şey gelse..Bir musubetin tahrikiyle kımıldasa..hayat memat bir yerde bulunsa bütün o farazi hakimiyeti ve nefsinin şeytandan aldığı dersle şişmiş kanatları her şeyi bir yana bırakıp rucu ve istinadın yolarlını alel acele aramaya başlar ve aczini ilan eden bir vaziyeti tevazukarene bir istimdala feryad eder…Amma rahatken arzu ettiği şeylerin dar daire içindeki nefsine bakan hacetlerinin tedarikinde ve kendi enesini okşayan işlerde ise,fıtratındaki mücahede hisleri ve mahiyet içeriklerinin menfi meyillerine doğru eğilerek vazifedarlık ve aczini unutup o hayali ve fani dünyada layemutane tasavvurlarla nemrutçuluk oynamaya başlar…
O nedenle rahmeti ilahiye bu manayı değiştişrmek ve insan acz ve fakrını ihsas ederek onu bu nefsani bataktan kurtarmak hem Hakimyet kimidir alem kimin tasavvurundadır nefesler kimin elindedir gibi hakikatlare nefisçe menfi akılca makul kalpçe makbul hadiseler elleriyle çeki düzen verir.İhtiyaç duyulan kudretin ancak kendinde olduğu ve onun havl ve kuvvet ve kudreti olmadan hiçbir şey hiç bir şeye hiçbir kimse hiçbir kimseye medet edemeyeceğini ihsas eder bu ihsas bir ihsandır.Yaratılan her şeyi ile yaratıcısına sonsuz ihtiyaçlarıyla bağlıdır..Çünkü yaratılışı sonsuzluk üzere progranlanmıştır..Muzaaf ihtiyacı vardır..Bakinin ayine-i zişuuru olan insan bekeye müteveccihtir ve ayinedar oldu zatın bekasıyla beka bulur…Sermediyet cilvesini alan sermedidir…Evet,ene kendini başkasının manasını gösteriri bir ayine..ustasını tarif eden bir muaarrifname bir fihriste olduğu derk etse;

İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’ân eden ve ona göre hareket eden,

“Nefsini günahlardan arındıran, kurtuluşa ermiştir.” Şems Sûresi, 91:9. beşaretinde dahil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulûm, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılâb etmez.

Evet,Enede mündemiç olan cihazların mahiyetinde olan ayinedarlık..ustasını saniini bildiren ve gösteren mizanlar..Malik-i hakikilerinin emri ve rızası doğrultusunda işlettirildiğinde o sayin neticesi olarak elde ettikleri marifetle yani bilmekle ve tanımakla hem kendini bilmek tanımak hemde o ölçülerin özelliklerinin mana-yı harfiyle şehadet ettiği yaratıcısını bilmek ve tanımakla bir yere gelir..bu avdet bu vusul ve bu tedrisle anlamıştır ki kendinde görünen bütün mehasin ve ve kuvvetler ve hasse ve özellikler bir mikyas bir mirattır başkasına delalet eder..ve bir amaç için verilmişler başı boş ve kendi hevesatına sarf edilecek ve kendine mana-yı ismiyle bakacak kendinde bir havl ve kudret düşünecek hasiyete sahip değillerdir..Ve alem kendi yaratıcısı namıma onun marifet ve muhabbetini neşretmekte çalışmakta ve çalıştırılmaktadır..Kainat denilen kitab-ı kebir daimi bir surette mazhar olduğu haller ile kendi hakikatinin naşiri ve mevcudat kelimeleri ile mücessem bir kitabın hurufat ve kelimatı nesc etmekte..Halikları namına vahdet namına bir istilayı..hikmet pergarıyla adilli mizan içinde bir muhit iradenin ihatası altında göstermektedir..her faaliyet ve icraat bir ceride gibi sessiz ayatların talimini enzarı ins-ü can ve melekin önünde yapar..Bu muaarrif malumatlar imanlı bir itminan bulmuş nefsin taharri ve kabulüne ve izanına gelse o fıtratındaki kanaat ve kendini tanımak hali mutmainliği ile kendi idare-iahvali ve mazharı ayinedarlığı katiyetindeki mutabakatın musaddıkıyeti ile o marifet aksi nur ve hikmet olur..Çünkü demiş..Allah namına kainata kim baksa ilimdir..İlimlerin de şahı padişahı iman ilmi olduğuna nazaran bu şehadetin sahitlerine hasr-ı nazar etmek veya mukabil durmak nurdur nurlanmaktır…

Vakta ki, ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terk eder.

“Mülk Ona, hamd Ona, hüküm Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz “der, hakikî ubûdiyetini takınır, makam-ı ahsen-i takvime çıkar.

..bu manayı yakininde müşahede ettiğinde emaneti teslim etmek bi hakkın eda etmenin mütemmimi yani tamamlayıcı manası olarak hem bir nevi bir belge-i nuraniye..Bir ikrar-ı hakikat bir kulca vazife..Şuurlu bir itaat gibi neticelerin gereğinin esasatını da elde etmiş..Ve bilerek görerek tasavvur ve taklidi olmadan biz zat kendi mahiyetinin yakın ayinesinde müşahade ederek ..Ondaki istidat ve kabiliyetlere vaz edilmiş bir anlamda yüklenmiş misyonun gereğini yaparak..Hem aklın gereği kalbin vuslatı ruhun ıtlakı gibi birçok makbul ve yerinde ve tam mutabık vaziyetler hak ve hakikatince aksi sadasıyle ilan eder ki..ben bir memluk ve sultanımın bir kölesi itaatkar bir bendesiyim..Bu bende vedia bulunan emanetlerdeki mevhum malikiyet ve adem-i rububiyet bir Malik-i hakikinin Rububiyet ve uluhiyetine mazhariyetimdeki cilveleriydi..Ben manası kendi olmayan manası hak olan şems-i ezelinin isim ve sıfatlarını gösteren bir şişecik..bir cam parçası..bir serap..bir su buharı..Bir hava sahifesi..Bir yokluk hiçlik terkibiyim..Makes olduğum nur vasıtasıyla görünür vazife-i fıtratım olan hizmeti ifa ederim..Gibi tezahürlerin tekellümüyle makam-ı Ahsen-i takvimde ubudiyet içindeki sultanlığı ile mukimdir..

Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mânâ-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse, o vakit emanette hıyanet eder, “Nefsini günaha daldıran, hüsrana düşmüştür.” (Şems Sûresi, 91:10.) altında dahil olur. İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.

Evet,O ene o benlik..yaratılış hikmetini unutsa..fıtr-i vazifesi olan Esma-i İlahiyeye ayinedarlık görevini terk etse ..o hizmeti bıraksa..Kendine mana-yı harfiyle baksa..ben benim dese..kendini kendine malik görse..O ayinesinde görünen gölgeleri asıl ve kendi özellikleri zannetse..Ve o nazarla kendini uyutsa..ve o hırsızlık o ihanetle..büyük hüsranlara düşer..hem hakikaten kendinde olmayan bir sineğe geçiremediği sözü ile..vucudun da tahammül edemediği incecik bir sızıylo o merdut iddiasıyla ne azim bir cinayet işler..İşte bu farazi ve sofastai görüş bu mukabelesi zulmet olan yaşayış ve inanış ve bu muhatabiyetin muhtemel tercihi ve kendi üzerindeki nakış ve cilvelerin mazhariyeti ayinedarlığı ve makesi şuurun mizanlarının ihtimal mizansızlığı dağları semavat ve arzı korkutmuş dehşete düşürmüş korkutmuş..Ve bu yükün hamlinden içtinab etmişler…
Şirkin seyyiatinin büyük kebairliği kendi malına sahip çıkmadan başkasının malını çalmak anlamında değerlendiriliyor..Üstadımız kendi malına sahip çık başkasının malını gasp etme..Diye dersinde buyurmuş…
Bu farazi şirk ve bu semavat ve arzı ve dağları konuşturan bu emrin lisanı bir çok manayı da ders veriyor nazara getiriyor..Nazar-ı gaflet ve kendini kendine sahip sayan bir itikad..uğursuzve mesnetsiz yorumlarıyla kainatı lekadar ediyor..Hem tecellinin mazharı olan ayinelar..Mütecelli olanın sıfatlarıyla vasıflandığından onlarda o güzelliğin aksi görünüyor..O manzaraya bakan gözlerin bakışlarına göre oluşan kanaatler adeta bu menazıra bazı eklentiler bazı neticeler kanaat ifadelerinden bir nevi ruh yüklüyor..Mesela mahiyetimizi bilmesek..kendimizi tanımasak..Biri bizi güzellikle yad etse..Övse..güçlüsün vs diye mübalağalar ile yaklaşsa nefsimizde o ifadelere göre bir hal almak tekellüfü başlar..Onun bizi andığı sıfatlarla görünmek arzusu baş gösterir..Ve bir riyakar hal kesbedilebilir..Aynı mahiyetimizi bilsek..Bir dersinde üstadımızın dediği gibi;

"evet, ben güzelleştim. fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir."diye tavazü ve hakikati cem eder…
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

11

08.07.2010, 13:26



Evet,ehli dünyanın maşukası olan bir dünya..Ehli hidayetin ahirete adam yetiştiren bir mezrası..Ve Sultan-ı zişanın bir meşheri..Bir manzum kasidesi…
Belki tabiatında bu mana-yı harfi nazarının altında kalan..gafil ve hain insanların ağızlarından çıkan çirkin sözlerin ve adem-i ddialarının bir tekellüfü ve butlanı bir yükü sırtında vardır..hem bu manaya atfedilecek bir meselede demiş..

“Nasıl ki birgün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirkâlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle, ehl-i şirki Cehenneme döker; ehl-i şükre, "Haydi, Cennete buyurun" der.”

Hem tevhidin ihatası ve Rububiyetin haşmeti..Uluhiyetin bir nokta kadar bir zerre kadar hikmetsiz ve idaresiz bir yer bırakmaması..ve ne nerede ise orada bir mazhariyet bir hayat bir kasd ve iradenin mizanlı ve intizamlı görünmesi ve bütün şübehattan arındırılacak bir itikadın her şeyle ile münasebeti noktasında her şeyi dile getirmesi..ve göz önünde olanlarla anlatması temsiller vermesi..O misaller dürbünüyle hakikati fehme yaklaştırması..Ve Vahdet namına her şeyi zabt etmesinin bir hakikattar beyanıdır..dağların ve semavatın dile gelmesi..Bu yükün azametinin,mesuliyetin yerlerin ve göklerin kaldıramayacağı kadar ağırlığını konuşturmaktır…
Bu meyanda bir dersinde demiş;


Bütün tabiatperest, esbâbperest ve müşrik gibi umum enva-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin nâmına bir şahıs farz ediyoruz ki; o şahs-ı farazî, mevcudât-ı âlemden bir şeye rab olmak istiyor ve hakiki mâlik olmak dâvâ etmektedir.
İşte o müddeî, evvelâ mevcudâtın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona rab ve hakiki mâlik olmakta olduğunu, zerreye tabiat lisâniyle ve felsefe diliyle söyler.
O zerre dahi, hakikat lisâniyle ve hikmet-i Rabbânî diliyle der ki:
İlaahir..

Bu dersin sonunda tabiat üzerinde bu kıyaslama ve mücahadenin neticesinde;

Fakat, sukuttan sonra, tabiat tevbe etti; hakiki vazifesi tesir ve fiil olmadığını, belki kabul ve infiâl olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlâhînin bir nevi defteri-fakat, tebeddül ve tegayyüre kâbil bir defteri-ve kudret-i Rabbâniyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelâlin bir nevi fıtrî şeriatı ve bir nevi mecmûa-i kavânîni olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkıyâd ile vazife-i ubûdiyetini takındı ve fıtrat-ı İlâhiye ve sanat-ı Rabbâniye ismini aldı.

Gibi bir hal bir kıyas bir mesnetin farazi de olsa ağırlığı o korku ve tedehhüşün vesilesiydi muhtemel…

Şeytanın desisesine karşı Müdafa-i Kur’aniyeyi üstadımız ders verirken..Orada titreyerek bu ifadeleri kullanmaya mecbur oldum..diye beyan ettiği..hak ve hakkaniyeti ortaya çıkarmakta yine kendi ifadesiyle “hasmının elbisesini giymek”muvakkatiyetiyle bir kıyas mümkündür..Öyleyse hak ve hakikat namına her şey konuşur ve konuşturulur…

Evet;

Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder. Sonra, kıyas ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer..

Mahiyetinin bilinmemesi ile o echeliyet örtüsü altında büyür gelişir kalınlaşır..İnsan vucudunun her tarafına yayılır..ve bütün vucudu insanı yutar..Ve o vucudunda bir çok şeye mazhar olan ve derc edilmiş bütün letaif adeta zehirlenir o sirayet ile her şeyi ile ene olur..Kendi kendini yok edecek bir vaziyeti yüklenir..Sonra türünün benliği de kavminin türünün milliyetçiliği ile o benliğe kuvvet verip,o ene o enaniyeti neviyeye dayanarak şeytan gibi,Sâni-i Zülcelalin emirlerine karşı koyar…Sonra herkesi hatta her şeyi kendine kıyaslayarak.Allah’ın mülkünü sebeplere dağıtarak büyük bir şirke düşer..Enaniyet nuraniyetten beslenmediği ve mahiyeti tesettür ettikçe kendi hissettiği kendine vucut verdiği dairedeki hayatına devam edebilmek için eli yetiştiği ve kolay ulaştığı tahrip ve adem ve seyyiat nevinden olan şeylere meyl eder.Çünkü onu hayra isale edecek şeylerden uzaktadır..İmanın amali Saliha gibi neticelerini..temayüllerin meyl ettiği şeylerin akıbetlerine göre oluşan sevkinin ıslahı tercihlerinin terbiyesi..teshilat ve inayetten mahrum kaldığından ..o içinde bulunduğu lanetli alanın unsurlarıyla teşriki mesaide bulunur..ve her şeyi kabullenmek için onu yutacak hale getirecek nazarı harekete geçirir..Onların kabul etmedikleri şiddetle red ettikleri bütün özelliklerine ve hakikatlerine rağmen iftira ile mülkü sebeplere taksim eder…Yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla büyük şirke düşer.

“Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13. meâlini gösterir.

Sözlerde demiş;

Fâtır-ı Hakîm ve Kâdir-i Alîm kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gâyelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihât yaptırıyor, güzel ibâdet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dal karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.

Evet,

Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.

Bu hakikat bu kabulun sebebini harika bir beyanla ifade etmiş…devlete ait bir paradan kırk payaı çalan bir adam,bütün orada olanlarında birer dirhem almasıyla kabul ve hazmedebilir..İşte kainattan hırsızlanmış bir itikad..kendine sahip bir bakış bütün hazırda olan her şeyi esbaba taksim etmeden kendindeki o hissi hakimiyeti kalbul etmesi zordur..İtaat ve intizamın görüntüsü onu tekzip edeceğinden onları ademe ve tesadüfe kendi kendine ait diye değerlendirerek kendi kendine olan intiharını devam ettirebilir…Her süre gelen yalan gibi sonunda kendininde inanacağı bir mecburiyetin yolunda emniyetsiz perişan ve tahripkar zalimane yürür..Aciz ve hodfüruş…Ve merhamete liyakatsız…

Evet,

İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeple bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.

Kendi ayinesindeki tecelliyi kendi nefsi namına vehmi bir malikiyet ahmaklığı ile çalmış..kendine malikim diye iddia ettiği ve alemide kendine malik diye itikad ettiği..Mülkü esbaba taksim ettiği gibi hallerle hainler zümresine ilhak etmiş.cehaletin en kötüsü kendinden geçmiş saniini unutmuş mutlak bir cahillik..Binler ilim bilsede;

Hatıra gelen yerden atfen..üstadımız demiş;

…nefıs, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan bir nevî rubûbiyet dâvâ eder. Mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyânı taşır. İşte gelecek şu hakîkati derk etmekle ondan kurtulur. Hakîkat şudur ki: Her, şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık îtibârıyla Şâhittir, meşhûddur, vâciddir, mevcuddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakîkiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir Şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve fıraklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîkinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan bir kalp, herşeyi bulur.

Evet,başka bir dersinde demiş;

"Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?"; yani, "Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur"

Evet,Binler fünunu bilse de kat kat cahildir..
Çünkü;

. Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.

Evet,insanın duyguları adeta arılar gibi alemin her mevcinde gezer..Gözünün gördüğü kulağının işittiği..aklının muhatap olduğu kalbinin ilgilendiği ruhunun münasebetleri..Vicdanının intizarları gibi her latifesi her hadise ve her hal ile hem haldir..her şeyin kendi özelliğiniifade eder bir lisanı her hadisenin nazara göre göründüğü bir şekil vardır..kainatı bir matemhane gibi görmek mümkün olduğu gibi bir şehrayin suretinde neşeli sürurlu görmekte mümkündür..hem nasıl bakılsa öyle görünür..Neyle bakılırsa da öyle müşahade edilir üstadımız mükerrer derslerinde ifade etmiş..merhametsiz bir kalbin alemi meyus vs..felsefenin siyah gözlüğünün karalığı..kendi ışıkcığına itimad eden yıldız böceğinin bütün ahbabını hapsettiği karanlık..Söünük cep fenerinin mahareti gibi…evet muhatabiyetin nevi ve şekline göre bir geri dönüşüm bir nazari sentez var…bu dersin bu makamında ise tefessüh etmiş ve kendi kendini yutmuş..enesinden başka bir şeye aşinalığı kalmamış..bütün açısının şekli ancak kendi ölçülerinin eneyle sıbgalanmış özelliği olduğundan adeta hatmedilmiş letaifleriyle hissiz ruhsuz cansız kalmış.Bu hadsiz lisanların yazılarını ecnebiliğiyle okuyamıyor..kör hissiyatıyla göremiyor..ne gelirse gelsin ..onu tasdik edecek ışıklandıracak devamını sağlayacak bir madde bir unsur nefsinde bulunmadığından gelen marifet nurları söner..Çünkü onları tenevvür ettirecek ayine küsuf tutmuştur göstermez…Hikmetin ta kendisi gelse..Yani her şeyin varlık nedeninin tam bilgisi gelse görünse..nefsinde her yönüyle gayesiz saçma anlamsızlık suretini alır..Çünkü şu haldeki bir enenin rengi..Şirk ve Allah’ı inkardır..Dediği gibi üstadımızın”İnsan anlamadığı şey’e düşmandır..
Evet,kendi idrak mahiyetini kendi selbettiği için neticesindeki akıbete ise müstahaktır.Bütün kainat parlak ayetlerle dolsa o enedeki karanlık bir nokta o parlak ayetleri nzarında söndürür göstermez…Çünkü nefis küçücük bir emarey-i vehmiye ile çok büyük şeyleri inkara meyyaldir…Üstadımızın bu meyanda buyurduğu gibi..Tırnak kadar bir perdeyle bir dağı setreder…


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

12

08.07.2010, 13:27

Evet,

On Birinci Sözde, mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin, mânâ-yı harfî cihetiyle ne kadar hassas bir mizan ve doğru bir mikyas ve muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruznâme olduğu, gayet kat’î bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Sözdeki tafsilâta iktifâen kısa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa, gel, hakikate giriyoruz. Demiş…

İşte, bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor.

Evet,İnsanlık aleminin var edildiği Âdem A.s dan bu zamana kadar bu iki fikir akımı;İnsanlığın kendini ve kendiyle beraber içinde yaşadığı dünyayı ve dünya içindeki hadisatı tanımlamak ve kainatın işleyişindeki hikmeti anlayış,kavrayış ile düşünce yapısı ve fikrin yapılanmasında dal budak sarmış iki büyük ağaç hükmünde görünüyor.Ve bu iki ağacın birinde Silsile-i Nübüvvet ve diiyanet,yani din ve peygamberlik silsilesinin efrad ve efkarları..diğerinde ise silsile-i felsefe ve hikmetin efrad ve efkarları gelmiş gidiyor demiş…
Bu ifadenin fikre verdiği bir suhulette kolaylıkta var..Mesela insanın ilgisini çeken ve hayatla olan ilişiği nispetinde ilgilendiği her şeyi tanımlamakta iki oluklu bir tarife ile insan ve hayat özelliğinin en merkezinde konuyu idrak mahalline topluyor..Kısaca İnsanlık denilen alemin var edildiğinden beri insan fikri yapısı iki silsilenin etrafında toplanmış..Birisi Nübüvvet denilen peygamberlik müessesesi ve ellerindeki din nişannamesi ile kainat sahibini marziyatı yani istek ve emirlerinin talim ile itaat daveti ile insanlığın iki dünya saadetinin hikmet ve amelin tesisi edilmesi..
Diğeri İnsandaki hakiki hikmeti nübüvvet zincirinin diyanet ile teklif ettiği istidadını müstakil ve nefsi ve nefsin mahiyetinde bulunan perdelerin açılması gereken yerdeki itaat ve inkıyaddan ziyade..heva ve isyan üzere değerlendirmesinin teşekkülünde istimal eden taifesi..Yukarılarda ifade edildiği o harika beyanın ..miri malından kırk parayı çalan adamın meseli..ve kendime malikim diyenin her şeye bir uluhiyet vermesi fikri zorunluluğunun o anlayıştan doğması ile hilkat mahiyet kabiliyetlerini ablukaya alması ve iyice sahibini yutması gibi..İki caddenin krokisini çizip tahlili ile meseleyi elle tutulur gözle görünür bir şekilde özetler…
Hilkat muammasının tevhidi taliminin cezp ve cazibesinde oturan ve o çekimi ilmi merak ile bağlı kılan ve kudret ve iradenin neden ve niçinlerle illet ve hikmet olarak kendini göstermesinin taşıyıcı niteliğini o bab ile çözmeye çalışmak zevk-i hakikatine ilgi duymayıp..
O Muammanın kendi varlık manasından kaybolmasıyla oluşan mana-yı ismiyle orataya çıkarak kendini gösteren, muammalığın keşfinde oyalanan ve alemin fikri akımlarının her şeyin bir biriyle münasebetini göz ardı eden ve o irtibatları koparan düşüncenin darma dağınık ettiği ve rapt edecek ucu bulamamasının hezeyan dolu sözlerinin ve yanlış tahlillarinin taliplileri..ki yeteneklerini burada istimal etmelerinden tad alma duyularını yitirmiş,uğursuz bir lezzet midadı ile kokuşmuş ve müptelalık ile gabileşmiş ,ruzsuzlaşmış bir taifenin yolcuları..gibi manalarla meseleye ışık tutar ve ziyanın aydınlatma özelliği ile karanlık anlaşılmadık bir şey bir yer bırakmaz…

Evet ifademizin evvelindeki paragraftaki iki ağac ile vasıflandırdığı nübüvvet ve din yolcularının efkarı ve felsefe ve hikmet olarak ifade ettiği taifeleri beyan ettiği konu devamında diyor ki;

Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir.

Burada kısaca bir şey söylesek şöyle ifade edebiliriz;
Kainatın var edilişinin nedeni ve alemin bu var edilmişliğe olan hizmetinin illeti yani hakiki nedenleri ve sahibinin bundaki maksadı ve isteklerini ..sultan-ı kainatın fermanıyla peygamberlik vazifedarlığı ile talim eden taifenin kudsiyeti..
Diğeri bu illet yani hakiki nedenlerin nedenliğinin eşya ve hadisat üzerindeki maksad ve fevaidi yani varlıklılık faydaları..bu bunun için ..bu bundan sebeple..bunun nakşındaki güzellik..şunun hüsnündeki tezyinat..şu alemdeki tanzifat şundandır bundandır..Ve bunları yapan zatın isim ve sıfatlarının tezahürü bildirmek alametleri..Kudret ve sanat sergileri gibi çözümleme..talim gibi marifetullaha olan işaretlerinin izlerini takip eden asl-i hikmet olan felsefenin..Emir ile davetin..talim ile marifetin kanatları diye söylemiş olsak..hikmet dairesi,emir dairesinde işlese alemin aklı hükmünde muhakemeli ve mizanlı bir imtizacın ebedi istikametinden bir nurlu yürüyüş mümkün olacaktır..Zaten bu manada bu mutabakat kaçınılmaz bir elzemiyetin hakikatıdır..diyebiliriz…

Evet devam edelim..Demiş ki;

Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur.

Evet yukarıdada ifade edilmeye çalışıldığı gibi..Maksad emirle teklifi ve davet ile imtihanın içeriğinden olan beklentiyi bu çözümlenme üzerine harekete geçirmek..O zaman şöyle diyebiliriz..
Emir dairesinin Nübüvvet ile tesmiye edilmiş vazifedarları meselenin Vehbi bölümünü oluşturuyor..Yani Rabbimiz emir ve isteklerini Peygamberleri ile bildiriyor ve onları delil ve deliller ışığındaki nedenlerin tarif ediciliğini suhuf gibi vahiy gibi ilham gibi..onların istidatlarının ve görevlerinin mazhar olduğu nitelikle cihazlandırıyor ve o minval üzerinde bir muhavere ve işleyiş belirleniyor..Bu daire yani Allahın CC vazifeli kıldığı ve teçhiz ettiği dairenin seçilmişliği penceresinden bakarak vehbiyetin kesbiyetten olan marziyatını işitebiliriz..Kesbe bakan yanında ise..Hilkat hükümeti halk ettiği irade sahiplerinden verdiği istidat gereği nübüvvetin talim edip ders verdiği hakikatler istikametinde istimal edilmesi gereken bir işleyişi emir ile belirleyip..Hakiki nedenlerin uzantısı olan hakikate hizmet eden sebeplerin bir noktada buluşması gereğinin ve harukulade olan ilişkilerinin bir karara bağlanmasındaki en faydalı ve akli olan imtizacın sağlanmasınin gereğidir..diyebiliriz…
Eğer imtizaç yerine uyumsuzluk ve ayrılık olsa..İşin ruhu hükmünde olan nübüvvet ve diyanet hakikati mualla mevkinde kalmış ve onun hayırlı ve nurlu efradı o dairede toplanmış..Ve yolundan sapmış kendini o hakikat merkezinden uzaklaştıran felsefe adeta sahipsiz kaldığından..şerler sapkınlıklar ise o silsilenin etrafında buluşmuş cem olmuşlar…

Buraya kısa bir not ekleyelim inşallah..Şimdi din ve dinin emirlerini idrak etmek ve yaşamakta Kur’an hikmetinin talimini dinlemeyen ve ondan ders olamayan bir itikad ise gayet zaif bir münasebettir..O nedenle Kur’ani aklın taliminin hakikati noktasında ..Üstadımızın buyurduğu binler hakikatten bir hakikat burada ifade edersek..Herşeyi ancak Kur’anın gösterdiği gibi gördüm meyanındaki beyanı ile sabitleriz..Yoksa bu hakikatten uzaklaşmış bir çok mesleki ve meşrebi hareketler..hayal ve tahayyüllerle istikametlerini zedelemişler..Mesnetsiz kalmışlar…
O nedenle Risalet-i Ahmediye ve Risalet-i Muhammediyenin A.S.M niteliklerinin anlatıldığı yerde ..Ameline talip olmak ve hizmetine talip olmak manasındaki birlikteliğin çift kanatlılık olarak vasfedilmesi dikkat edilecek bir husustur..Yoksa hakikat içerinde Kur’an ve Sünnet merkezli olan ittifakı olmaz ise buda aynı hakikat içerisinde bir tefrika belki ciddi bir zaaftır…

Evet konu devamında silsilelerin tanımlarına geçerken;

Şimdi, şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.Demiş..

Evet..

İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümatını etrafına dağıtır.

Yukarıda bir nebze ifade edilmiş..O rabıtadan irtibatı kesildiğinde nursuz ve ruhsuz kalarak cehennem ağacına dönüşerek alemi fesada veren bir mahiyete bürünüp sapkınlığının zülumatlı karanlığını neşreder.Çünkü din ağacı hayattar ve baki bir şecerenin hayata uzanmış bir maksad tarifenamesidir..buradan kopan her dal çürür ve kokar etrafına zarar verir…

Evet devamında demiş;

Hattâ, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş.

Yani, O zakkum ağacı;Akıl duygusuna bağlı olarak,dehriyyun.. yani, dünyanın sonsuz olduğuna inanlar..Maddiyyun..yani, her şeyi maddede arayan ve her şeyi maddeye bağlayanlar..Tabiyyun..yani,tabiatı yaratıcı kabul edenler ve tesiri ona verenler gibi meyvelerini insan eline vermiş..

Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, Şeddadları (HAŞİYE) beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile, silsile-i nübüvvetin ki, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i suret ve sehâvet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin iki cihetindedir.
(HAŞİYE) : Evet, Nemrutları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren, eski Mısır ve Babil‘in, ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telâkki edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve asnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesiyle Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir ulûhiyet verip kendi başına musallat eder.
(Haşiye
Bir ayine bir tarife-i name ..sanatlı bir eser gibi harika bir levha olan ve iman nuruyla bakıldığında her yeri nurlanan tabiat ve ahvalat , hikmetsiz felsefe ile bakıldığında, öyle bakan bir nazarı ebedi bir şekavetle hadsiz bir derekeye düşürüp sonsuz bir belayı başına musallat eder..
Vehmi bir malikiyet sefil bir acziyet ile tahribin kolaylığı noktasından oluşan muvaffakiyet ve tekebbür alemin namlı zalimlerini netice vermiş..ve o malikiyetin akli itminan noktasında duygularını ifrat ve tefritte kullandıran meseleleri felsefe-i tabiyye ve o idrake bağlı nefsiye dahilinde ihya ederek hususi ve umumi dünyalarını ifsad eden yollardan gitmişler…)

Evet;aynı o ağaç Kuvve-i gadabiye..Yani,öfke duygusu dalında,tarihin en namlı uluhiyet dava eden nemrutları ve ilahlığın iddiasında en ahmak en zalim olan firavunları canileri insanın başına atmış bela yapmış sarmış.

Ve aynı o ağaç Kuvve-i Şeheviye-i behimiye dalında;yani hayvani şehvetleri ortay çıkararak,batıl heva ve heves tanrılarını,o yolda tapındıkları putları,ilahlık dava edenleri meyve vermiş,yetiştirmiş…

Aynı İnsaniyet kökenli bu iki ağacın biri zakkum ağacının meyvelerini verirken karşısında olan Silsile-i nübüvvetin,kulluk ve ibadetin cennet ağacı hükmünde,küre-i zeminin bağlarındaki mübarek dallarının verdiği meyveler ise..

Kuvve-i akliye dalında ..Peygamberler,resuller ve eyliyalar sıdıklar meyveleri..
Kuvve-i dafia dalında..Yani,zararlı şeyleri def eden duyguyla adaletli hüküm vericileri.Melek gibi hükümdarlar meyvesini..

Kuvve-i cazibe dalında;yani,faydalı şeyleri çeken duygularla,iç güzellik sahiplerini,günahsız güzellik suretlerini..cömert ve ikramlarıyla nam salanlar meyvelerini..yetiştiren ve İnsan nasıl şu kainatın en güzel meyvesi olduğunu gösteren o ağacın kökü ile beraber ..enaniyetin iki cihetidir ila ahir dersine devam ediyor..Şimdi yine bu arada bir konuyu eklemek hatıra geldi..Yukarıda ifade ettiği Kuvve-i akliye Kuvve-i gadabiye Kuvve-i şeheviye hakkında hem onlar nedir hem onların özellikleri nedir gibi manalara delalet eden derslerden bazı alıntıları ilave ediyoruz..

Çünkü bu iki cereyani azim bu iki silsile..bu iki ağacın dallarının verdiği meyvelerin niteliğini belirleyen ölçüler bu duygular üzerinde müessestir ve bunların işleyişi ile safları belirlenir..Bunların terbiyesi ile ancak güzel meyveler verilir..Ve ancak bunların had altına alınmasıyla hayatın ve bekanın yolculuk dengesi sağlanır…

Üstadımız bu denge hususunda kontrol noktasında bu duyguları ibadet bahsi içinde anlatırken ..Saniin yani Allahın CC bu duyguları had altına almadığı..İmtihan iktizasınca serbest bıraktığı onların temeyülleri neticesinde istidatlarının şekillendiği zaviyesinden İbadetin o kontrol ve itidal ve istikameti sağladığını ifade etmiş..Biz burada onların hasiyetlerini de ifade eden bölümlerden birkaç tanesini yorumsuz bir şekilde ekleyelim..


Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:

Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.
Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur.

* * *

Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

13

08.07.2010, 13:29

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.
Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.
İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.
Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.
* * *
Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine hem kabile, hem nâkile iki cihaz hükmündedir.
İşte, bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakkın Gafûr, Rahîm gibi iki ismi, tecellî-i âzamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur'ân-ı Hakîmde peygamberlere en mühim ihsanı mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar etmeye davet ediyor.
Hem, ahlak-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selametli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. Mesela, kuvve-i akliye hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat ve tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belahete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker.
Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip etmezse, ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer, istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimi, vicdani bir azabı çeker.
Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selametli istikameti ve iffeti zayi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezetten mahrumiyete düşer ve o manevi hastalığın azabını çeker.

* * *
Meselâ kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabâvet ve cerbezeden müberrâ olarak, hadd-i vasat ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî mâsumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir

* * *
Evet,Üstadımız yukarıdaki derslerinde gayet harika şekilde ifade ettiği gibi istikametsizlik neticesinde bu duyguların tahripkarlığı..istikametli yapılanmasındaki istimalin neticeleri yine aynı dersimizin anlattığı;ahlaklı,güzel suret ve suretli insanlarını ,adil padişahlarını melek gibi hükümdarlarını ..adil hakimlerini meyve verdiğini o terbiye içinde ve o terbiyenin ruhu olan din ve ubudiyetle tuba-i cennet hükmünde ki semereler olduğunu göstermiş..Konuya devam etmeden önce otuzuncu sözü adeta hülasa eden Mesnevi-i Nuruyeden bir bab ile konuyu toplamak niyetiyle:

El-iyazü billah! Mühim bir mesele:

Ene'nin iki veçhi vardır. Bir veçhini nübüvvet almıştır, bir veçhini de felsefe almıştır.
Birinci vecih, ubudiyet-i mahzaya menşedir. Mahiyeti harfiye olup müstakil değildir. Vücudu tebei olup aslı değildir. Malikiyeti vehmi olup hakiki değildir. Vazifesi Halıkın sıfatını fehmetmek için bir mizan ve bir mikyas olmaktır. Enbiya (aleyhimüsselam) enaniyetin bu veçhine bakmakla, mülkü tamamen Allah'a teslim ederek ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne ulühiyetinde şeriki olmadığına hükmetmişlerdir. Ene'nin bu veçhinden, Cenab-ı Hak şecere-i tüba-i ubudiyeti inbat edip dal ve budakları kainat bahçesinde enbiya, evliya, sıddikin gibi mübarek semereleri vermiştir.
İkinci veçhi alan felsefe, ene'nin vücudunu asli ve kendisini müstakil ve malik-i hakiki olduğunu zu'm etmişlerdir. Vazifesi de yalnız hubb-u zatıyla tekemmül-ü hayattır. Ene'nin bu siyah yüzünden envaen şirkler, dalaletler çıkmıştır. Ezcümle: Kuvve-i behimiye dalında sanemler doğmuşlardır. Kuvve-i gadabiye gusnundan firavunlar, nemrutlar çıkmıştır. Kuvve-i akliyeden dehriyun, maddiyun, felasife çıkmışlardır ki, Vacibü'l-Vücuda bir mahlük-u vahidi verir, baki kalan mülkünü gayra taksim ederler.
Hülasa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mayi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Halıkın evamirine mübarezeye başlar. Küçük alemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kainatta tabiata benziyor. İkisi de tağutlardandır.
Demiş…

Evet konumuza kaldığımız yerden devam edelim İnşallah..

…….bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i suret ve sehâvet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin iki cihetindedir.

Buraya kadar yukarıda derse iştirak etmiş aşağıdaki iki satırda kalmıştık..

Evet,


O iki şecereye menşe ve medar, esaslı bir çekirdek olarak, enenin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Enenin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.


Diye söyleyerek,Ene nin iki köklü ve yönlü silsilesinin hareket tarzını ve neticelerini ders veriyor ve diyor ki:





Nübüvvetin vechi olan birinci vecih:

Ubûdiyet-i mahzânın menşeidir. Yani, ene kendini abd bilir; başkasına hizmet eder, anlar.

Yalnızca ubiyetin, kulluğun kaynağıdır…

Mahiyeti harfiyedir; yani başkasının mânâsını taşıyor, fehmeder.

Tek başına hiçbir manası olmayan başkasının manasını gösteren…

Vücudu tebeîdir; yani başka birisinin vücuduyla kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder.

Başkasının yapmasıyla var olan.. Valığı başka şeye tabi olan…

Mâlikiyeti vehmiyedir; yani kendi mâlikinin izniyle surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir.

Sahipliliği olmadığı halde var sayılan..Sahibinin izniyle görünüşte geçici bir malikiyet…

Hakikati zılliyedir; yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuûnâtına mikyas ve mizan olarak, şuurkârâne bir hizmettir.
Hakikatı; zayıf bir gölge ve o mahiyette hilafet gibi bir vazife..

İşte, enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya, eneye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Malikü’l-Mülke teslim etmişler ve hükmetmişler ki, o Mâlik-i Zülcelâlin ne mülkünde, ne rububiyetinde ne ulûhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı Onun elindedir; herşeye Kàdir-i Mutlaktır; esbab bir perde-i zâhiriyedir; tabiat bir şeriat-i fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.

Evet, peygamberler ve veraseti enbiya cihetinde olan asfiya ve evliyalar eneye şu vecihle bakmışlar,böyle görmüşler,ve hakikatı anlamışlar..Ve o hakikatle hareket etmişler..Vazifelerini mahiyetlerindeki hasiyetlerle emre uygun rızaya talip ifa etmişler..Lailahe illallah hakikatının gereğini he hakkaniyeti ile amel etmişler..Kur’ani bir talimle Sünnet-i bir terbiye ile emanetin muktezası ile mukabelede bulunup ..Rabbimizin kendini vasfettiği hadsiz diller ile ifade ettiği ve kabul ettiği lisan ile sadakte ..semiğna ve atağna diyerek alemlerinde ve aleme huzur-u ilahiyede ilan etmişler…
Sebepler görünen perdelerdir..Tabiat; Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanununlarının bir kitabı ve kudretinin bir şablonudur…

İşte, şu parlak, nuranî, güzel yüz, hayattar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki, Hâlık-Zülcelâl, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyeti ondan halk etmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nuranî meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi, felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için ervâh-ı âfilîne bir medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mirac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nuranî bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.

Evet,bu hak ve hakikat namına hakikatin kendiyle ve hikmetin asliyle vazifeli ve o vazifenin şuuruyla giden ve bu nurlu yolun mahiyetinde bulunan nurlarla aydınlanan sureten ve sireten güzellikle parlayan bu yüzler,yaşayan ve anlamlı bir çekirdek hükmüne geçmiş..Ve sonsuz büyüklük ve azamet sahibi, her şeyi yoktan yaratan Allah, kulluğun nurlu tûbâ ağacını ondan halk etmiş..İnsanlık aleminin her tarafını o nurani meyvelerle süslendirmiş…

Geçmişin bütün karanlıklarını dağıtıp..yani o uzun geçmiş zamanın felsefenin gördüğü gibi bir büyük mezar,bir yokluk diyarı olmadığını,belki geleceğe ve ebedi mutluluğa atlamak için..ki ölümle geride kalınmıyor haşri ekber denilen o gelece geçilmiş olunuyor..Yani her şey aslında mazi denilen zaman anlayışından asıl geleceğe dökülüyor..Evet, ervâh-ı afilin yani göçüp giden ruhlara nurlu bir sepep..ve çeşitli basamaklı bir nurlu yükseliş..ve hayat tekalifi gibi dünyanın fani yüzünün manayı ismiyle olan bütün sikleti gibi yükleri bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçen ervahın nurani bir nuristanı ve bir bahçesi olduğunu gösterir.

Çünkü her şeyi ile her şey beka meselesinde bütün manasıyla ittifak etmişler..Ancak hakikat hakkın gösterdiği üzeredir..Haşir meselesiyle ilgili üstadımızın söylediği ifadeyle “haşre muktezi var mıdır-evet muktazi her şeydir”Fail muktedir midir-Evet fail muktedirdir”Öyleyse haşir olacaktır…gibi…

Hem dikkat edilse erdemin haysiyetin şerefin bütün sebep ve vesilelerinin itminan bulan ruhani telezzüzü encak bekayla..Hem adaletin hakkaniyetli hakikati akliyesi ancak bekayla..Hem ruhun vicdanın hakikatli terennümü ancak aslına visalle..Hem meşkin sureti ancak vuslatla..Yani bütün firakların ayrılık hakikati en sevilenlerin ve en güzellerin ayrılıklarıyla a ve ayrılıklarındaki duruşlarıyla sonsuz bir birlikteliğin hazımlı inanlı ve imanlı hallerinin göründüğü ahvallerdir..Hep aynı şeyi söyleyenler ile hiçbir şeyi aynı söyleyemeyen müteredditler ve vaad ettikleri gelecek ve hali hazır halleri gösterir ki..yolunu şaşırmış hislerin fetvalarıyla insaniyetleri sukut etmiş divaneler gürühudur…Ahbapları olmayanların..özlemeyen ve özlenmeyenlerin..yani gelecekte bir bekleyenleri olmayanların harşeyi burada zannedenlerin dünyayı ölümsüz müş gibi kabullnenen zihniyetlerin iştah ve iştiyaksızlığı gayet normaldir..Onlar için zamanın her mevcinde olanlar ölüdür..Sağ olan heva ve hevesleridir..O nedenle sıkı sıkı çekilmiş körlük perdeleri o nurani meclisin bir birine sonsuz iştiyakını kavramaktan mahrumdurlar..dediği gibi üstadımızın “ehl-i dalalet ağlasın,ehl-i gaflet ağlasın”…Ehl-i İman için ayrılıklar muvakkattır bir kavuşmanın şevkine medar ulvi hüzünlü bir manadır..denilebilir…

Evet dersinin devamında demiş;


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

14

08.07.2010, 13:29

İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur.

Felsefe ise, eneye mânâ-yı ismiyle bakmış. Yani, kendi kendine delâlet eder, der; mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder.

Bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı ile bakmış..Kendi kendini gösterir delildir..manası yalnız kendindedir..kendi hesabıyla çalışır hükmüyle…

Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkki eder. Yani, zâtında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’m eder.


Varlığını asli,ve kişisel olduğunu kabullenerek..yalnız bizzat kendi varlığını esas alarak hayat hakkı var.tasarruf ettiği alanın hakiki sahibi olduğu asılsız inanç ve iddiasıyla..

Bir mikroba mağlup olan insan acip davası …tüyüne söz geçiremeyen insanın batıl dünyası…

Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir, ve hâkezâ....

Ve onu değişmez bir gerçek zannederek..vazifesini,kendini sevmekle kendi kendine olgunlaşan bir kişilik olduğunu bilerek…

Çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini bina etmişler..

Mesleklerini,Bu ve bunlar gibi bozuk esaslar, çürük temeller üzerine kurmuşlar…

O esâsat ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözler’de, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kat’î ispat etmişiz.

Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar,

“İnsaniyetin gayetü’l-gayâtı teşebbüh-ü bi’l-Vâcibdir, yani Vâcibü’l-Vücuda benzemektir” deyip firavunâne bir hüküm vermişler.

İnsaniyetin varlık gayelesinin en son noktası,allah’a benzemektir”

Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler.

Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Evet,kendine bu pencere ile bakan..Gölge ile aslı karıştırır..Kendinde bulunan ölçücükler ve bildirmek tanıttırmak ölçütlerini..sonsuz aczini görmeyerek vehmi malikiyetiyle sahiplenen ve kendini şuur sahibi telakki eden..ve nefsindeki dikkat levhalarını kaybetmiş..kalp ve ruhunun vicdanı ile beraber hakiki mahiyetinin derkinde ki fıtri sadalarını görmeyerek hiç hiçine bir var verip..o halden neşet eden o zararlı idraki tefsir ederken..Allah’a benzemekle en yüksek gayeyi gösteren zavallı anlayışlar..

Yani bir insan yaratılır ve ona bazı ölçüler verilir..ve o o yaratılmayla bir yaratıcının eseri ve yine o yaratıcının mülkünde her şeyi le ona bağlı bir memlük köle hükmündedir…Her şeyi ile her şeye muhtaç bir mahluktur..

Asla bir taşını yerinden kımıldatamadığı hükümleri bile bile ..hani yıldızları göre göre hani güneşe baka baka..hani attırılan kalbine rağmen nasıl olurda böyle bir iddiada bulunur hamakat içinde düşer..Demek ki nursuz felsefe hakikatsız bir safsata olmakla yolcularını aynı safsata içinde cerbezeci lafız persetlere çevirmiş…

İslam dünyası içerisinde de bulunan bu dünyaca meşhur insanların kanaatlerinin hükümleri Hakikat yanında kıymetsiz kömürler hükmüne gelmiş…O Anlayışlarıyla istikametten ..kulluk acz ve fakrının cenahlarıyla olan sultanlıktan dönmüşler ve azim zararler etmişler..Adeta kisve başka lisanları aynı gibi firavunlar gibi hükümler vermişler..
Yani tariften ve tarifin maksadından çıkan netice ittifakıyla sahası başka da olsa neticesi aynı olan eneye kuvvet verip..mahiyetini ihlal etmek fıtratını bozmak neticesinde adeta,aynı ehl-i zalemenin kafilesine adamalar yetiştirmiş zulumlerine şerik olmuşlar…Dinde zaaf göstermek..Kur’an ışığından uzak beşeriyete bir şeyler arz etmek..Kendi hususi idrakini akli umumi hükmünde görmek..şöhretin getirdiği zaviyeden her şey için bir şey söyleyebilir bir istidraçla kendini hakim zannetmek ..kendini tanımamış..nefsini şımartmış insanlarda çok şeye ruhsat hükmüne geçmiş..ve geçer de…

Hatta bazı tariklerin mazur şeyhleri..Bazı tariklerin kasıtlı berzah makkumu pirleri..Hususi meşreplerin hususi hatveleri..cilve ile hakikatı karıştırıp çıkardığı ahkamalar ve verdikleri zararlarda gayet çoktur…Şeriat-ı Kur’aniyenin Allahın emir ciheti ve talim vasfında değerlendiremeden kalplerindeki akislerin mahdut inikaslarına meftun olup ..Hakikati dini kışır görüp gösterenlerde az değildir..O nedenle İstikamet-i Asliye ancak..Kur’an ve Sünnet-i Seniye dairesindedir..Bunun dışında olan her şey asl değil bir teferruat hükmündedir..Ancak intisabıyla kıymet alan istinadsız ise hiçbir şeylerdir…

Evet ..Yukarıda isimlerini ve zihniyetlerini zikrettiğ kafile..geçen haşiyede ifade edilen zümre ile beraber anılır orada demiş;

Evet, Nemrutları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren, eski Mısır ve Babil‘in, ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telâkki edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve asnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesiyle Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir ulûhiyet verip kendi başına musallat eder..ve miri malı meseli gibi…

Bunlarda üstadımızın ifadesiyle:

Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden istimdad, kusurunu görüp aff-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhân olmaktır diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler…

Yani mayiyeti insaniyenin hakikatinde derc edilmiş cihazat ve hakikat üzere fiillerde bulunmak..Kulluğun iktizasıyla hareket etmek..Kendini o noktada okuyarak hadsiz ihtiyacının lisanı ile ilticada bulunmak..Kusurlarının affını isteyip şerre olan meyalanın kırılmasını kazanmak..Kusurlarını bilmek..Yani Halıkına karşı boynu eğik olmak ..Zatın kemal sahibi ve Sübhan olan Rabbine tesbih eden onu anan bir kul olmaktır meyanında ,kulluklarını yaparak hükmetmişler yani kesin karara varmışlar…


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

15

08.07.2010, 13:31

Evet demiş;

İşte, diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolunu şaşırdığı içindir ki, ene kendi dizginini eline almış, dalâletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki enenin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünemâ bulup âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.

Çünkü üzerinde onu bir görenin olduğu her halinden haberdar birinin bulunduğu..kendini ve içinde olduğu alemin bir hâlık ve mutasarrıfı bulunduğu ve her yaptığı işin bir hikmet üzere yapıldığına yakini olmadığından ve o yakinin iras ve ihsas edilmesi nimet-i uzmasından da mahrum olduğundan ve alemi abesiyetle iştigal ettiği gözlüğünün siyahlığı gibi bir çok sebepten dolayı irtibatını ve istinadını yitirmiş..ve kendi konumunda beslendiği vechin gereği ile de..inandığı gibi yaşamaya ve o yaşadığı şekilde inanmaya ve o kanaatin doğrultusunda verdiği hükümlerle bir büyük cehennem ağacına dönmüş..Ve İnsanlık alemin yarısından fazlasını kaplamış..ve o düşüncenin envaı nevinden ve o özelliğin mahiyetinden binler çeşit istibdat ve zulumlerle arz üzerindeki tahripkar yolculuklarına bir vade kadar devam etmektedirler…

İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına verdiği meyveler ise, asnamlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. Hattâ “El-hükmü li’l-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır” der. (HAŞİYE ) Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.

HAŞİYE Düstur-u nübüvvet “Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir” der, zulmü keser, adaleti temin eder.

İşte o ağacın hayvani şehvet noktasında..yemek içmek gibi nefsi olan hallerin istikametsiz israflı halleri dahili ile insanlığın bakış açısına verdiği meyveler ise,putlar ve batıl ilahlardır..ve Eğer galip geldiyse kuvvetlidir ve kuvvetliyse haklıdır hak onundur gibi bir kanaati vardır. Burada üstadımızın,düstur-u nübüvvet penceresinden koyduğu haşiyede der”Kuvvet haktadır..Hak kuvvette değildir..Hak kuvvetlidir”meyanında ifade etmiş…Onların bu inanç ve yaşayış ve kanaatleri neticesinde ise zulmü manen alkışlamışlar..zalimleri cesaretlendirmiş ve zorba ve zalimleri ilahlık davasına sevk etmişler…

Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni ve Nakkâşın mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der, perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir.
Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, gösterici, riyâkâr bir hüsnü istihsan, ettiği için riyâkârları alkışlamış, sanem misalleri kendi âbidlerine âbide (HAŞİYE 2) yapmıştır.

HAŞİYE 2 Yani; o sanem-misâller, perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.

Yani mana-yı ismiyle balkılmış..Üstadımızın bir başka dersinde” Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. «Ne kadar güzel yapılmış» de. «Ne kadar güzeldir» deme. diye söylediği vechin aksine -bütün mevcudatın fıtratlarıyla red ettikleri halde-mevcudata bir kudret ve kendi kendine malikmiş isnadına istinaden bir şirk dolu ifadeler nazarında bakarak gayet çirkin bir kuyu içine düşmüşler.Ve bu garip manzara içinde hırsızlıklarını kanaat zaaflarını aldatıcı zevkler ve riyalarla bir birlerinin sapkınlıklarına da kuvvet vererek bir birlerine düşünceleri ve ileri sürdükleri ve o hal üzere yaşadıkları pereştiş ettikleri sanem misal şeyleri kendilerine tabi olanlara abide yapmışlar..O etbalarını—yollarından giden ahmakları bir çok dalalet vadisinde koştukları gibi koşturmuşlar.


O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında,(Öfke duygusu) biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun,(Dünyanın sonsuz olduğuna inanıp ahreti inkar edenler) maddiyyun,(Mataryalistler,her şeyi maddede arayanlar)”ÜSTADIMIZ BİR DERSİNDE DEMİŞ-HERŞEYİ MADDEDE ARIYANLARIN AKILLARI GÖZLERİNDEDİR GÖZ İSE MANEVİYATTA KÖRDÜR-
tabiiyyun (tabiatçılar,tabiatı yaratıcı kabul edenler)gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.

İnsanın var olduğu alemle yaratılışı itibariyle olan uyumu ve alış verişi..bir bütünlüğün işleyişindeki nizam ve intizam iledir.Bu hilkat bağlarından birisi bir manada çözüldüğünde bir daha onu fıtratından uzak bir yere bağlamak hem mümkün değil hem çok zararlı bir düşünce bir harekettir.Yine üstadımız bir suale cevap verdiği bir yerde şöyle ifade ediyor:

Eğer insan yalnız bir cesedden ibaret olsa.. ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa.. ve kabir kapısı kapansa.. ve ölüm öldürülse.. o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir mânâ olurdu. Fakat madem insan yalnız cesedden ibaret değil. Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.

Evet,işte bu bağların irtibatların kesilmesi insanın had altına alınmamış kuvveleri üzerinde olduğunda..yani irade-i cüziyyesinin sarfında olan kuvve-i akliye –gadabiye ve şeheviye..istinad-ı maneviyesiz ve ilmiyesiz kaldığında alanı olan tahripte çok cinayetleri yapabilir ve yağmışlar…Çünkü insan bu kuvvelerinin zararsız ve faydalı bir şekilde işleyişini ancak ibadet içerisinde bir istikametle mazhar olduğu inayet neticesinde elde edebilir…

Evet aynı pragrafı tekrar ekleyerek devam edelim.Diyor ki:

O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.

Şimdi şu hakikati tenvir için, felsefe mesleğinin esâsât-ı fâsidesinden neş’et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ı sâdıkasından tevellüd eden neticelerinin binler muvazenesinden, nümune olarak üç dört misal zikrediyoruz.

Hissi mağlup etmek ve duygulara istikamet vermek latifeleri mustakim vaziyetlerde gıdalandırmak ve şevke bir teşvik uyandırmak..Nur mesleği iktizasınca taharriyi hakikat bir aklın karşısında doğru ve yanlış şeylerin mahiyet ve müvazeneleri üzerinde müdellel konuşmakla iradeyi hakikate isale etmek ve ders manasında da en esaslı ve faideli bir tarz-ı hakikat olan bu minval ve zaviyeden..felsefe-i fasidenin bozuk esaslarıyla ortaya çıkardığı gürüh ile..nübüvvet silsilesinin sadık ve sarsılmaz ve doğru esaslarından doğan neticelerin binler muvazenesinden üç dört misalle o manzarayı hak ve hakkaniyetiyle gösterecek..

Evet diyor:

Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden

kaidesiyle, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir” kaidesiyle, “Vâcibü’l-Vücuda benzemeye çalışınız” hodfuruşâne düsturu nerede? Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü’l-Vücudun mahiyeti nerede?

Peygamberlik dairesinin,Kişisel hayat prensipler neticesinden diye ifade edilen hakikatte;

İlahi Ahlâk ile vasıflanıp Cenab-ı Hakka (Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah) kendi kusur ve aczini bilerek yönelerek kul olunuz ..düsturu nerede…….

Felsefenin;Allah’a benzemek insaniyetin en mükemmelleşme gayesidir. varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah’a benzeyiniz.Kendini beğendirmeye çalışan düsturu nerede…

Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü’l-Vücudun mahiyeti nerede?


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

16

08.07.2010, 13:32

Ne kadar imkansız ne kadar pest ne kadar alçak ve sapkın bir düşünce..Fıtratı nihayetsiz aciz ve fakir bir insana..hayalinde vehmi bir kuvvet veririp..iktidarı varsa tahribin kolay olmasında zalimane bir gaddarlıkla onun o muvakkat ve zulmani varlığını adeta şişirip beşerin başına musallat etmek,kuvveti yoksa riyakarane o şeddat kavileri alkışlayan aşağı sefil insaniyeti perişan sukut etmiş bir mahluk olmaya hükümler esaslar çıkaran düsturlar zavallılığıyla..Sonsuz kudret sahibi..sonsuz kuvvet sahibi..her cihette sonsuz zenginlik sahibi ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ,hiçbir sebebe muhtaç olmayan mutlak varlığıyla var olan bir Allah’a benzemek nerede… Böyle bir iddiada bulunmak sapmışlığı..ve bu denli bir muhali kabul etmek,böyle bir şeyin varlığını bu kadar zaaf içinde kabullenmek ancak bir nevi mesuliyetli mütemerrid cünün sebebiyledir..Nefsi emarenin Allah’ı tanımamasından ve itaat etmemesinden neşet Adavet-i ilahiyenin neticesinde düşülen bir bataklık..veya meftun olduğu ezvak-ı enaniyetin beslendiği desise-yi şeytaniyeden veya şımarmış bir nefsin şatahatından südur eden..İmtihanın ihmal cihetini muvaffakiyeti zanneden bir basiretsizliğin neticesidir.



İkinci misal: Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebâtât hayvânâtın imdadına ve hayvânât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taamiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını su-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir“ diye eblehâne hükmetmişler.

Evet,nübüvvet..yani peygamberlik dairesi hilkat-i kaninatın hikmetlerini ve Her şeyin Hâlıkı olan Allah’ın hilkat maksadı ve neticelerinin hakikatini ümmetlerine ders vermiş..Alemin yaratılış haritasını çıkarmış o neticenin mutlak iktizası olan şükür ve ibadete davet etmiş.Akla kapı açmak iradeyi elden almamak bir düsturü imtihan bir teklif-i hakikat olduğundan müreccih irade neye meyil ettiyse o meyille terettüp eden semereyi almıştır..Ya baki bir tuba ağacı ya ebedi bir zakkum ağacı elde etmiştir.Evet nübüvvetin talim ettiği hakikatin en mükemmeli ve dava-i tevhidin bütün hakikat ve bürhanlarıyla içtima ettiği Peygamber Efendimiz Muhammed A.S.M ve en cami kitap ise;Kur’an-ı Kerimdir.

Asırlarca gelen hayat görüşleri..İki caddeli bu akımında insaniyetin başlangıcından Efendimize (A.S.M) kadar birikimleriyle gelmiş..Gerçi sapkınlığın bir tekamülü olmadığından ..tahribin envaı ve hayat anlayışı devirle gelen tecdit ile suret değiştirmiş..Sanemleri artmış sebepleri çoğalmış..Ve gelişimle beraber ihtiyaç dairesi genişlemiş onun için artaya çıkan levazım hem dalaleti pekiştiren hem de riyakar sufli tabakat-ı beşeriyeyi biraz daha yapılandırmış..
Yine bu şekilde nübuvvet müessesi ümmetlerinin fıtri konunları ..idrak seviyeleri ve teklifin hususiliği noktasında suhuflar ve suhuflar hükmünde olan irşadad ve hüccetleri nur ve nurani olduğundan ve ebeden ve ebedi bir zattan geldiğinden ebede gidecek hasiyete sahiptir.En son Nebi en son ders olarak kemal noktasında o nurani kapının nübüvvet noktasında bundan sonrası mühürlenmiştir.

Evliyalar müçtehidler ilaahir veraset-inbiya cihetinden o hizmetin varisleri mübelliği ve dellalları olarak o vazife-yi nuraniyeyi devam ettirmişler,devam da ettirmektedirler..
İşte bu mana itibariyle üstadımızın yukarıda enson eklediğimiz paragrafta söylediği..kainatta ki teavün yani dayanışma.bir birinin imdadına koşma,varlıklar arasında bir birinin ihtiyacını görme hatta insan bedenindeki yaşam dayanışması gibi evrende külli olan bir irtibatın bir müvazene ve maksadla hareket ettiğini ..çalıştığını ve çalıştırıldığını ders vermiş talim etmiş.ve Bu dayanışma ve paylaşmanın kanun-u kerem,kanun-u namus olarak..yani,cömertlik ve ikram,bağış ve ihsanın ilahi birer kanunu olarak zikretmiş.Hem de göze göstermiş..Hamdi ve tesbihi ve tekbiri iktiza eden bir mukabele-yi ubudiyeti tesis etmiş…


Felsefe ise;

…hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını su-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede?

İnsan ve bir nevi iradeye sahip hayvan gibi mahlukat fıtratlarını bozarak..kainatın işleyişine o bozuk fıtrat ile yaptıkları bozgunculuk ile o teavün düsturunu haklarında mücadeye çevirmişler.Mesela bir say neticesinde elde edilen bir ekmeği..çalışmayarak gasp etmek suretiylede temin etmekmümkündür..Neticede ekmek iki vesileyle elde edilmiştir.Birisi çalışmak suretiyle bir iş görüp bir emek vererek bir noksanlığı ikmal veya bir eksiği imar ile ücret olarak kazanılmış.bu bir teavün ve yerinde işlemek hakikatinin vesilesine terettüp eden netice-i nimettir.
Diğeri zorbalıkla o say ve emeğin üzerine çullanarak bütün o teavün ve vucud işleyişini adem-i vazife ile tahrip ederek hukuksuzca ele geçirmektir.Bu gasp zihniyet ve görüşünün neticesi hayatı bir mücade olarak yorumlamakla kendine bir istinadgay bulmak zorunluluğunu getirmektedir..Hatta yukarıda ders başında söyledği gibi onu ebnayı cinsine de tanzim etmekle ancak davasını yürütebilir ve kendinde kabullenebilir.
Bu insanın bir şeyi elde etmek nedenlerini nasıl yorumladığı ve nasıl çalıştığı ile elde ettiği bir kanaat ve yaşayış biçimidir.bu düşünce olarakta zenginleştirebiliriz..
Mesela insan tanımadığı şeye düşmandır..
Kendini seven başkasını sevemez..
Veya müsbet manada..
Komşu hakkın-sıla-i rahim-zekat-infak-sadakagibi din-i islamın ahlaki hasiyetleri ile…

Evet yukarıda hayvanat içinde değinmiş..Bazı hayvanların beslenme biçimleri ve hakkı olmayan şeyleri avlamaları gibi bir konuda üstadımız bir dersinde şöyle diyor;

Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız meşiet-i İlahiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Meselâ: Bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı, düşüp başı kırılırsa müstehak olur. Çünki bu musibet, o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâdlarına olan şiddet-i şefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra bir avcı tarafından öldürülür. İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete maruz kalır.


İhtar: Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.


Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir“ diye eblehâne hükmetmişler.

Evet,onlar fıratın ve şeriat-i fıtriyenin işleyişini göremiyerek..hırs ve tamakkarlık hased ve kıskançlık..güç ve hakimyet gibi duyguların müvazenesizliği ve kuvvelerin hasiyet ve müvazenesini ihlal ederek yapılandığından hayat algı ve biçimlerine bu ismi vermişler ve ahmakçasına hükmetmişler…

Evet, demiş;

Evet, meselâ her baharda, nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev'in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız kemâl-i hikmet ve hüsn-ü san'atla icad etmek ve idare ve iaşe etmek;
hem kuşların misal-i musağğarları olan sineklerden tâ numune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efratlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu’cizâne birer sikke-i san'at ve cisimlerinde müdebbirâne birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyâne birer turra-i ehadiyet koymak;
hem zerrât-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak, göndermek;
hem dâire-i kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden, tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil dâireler gibi cüz'î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü san'at ve aynı fiil ve kemâl-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:
Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir; her şeyde sikkesi var.
Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.
Hem, güneş gibi, her şey Ondan uzak, O ise her şeye yakındır.
Hem daire-i Kehkeşan ve Manzume-i Şemsiye gibi en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez, tasarrufundan hariç kalmaz.
Hem her şey, ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az bir şey gibi ona kolaydır ki, sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar san'atında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder. Ve san'atça çok kıymettar şeyleri bize çok ucuz verir, ihsan eder.
İstediği fiyat ise bir Bismillah ve bir Elhamdülillâhtır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta Bismillâhirrahmanirrahim ve âhirinde Elhamdülillâh demektir.


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

17

08.07.2010, 13:33

Hem demiş;

Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar her bir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zatı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı, yaşamak ve bekasını te'min etmektir." diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerim'in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemal-i itaatla imtisal edilen düstûr-u teâvünle, nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun Rahîmane, Kerîmane cilvelerini cidal zannedip, "Hayat bir cidaldir" diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba o düstûr-u teâvünün cilvesinden olan zerrat-ı taamiyenin, kemal-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdad ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür.ila ahir….,

Evet,

Üçüncü misal: Nübüvvetin tevhid-i İlâhî hakkındaki netâic-i âliyesinden ve düstur-u gàliyesinden
yani “Her birliği bulunan yalnız birden sudur edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârâne düsturu nerede?


Allahın birliği hakkında Nübüvvetin talim ve dersinden hasıl olan yüksek neticenin kıymetli kanun ve prensibinin ifade ettiği;

Pirenin midesini tanzim eden manzume-yi şemsiyeyide o yapmıştır..gibi..
Bir zerre kimin ise bütün zerreler bir güneşkimin ise bütün güneşler onundur.
Bir yıldızı kim yapmış ise bütün yıldızları o yapmıştır..
Bir gözü kim yaptıyla bütün gözleri o yapmıştır gibi..
İnsan bir taifedir,hayvan bir taifedir,nebatat ve hayvanat birer taifelerdir..Bunların yaşadığı alem ve ihtiyaçları olan en küçük şeyin tedariki için her şeyin her şeyle bir uygunluk içerisinde çalışması lazım..bu çalışma bir mizan içinde olmalı ki hayat karışmasın devam etsin..yıldızların öyle durması rüzgarın öyle esmesi yağmurun öyle yağması lazım ki elmalar olsun başaklar büyüsün gibi..Evet kainatta ki nizam ve her şeyin her şeyle olan irtibatı ve her şeyin her şeyin birliği ile olan irtibatı ve aynı şeylere olan ihtiyacı ve hayata hizmet neticesiyle verdikleri ortak hizmet..Ve azaların ve ittifakı gibi her birin bir birden südürü ve her birin o birin birliğiyle içine müşevveşiyet düşmeden işlemesi ve o kudretle işlettirilmesini kainatta var olan mevcudat adedince müşahade etmek mümkün..Risale-i nur Bu meyanda bir çok dersiyle bu kaikati ders verir…Münacat ve Ayet’ül Kübra tevhid ve vahdet noktasında harika risalelerdir.Bütün yapılmış olanlar bir yapanın birliğine şehadet eder niteliktedir.
Tevhid bütün varlıkları Allahın hesabına onun tasarrufu ve hakimiyeti altına alan müdelel bir neticenin bütün hakikatiyle toplandığı bir ilanı tevhid şehadetir.Şualar ikinci şuada bu ders harika işlenir…

Evet,

Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan 2
“Birden bir sudur eder”; yani “Bir zâttan bizzat birtek sudur edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder” diye, Ganiyy-i ale’l-Itlak ve Kadîr-i Mutlakı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle “akl-ı evvel“ 3 namında bir mahlûku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan şirk-âlûd ve dalâlet-pîşe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan işrâkıyyun böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin.


Yani:dinsiz felsefe Allah’a ilk akıl diye bir unvan verip..Hilkatin ondan çıkacak neticesini sebeplere taksim ederek ortaya vasıtalar koyan düsturlarıyla;her cihette sınırsız zenginlik ve mutlak kudret sahibini vesilelere muhtaç göstererek bütün esbaba bir tesir ile rububiyete bir nevi ortak etmişler.
Nihayetsiz ganiyy ve mutlak kudret sahibi olan ve asarının şehadetiyle onlara hem hakim hem mutasarrıf olan sermedi bir saltanatın işleyiş ve birliğini nuraniyet ve hikmetini akıllarına sığıştıramadıklarından şu vardıkları kanaat ne kadar aciz ve fikir ne olursa olsun şerde,dalalette olsa itminandan ne kadar kifayetsiz..amma esfel-i safiline de anahtar olacak bir mahiyettedir.İşte felsefeciler filozoflar,bilgi kaynağının ilham olduğunu savunan işrakiyyunlar böyle halt etseler,tabiatperest ve madde perestler ne kadar daha çok yoldan çıkacaklarını halt edebileceklerini kıyasa göstermiş…


Dördüncü misal: Nübüvvetin düstur-u hakîmânesinden

sırrıyla, “Herşeyin, her zîhayatın neticesi, hikmeti, kendine ait bir ise, Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede?



Nübüvvetin hikmetli düsturlarından olan; Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.sırrıyla:

Her hayat sahibinin her canlının varlık neticesi,hikmeti bir ise,sanatkarına ait neticeleri,yaratıcısına bakan hikmetleri hakiki varlık nedenleri binlerdir.Her bir ağacın hatta her bir meyvenin,bir ağacın meyveleri kadar hikmetlerinin bulunduğu gerçeğin ta kendisi olan hikmeti faydasının nhakikati nerde …..çünkü her bir çekirdek ağaç kadar büyüyüp yine meyvesi itibariyle neticesi binler çekirdek oluyor..Hem nevinin hemde sanatkarını gösterir neticeleri fatırını alkışlayan mazhariyeti gibi binler neden taşır bir hakikattir..Her varlık bu meyanda bir ayine bir mektuptur..
Kainatın yaratılma sırrını anlatırken bir ifadede bulunuyor üstadımız..diyor ki..bir kendi nazar-ı dekaik aşinasıyla baksın hem gayrın nazarıyla baksın..Yani buyurulduğu gibi hilkatin hakiki neticeleri Halıkımıza bakıyor..Rabbimiz kendi sanatını kendi seyrediyor..evet yirminci mektuptan hatıra gelen bir bölüm :

ALTINCI KELİME :

Yâni: Hayatı veren O'dur. Ve hayatı rızk ile idâme eden de O'dur. Ve levâzımat-ı hayatı da ihzar eden, yine O'dur. Ve hayatın âlî gayeleri O'na aittir ve mühim neticeleri O'na bakar; yüzde doksan dokuz meyvesi O'nundur. İşte şu kelime, Şöyle fâni ve âciz beşere nida eder, müjde verir ve der:

Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûm'a aittir. Masarif ve levâzımatını, O tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve O'na aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi, ne kadar kıymetdar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini; ve o sefine sahibi zâtın, ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret ve anla ki: Vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netâic, bir cihetle senin defter-i a'mâline geçer; sana bir hayat-ı bâkiyeyi te'min eder; seni ebedî ihyâ eder.

Birde Onuncu söz Altıncı Hakikatten bir haşiye ekleyip devam edelim İnşallah;

Haşiye1: Evet, mâdem herşeyin kıymeti ve dekâik-ı san'atı gayet yüksek ve güzel olduğu halde, müddeti kısa, ömrü azdır. Demek, o şeyler numûnelerdir, başka şeylerin sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müşterilerin nazarlarını asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır; öyle ise, elbette "Şu dünyadaki o çeşit tezyinât, bir Rahmân-ı Rahîmin, rahmetiyle, sevdiği ibâdına hazırladığı niâm-ı Cennetin numuneleridir" denilebilir ve denilir ve öyledir.
Haşiye2: Evet, herşeyin vücudunun müteaddit gâyeleri ve hayatının müteaddit neticeleri vardır. Ehl-i dalâletin tevehhüm ettikleri gibi, dünyaya, nefislerine bakan gâyelere münhasır değildir; tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki herşeyin gâyât-ı vücudu ve netâic-i hayatı üç kısımdır:
Birincisi ve en ulvîsi Sâniine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san'at murassaâtını Şâhid-i Ezelînin nazarına resm-i geçit tarzında arz etmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyâle yaşamak kâfi gelir. Belki, vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte, serîü'z-zevâl latîf masnuâtı ve vücuda gelmeyen, yani sümbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar şu gâyeyi bitamamihâ verir. Faydasızlık ve abesiyet onlara gelmez. Demek herşey, hayatıyla, vücuduyla Sâniinin mu'cizât-ı kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâlin nazarına arz etmek birinci gâyesidir.
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

18

08.07.2010, 13:35

İkinci kısım gâye-i vücud ve netice-i hayat zîşuura bakar.

Yani, herşey Sâni-i Zülcelâlin birer mektub-u hakâiknümâ, birer kasîde-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmetedâ hükmündedir ki, melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzârına arz eder, mütâlâaya dâvet eder. Demek, ona bakan her zîşuura ibretnümâ bir mütâlâagâhtır.
Üçüncü kısım gâye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki, telezzüz ve tenezzüh ve bekâ ve rahatla yaşamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ, azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gâyesi, sefine itibâriyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine âit, doksan dokuzu sultana âit olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya âit gâyesi bir ise, Sâniine âit doksan dokuzdur.


Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menâfiine aittir’ diye, koca bir dağ gibi ağaca hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları nerede?

Ne kadar büyük bir hakikati ne kadar dar bir nefsi pencerede ene rengiyle görüp mahz-ı hakikat olan bir mana-yı hikmeti kendinde abesiyete inkılap ettirir hikmetsiz dayanaksız,görünüşte güzel ve süslü, gerçekte içi boş ve çürük felsefesinin eblahane bir dustur olduğu açıkça görülmektedir…

Şu hakikat, Onuncu Sözün Onuncu Hakikatinde bir derece gösterildiğinden, kısa kestik.

İşte, bu dört misale binler misali kıyas edebilirsin. “Lemeât” namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.

İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-ı Gazâlî gibi bir Hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş. Hem mütekellimînin (ilmi kelem alimleri) mütebahhirîn ulemasından olan((ilmi derin Olan imamlar)Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun olup(görünüşteki güzelliğine tutulup kapılarak) o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz (Hükmeden kabul)ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi’ bir mü’min derecesine çıkabilmişler.


İnsan kendini keşfettikçe onda nefsine takılmış ilahi marifet gölgelerinin tezahürünü gördükçe,bu risalenin başında geçtiği gibi o gölgelerin bir mizan bir mikyas bir ayine olduğunu kabul ederek ubudiyette istimal etmesi..zatının aciz ve fakr ile yoğrulmuş bir macun olduğu hakikatiyle boyun eyip kendide o tecellileri temaşa ile bir tefyyüzü manevi tahsil edebilir.Her ne kadar duruşunu kulluğu içinde sünnet-i seniye ile tezyin etse o istinadın şururu ve ibadetin neticesinde terbiye altına alınmış kuvveleriyle,Halıkını razı etmek yolunda Memnuniyet-i Rabbaniye içerisinde yol alabilir..Mahalli maksuda ulaşabilir..O nedenle insanın nefsi bu manada terbiyeye muhtaçtır..Aklın vasatı gadabiye ve şeheviye kuvvelerinin vasatı ve kontrolünü ancak Allah’a CC karşı vazifelerini yerine getirme şuuru ile temin edilebilir.Dersi kur’an talim-i Furkan ile uhdesine verilmiş olan emaneti alır bi hakkın eda eder..Yani anlaşılan o ki Allah CC ne verdiyse kendi yolunda istimal edilmesi üzere vermiş..Ve mustakil nefsi olarak onu değerlendirmek mümkün olsada hakiki noktada elinde hiçbir şey bırakılmamış..Fakat dersin içerisinde de geçtiği gibi menfiyatta mazhariyeti ile tecavüzatlar meydan çıkmış..Şimdi yukarıda zikrettiği zatların konumu ile şeddat ve zalimlerin konumu arasında çok fark olsada bunları bir kanaatleri netice olarak o felsefi düşüncenin merkezinde bir araya getirir.İnsan mana meyveleri verdiğinden,amelleriyle yine bazı manaların hükümlerini harekete getirdiğinden ve bütün efailiyle mahkem-i kübranın vucuduna mazhar olmuş…
İşte İslam dairesinde bu zatları felsefenin bu uğursuz kanaatinde birleştiren şey ise”aklı hâkim kabul etmeleridir”Akıl alemde hikmetin bir anahtarı hükmünde olması,sanii namına marifet elde etmesi hem zararlı ve menfaatli şeyleri tefrik etmesi gibi..hayat içerisindeki ilgili dairede ki sorumluluklarıyla da hakkı ve hakikati yaşamak ve göstermek gibi bir mahiyeted e müsait iken..ve emri anlamak ve kavramak yolunda fikir yürütmekle..düşünmenin emredildiği noktada aklı hikmetin elinde bir dürbün gibi kullanmak lazımken..o mezun olmadığı veya mezun olupta hakkını veremediği marifet nedeniyle..Kişisel olarak bir itminanın peşine düşmüş..her keşfin şahsi inhisarı ..zapt altında bir nevi malikiyet müptelalığı ile halkın da iltifatı ve kendileri gibi olan zatların istinadı ile ve enede bulunan rububiyet iddiasının da tezahürü ile kendi meşhudatlarını kendi yapılanmalarında esas tutmuşlar…
Ve benlikte olan telezzüz-ü deniye onların istikametlerini sarhoş etmiş..Beli burada şöyle bir noktada var..Tecelli eden esmanın cilveleri haddi zatında etkili ve güzel olduğundan belki çok daha dikkatli bakılmalı..Çünkü Rububiyet ait uluhiyete ait hassaların gölgeleri mükemmelen ninsanın noksaniyeti üzerinde tezahür ediyor..Yani bir nevi şahsiyet-i ilahiyenin gölgesi o insaniyetin üzerine düşüyor.Aklın meşguliyeti neticesinde bu harita-i nefsiye üzerinde görünen ve açılan perdeler ve kuvvelerin özelliklerinin görünmesi nefis sahibini etkili bir şekilde şahsi ilgiye çekip kendiyle meşguliyeti kendinde yapılacak seyehati müptelalık haline taşıyabilir ve taşır..Mesela Azamet ve Kibriya ancak Allah’a yakışır bir sıfattır..Celal ancak onda hâkimane ve adilane durur..Cemal bizzat kendini sever…
Ve Cemilin kendini sevmesi için Nihayetsiz bir kemali vardır…İşte bu ve Bütün esması Hüsna olan bir zat bu ve benzeri esmasıyla ene üzerinde tecelli ettiğinde bunu idrak eden bir şuur,abdiyetle nurlanmış bir akla sahip olmamışsa nefsinde o cilveye kendini kaptırmaması mümkün değildir.Ve o varidatı kötü ilimle istikametsiz ve tevilli olarak istimal ettiği bir alan kendine bulsa onu orada bezeyecek ve besleyecek çok esbabta orada zuhur edecektir.
Çok teferruta girmeden..Üstadımızın tabiriyle bir insan kendine verilen kemalatı tağyir etse,asiler defterine yazılır..Sadece nimetlerinin şükrünü eda etmese şakiler listesine asılır,Allahın hükümlerini kendi hendesesiyle tevil etse hainler zümresine ilhak edilir..Belki bunları tek pencerede toplayacak kelime “bi yedihil hayr”kelimesidir..Çünkü hayrın ve güzelliğin gerçek sahibi Allahtır”Bu kadar ciddi bir sebep bu kadar şirkin ve şirketin en ince manasını iras edecek ce cahilde olmayan insanlar mabeyninde bir echeliyete sukut edip adileşecek ve ezhan eneler etrafında gayesiz kalacakta o minvalde sorumsuz kalacak ve bırakılacaklar…
Demek insan kendinde tezahür eden kemalata kendinde bir mazhariyet müşahade etse..onu şükürle işleyip ..Onun Rabbinden olduğunu ikrar ve hamdine tekrarla mukabele etmese..Nefsi onun o gafletinden istifadeyle mahiyetinde bulunan Rakip kabul etmemek mütemerridliğinin terbiye olmamış cihetiyle onun üzerinde bir malikiyet iddiasında buluna bilir.Yani dersimizde de geçen üstadımızın ifadesiyle “malına sahip çık başkasının malını gasp etme”…
Bizim bu ölçülerle yaşayabilmemiz noktasında hamd olsun önümüzde çok muaazam rehberlerimiz vardır..Başta efendimiz A.S.M..Ve nice Müstakim muvahhid ve mücedditler Muhakkikler bulunmaktadır..Efendimizin Sünnetini bilen ve onun imanda amelde şahsında olan hasiyetlere göre hareket eden şaşırmaz bir nurla ömrünü rıza dairesinde geçirebilir.
Demek ki sadece bir akıl ve kendi varidatına bağlı bir keşif..ve kendi şahsına ait bir müşahade..tevile sapmış ve hikmet bağlarını koparmış bir idrak sahipsiz bir bedbahtiyettir.

Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu’l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip “Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar.

İşte,her akla gelen söz söz değil..her hüküm hâkim değil..her keşif hikmet değil..Her kuvvenin fiile çıktığı alan müstakim değil..Her alkış doğru söylemiş olmak anlamında değil..her iddia dava değil..İnsanın nefsinin hoşuna giden her şey bir mana-yı hakikatte onun başına beladır..her sahip çıktığı kemalat her vucuda gelen şeyi sindirmeye çalışmak hakikate hürmetsizliktir.

Mesela bir şeyin vucuda gelmesi için lazım olan şartları bir araya getirip onun üzerinde onun mahiyetini ve vazifesini tanımlayan ve ona hakim olan birhikmet nerede..O vucuda getirlmiş ve bütün illet ve hikmeti terk edilmiş..kendi mizan-ı mahsusa yı nefsiyesiyle ona bir elbise giydirip kendi idrakine göre onu konuşturmak nerede..kaç dere zulumlü karanlık bir neticedir.

Evet,bu zatlara hakikat ehli olan kamil insanlar; edebsizlik ediyorsunuz,dinsizliğe giriyorsunuz,hemde size bakan sizi takdir eden peşinizden ahmakane gelen zındıkları yetiştiriyorsunuz..ve safınızın İslam tarafında görülmesiyle size tabi olanları zındık yetiştiriyorsunuz..diye sakındıracak derecede haddini bildirecek derecede tokatlar atmışlar.

Hem meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla oenaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır,
“Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Yâsin Sûresi, 36:78”. der, meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı acz ile itham eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.

Bu meslek-i felsefenin esasatının neticesinde enenin mahiyetin bu nazar ve işleyiş altında varlık silsilesinin uğradığı duraklar diyebileceğimiz bir çerçeve gösteriyor üstadımız..
Ene hava gibi bir zayıf özelliği olduğu halde..felsefenin uğursuz nazarıyla mana-yı ismiyle baktığından..
güya o buhar gibi olan özellik sıvılaşarak,
sonra alışkanlık cihetiyele maddiyatla meşguliyet sebebiyle katılaşır..çünkü zahirperest olur ve muhakemsi hep gördüğü üzerinedir gördüğü ise maddi alemdir maddiyattır uğraştığı maddi meselelerdir.Çünkü insan kendini hissettiği yerdedir.
Sonra gittikçe kalınlaşarak katılaşır.
.Sonra isyanla bulanıklaşır, şeffafiyetini kaybeder.
Sonra gittikçe kalınlaşır ve sahibini yutar..Maddi ve manevi helaketine sebep olur…Kendi gibi olanlar ve kendi gibi gördüklerinin fikirleriyle şişer..Sebepleri de kendiyle kıyaslayarak onlara da bir uluhiyet onlar kabul etmedikleri halde bir tesir verir.Cenab-ı hakka meydan okur gibi bir hal alır.Sıfatlarına müdehale eder.İşine gelmeyenleri ve nefs-i emarenin firavunluğunun işine gelmeyenleri ya red,ya İnkâr,yada bozar…İnsan eli yetişmediği şeye düşmandır…
Kendini o kadar başı boş görse..O kadar nefsine itimad etse elbette karanlıkta kalır..tanıyamadığı ve ünsiyet edemediği her şeye karşı el yordamıyla bir hüviyet verip asliyetini bozar..Ve göremediğinden ve kurtulmadığından kendi kendinle geldiği noktadan da doğru görme taktir etme hasiyetlerini yitirmiş..hakarate eder bozar…Her kes bu alem-i itikadı kalbisine göre görür demiş.Demek ki insanın en büyük meselesi nefsiyle giriştiği cihaddır.



Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

19

08.07.2010, 13:36

Evet,

Ezcümle:

Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ı Hakka “mûcib-i bizzat“ (İradesiyle değil Varlığı nedeniyle her şeyi yapmaya mecbur olan)demişler, ihtiyarınınefyetmişler, (irade seçme gücünü inkat etmişler) ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip (Yalanlamışlar)etmişler.
Demek ki..duada her kalbin içindeki yakarışta ..rızasını talep eden her ihlaslı davranışta varlık ve yakınlığını ihsan ve inayet ve muvaffakiyetlerle ihsas eden bu merhametten mahrum kalmışlar.Allah’ı CC öyle vasıflandırdıklarından öylede muamele görmüşler.Aczleri başlarına bela olmuş ve öyle zararlar vermişler ki geride dönememişler..Mağfirette isteyemediklerinden hatalarını fark edememişler…

Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor!

Hem bir kısım felasife “Cüz’iyâta ilm-i İlâhî taallûk etmiyor” diye ilm-i İlâhînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler.

Evet akılları gözlerine inmiş kalpsiz feylosoflar,kainatın iplerini çözdüklerinden o ulvi rabıtaları göremiyorlar..Her şey her özelliğiyle onların belki fikirlerine bir külfet getirdiğinden onun tekellüfünde kurtulmak için inkarını zehep etmek daha kolaylarına gelmiş.Çünkü nefy-i nefy isbattır. Yok yok ise var olur.

Evey üstadımızın dediği gibi ;

Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler. Yani, birtek ilâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, birtek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz, nihayetsiz, câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki ulûhiyetlerini kabul etmeye, mesleklerince mecbur oluyorlar. İşte sen gel, eçheliyetin nihayetsiz derecesine bak!

Evet;

Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kat’î bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.
Hem, OnuncuSözde ispat edildiği gibi, Cenâb-ı Hak bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakaikiyle ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semâviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte, bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.

Mesnevi-i Nuriyeden bir bölüm ilave derek devam edelim İnşallah;

İ’lem Eyyühel-Aziz! Otuz seneden beri iki tagut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri “Ene”dir, diğeri “Tabiat”tır. Birinci tağutu gayr-ı kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm. Fakat o tagutu kasden veya bizzât nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firâvun olurlar.

İkinci tağut ise, onu İlahî bir san'at, Rahmanî bir sıbgat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahaza o tabiat zannedilen şey, İlahî bir san'attır. Cenab-ı Hakk'a hamd ve şükürler olsun ki, Kur'anın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tagutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.

Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve izah edildiği gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlahiye ve san'at-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza firâvunluğa delalet eden “Ene”den Sâni'-i Zülcelal'e raci' olan “Hüve” tebarüz etti.


“Kim tâğûtu reddeder de Allah’a iman ederse, işte o kopmaz ve kırılmaz, sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah ise herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Bakara Sûresi, 2:256.

Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye suretinde, nim-manzum (Yarı vezinli Kafiyeli)olarak Lemeat’ta (Lemaat-Risale-i Nur külliyatı Sözler kitabının sonundadır..Burada zikrettiği konu lemaat içinde Fatiha ile ilgilibir seyehati yazdığı bölümdür..Harika bir hareketliliktir..Fatiha ile ilgili aynı konu Kastamonu lahikasında”Lemaat’tan başlığı ile de bulunmaktadır)yazdığım bir vakıa-i misaliyenin meâlini şurada zikretmeye münasebet geldi.
Şöyle ki:

Evet tekrar pragrafı alalım:

Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye suretinde, nim-manzum olarak Lemeat’ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin meâlini şurada zikretmeye münasebet geldi. Şöyle ki:
Bu risalenin telifinden sekiz sene evvel, İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefeyle münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılâb edeceği bir hengâmdadır ki, Fâtiha-i Şerifenin âhirinde

“Kendilerine in’âm ve ihsanda bulunduklarının yolu, gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yolu değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7.

ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken, şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hadise-i misaliye, rüyaya benzer bir hadise gördüm ki:

Bu ve benzeri seyehat-i hakikiyerlerden üstadımızın söz ettiği yerler ve temsili hikayeler bir çok meseleyi bize yakınlaştıran hem de ilmi mesabede kalp ve ruh ile yapılan seyehatlerin tefekküre getirdiği harika hakikatlerdir. Her biri bir mazhariyet ve o hale mahsus alemin içindeki bir talim bir derstir.Meselenin hüviyetine göre yakin derecesini gösterir bir penceredir.Genel manasıyla içinde bu gibi mesailde kendini görmek ve bu görmenin umuma şamil bir ders hasiyeti taşıması ve müvazenesinin tenasübü makamında hakkal yakin bir tecellidir.Çünkü harici alemlerin göz ile göründüğü makamla basiretle nuruyla müşahade edildiği alem ve evsafın vasıfları hakan nakledebilmek, hem zaman hem mekan hem maksad,hem marziyat bakımından mazhariyet-i kurbiyetin istihdamıdır.
Evet,


Kendimi bir sahrâ-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var, ne ziya, ne âb-ı hayat—hiçbirisi
bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahlûklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim.
Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki tarafında ziya, nesîm, âb-ı hayat var, oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvâri bir mağaraya sokuldum. Git gide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahtel’arz yolda çok kimseler gitmişler, her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum; sonra sesleri kesiliyordu.
Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir.
Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo (HAŞİYE) gibi meşahirlerindir.

HAŞİYE Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun?” Ben de derim ki: Kur’ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâlet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirtleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın, onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir..

Evet haşiye ile izah ettiği,vazifesini bi hakkın eda etmiş bir benliğin ..kendinden beklenen fıtratına,vicdanın hakikatine ders edilen hasiyet ile hareket etmiş..Ve onu bulmakla her matlubunu bulmuş..Ona asker olmakla hadsiz elem ve korkulardan kurtulmuş..Ona hakiki abd-i hüdabin olmakla onun mülkü onun gibi olmuş..İşte şekilde bir kulluk ve şuurun istinad ve istimdadı kainatı ve hadisatı bir kitap gibi okur hükmüne getirmiş..adeta nuraniyet kesbetmekle vucud-u aleminde her zerreden bir menfez bir pencere her cüz’ünden bir aleme kapılar açmış…İşte bu mahiyette olan bir zat-ı harikulade medet aldığı ve yakinin inkişaf ettiği ve hakkal yakin dava ettiği bir iddianın ve o azamette müdellel bir hakikatin neşrinde ..sözlerin sözüyle konuşur..aldığı ders ile talim ile konuşur..Kimseye karşıda pervası olmaz…Hem İsbat eder…

İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhilerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her neyse, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Yukarıda da ifade edildiği gibi..Aklı hâkim ittihaz etmek neticesinde mağlup olunan hal minvalinde bu ve benzeri zatlar daireyi müsbette görünsede hükümlerince hata..içtihadlarınca zulm ettiklerinde o zahiri süs içi pis yolda boğulmuşlar…
Evet,

Burada 17.sözden bir bölüm ekleyelim İnşaallah:

Muhatâbım Ziyâ Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur'an nâmına kalbimdir.
Geçen sözler hakikattır, sakın şaşma, hududundan hazer aşma,
Ecânib fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni nâdim.
Görürsün en ziyâdârın, zekâvette alemdârın,
O hayretten der daim: “Eyvah, kimden kime şekva edeyim ben dahi şaştım!”
Kur'an dedirtir ben de derim, hiç de çekinmem.
O’ndan O’na şekva ederim sen gibi şaşmam
Hak'tan Hakk'a feryad ederim, sen gibi aşmam,
Yerden göğe dâva ederim, sen gibi kaçmam.
Ki, Kur'anda hep dâva nurdan nuradır, sen gibi caymam.
Kur'andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam.
Furkan'dadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakk'a seyran ederim, sen gibi sapmam.
Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.
Ferşten arşa şükran ederim, sen gibi asmam.
Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.
Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı; sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.
Rahmet kapısı, Nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillâh diyerek çalıyorum, (Haşiye) arkama bakmam, dehşet de almam.
Elhamdülillâh diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
Allahü Ekber diyerek Ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, (Haşiye) mahşer-i ekberden çekinmem, Mescid-i
Âzamdan çekilmem.
Lütf-u Yezdan, nur-u Kur'an, Feyz-i İman sayesinde hiç üzülmem.
Durmayıp koşacağım, arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşâallah.


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

20

08.07.2010, 13:42

Evet,
Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtel’arz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki:

“Bu elektrikle o âlet Kur’ân’ın hazinesinden size verilmiştir.”


Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde, bulutsuz bir güneş, ruh-efzâ bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. “Elhamdü lillâh” dedim. Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor.

Yine evvelki vaziyette, o sahrâ-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda, bir sâik beni sevk ediyordu. Bu defa tahtezzemin değil, belki seyir ve seyahatle yeryüzünü kat’ edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acaip ve garaibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, herşey bana müşkülât peydâ eder. Fakat yine Kur’ân’dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir.

Her ne ise, o buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efzâ nesîmi teneffüs ederek “Elhamdü lillâh” dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası dağın yarısına kadar gelmemişti. En lâtif bir nesîm, en leziz bir âb-ı hayat, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor.

Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân’-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.

İşte,
ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât olduğunu hissettiniz.

ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icadve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir.

ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.

Bir vakıa-i hayaliye hakikatıyla ilgili bir ders ilave edelim İnşallah;

Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvîmden gâfil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatini, bir vâkıa-i hayaliyede, Eski Said görmüş. Onu Yeni Said'e döndürmüş olan şu vâkıa-i temsiliyeyi dinle.
Gördüm ki, ben bir yolcuyum, uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiği altmış altından tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa, bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı; bir ticaret edemedim, gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız, o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı.
Birden, ben o hazin hâlette iken, orada bir adam peydâ oldu. Bana dedi:

"Bütün bütün sermâyeni zâyi ettin; tokata da müstehak oldun. Gideceğin yere de, müflis olarak, elin boş gideceksin. Fakat, aklın varsa, tevbe kapısı açıktır, bundan sonra sana verilecek bakî kalan on beş altından, her eline geçtikçe, yarısını ihtiyaten muhâfaza et; yani, gideceğin yerde sana lâzım olacak bâzı şeyleri al."

Baktım, nefsim râzı olmuyor. "Üçte birisini" dedi; ona da nefsim itaat etmedi. Sonra "Dörtte birisini" dedi. Baktım; nefsim mübtelâ olduğu âdetini terk edemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.

Birden, o hal değişti. Baktım ki, ben tünel içinde sukut eder gibi bir süratle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim.
Fakat ne çare ki hiçbir tarafa kaçılmaz. Garâibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek câzibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım, o çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli; mülâkâtında elime batıyor, kanatıyor, şimendiferin gitmesiyle müfârakatından elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı.
Birden, şimendiferdeki bir hademe, dedi: "Beş kuruş ver; sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine, elin parçalanmasıyla, yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de, ceza var; izinsiz koparamazsın."

Birden, sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım, gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden, o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm; iki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim, o mezar taşında, büyük harflerle "Said" ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden, "Eyvah!" dedim. Birden, o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi:

"Aklın başına geldi mi?"

Dedim: "Evet geldi. Fakat kuvvet kalmadı, çare yok."

Dedi: "Tevbe et, tevekkül et."

Dedim: "Ettim."

Ayıldım. Eski Said kaybolmuş; Yeni Said olarak kendimi gördüm.
İşte, o vâkıa-i hayaliyeyi, Allah hayır etsin, bir iki kısmını ben tâbir edeceğim; sâir cihetleri sen kendin tâbir et.
O yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebedü'l-âbâd tarafına bir yolculuktur.

O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki, bu vâkıayı gördüğüm vakit, kendimi kırk beş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat bakî kalan on beşinden yarısını âhirete sarf etmek için, Kur'ân-ı Hakîmin hâlis bir tilmizi beni irşâd etti.

O han ise, benim için İstanbul imiş.

O şimendifer ise, zamandır. Her bir yıl bir vagondur.

O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir.

O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezâiz-i nâmeşrûadır ve lehviyât-ı muharremedir ki, mülâkât esnâsında, tasavvur-u zevâldeki elem kalbi kanatıyor; müfârakatında parçalıyor, cezayı dahi çektiriyor.

Şimendifer hademesi demişti: "Beş kuruş ver. Onlardan istediğin kadar vereceğim." Onun tâbiri şudur ki:

İnsanın helâl sa'yiyle meşrû dairede gördüğü zevkler, lezzetler keyfine kâfidir, harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. Sâir kısımları sen tâbir edebilirsin.


Risale-i Nur ve felsefe çalışmasını ilave edip konuyu bu minvalde bırakıyoruz İnşallah;

Risale-i Nur ve Felsefe..
...
Birinci yol:
” “Sapıtmış olanların yoluna değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7

İkinci yol:
“Gazabına uğrayanların yoluna değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7.”

Üçüncü yol:
“ “Kendilerine in’âm ve ihsanda bulunduklarının yolu...” Fâtiha Sûresi, 1:7

Risale-i Nur’un mizanları ve mazhariyeti noktasında denilmiş;

Risale-i Nur, Esma-i Hüsna içinde ism-i Nur, ism-i Hakîm ve ism-i Bedi’in mazharıdır.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi

Hem Hakim ve Rahimin Mazharıdır İfade edilmiş…

Müellifi Muhterem üstadımızın ise mazhariyetinin bütün delaili bütün Risale-i Nurdur..Hem Yirmidördüncü sözün Reşhası olmak hasebiyle ilgili yerde:

İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar.İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

Bu konuyu değerlendir