Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

16.01.2008, 21:19

Meyelân, İllet-i Tâmme ve Rüçhâniyet

Ne zaman Kader Risalesi'ni okuduysam hep anlamakta zorlandığım bir bölüm vardı. Bununla da kalmıyor yaptığımız derslerde de bu bölüm her okunduğunda önce bir sessizlik başlıyor ve okuyan kardeşimiz bu kısmın diğer ağabey ve kardeşler tarafından izah edilmesini istiyorlardı. Açıkçası şahsım adına bu bölümde ben de zorlanıyor ve izah cihetine gitmiyor sadece Üstadın bu kısım için yazdığı haşiyeye güvenerek okuyor ve geçiyordum.("Haşiye: Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.)

Ancak özellikle üniversite talebelerinin bu konu ile ilgili ders istemeleri bizi biraz daha konu üzerinde tefekküre sevk etti ve üzerinde belki de günlerce düşünmeye başlattı. Son olarak kendi evladımın da aynı yeri ders yaptıklarını fakat hiç bir şey anlayamadıklarını belirtmesi bir vesile daha oldu konuya yoğunlaşmamıza.

Daha önce “Tereccuh bila müreccih” konusunu da işlemiştik. Bu konu da o konu ile aynı yerde olduğu için ve “meyelan, illet-i tamme, rüçhaniyet” konusundan sonra “tereccuh bila müreccih “ konusu Kader Risalesinde işlendiği için sanırım “tereccuh bila müreccih” konusunun daha iyi anlaşılması bu ön şart kabul edebileceğimiz yerden geçtiğini de hissettiğimi belirtmek isterim.

Burada bir durumu daha izhar etmek istiyorum. Bu konu tek başına halledilecek bir konu değil. Mutlaka derinlemesine nüfuz etmek için çok akılların mütalaasına ve tefekkürüne ihtiyaç var. Bizler de bu konuda kesinlikle iddialı falan da değiliz. Hatta burada paylaşacağımız açıklamalarımızın noksan ve yetersiz olduğunu da biliyorum. Sadece evde biraz çalıştığım dersimizin doğru olup olmadığını Risale-i Nur talebelerinin şahs-ı manevisine arz etmek istedim.Noksanlarımızı ve yetersiz izahlarımızı inşallah daha ehliyetli ve kabiliyetli ağabeylerimiz ve kardeşlerimiz tashih edeceklerdir inşallah.

şimdi ilgili yeri Risale-i Nurlardan alarak başlayalım inşallah.

“Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyleyse o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyleyse, o anda onu terk edebilir. Kur'ân o anda diyebilir ki, "şu şerdir, yapma."
Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul ve hikmette, مَالَمْيَجِبْلَمْيُوجَدْkaidesince mukarrerdir ki, "Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. ıllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.( Sözler | Yirmi Altıncı Söz | 431)

2

16.01.2008, 21:20

Cüz-ü ihtiyarî: Cenab-ı Hak tarafından insana verilen arzu serbestliği; dilediği gibi hareket edebilme kuvveti; cüz'i irade olarak terif edilmektedir.

Meyelan: Meyletme, bir tarafa eğilme, eğilim diye bilinmektedir.

Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelân konusunda Mâtüridî ve Eş’arî imamları birkaç noktada farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Mâtüridî meyelana “emr-i itibarîdir, abde verilebilir” demiş. Emr-i itibari;”hakikatte olmadığı halde var olduğu kabul edilen emir ve iş” olarak kabul edildiğinden vehmi kabul edilmiş ve bu meyelanın kula verileceğine hükmetmiştir.

Eş’ari ise meyelana emr-i itibari nazarıyla bakmamış mevcut yani gerçekte var ve yaratılmış olarak bakmış ve kula vermemiştir. Ancak Eş’ari meyelandaki tasarrufu kula vermiştir.

ınsan iradesinin bir emr-i nisbi (Bir diğerine göre var olduğu kabul edilen iş, olgu. Kendi başına varlık sahibi olmayan iş.) olduğunu net ve açık bir şekilde düşünce sisteminin temeline yerleştiren ise Bediüzzaman olmuştur.

Hülasa: Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelâna Maturidi emr-i itibari olarak baktığı için onu kula verirken; Eşari ise emr-i itibariyi mevcut kabul ettiği için kula vermemiş ancak meyelandaki tasarrufu emr-i itibari kabul ettiği için onu kula vermişti.

Maturüti meyelena emr-i itibari derken, Eş’ari meyelandaki tasarrufa emr-i itibari demiştir.Bediüzzaman ise meyelanı emr-i nisbi olarak kabul etmiştir

Bir örnekle anlaşılmasına vesile olmaya çalışırsak;

Dünya üzerinde meridyen ve paralel daireleri gerçekte yoktur. Ancak her hangi bir yerin konumunu bulmak ve dünyayı daha iyi öğrenmek için bu dairelerin var olduğu kabul edilir ve haritalara, dünya küresine gerçekte olmadığı halde var olarak çizilmiştir. ınsanlar bu vehmi çizgileri kullanarak bilgilenirler ve istifade ederler.

Maturidi işte bu daireleri itibari bir emir olarak kabul etmiş ve bu dairelerin hakikatte olmadığı halde var olarak düşünülmesini ve o dairelerin kullanılarak ilim öğrenilmesini yani kullanılmasını ve itibari halini kula vermiştir.

Eş’ari ise o çizgilerin ve dairelerin hakikatte mevcut olduğunu kabul etmiş, mevcut olan o çizgileri kula vermemiş Allah’a vermiş ve bu çizgileri emr-i itibari kabul etmemiş, ancak mevcut olan ve var olan o dairelerin kullanımını emr-i itibari kabul ederek o tasarrufu kula vermiştir.

ışte kısaca iki imam arasındaki fark budur.

3

16.01.2008, 21:34

Bediüzzaman’a göre ise meyelan;

Bediüzzaman’a göre ise meyelan;

“Öyleyse o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref etsin.”

ışte o meyelan ve tasarruf bir emr-i nisbi yani “bir diğerine göre var olduğu kabul edildiği iş” olduğundan kesin ve muhakkak bir vücud-u harici yani dış görünüşü yoktur.Çünkü mevcut olmayan bir şeyin dış görünüşü olmaz.Emr-itibari ise illet-i tâmme ( yani “her hangi bir şeyin var olması için gereken sebeplerin tamamı”) istemez ki,illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücup –vaciplik,gereklilik-ortaya girip ihtiyari ref etsin kaldırsın.

Buradan şunu anlayabiliriz. Bir şey eğer vücud sahibi ise illet-i tâmme dediğimiz bütün şartlarının tamam olması gerekir ki ondan sonra irade ve kudret-i Rabbaniye ile vücuda gelebilsin. Emr-i itibari kabul edilen meyelanda ise illet-i tâmme gerekmez. Çünkü hakikatte vücudu yoktur. Onun içinde mevcut değildir. Mevcut kabul edilmeyen ve dış görünüşü olmayan meyelan için yüz şartın lüzumu yani illet- tâmme gerekmez. ıllet-i tâmme olsaydı o zaman meyelan vücudi ve sabit olarak kabul edilir ve oradaki yüz şarttan birisi de ihtiyar olurdu. Çünkü iarede-i cüziye irade-i külliyeye bir şart-ı adi olduğu için vücudun yaratılması için irade tasarrufu bir şarttır. Meyelanı emr-i itibari olarak kabul ettiğimiz takdirde ki öyle kabul ediyoruz o zaman mevcut durum olarak ona bakamıyoruz. Böylece emr-i tibarinin illet-i tâmme gerektirmediğini kabul ediyoruz.

4

16.01.2008, 23:54

Rüçhaniyet meselesi ile devam edelim:

Rüçhaniyet meselesi ile devam edelim:

“Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyleyse, o anda onu terk edebilir. Kur'ân o anda diyebilir ki, "şu şerdir, yapma."

Evet, yukarıdaki paragrafta da önemli kavramlar var.
O emr-i itibarinin illeti-sebebi-bir rüçhaniyt-üstün olma hali, üstünlük-derecesinde bir vaziyet alsa, o emri itibari(hakikatte olmadığı halde var olduğu kabul edilen emir ve iş) sübut-sabit olma, gerçekleşme-bulabilir.

Demek oluyor ki emr-i itibarinin gerçekleşmesi ve sabit olması için bir illet gerekiyor o illet ise bir rüçhaniyet derecesinde yani üstünlük derecesinde bir vaziyet alması gerekiyor. ışte o anda insan onu terk edebilir “Kur’an ona bu şerdir, yapma der” ki işte hakiki rüçhaniyet burada Kur’ana geçmiş olur.
Buradaki “rüçhaniyet” meselesi üzerinde biraz duralım inşallah. Konuyu birkaç cihetten değerlendirmek gerekiyor sanırım.

1.Düşünelim ki bir altın ve bir de gümüş iki kalem var. şimdi burada emr-i itibarinin gerçekleşmesi ve sabit olması için bir illet gerekiyor. ışte buradaki illet ise bir rüçhaniyet derecesinde altın kalem olsun. Buradaki rüçhaniyete irade-i cüziyye dediğimiz emr-i itibari meyelanı vuku bulurken eğer bu meyelan nefsin ve hissin meyelanından da gelebilir. Diyelim ki bu meyelan rüçhaniyet kazanmış olan altın kalemi çalmak için kullanıldığı takdirde hemen Kur’an devreye giriyor ve o kişiye “şu şerdir, yapma” der. Böylece emr-i itibari için rüçhaniyet Allah’ın emrine geçmiş olur ve kişi onu terk edebilir. Çünkü emrin olduğu yerde rüçhaniyet emre aittir. Kul burada emr-i itibariyi şer olan ve rüçhaniyet gördüğü nefsin ve hissin meyelanından yana mı yapacak veya Allah’ın emri doğrultusunda mı yapacak işte imtihan da burada başlıyor.

2.Diyelim ki kalemlerin ikisi de altın olsun. Emr-i itibari olan meyelan burada mübah olan bir alışveriş yapacak olursa iki eşit kalemden birisini tercih edecek demektir. ılle de kalemlerde bir üstünlük aramayacaktır. Ancak emr-i itibari illeti için ise bir rüçhniyet aranacaksa bu durumda yani iki eşit durumda rüçhaniyet emr-i itibariye olan meyelana ait olmuş olacaktır. Burada da “tercih bila müreccih caizdir” kaidesi geçerli olacaktır. Yini iki eşit şeyden birisini tercih ederken irade-i cüziye bir rüçhaniyete sahip olarak eşit kalemlerden birisini alacaktır. Çünkü bu alışverişin şer ciheti yoktur ki Kur’an ona yasak emri ile “şu şerdir, yapma.”desin ve rüçhaniyete sahip olsun.

3.şimdi de biri altın ve biri de gümüş iki kalemden birini mübah olan alışveriş niyeti ile birisi tercih edip alacak olursa sonuç nasıl olabilir.

Eğer emr-i itibari meyelanı için altın kalemin rüçhaniyeti nedeniyle onu alacak kişi için almaması için başka rüçhaniyet yoksa –emir,fakirlik,v.b.-normal şartlarda altın kalemi alabilir.Ancak parası yok ve fakir ise rüçhaniyet fakirlik ciheti ile emr-i itibariyeye bir sübut ve illet olacaktır ve kişi gümüş kalemi tercih edecektir.

5

17.01.2008, 11:33

Fillerin yaratılması ve ihtiyare bakan vechesi.

Fillerin yaratılması ve ihtiyare bakan vechesi.

şimdide şu cümleye bakmaya çalışalım.” Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu.”Evet bir kul fillerinin yaratıcısı durumunda olsaydı ve bir fiilin icad edici konumunda bulunsaydı işte o durumda ihtiyarı ortadan kalkardı. Bu durumu yine Risale-i Nurlardan anlamaya çalışalım.Önce fiillerin yaratılması ,illet-i tâmme ve fiillerin yaratılması için illet-i tâmmeden sonra irade ve Kudret-i rabbaniye cihetlerine bakalım.

“Çünkü ilm-i usul ve hikmet مَالَمْيَج&#161 6;بْلَمْيُوج&#1 614;دْ kaides ince mukarrerdir ki, "Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. ıllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.”

Bir şeyin vücudu vacip yani gerekli olmazsa o şey vücuda gelmez. Bu bir kaide-i ilm-i usulün yerleşmiş bir kaidesidir. Bir şeyin vücut bulabilmesi ve o şeyin illet-i tâmme dediğimiz” her hangi bir şeyin var olması için gereken sebeplerin tamamı” bulunacak ki ondan sonra vücuda gelmesi gerekir. Yani vücut için illet-i tâmme şarttır. (Tabi ki ihtiyari kader dairesinde.Yoksa Allah bir şey yaratacağı zaman sadece ol der ve o da oluverir.)

ıllet-i tâmme ise malülü yani illeti (sakat ve hasta),zaruri olarak, mecburen ve bilvücup yani olması gereken ve vacip olanı gerektiriyor.ışte o vakit ihtiyar kalmaz.O halde konuyu 17.Lema’dan anlamaya çalışalım ve önce fiillerin yaratılması ve illet-i tâmme zaruteti sonra ise irade ve kudret-i Rabbaniye boyutuna bakalım..

şöyle ki;
“Bir nimetin vücudu, o nimetin umum şartlarına bakar. Hâlbuki o nimetin yokluğu, bir tek şartın yok olmasıyla oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin yokluğuna sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şartların vücuduna yetişmekle beraber, illet-i hakikî(hakiki tesir sahibi) olan kudret ve irade-i Rabbaniye(Allah’ın iradesi, dilemesi) ile vücuda gelir. (17.Lema)

Demek ki bir fiilin yaratılması için yüz şart gerekirse bizim meylimiz ve istememiz(ihtiyarımız) sadece bir şarttır. Doksan dokuz şart yerine gelse, bir şart eksik olsa o şartlar tamamlanmaz, eksik olur. Yani illet-i tâmme olmaz. ıllet-i tâmme için yüz şartın da yerine gelmesi gerekir. Ancak yüz şart yerine gelse acaba o fiil vücut bulabilir mi? Hayır bulamaz. Çünkü hakiki tesir sahibi olan Allah’ın iradesi ve kudreti tecelli etmeden o fiil vücut bulamaz ve yaratılmaz. Onun için sebeplerin hiçbir tesiri ve icat kabiliyeti yoktur. Bizim irade-i cüz’iyyemiz de sebeplerden sadece birisidir. Ancak Allah bizim cüz-i irademizi kendi külli iradesi ve kudretine bir şart yapmıştır. Böylece fiillerin yaratılmasında ve vücut bulmasında hak dava edemeyiz, ancak kötülüklerden mesul oluruz. Çünkü kötülükler yüz şarttan bir şartın eksik kalmasına hakiki sebep olur ve illet-i tâmme tamamlanmamış olur. Bu nedenle kötülükler tahrip ve şer olmuştur. Yüz şart yerine gelecek ki ondan sonra Allah’ın iradesi ve kudreti o fiilin yaratılmasına taalluk etsin.

6

17.01.2008, 12:14

Allah razı olsun abi, çok istifade ettik.
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

7

19.01.2008, 09:53

ıLLET-ı TAMME

ıLLET-ı TAMME

Bir şeyin meydana gelmesi için gerekli bütün şartların eksiksiz olarak bulunması.

Kader Risalesi’nde şöyle buyrulur:
“Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. ıllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.” (Sözler)

Bir şeyin meydana gelişi dört illete bağlıdır.

a-) ıllet-i failiyye: O şeyi meydana getiren, yapan kişi,

b-) ıllet-i ğaiyye: O şeyin meydana getiriliş gayesi.

c-) ıllet-i maddiye: O şeyin meydana getirilişinde kullanılan araç ve gereç.

d-) ıllet-i suriyye: O şeyin meydana getirilmesinden önce, tasarlanan projesi.

Örnek: Bir bina düşünelim, bu binayı yapan bir mühendis veya usta vardır. Ona illet-i failiyye denir. Mühendis binayı yapmadan önce, binanın şeklini zihninde canlandırmıştır. Bu zihinde planlanan şekle illet-i suriyye denir. Binanın yapılışının bir gayesi vardır. Bu gayeye illet-i gaiyye denir. Binanın yapılabilmesi için, kum, çakıl, çimento, demir gibi malzemeye ihtiyaç vardır. Bunlara da illet-i maddiye denir.

Bir şey hakkında illet-i tamme tahakkuk ettiğinde o şey (ma’lul) mutlaka meydana gelir. Bir başka ifadeyle, o şeyin meydana gelmesi vacip olur. Meselâ, görme fiilinin gerçekleşmesi için göz olmalı, görür hâlde bulunmalı, ayrıca ışık da olmalıdır. Ama bunlar yeterli değildir. Yani bunlarla illet-i tamme vücut bulmaz. Bir de kişinin görmeyi irade etmesi ve bu maksatla gözünü açması gerekmektedir. Eğer bu şart da tahakkuk ederse görme olayı kesin olarak gerçekleşir.

Demek ki, her şeyi Allah yaratmakla birlikte, ihtiyarî (kulun tercihine bırakılan) bir fiilin yaratılmasında kulun o fiile meyli de gereklidir; ancak o taktirde illet-i tamme söz konusu olur; O meyil, o irade olmasa fiil yaratılmaz.

Izdırarî fiillerde durum böyle değildir. Allah bir şeyi yaratmak istediğinde onun olmasını irade eder, Kur’ân’ın ifadesiyle “ona ‘ol!’ der; o da oluverir.” Zira oluş için gerekli şartlar tamamdır, illet-i tamme vücut bulmuştur.

Cebriyeciler aynı şeyi ihtiyarî fiiller için de düşünürler. “Bu fiilleri irade eden de yaratan da Allah’tır” derler. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “O vakit ihtiyar kalmaz.” Mutezile ise “Kul fiilinin hâlıkıdır.” demekle, Cebriyenin zıddı bir yolda gitmiş olsalar bile bu noktada onlar da kulun ihtiyarını ortadan kaldırmış oluyorlar. Zira, insan iradesi iyiliği ve kötülüğü seçme yetkisine sahip iken güya Cenab-ı Hakk’ı tenzih fikriyle kulu fiilinin yaratıcısı ilan etmekle onun seçme hürriyetini bir bakıma ortadan kaldırmış oluyorlar.

Mademki insan ruhuna cüz’î irade verilmiş ve ona iyiyi de kötüyü de tercih edebilme hürriyeti tanınmıştır, o hâlde, bu dünya imtihanının bir gereği olarak, kul iradesini serbestçe kullanabilmelidir. Nitekim, kul, hayrı irade ettiğinde Allah hayrı yaratır, şerri irade ettiğinde de şerri yaratır.

ınsan iradesine böyle bir tercih hakkının tanındığı konularda, kul bu tercihini kullanmadığı müddetçe, diğer bütün şartlar mevcut olsa bile illet-i tamme vücut bulmaz ve o şey yaratılmaz.

Kaynak:sorularlarisaleinur-ilmi heyet

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir