Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

08.12.2009, 09:37

Cinâyetlerin tahlîli



Bediüzzaman'ın r.a. 31 Mart hâdisesi akabinde, divan-ı harbde muhakemesinde ifâde ettiği

"on bir buçuk cinayet"in tahlilini yapmak maksadıyla açtık bu başlığı.

Herbir cinâyeti sıra ile mütalâa ve müzâkere edelim istedik..

Çünkü bu herbir cinâyetin günümüze ışık tutan çok cihetleri olabilir..

Birer haftalık sürelerle, her hafta bir cinâyetin tahlîlini yapalım inşAllah..

Tam metin üzerinden herkes kendi merak ettiği ciheti işâretleyerek veya izah ederek iştirak edebilir..

Haşiye
Müellifin meslek ve meşrebine ait parçalar alınmış olup, tafsilat arzu edenler mezkûr esere müracaat etsinler.
Tarihçe-i Hayat

Yalnız bir husûsu istişâre edelim.

Bu tahlîli müstakil Divân-ı harb-i örfî'den mi, Tarihçe'deki kısımdan mı yapalım..?



2

08.12.2009, 20:25

Allah razı olsun Ruhefza..Hadi Bismillah...Divan-ı Harb-i Örfi'den başlıyalım derim.

3

08.12.2009, 21:20

Alıntı

Müellifin meslek ve meşrebine ait parçalar alınmış olup, tafsilat arzu edenler mezkûr esere müracaat etsinler.

Tarihçe-i Hayat

Evet, Bismillah diyelim..

O zaman mukaddime nev'inden bir suâl ile başlayalım..

Tarihçe'deki tertîb olunmuş "cinayetler" ile, müstakil Divan-ı harb-i örfî arasındaki bu farkı neden tesbit etmişler?

Bediüzzaman'ın r.a. meslek ve meşrebine bakan cihetleri neler olabilir, -müstakil eserden farklı olarak-?

4

08.12.2009, 22:40

Tarihçe-i Hayat adından da anlaşılacağı üzere Üstadımız Hz. lerinin hayatını ihtiva ediyor. Hayatındaki her hadiseyi detaylı olarak işlemeye kalksalardı ciltler dolusu kitaplar gerekirdi. Zaten ''Cinayetler'' tarihçe'ye alınırkende bir not var. ''Bir kısmı yazılmıştır ta ki , 31 Mart'ın içyüzü ve Bediüzzaman'ın kahramanca müdafaası bir derece anlaşılsın''diye. Ama yanlış anlaşılmaya mahal olmasın ''Cinayetler'' olduğu gibi yer almış. Bir değişiklik olmuş gibi algılanmasın.
Meslek ve meşrep olarak ise baştan sona Üstadımız Hz.lerinin meslek ve meşrebini yansıtıyor zaten.
Meslek ve meşrep deyince , bir iki kelam etmekte fayda var : Meslek ; takip edilen usul , yol , düstur, metoda bakar
Meşrep ; huy, ahlak, tabiat, tabii ki kastedilen insan tabiatıdır. Yaşantı tarzına bakar.
mesela; müsbet hareket etmek bir bir metodtur
ihlas bir meşreptir , cesur olmak , cesaret bir meşreptir vs.

5

09.12.2009, 14:47


mesela; müsbet hareket etmek bir bir metodtur
ihlas bir meşreptir , cesur olmak , cesaret bir meşreptir vs.

"İşte o nutku şimdi neşrediyorum.

Ta ki, Meşrutiyeti lekeden

ve ehl-i şeriatı meyusiyetten

ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan

ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım."


Sadakte..Neam, bilhassa bu cinâyetlere giriş sadedindeki ifâdeler

Bediüzzaman'ın r.a. hadiselerin herc-ü merci içinde bile ne kadar sükûnetle bakabildiği,


elinden gelenin en müsbetini yaptıktan sonra,

muhatab olduğu haksızlık karşısında da ona cezayı hak görenlere -bir nev'i yardım tarzıyla-


nasıl hakperestce muamele edilmesi gerektiğinin de mizanlarını veriyor..

Yâni haksızlık yaparken bile insaflı olunması gerektiğinin kıstasları..

Bİlhassa dikkatimi çeken kısım:


"Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor.

Zira insan kusursuz olmaz.

Fakat
  • uzun zamanda
  • ve efrad-ı kesîre içinde
  • ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları
cerbeze ile cem edip
  • bir zaman-ı vâhidde
  • bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek
şedid cezaya müstehak görür.

Hâlbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.
"

6

09.12.2009, 23:14

Tahliller uzunca olabilir ama ,mümkün olduğunca kısa tutarak anladıklarımı ,yani dersimi talim edeyim.
Ben şahsen Üstadımız Hz.lerine ait ondan ne okusam , Risale-i Nurlar'dan nereyi mütalaa etsem ; öncelikle O'nun mehdiyetini nazara alarak derse bakarım. O'nun mesajı hem günümüze hem de asırlar sonrasına bakar. Çünkü O kıyamet asrının söz sahibidir.
Bu mahkemede Üstadımız Hz.leri idamla yargılanıyor ve suçu şeriat istemek.
Mahkemede dikkat edilirse O , kendisini yargılayanlara karşı maznun pozisyonunda değildir. Hakim makamındadır. Böyle hakimane bir savunma, böyle veciz bir üslup , hakimlere hukuk dersi vermek yalnızca Bediüzzaman'a has bir üsluptur.
Bediüzzaman'ın manen en yüce makamda görevli oluşunun , mehdiyetinin manasını satır aralarında görmek mümkündür. O görevinin gereğini yapmaktadır. İlerleyen bölümlerde bu daha bariz olarak hissedilmektedir.
Şeriat isteyenlerin asıldıkları bir ortamda, bunları söylemek başlı başına zaten bir cesaret işidir.
Bu savunmayı yapış gerekçelerini sıralıyor.
Meşrutiyet ilan edilmiştir.ama lekelenmiştir. meşrutiyet Şeriat'e mugayyir bir hareket tarzı değildir. Bu müdafaa meşrutiyetin lekeden kurtarılması için yapılmaktadır.
Şeriat isteyenler idam edilmektedir. Ümmet ümitsizlik içerisindedir. O ortamın dışındaki İslam Ümmetlerinde de bir karmaşa sözkonusudur. Onlar da ümitsizlik içerisinde dir. İçerideki ve dışarıdaki İslam Ümmeti'nin yeisten , ümitsizlikten kurtarılması gerekmektedir. Bu müdafaa onun müdafaasıdır.
Yarınlarda tarih , o günleri yargıladığında , o günlerin hakikatlerini gözler önüne serdiğinde , Şeriat'in parlayan yüzü gözüktüğünde , demesinler ki o günün insanı ne kadar da cahil miş. Onlar delimiymişler. Orada ilmiyle.bilgisiyle, cesaretiyle haksızlığa pirim vermiyen ve Şeriat'in ölçüleriyle olayları değerlendiren bir Bediüzzaman var. Tarih karşısında da bu milletin yüzünü gelecek nesiller tarafından yere düşürmemek için bu müdafaa yapılmıştır.
Son satırda ki Hakikat Şeriat'tir. Şeriat ile ilğili vehimler , şüpheler vardır. İhtilalcilerin istediği bir Şeriat vardır. İsteyiş tarzı vardır. Bu hem idarede hem halk nazarında bir takım vehimler ve şüpheler doğurmaktadır.
Bu şüphe bulutlarının da izale edilmesi gerekmektedir.
Hakikati aydınlatmak, Şeriat üstündeki bu şüpheleri de ortadan kaldırmak için bu müdafaa yapılmıştır Üstadımız tarafından.
Detaylandırmak mümkün ..
İkinci bölümde ise....

7

10.12.2009, 00:26

Şumüllü bir mütalâa olmuş Ağabey bârekAllah..

Hakkan, Üstâdımız r.a. hiçbir müdafaasını şahsı adına yapmamış,

vazifesinin lâyığı ne ise onu izhar edip, kutup yıldızı olmuş her hâdisede..


BİRİNCİ CİNAYET:

Geçen sene bidayet-i Hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşiretlerine Sadâret vasıtasıyla çektim.

Meâli şu idi:

Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise,

hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz.

Muhafazasına çalışınız.

Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir.

Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”


Her yerden bu telgrafların cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi.

Demek vilâyat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım.

Ta yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin.

Neme lâzımdemediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim. :!:


FesübhanAllah, bir insan nasıl bu kadar yaşadığı cemiyetin sıkıntılarıyla alâkadar olur..

Ve seyr etmekle kalmıyor, bilfiil, müsbet olan her yol ile üzerine düşen vazifeyi yapıyor..

En son satırdaki o "neme lâzımcılık" belki de, bizim memleketimizin hattâ âlem-i İslâmın en büyük yaralarından biri..

Fakat işte Üstadımız r.a. öyle demiyor, "aman bir benim çabamla ne olur" düşüncesi yok..

Vazifesini yapıp, vazife-i İlâhiyeye karışmıyor..

İhlâsın sırrı da bu sanki..

"Neme lâzım"cılık da bir çeşit ihlassızlık..

Bir de şöyle düşünmek lâzım, o "elli-altmış telgraf" olmasa 31 Mart hâdisesinden evvel de

belki de ondan çok daha vahim kargaşalar vukû bulacaktı memleketimizde..

31 Mart'ı hiss-i kablel vukû nev'inden görerek, sükûneti daha evvelden temin çabası..

Şimdi, şöyle bir suâl çıkıyor ortaya:

-Neden bu telgrafları vilâyât-ı şarkiyeye çekiyor..?

O bölgenin hassâsiyeti nedir..?

8

10.12.2009, 12:46

"Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor.

Zira insan kusursuz olmaz.

Fakat

* uzun zamanda

* ve efrad-ı kesîre içinde

* ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları

cerbeze ile cem edip

* bir zaman-ı vâhidde

* bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek

şedid cezaya müstehak görür.

Hâlbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir."
Afedersiniz..bu bölümle ilğili de tahlillerim olacaktı:
Divan-ı Harbin yargıcı Hurşit Paşa'dır.
Paşa aslında cerbeze yapmaktadır. Cerbeze'nin karar verme makamındaki insanı yanıltacağını beyan eden Üstadımız Hz.leri , cerbeze mantığıyla kararverenlerin zulüm işleyeceklerini söylerken , muhatabınıda aslında zalimlikle suçlamaktadır.
Üstadımız Hz.leri 1907 de İstanbul'a gelmiştir. Ve İstanbul'da tarihin iftiharla yadedeceği hayırlara ve hizmetlere imza atmıştır.
Ama bu hayırlı işler , Üstadımızı yargılayanların nazarında birer kusur olarak, suç olarak görülmektedir.
1907 den 1909 a kadar Üstadımız'ın müdahil olduğu olaylar cerbeze yapılarak sanki aynı anda , kısa zaman diliminde, bir anda yapılmış gibi gösterilmektedir. Ayrı ayrı zaman dilimlerinde meydana gelen olaylar , mahkeme tarafından bir anda işlenmiş gibi anlatılmaktadır. Bu şekildeki bir tevehhümün adil olmadığını bunun bir zulüm olacağını beyan eden Üstadımız ,Günümüz hukuk kurallarınında ötesinde aslında adalet-i mahza'yı da işaret etmekle, Hz. Ali (R.A) mesleğinin takipçisi ve uygulayıcısı da olduğunu bize ders vermektedir.

9

10.12.2009, 13:59

FesübhanAllah, bir insan nasıl bu kadar yaşadığı cemiyetin sıkıntılarıyla alâkadar olur..

Ve seyr etmekle kalmıyor, bilfiil, müsbet olan her yol ile üzerine düşen vazifeyi yapıyor..


Allah razı olsun Ruhefza..Üstadımız değl mi ki; bu cemiyetin iman selameti namına bir Said değil bin Said feda olsun diyen. Yine Üstadımız Hz.leri değil mi ki ;cemiyetin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım diyen.
O başka..O başka demiş ya adam Üstadımız için...Gerçekten O başka.

10

10.12.2009, 14:09

Haydi Şahide, Zehracan , tafli38, zamane, muhabbet fedaisi , muhammed, hasan sinan, abdulkadir, bikes, mavimsi şahin, mardut şu anda sitede gördüklerim bunlar ve nice muhabbet fedaileri kardeşler.
Onlaine Risale-i Nur derslerine katkılarınızdan bizi mahrum etmeyin.
Aslında sizlerden istifade edecek çok şeylerimiz var..Şu Risale okumaları'nın zekatını tahsil edelim bu derslerde.
Farklı pencereler , farklı bakış açıları , farklı akıllar eminim hafızamıza çok müsbet bilgiler bırakacaktır.

11

12.12.2009, 22:10


Şimdi, şöyle bir suâl çıkıyor ortaya:

-Neden bu telgrafları vilâyât-ı şarkiyeye çekiyor..?

O bölgenin hassâsiyeti nedir..?
.

12

13.12.2009, 14:56

Üstadımız ,Günümüz hukuk kurallarınında ötesinde aslında adalet-i mahza'yı da işaret etmekle,
Hz. Ali (R.A) mesleğinin takipçisi ve uygulayıcısı da olduğunu bize ders vermektedir.

Evet, adâlet-i mahzânın tatbikini istiyor, fakat bunu yaparken gene dikkatimi çeken ;

şahsını ve o hadiselerdeki hizmetini savunurken, 31 Mart'a sebeb teşkil etmiş olan "şeriat" hakikatini de ayak altında bırakyor..

Bilakis öyle tutup kaldırıyor ki, o 31 Mart'a yeltenenlerin çok çok üstünde, "şeriat"ın izzetini de izhar ediyor..


Kendini kurtarırken, hakikati de zâyi' olmaktan muhafazaya çalışıyor..

Nitekim mahkeme çıkışında, onca kalabalıkla -hem de o kadar hâdisenin üstüne-;

"Zalimler için yaşasın cehennem" diyebilme cesâreti,

niyet-i hâlisenin ihsânı olan kahramanca cesâret örneğidir..!

13

13.12.2009, 18:34

Yeni Asya Yayınlarından çıkmış olan Bediüzzaman'ın "İstanbul Hayatı" adlı kitabda, sâhife 212'den itibâren bu 31 Mart hâdisesinin tafsilâtı var..

Gazetelerin hâdiseyi kışkırtma tarzları, Hareket ordusunun tavrı ve tüm bu hengâmede Bediüzzaman'ın r.a. -iki arada- kalmadan istikâmetli hâli..

14

13.12.2009, 20:54

Asırlık gecikme

Bediüzzaman`ın 31 Mart olayını takiben kurulan sıkıyönetim mahkemesinde yargılanıp beraat ettikten ve akabinde İstanbul`dan ayrıldıktan sonra gittiği Güneydoğu`da aşiretleri dolaşıp meşrutiyetin (demokrasinin) güzelliklerini ve getireceği faydaları anlatırken, muhataplarının `Tarif ettiğin meşrutiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?` sorusuna verdiği cevap son derece ilginç.

`Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zira sizin şu vahşetengiz, cehaletperver, husumetefza olan (korku dolu, cehaleti koruyup kollayan ve düşmanlık saçan) sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husumet kurtlarından biçare meşrutiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez.`

Bu ifadeler, Bediüzzaman`ın, mücadele edilmesi gereken düşmanlar olarak teşhis ettiği `cehalet, zaruret ve ihtilâf`ı, demokrasinin de en önemli engelleri olarak gördüğünü gösteriyor.

Cevabının devamında, `Sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır, fakat sizinle ehl-i meşrutiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır` diyen Said Nursî, sebebini şöyle açıklıyor:

`O nazik meşrutiyet İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr (fakirlik) gibi mütevahhiş (vahşet veren) kıraçları, husumet (düşmanlık) gibi gayet keyşer (sarp) dağları kat etmekle beraber, eşkıyaya rast gelecektir.`

Bu eşkıyalara verdiği örrnekler de çok ilginç:

`Bazı ceza-i sezasını (hak ettiği için verilen cezayı) hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur Bektaşi gibi mânâ verenler yol üzerine çıkıp gasp ve garet (yağma) ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır, bazı bahane ile parça parça etmek istiyorlar.`

İşlediği suçtan dolayı adaletin verdiği cezayı hazmedemeyip başkaldıran, başkalarını kötüleyip gıybet etmeyi alışkanlık haline getiren, söylenen sözleri kendi niyet ve hesabına göre tahrif edip çarpıtan veya içi boş tartışma ve gevezeliklerle vakit öldüren tavırları, gerçek ve sağlam bir demokrasinin tesisine engel olan ya da bunu geciktiren eşkıyalar olarak niteliyor Said Nursî.

Ve muhataplarını, bu eşkıyaların önünü keserek demokrasinin gelmesini sür`atlendirecek `bir yol veyahut balon` yapmaya davet ediyor.

`Ona çabuk gelmek istiyorsanız, işte marifet ve faziletten (bilgi ve ahlâktan) demiryolunu yapınız; tâ ki meşrutiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemalâta (gelişme trenine) binip, terakkiyat (kalkınma) tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda manilerden kurtulup geçerek size selâm etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir` ifadeleri de aynı çağrının bir başka dile getiriliş biçimi.

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman`ın en çok vurgu yaptığı nokta, demokrasiye toplumun sahiplenmesi, ona yol açması, yoldaki engelleri temizleyip bertaraf etmek için gayret göstermesi.

Bunun için gereken şartlar ise cehalete karşı ilim ve eğitim, husumet ve düşmanlığa karşı ittifak ve kardeşlik, vahşet ve fakirliğe karşı medeniyet, çalışma, kalkınma silâhlarına sarılmak.

Ve cihadımızı bunların üzerine bina etmek.

Said Nursî yine aynı bahiste `Siz tenbel kalıp onun yolunu yapmazsanız, yüz sene sonra tamamen cemalini göreceksiniz` diyor, `Üzerinize düşen görevleri yerine getirmeseniz; cehalet, ihtilâf ve fakirlikten kurtulmak için gayret göstermeseniz de, meşrutiyet (demokrasi) size gelecek, ama gelişi yüz senelik bir gecikmeyle olacak` mesajı veriyordu (Münâzarat, s. 19-20).

Bu sual-cevabın üzerinden geçen zamanın bir asrı tamamlamasına sadece birkaç yıl kaldı. Ve özellikle son dönemde yaşanan gelişmeler, beklenen demokrasinin gelişinin artık iyice yaklaştığını haber veren doğum sancılarına benziyor.

Cehalet, ihtilâf, fakirlik düşmanlarını tam alt edemesek de, yüz yıl sonra demokrasi geliyor...

2008-07-27 Yeni Asya
Kâzım Güleçyüz

15

13.12.2009, 22:35

Alıntı sahibi "ruhefza"
Şimdi, şöyle bir suâl çıkıyor ortaya:

-Neden bu telgrafları vilâyât-ı şarkiyeye çekiyor..?

O bölgenin hassâsiyeti nedir..?


Öncelikle bir şeyi iyi tesbit edelim.
Üstadımız Hz.leri , kıyamet asrının imamıdır, son müceddid dir, son kutubdur , kutb u azam dır, ve mehdi'dir.
O'nun eserleri , fikirleri , makaleleri , görüşleri bizim için , bu günün insanı için , yarının insanları için son derece önemlidir.
Mealen aktarıyorum : Diyor ki ; bu makalelerimdeki görüşlerimde ısrarlıyım. Eğer Asr-ı Saddet mahkemesinden çağrılsam bu fikirlerimi orada da beyan edeceğim , şayet üç yüz sene sonraki akıllıların tenkid mahkemesinden , meclisinden çağrılsam , bu makalelerimin çatlayan yerlerini yamalıyarak onlarada ibraz edeceğim ve savunacağım.
Dolayısıyla ,Üstadımız Hz. lerinin her fikri her düşüncesi bizim için son derece muteberdir. Bu aynı zamanda şu demektir ;
O'nun talebelerine yazdığı mektuplar sadece bir dönem için geçerli değildir. O'nun yazdığı makaleler sadece yaşadığı döneme has değildir.
Şayet birileri , '' O Üstad'ın zamanındaydı , onu Üstad o dönem için söylemiş vs. '' gibi şeyler söylerse bilsin ki Üstad'ın arkasında durmuyor demektir. Onun ayrı ayrı üstadları var demektir.
Bu girizgahtan sonra , gelelim cinayetlere ve Ruhefza'nın belirttiği sorulara :
Üstadımız Hz. lerinin o gün yara olarak gördüğü ve neşter vurduğu hadiseler bu günde aynıyla orta yerde durmaktadır.
Mecliste malum beyannameyi neşrettikten sonra , bir kaç milletvekili yanına gelerek diyorlar ki , bize en önce lazım olan bu günkü medeniyettir. Yani batılılaşmaktır, Avrupailiktir vs.
Üstadımız (R.A) onlara ne diyor ?
Bu millete lazım olan dindir , İslamiyettir. Bu milleti ayağa kaldıracak olan Din hissiyatıdır mealinde konuşmalar yapıyor ve orda çok enterressan bişey söylüyor.
Faraza siz la dini bir kanun yapıp uygulasanız , bir cihette batıda bunu yapabilirsiniz ama dört beş milletin merkezinde olan doğu vilayetlerimizde , vatan millet ve din selameti için Dine sarılmaya mecbursunuz.
Bu şu demektir : Arapların , Kürtlerin , Ermenilerin yani ayrı farklı beş altı ırkın orta yerinde bizim doğu vilayetlerimiz var siz oraya Dinle girebilirsiniz ,sizin ortak paydanız Dindir. Ve orası farklı milletlerin etrafını sardığı bir yer olduğu için demek ki kaos çıkartılmaya parmak karıştırılmaya müsait bir yerdir. Bu gün bu durum daha net görülmektedir.
Kısacası Üstadımız Hz.leri niye bu telgrafları doğudaki aşiretlere göndermiş? Doğunun strateşik özelliği var , jeopolitik özelliği var. Oranın ve o bölgede yaşıyanların intibaha gelmesi çok önemli.
Hangi açıdan önemli ? Vatan , millet ve dinin selameti açısından önemli
O gün Üstad'a kulak verilseydi , dün Üstad'a kulak veriseydi Vatan ve Milletin selameti tehlikede olur muydu?
Zaman her cihetten ve her tarihte Bediüzzaman Said Nursi'yi haklı çıkarmıştır . Öyleyse hiç olmazsa bu gün O'nu dinleyelim ve sunduğu reçeteyi kullanalım.
İkincisi , Bediüzzaman o yörenin çocuğu . Doğduğu toprakların derdini ve devasını biliyor, İnsan yapısını biliyor. Haşin coğrafi yapısını ve bu yapıya uygun fıtrattaki insanların Din Rabıtasıyla ve Meşrutiyetle dogru mecraya sevkedilmesi gerektiğinin farkında olduğu için telgrafları oralara gönderiyor.
Mutlaka bu nedenleri çoğaltmak mümkün.
Katkıda bulunan kardeşlerimiz olursa istifadeye medar olur İnşallah.

16

22.12.2009, 10:14

Üstadımız r.a. Münâzarat'ı, bu 31 Mart hâdisesi sonrası şarka dönüşünde mi yazmıştı..?

17

23.12.2009, 10:31

23 Temuz 1908 de II. Meşrutiyet ilan ediliyor. Üstadımız Hz.leri şarktaki aşiretlere meşrutiyetin güzelliklerini anlatan telgraflar gönderiyor. Aynı zamanda bulunduğu ortamlarda Meşrutiyetin meşruluğunu anlatan konuşmalar yapıyor. Hararetle Meşrutiyeti savunuyor.
31 mart 1909 da malum hadiseler oluyor ve Üstadımz Divan-ı harpte idamla yargılanıyor. Hurşit Paşanın yönettiği mahkemeden berat ediyor. Ve kalabalık bir gurupla mahkeme çıkışı yürürken tarihe mal olan veciz cümlesini haykırıyor. '' Zalimler için yaşasın cehennem.'' Bu veciz cümle , kendisini Şeriat istemekle suçlayan , mazlumları idam sehplarında sallandıran mahkemeye karşı söylenmiştir.
Ezcümle : 1910 Yılı baharında Batum üzerinden Van'a gidiyor. Burada iki ay kadar Horhor Medresesinin yeniden düzenlenmesi işleriyle iştigal ediyor.
Yazında ise Hakkari , Bitlis , Muş , Diyarbakır ve Urfa'ya giderek Münazaratta geçen bahisleri aşiretlere ders veriyor, onların intibahına çalışıyor. ( dolayısıyla ; Evet Üstadımız r.a Münazarat'ı 31 Mart hadisesi sonrası şarka dönüşte ders vermiştir )
1911 Yılı Kışı'nda ise ; Bitlis , Diyarbakır , Urfa , Antep , Kilis , Halep üzerinden Şam'a geçerek Hutbe-i Şamiye eserini Hutbe olarak irad etmiştir.
Münazarat 1911 yılında basılarak neşredilmiştir.

18

23.12.2009, 11:09

23 Temuz 1908 de II. Meşrutiyet ilan ediliyor. Üstadımız Hz.leri şarktaki aşiretlere meşrutiyetin güzelliklerini anlatan telgraflar gönderiyor.
1910 Yılı baharında Batum üzerinden Van'a gidiyor. Burada iki ay kadar Horhor Medresesinin yeniden düzenlenmesi işleriyle iştigal ediyor.
Yazında ise Hakkari , Bitlis , Muş , Diyarbakır ve Urfa'ya giderek Münazaratta geçen bahisleri aşiretlere ders veriyor, onların intibahına çalışıyor. ( dolayısıyla ; Evet Üstadımız r.a Münazarat'ı 31 Mart hadisesi sonrası şarka dönüşte ders vermiştir )
1911 Yılı Kışı'nda ise ; Bitlis , Diyarbakır , Urfa , Antep , Kilis , Halep üzerinden Şam'a geçerek Hutbe-i Şamiye eserini Hutbe olarak irad etmiştir.
Münazarat 1911 yılında basılarak neşredilmiştir.

FesübhanAllah..O zaman Üstadımız r.a. bir an boş durmamış, hep doğuyu ayakları üzerine kaldırmak için çaba sarf etmiş..

Demek ki asıl meselemiz bu olmalı..! Şarkı ihyâ ve imar..!

Senelere baktığımızda fâsılasız şekilde bu çabası sürmüş..

Ve çok daha hayretlik olan Hutbe-i Şâmiye'nin tarihi..!

Evvelâ telgraflarla şarkı bilgilendirme, sonra bizzat dolaşarak, daha sonra şarkın ana ayaklarından olan Şam'a uzanan intibaha getirme azmi..

Tam bir devlet felsefesi ve idâresi dersleri bunlar..

"Açılım" neyle olurmuş görsün cümle âlem..!



19

27.12.2009, 22:15

Tam bir devlet felsefesi ve idâresi dersleri bunlar..

"Açılım" neyle olurmuş görsün cümle âlem..!

Gerçi Cinayetlerle ilgisi yok ama , Ruhefza'nın anlattıklarından bir şey geldi aklıma : Acaba şunun manevi ciheti aklımıza gelmiyor mu ? Üstadımız Hz. leri medreselerin , alimlerin çok olduğu Şark'ta ilmi mücadeleyi veriyor ve Bediüzzaman ünvanının sahibi oluyor. Cihana ilmini kabul ettirdikten sonra ilk işi Osmanlı'nın payi tahtı İstanbul'a gitmek oluyor. İstanbul'da padişaha ulaşmaya , Osmanlı'nın kurtuluşunun reçetesini sunmaya çalışıyor. İstanbul'a Şark'ı anlatıyor.
Dönüyor Şark'a , Hilafetin merkezini Şark'a anlatıyor. Bu kez onlara kurtuluşun yollarını çiziyor.
Sonra Şam'a gidiyor ; İslam Alemi'ne ders veriyor. Araplara ve tüm müslümanlara Kurtuluşun , dirilişin haritasını çiziyor.
Sonra Kılıç ve kalemle bir büyük Cihada katılıyor. Ve Rusya....
İki buçuk sene Rusya'da kalıyor.
Sonra Avrupa'nın , Hıristiyanlığın kalbi , Dindar İseviliğin merkezi Almanya'ya uğruyor. Avrupa'yı müşahade ediyor.
Sonra tekrar Osmanlı'da İstiklal Harbi'nde bir büyük mücadele.
Sonra yeni bir idare yeni bir devlet doğuyor Osmanlı'nın küllerinden.
Bu kezde Bu yeni devletin kalbinde Bediüzzaman. Orada bir manevi kurtuluş mücadelesi veriyor.
Sonra tekrar Şark , aşiretlerin arasında . ve........
Ve tekrar Anadolu'nun ortası, Anadolu'nun kalbinde , Türk kardeşlerinin arasında Bediüzzaman..Ve yaman bir iman mücadelesi...dişe diş......göze göz..!
Ve Risale-i Nur Hareketi.
Aklımıza şu gelmiyormu ? Bu gezişin hikmeti ne ? Adeta dünya O'na tanıtılıyor..İnsanlar , insan sınıfları, ırklar , kavimler , inançlar , fikirler , farklı coğrafyalar..
Bunda bir hikmet mi var acaba? Neden..? Neden ..? Şam...! Rusya....! Almanya...! Osmanlı....! Anadolu...! Ve Risale-i Nur....!

Bir perdeyi aralamaya çalışıyorum..

20

28.12.2009, 00:41

Ağabey, derin bir izin peşindesiniz..(= Cennet'ül-Firdevs'e kadar yolu var..

Bu konuyu değerlendir