Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

23.04.2008, 21:25

Arş-ı Kemâlât Olan Mârifet-i Sâniin Miraçları

Arş-ı kemâlât olan mârifet-i Sâniin miraçlarının usulü

Arş-ı kemâlât: Olgunlukların, mükemmelliklerin zirvesi, olgunluğun en yüksek derecesidir.

Mârifet-i Sâniin: Eşyayı tam bir hüner ve san'atla vücûda getiren sanatkârın mârifetidir.

Mârifet-i Sâni denilen kemalât arşına uzanan miraçların usulü dörttür.

Birincisi: Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin minhacıdır. (Birincisi:ınsanın kendisini dünya ve maddeci yaklaşımlardan tasfiyesi, arındırması ve kalbe doğma ve sezgiyle tesis edilen ve kurulan tasavvufla uğraşarak hakikate ulaşmaya çalışanların meslek ve yoludur. )
ıkincisi: ımkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn tarikidir.(ıkincisi:Var olması ya da yok olması noktasında zorunlu olmama olan imkan ve sonradan meydana gelme,yok iken var edilme olan hudus’a dayanan kelam alimlerinin,kelamcıların yoludur.)

Bu iki asıl, çendan Kur'ân'dan teşâub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. Evhamdan masun kalmamışlar.(Bu iki yol Kur’andan alınmış ve şubelenmiştir. Lakin insanların fikri ve düşünceleri başka başka surete geçtiğinden ve çevrildiğinden çok uzunlaşmış ve zorlaşmıştır ayrıca vehimlerden,evham ve vesveselerden masum kalamamış ve kurtulamamıştır.)

Üçüncüsü: şübehat-âlûd hükemâ mesleğidir.(Üçüncüsü: şüpheler bulaşmış ve şüphelere bulanmış olan şübehat-âlûd olan filozofların mesleğidir.Bu meslek de insanları şüphe ve vehimlerden kurtaramamış ve sahil-i selamete çıkaramamıştır.)

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur'âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur'ânîdir.( Dördüncüsü ve en birincisi:Kur’ana ait belagat,Kur’anın kendisine has olan sözleri ve belagatının yüksek ve yüce mertebesini ilan etmekle birlikte ,ahenkli,akıcı ve güzel ifade olan cezalet yönüyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve kolay anlaşılırlık,ifade açıklığı cihetiyle insanların umumuna en şümullü ve kapsayıcı olan Kur’anın tarif ettiği yol,Kur2nın izlediği tarik olan miracı Kur’anidir. )

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: ılham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.

ılham: Kalbe doğma, manaların, bilgilerin Allah tarafından kalbe verilmesi.
Tâlim: Öğretme ve öğrenme ;yetiştirme ve yetişmedir.. Bir işi öğrenmek, öğrenmek veya alıştırmak için yapılan çalışma, alıştırmadır.
Tasfiye: Kalbi saflaştırma, nefsî şeylerden arıtmadır ve arındırmadır.
Nazar-ı fikrî: Düşünce ile bakmak, tefekkür etmektir.
( Mesnevî-i Nuriye - Nokta)

2

23.04.2008, 21:26

Meslek-i Kur’anide tam gitmeyen ,hususan aklı nakle tercih eden Mutezile imamları ve yalnız aklına itimad eden ışrakiyyun feylesofları ve onların silahıyla onları mağlup etmeye kendilerini mecbur zanneden ehl-i hakikat ve Ehl-i sünnet Velcemaat allamelerinin dersini anlamak için,çok sene ders almak lazım geliyordu.Feyz-i Kur’an ile Risale-i Nur,bir senede o on senelik vazife-i imaniyeyi görüyor.

Eski zamanda,ilm-i kelâmda,büyük alimler ve dindar feylesoflar,marifetullah için,esbap silsilesinin devir ve teselsülünün muhaliyetini göstermekle marifetullah ve Vacibü’l-Vücud’un vahdaniyetini ispat ederlerdi.

Kur’an-ı Hakim’in hakikati ve mu’cizane mesleği, her şeyde marifetullaha bir pencere açar. O ulama ve feylesofların mecmu-u alemde gösterdikleri hücet-i ehadiyet ve bürhan-ı vahdaniyeti her bir şeyde,hatta her bir zerrede gösterir.

Ulama-i ilm-i kelamın ve feylesofların eskiden beri münazara adeti olarak muarızın şüphelerini ve itirazlarını söyledikten sonra cevap vermek adetleri, Risale-i Nurda bir-iki risalecikten başka yoktur. Belki hakikati öyle parlak ve kat’i surette beyan ediyor ki,o şüphe her nefsin hatırına gelmiyor;ve şeytan dahi hatıra getiremiyor. (Miftahü’l ıman-s:116)

3

23.04.2008, 22:04

.
Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selamet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i ımân ve ehl-i tevekkül ve rızadır.

Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatle girenlerdir.

Çünkü bunlar, Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkiki derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i ılahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i
teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i ılahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar.


Ve merhamet-i ılahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler.

ışte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risale-i Nur'un imanî ve Kur'ani derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.

Said Nursi
Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Risale-i Nurdan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar | 170

4

23.04.2008, 22:11

şeeey, Allah razı olsun ama yazı çok renkli... Zor okunuyor... Bunun sadesi yok mu? :mrgreen:
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

5

23.04.2008, 22:18

Muhterem kardeşlerim,zaman zaman Risale-i Nurların mahiyeti noktasında bazı sualler soruluyor ve Risale-i Nurların diğer eserlerden farkı nedir diye sorulara muhatap oluyoruz.Birde Risale-i Nurlar ilm-i kelamdır diye görüşlerde mevcut.Esasında Risale-i Nurlara yoğunlaşsak ve bütün olarak bakabilsek bu mevzuların cevapları Risale-i Nurlarda var.Allah razı olsun Üstadımız hiçbir meseleyi cevapsız bırakmamış daha doğrusu cevapsız bıraktırılmamış.

Bizler inanıyoruz ki Risale-i Nurlar bütün ilimleri havidir.Çünkü Onlar Kur’anın menevi bir mucizesi ve dersidir.Elbetteki “Kuru ve yaş ne ararsanız bu kitapta vardır.”ayetine de Risale-i Nurlar muhataptır.Ancak her bir meselesini herkes göremiyor ve anlayamıyor.

Risale-i Nurlar,ilhamatla,ihtaratla,sünuhatla ve feyz-i Kur’an ile yazılmış ve yazdırılmıştır.O zaman şunu söyleyebiliriz,Risale-i Nurlar ilm-i ledün ile telif edilmiştir.Bunda kesinlikle şüphemiz yoktur.Onun için elbetteki ilm-i kelamıda içine alır ve azda olsa o tarzlada ders verir.Ancak Risale-i Nurla tamamen ilm-i kelam diyemeyiz.Bu Risale-i Nurların mahiyetini tam olarak ortaya koyamaz.Zaten Üstad hazretleri bu konulara eserlerinde yer vermiş.

Üstadımız Risale-i Nur yolunun "mirac-ı Kur'ânî" yolu olduğunu ve diğer meslek ve yollardan çok yüksek olduğunu izah etmektedir.

Üstadımız Risale-iNurlar için şu izahları da yapmaktadır.

Çünkü, ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî burhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü'l-hakaike yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelam içinde ve ilm-i akîde ve usûlü din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydandadır. (Emirdağ Lâhikası (1) - Mektup No: 53)

6

23.04.2008, 22:20

Alıntı sahibi ""@bdullah""

şeeey, Allah razı olsun ama yazı çok renkli... Zor okunuyor... Bunun sadesi yok mu? :mrgreen:


El ve göz alışkanlığı Abi..:)
Ben de renksiz okuyamıyorum..
Mühim cümleleri renklendirmek lazım..
3 boyutlu olsun diye..

7

23.04.2008, 22:25

Alıntı sahibi ""Abdulbaki""


Bizler inanıyoruz ki Risale-i Nurlar bütün ilimleri havidir.Çünkü Onlar Kur’anın menevi bir mucizesi ve dersidir.Elbetteki “Kuru ve yaş ne ararsanız bu kitapta vardır.”ayetine de Risale-i Nurlar muhataptır.Ancak her bir meselesini herkes göremiyor ve anlayamıyor.


Sadakte..
Buna dair Zübeyir Abi r.h. merhum der ki;

"Hepsi eserlerde var. Fakat insan göremiyor. Öyle ise her mesele okumakla halledilir."

8

24.04.2008, 00:24

Asrımızdan evvelki ıslâmiyetin ilm-i kelam dâhileri ve dinimizin hârika imamları ve Kur'ân-ı Hakîmin dâhi müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zatlar, ıslâmiyetin birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zatların yaşadığı zaman gibi değildir.(Konferans)

Hem, hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelamdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim edenRisale-i Nur, elbette ımam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu iltifatına lâyıktır.(Sekizinci şua)

Risal-i Nur doğrudan doğruya Kur'ân'ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur'ân'ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur'un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur'ân izin verir.(Birinci şua)

9

24.04.2008, 00:40

Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: 'Mütekellimînden ve ilm-i kelam ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve ıslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek.' Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki(HAşıYE) o adamım.
( HAşıYE Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risale-i Nur'dur. Belki ehl-i keşif Risale-i Nuru ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri sûretinde keşiflerinde müşahede etmişler, "bir adam" demişler.)(Yedinci şua)

Mektubunda ilm-i kelam dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir. ımam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhirzamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i imaniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek ki, umum ehl-i keşif ve tarikatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ ımam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür.( Barla Lâhikası - Mektup No: 222)

Sanırım yukarıdaki izahlardan bazı kardeşler "Risale-i Nurlar ilm-i kelamdır" diyorlar.Elbetteki ilm-i kelamı Üstad reddetmiyor.Ancak bu bahisleri " Ulama-i ilm-i kelamın ve feylesofların eskiden beri münazara adeti olarak muarızın şüphelerini ve itirazlarını söyledikten sonra cevap vermek adetleri,Risale-i Nurda bir-iki risalecikten başka yoktur.Belki hakikati öyle parlak ve kat’i surette beyan ediyor ki,o şüphe her nefsin hatırına gelmiyor;ve şeytan dahi hatıra getiremiyor.(Miftahü’l ıman)" burası ile bağlayarak anlamak gerekir.Risale-i Nurlar metod olarak eskisi gibi ilm-i kelam metodunu kullanmamaktadır.Bu zamanda bu tarz metod çok müşküldür.Üstad hazretleri Risale-i Nurların ilm-i kelamı ihtiva ettiğini ve Risale-i Nurların ilm-i kelama ait vazifeyide yaptığımı söylüyor.Buradan Risale-i Nurların eski ilm-i kelamcıların metodunun kullanılmadığımı anlamamız gerekir diye düşünüyorum.

Ayrıca aşağıya aldığım yerde konuyu vuzuha kavuşturuyor.

Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:
Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.

"Her şeyde Allah'ın birliğini gösteren bir delil vardır."düsturunu herşeye okutturuyor.(Yirmi Altıncı Mektup )

10

24.04.2008, 10:49

Çok güzel iktibaslardı Abdulbaki Abimiz..
Teşekkürler..
Hel min mezid..

11

24.04.2008, 17:57

Üstad sözleri nurlu ve hakiki ilm-i kelam dersi şeklinde ifade etmiştir.Sanırım imkan ve hudus tarzında ve sadece akıl ile iştikal edilen ilm-i kelam bu zamanda insanları hakiki manada irşad edemeyeceğini Üstadımız beyan etmiştir.

Risale-i Nurlardaki ilm-i kelam dersleri akıl ve kalb birlikteliği ile meydana gelmiş nurlu ve hakiki ilm-i kelam dersleridir ve tam aklı ve kalbi mutmain eden Kur'an hakikatleridir.

Risale-i Nurlar ilm-i kelama da metod olarak farklı bir açılım getirmiş.Bu vazifede Risale-i Nurların üzerinde.Risale-i nurların eski ilm-i kelam ulamasının çok fevkinde bir tarzla vazife yaptığı aşikardır.Risale-i Nurlar doğrudan doğruya Kur'ani bir metod kullanmıştır.Zaten Risale-i Nurlar bin yıldır teraküm eden meseleleri izale ediyor.ışte o bölüm.

Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve ıslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avâm-ı mü'minînin istinadgâhları olan ıslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur'ân'ın i'câzıyla o geniş yaralarını, Kur'ân'ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.(Kastamonıu Lâhikası - Mektup No: 24 )

12

24.04.2008, 17:58

ışte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulema-i ilm-i kelam, Kur'ân'ın şakirtleri oldukları halde, bir kısmı onar cilt olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mutezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için, Kur'ân'ın on âyeti kadar vuzuhla ifade ve kat'î ispat ve ciddî ikna edememişler.

Adeta onlar, uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbabla gidip orada silsileyi keser, sonra âb-ı hayat hükmünde olan marifet-i ılâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü'l-Vücudu ispat ederler.

Âyet-i kerime ise, herbirisi birer asâ-yı Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıttırır. Kur'ân'ın bahrinden tereşşuh eden Arabî Katre risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz
.( Yirmi Beşinci Söz)

Acaba, şeriatta on iki mezhep, hususan Hanefî, Mâlikî, şâfîi, Hanbelî mezheplerinde ve yetmişe yakın ilm-i kelam ve usulüddin dairesindeki allâmelerin fırkalarında ne kadar ayrı ayrı kanaatler ve fikirler kitaplara yazılmış, bilirsiniz.

Halbuki bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimlerinin ittifakına ve münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. şimdilik teferruattaki ihtilâfı bırakmaya ve medar-ı münakaşa etmemeye mecburuz
.( On Dördüncü şua)

13

24.04.2008, 18:00

Risale-i Nurların arkasında Kur'anı göremezsek bu büyük bir eksiklik olur.Risale-i Nurlar Kur'ana bağlı,Kur'an ise arş-ı azama bağlıdır.Bunları birbirinden hiç bir güç koparamaz.Onun için Risale-i Nurlar meslek-i Kur'anide tam istikamette giden bir eserdir.Bundan dolayıda bütün Kur'ani ilimleri cem eder.Ancak bu ilimleri asrın idrakine uygun bir metodla kullanır.şu kısımda çok madidar.

Risale-i Nur şems-i Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanın elvan-ı seb'ası, Risale-i Nur'un menşur-u hakikatinde tam tecellî ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı ilm-i kelâm, hem bir kitab-ı ilm-i ilâhiyyat, hem bir kitab-ı teşvik-i san'at, hem bir kitab-ı belâğat, hem bir kitab-ı isbat-ı vahdaniyet, muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır. (Emirdağ Lâhikası (1) - Mektup No: 61)

14

25.04.2008, 09:29

Yirmi Altıncı Mektup ,Dördüncü Mebhas-ıkinci meselede konumuza bakan çok önemli biryer var.ınşallah önce orayı paylaşalım ve sonra da üzerinde durmaya çalışalım.

Eski hocanın sual ettiği üç meselenin izahatı, Risale-i Nur'un eczalarında vardır. şimdilik icmâlî bir işaret edeceğiz.

Birinci suali: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir? Maksat nedir de soruyor?

Evvelâ: Ona okuduğun Yirmi ıkinci Sözün Mukaddimesinde tevhid-i hakikî ile tevhid-i zâhirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuz ıkinci Sözün ıkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder.
Ve saniyen: Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i ılâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş.

Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i ılâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor.Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.
Hem, Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına Fahreddin Râzî'nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.

Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için Lâ mevcude illâ Hû deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için, Lâ meşhûde illâ Hû deyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler.

Kur'ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir'ât-ı marifet olur. Sadi-i şirazî'nin dediği gibi,"Uyanık nazarlar için her bir yaprak, Allah'ın mârifetine dâir bir defterdir."herşeyde Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar.
Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:
Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.

"Her şeyde Allah'ın birliğini gösteren bir delil vardır." düsturunu herşeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. ılimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. ışte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye bu noktayı ihtar ediyor.(Yirmi Altıncı Mektup)[/color][/b]

Bu kısımda Üstad hazretleri;
1.Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin minhacı olan insanın kendisini dünya ve maddeci yaklaşımlardan tasfiyesi, arındırması ve kalbe doğma ve sezgiyle tesis edilen ve kurulan tasavvufla uğraşarak hakikate ulaşmaya çalışanların meslek ve yolunu Muhyiddin-i Arabî'nin yolu ile anlatmaktadır.

2.ımkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn tariki olan ve var olması ya da yok olması noktasında zorunlu olmama olan imkan ve sonradan meydana gelme,yok iken var edilme olan hudus’a dayanan kelam alimlerinin,kelamcıların yolu ise Fahreddin Râzî'nin tarzı ile anlatmaktadır.

Bu iki yolunda noksan olduğunu ifade ettikten sonra Üstad "Belâgat-ı Kur'âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur'ân " yolunun derecesini ve selametli bir yol olduğunu çok açık olarak izah etmektedir.

Tasavvuf yolunun kalbi komutan yaparak askerlerini bırakarak tek başına hakikate ulaşmak için gittiğini;

ılm-i kelam yolunun ise aklı komutan yaparak askerlerini bırakarak tek başına hakikate ulaşmaya çalıştığını;

Mirac-ı Kur'ân tariki olan hakikat ve nurani bir yol olan Risale-i Nurların ise kalb komutasında letaif askerleri ile hep beraber hakikat minhacına ve evc-i alaya çıktıklarını söyler.Böylece Kur'andan doğrudan doğruya verese-i nübüvvet cihetiyle alınan Risale-i Nur dersleri arş-ı kemalata ulaşmakta en tesirli,hatasız ve kısa bir yol olarak asrın insanlarının idrakine sunulmuştur.

15

25.04.2008, 18:37

Muhterem Mustafa SUNGUR ağabeyimiz Aydınlar Konuşuyor adlı kitaba konumuz ile ilgili açıklamalar yapmıştır. Konuya yeni ve güzel bir izah olması vesilesiyle bu yazıyı ekliyorum. Çünkü diğer yollarla Risale-i Nur mesleğinin farklarını çok güzel izah etmiştir.

Tenbih
'''Arş-ı kemâlât olan mârifet-i Sâniin miraçlarının usulü dörttür:

Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

ıkincisi: ımkân ve hudusa mebnî olan mütekellimînin tarikidir. Bu iki asıl, filvaki Kur'ân'dan teşaub etmişlerdir. Lâkin, fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için, tavîlüzzeyl ve müşkilleşmiştir.

Üçüncüsü: Hükemanın mesleğidir.

Üçü de taarruz-u evhamdan masûn değildirler.

Dördüncüsü: Ki belâgat-i Kur'âniyenin ulüvv-ü rütbesini ilân eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur'ânîdir. ışte biz dahi bunu ihtiyar ettik.'''(Bediüzzaman Said Nursi; Muhakemat- Unsurul Akide , Üçüncü Maksat.)

Üstadın sözü burda bitiyor.

Birincisi için yani muhakkin-i sofiye yani tasavvuf mesleğidir: tasavvuf hicri ikinci asrın sonlarında doğmuştur. Tasavvuf mesleği iki bölümden meydana gelmiştir.

Amel-ılim

1)Amel:ıbadet-takva-veya-zühd- ahlak adı verilir. Tasavvufun başlangıç ve harekât noktasıdır.

2)ılim:Marifet-ilham-keşf-hikmet-sır-hakikat adı verilir ki bu ikinci kısım yani ''ıLıM'' tasavvufun gayesidir.Amaç gaybı görmeye engel perdeleri ortadan kaldırmak ve manevi alemleri seyretmek ve ilahi tecellileri temaşa etmektir.

Zühd ve riyazete( riyazet :tasavvufi hal ve makamları elde etmek için harcanan sürekli ve düzenli çabalara '' riyazet ve mücahede denilir) göre hareket eden sufinin ruhuna marifet adı verilen bilgiler doğar ve buna göre amel -sebep , bilgi onun neticesidir.Zühd vasıta , ilim gayesidir.Sufi halvete çekilir , sessiz - ıssıs bir yerde teemmül ve mürakebelere dalar.Allah'ı , insanı, cemiyeti , kainatı düşünür.sufinin bu şekilde hareket etmesinden bir felsefe doğar.Sufi zühd, ibadet ve mücahede ve riyazat neticesinde ilhama mazhar olur.Keşfi açılır , bu yoldan gelen felsefeye '' tasavvuf felsefesi'' denir.

Tasavvuf ilmi ikiye ayrılır :
1)Mükaşefe ilmi (Batını ilim) : Bu ilmin kitaplara yazılması sakıncalıdır. Büyük sufiler bu ilimden bahsedilmesinin tehlikeli olduğu konusunda müritlerini devamlı olarak uyarmışlardır.

2)Muamele ilmi : Bu ilim ahiret yolunu bulabilmek , kalbi günah pisiliğinden , ruhu madde kirinden temizlemek , nefsani kuvvetleri tesirsiz hale getirmekle sufi ilahi hakikatlerin gönül aynasında tecelli etmesini temin eder.
Muamele ilmi de ikiye ayrılır :
1)Takva için mücahede ve batını fıkıh yolu
2)ıstikamet ve keşf için mücahede yolu.

Tasavvuf tarihine bakılınca, amel esasından hareket eden tarikatların zamanla amele az , marifete çok değer verir hale geldikleri, neticede amelin değerinin başlangıç dönemine inhisar ettiği ve onun için geçici olduğu kanaatine vardıkları görülür. Memalik,mevlevi,Kadirilik,Rıfailik,halvetilik gibi tarikatlerin başlangıçta amele büyük önem verirlerdi.Zamanla BU TARıKATLERDEN ZUHUR EDEN BAZI KOLLAR ( DıKKAT HEPSı DEğıL ARAMIZDA VARSA EHL-ı TARıKAT RENCıDE ETMEK ıSTEMEYıZ ÇÜNKÜ) amele değer vermez , kalp temizliği ile yetinir , ameli ve ibadeti sadece cahil halk için faydalı görür duruma gelmiştir.Tekkenin çöküş ve bozuluş sebepleri bunlardır çünkü ( Hani dedik ya tasavvufta ilim gaye diye işte o gayeye ulaştıklarını sanan henüz enesini yenememiş sufiler o ilme ulaşmada vasıta olan ibadeti sonraları terk etmişler çünkü artık gaye yerine geldi vasıtaya lüzum yok diye bakmışlar...)

şatah:Görünüş itibariyle şeriata aykırı olan tasavvufi sözler( şatahat) denir.''Enel hakk'' ve '' Sübhani'' gibi.

Hükema mesleği:
1)Meşşailik: (Deripatetizm)Aristo , ıbn rüşd gibi filozoflar, tarafından takip edilen bir yoldur.Saf aklın her şeyi halledeceği düşünülür.Kabul veya red edilen her şeyi aklın prensipleriyle ölçer.

2)ışrakilik ( işrakiyye - ılluminisme) :Platon, plotinus gibi flozoflar tarafından takip edilen bir yoldur.Saf aklın herşeyi halledeceğini düşünür.Bilgi teorisinde keşf ve ilhamı esas alır.Temel niteliği mistikliktir.(sırrilik).Kabul veya red edilen her şeyin akıl ile halledeceği görüşü tamamen hür ve müstakil değildidir.Nasslara bağlıdır.

Kelam: şeriata ve nassa dayanan akılcılıktır. Burada akıl tamamen hür ve müstakil değildir nasslara bağlıdır .( Nass: ayet ve hadis)
Farabi ve ıbn-i Sina geniş ölçüde Aristoculardan ama işrakilikle de ilgileri var.

Bediüzzaman diyor ki :
''Ben 60 sene evvel, bu zamanda sağlam bir iman ve itikad elde etmek, islamı tam anlamak, menfi ve muzır çok cereyanların hücumunda sarsılmamak için kısa bir yol aradım.Evvela '' hükema mesleğine'' müracaat ettim.Yalnız akıl ile hakikate ulaşmak istedim,Pek çok zor ile iki defa hakikate ulaştım.Baktım ki beşeriyetin en dahileri dahi yarı yolda kalmışlar , ancak bir iki kişi sırf akıl ile hakikate ulaşabilmiş.

O zaman dedim '' beşerin en dahilerin gidemediği bir yol umuma tamim olamaz.' diye o yolu terk ettim.Sonra tasavvuf mesleğine müracaat ettim.Tetkik ettim gördüm ki çok nurlu , çok feyizlidir.Fakat azami itina istiyor bu yolda ancak ehass-ul havas gidebilir.Buda bu zamanda umuma yol olamaz diye Kuran' dan istimdat eyledim.Cenab-ı Hakka şükür , Risale-i Nur ihsan edildi bu zamanda ehl-i imanın selametli , kısa bir TARıK-ı KURANIDIR.''
''( Mustafa Sungur'' şahiner -Aydınlar Konuşuyor - s:319)

16

25.04.2008, 23:38

Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya ve hakkıyla sevmeye ulaştıran pek çok “tarîk”lerin olduğundan bahseder.

O’na göre bütün “hak tarîk”ler Kur’ân’dan alınmasına rağmen, bir kısmı diğerlerine nazaran “daha kısa”, “daha selâmetli” ve “daha umumiyetli olmaktadır.

“Kemâlât arşı” olarak nitelendirdiği Cenâb-ı Hakk’ı tanıma yollarının ise, dört temel asla dayandığından bahsetmektedir:

Birincisi, “Tasfiye ve işrak” üzerine kurulu olan tasavvuf ehlinin tarîkıdır/yoludur. Tasavvufun tasfiye denilen eğitim boyutu ile işrak denilen bilgi boyutu olmak üzere iki mertebesi vardır. Eğitim boyutu; tarikat, manevî makamlar, seyr u sülûk ve âdâb gibi konuları kapsar. Amelî taraf da denilen bu boyutta, zühdün gerektirdiği ibadet hayatı, nefsânî ve dünyevî isteklerden arınma, riyazet ve her çeşit mücahede ile Allah’a yönelmek bulunmaktadır. Bilgi boyutu ise; insanın mânevî eğitimle birlikte ahlâk ve takva açısından yükselişin ve Allah’a yaklaşmanın sonucu olarak kâinattaki bir kısım ilâhî sırlara ait elde edilen bilgilerdir. Mücahededen sonra gelen müşahede safhası da denilen bu ikinci boyutta, zühdün ortaya çıkardığı haller, nefsin tasfiyesinden sonra doğan vecd, zevk ve marifetler açığa çıkmaktadır. Ebu’l-Kasım el-Cüneyd, Zünnun el-Mısri, Muhyiddin ıbnü’l-Arabi gibi mutasavvıflar bu yolu takip etmişlerdir.

ıkincisi, “ımkân ve hudus”a dayanan kelam âlimlerinin yoludur. Sa’d-ı Taftazani, Fahreddin-i Razi gibi âlimler bu yolda hakikate gitmeye çalışmışlardır. ımkân ve hudus ünvanları altında kâinatı sarmalayıp, zihnen üstüne çıkarak vahdaniyeti ispat etmek metodunu takip etmişlerdir.
Her ne kadar bu iki yol Kur’ân kaynaklı dahi olsalar, insan düşüncesinin ve duygularının karışması sebebiyle değişime uğramışlar, hatta uzunlaşıp müşkülleşerek şüphelerden mahfuz kalamamışlardır.

Üçüncüsü ise, “Hükemâ” denilen ve şüphelerle dolu ıslâm filozoflarının yoludur. Kindi, Farabi, ıbni Sina ve ıbni Rüşd gibi Aristo’nun görüşlerinden etkilenen ve onun ekolüne atfen yürüyenler anlamında Meşâiyyun diye isimlendirilenler ile Sühreverdi’nin görüşlerini esas alan ve bilginin nefsi günahlardan arındırma sonucu insanın kalbine yansıyan sezgisel bilgi olduğunu kabul eden ışrakiyyun ünvanıyla anılanlar, bu yolun takipçileridirler. Bu yolda gitmek o kadar zor ve tehlikelidir ki, ıbni Sina ve Farabi gibi dahiler, adi bir Mü’minin derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta ımam-ı Gazali gibi bir Hüccetü’l-ıslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir. Bir de, kelâm ilminin dehalarından olan bir kısım Mutezile imamları, bu mesleği benimseyip aklı fazla hâkim kıldıklarından, ancak fasık, mübtedi bir Mü’min derecesine çıkabilmişlerdir.

Dördüncüsü, “Belagat” ve “cezalet” cihetiyle en parlak, istikamet cihetiyle en kısa, anlaşılabilirlik ve genele hitap etmek cihetiyle en geniş bir yol olan “mîrac-ı Kur’ân”dır. (Risale-i Nur Enstitüsü)

17

25.04.2008, 23:39

Zahirden hakikate geçmek iki yol ile olabilmektedir. Birincisi, “seyr u sülûk” denilen tarikat berzahındaki birçok mertebeleri çıkmak ile hakikate ulaşmaktır. ıkincisi ise, doğrudan doğruya hakikatin cazibesine kapılıp, tarikat berzahına girmeden, lutf-ı ılâhî ile hakikate geçmektir. Sahabenin ve Tabiînin önder oldukları bu ikinci yüksek ve kısa yol, Kur’ân hakikatlerinin “kâfî bir mürşid” olması sırrını taşımaktadır. Onlar, Kur’ân’dan bütün latifelerinin ve duygularının hisselerini almaktadırlar. Sahabeler, kötülüğü emreden nefislerini öldüren ehl-i velâyetin aksine, nefislerini “tezkiye ve tathir” etmişlerdir. Kötülüklerden arınmış nefsin mahiyetindeki birçok cihazlarla ubudiyetin her çeşidini, şükür ve hamdin her türlüsünü azami derecede yapmışlardır.

Bediüzzaman, Meşaiyye ve ışrakiyye felsefesini çok zor ve tehlikeli de olsa hakikate gidebilen bir yol olarak görmüştür. ışrakiyyun felsefecileri hakkında “hükemânın münevver kısmı olan hükemâ-i ışrâkiyyun” (Sözler, s. 404) tanımlaması Bediüzzaman’ın bu olumlu yaklaşımının bir ifadesidir.

Bediüzzaman, Eski Said devrinde felsefe ilimlerine ilgi duymuştur. Aslında bu durum onun Yeni Said’le olan önemli farklarından biridir. Bir eserinde Eski Said’in felsefeye olan ilgisinin Yeni Said’de kalkma sebebini şöyle açıklamıştır: “Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-ı müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o sûretle, ıslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla ıslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve ıslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.” (Mektubat, s. 427)

Bu cümlelerden anlaşıldığı üzere Bediüzzaman’ın Yeni Said’e dönüşümü, ıslâmiyetin çok derin olan Kur'ânî hikmetinin, felsefe hikmetine ihtiyaç bırakmadığını gözler önüne sermek arzusuna dayanmaktadır. (Risale-i Nur Enstitüsü)

18

25.04.2008, 23:40

Bediüzzaman, ışrakiyyun âlimlerinin “Riyazet, küşayiş-i fikre hizmet eder” teorisini esas aldığı zaman on üç, on dört yaşlarındadır. O yıllarda Bediüzzaman, eşi benzeri olmayan ve hayatı boyunca en ciddî eğitimini Doğu Beyazıt’ta gerçekleştirmiştir. Milâdî olarak 1891 yılının son ayları ile 1892 yılının ilk aylarını kapsayan üç aylık bu dönemde hocası, şeyh Muhammed Celâlî Hazretleridir. Medreselerin eğitim metoduna göre on beş senede okutulan “Molla Cami”den sonraki bütün kitapları, o henüz on dört yaşında iken ders almış ve öğrenimini başarıyla tamamlamıştır. Bu gerçeği 1953 yılında yazdığı “Nur Âleminin Bir Anahtarı” isimli Risâlesinde şöyle ifade eder: “Tırnak kadar kuvve-i hafızaya malik bir adamın kafasında doksan kitabın kelimâtı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş…” Bediüzzaman, şuâlar adlı eserinde; “üç ayda ve bir kış içinde on beş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu”ndan da bahseder. (s: 596)

Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın on üç, on dört yaşlarındayken üç kış ayında her gün üç saat çalışarak doksan kitabı hafızasına alması, yüzden fazla kitabı okuması ve aynı dönemde ışrakiyyun ulemasını örnek alarak zühd ve riyazete başlaması, hatta tedrîcî riyazet yerine birden bire riyazete dalması, bazen ekmek yemeyi bile terk etmesi, Sühreverdî’nin “müteellih hakîm veya ilahî hakîm” tabirlerini, yani hem nazar ve tefekküre dayanan “bahs”, hem de kulluk, çile çekme ve ahlâkî arınmada en yüksek düzeye ulaşmayı ifade eden “teellüh” yollarını takip eden üçüncü gruptakileri hatırlatmaktadır. (Risale-i Nur Enstitüsü)

19

26.04.2008, 00:56

Kubbe-i Hâsiye'de iken de riyazetteydi..
14 yaşındamışmış ordayken?
Hani kardeşi O'na r.a. çorba getirmişte, riyazette olduğu için tanelerini karıncalara vermiş..

20

28.04.2008, 23:21

Bir suale cevap olarak yazdığım bir fıkrayı, size de faydası olur ihtimaliyle beyan ediyorum:

Evliya divanlarını ve ulemanın kitaplarını çok mütalâa eden bir kısım zatlar taraflarından soruldu:

Risaletü'n-Nur'un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz'ân onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?"

Elcevap: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve mârifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler.

Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var.

O divanlar ve risalelerin çoğu has mü'minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar.

Risaletü'n-Nur ise, Kur'ân'ın bir mânevî mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: "Velî ol, gör; makamata çık, bak, nurları, feyizleri al."

Risaletü'n-Nur ise der: "Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar."

Hem Risaletü'n-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet karşısında tek başıyla galibâne mukabele eder.

Hem Risaletü'n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi,

yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez;
ve evliya misilli yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor.

Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar.
Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.(Kastamonıu Lâhikası - Mektup No: 6)

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir