Giriş yapmadınız.

1

09.09.2008, 19:39

1993'ten günümüze Risâle-i Nur ve Devlet

Kâzım Güleçyüz

Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Müdürü

Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulalı beri dindarlara, özellikle de Risâle-i Nur hareketine husumetle baktığı bir vakıadır. Ancak adil ve bağımsız Türk mahkemelerinin artık "kaziye-i muhkeme" haline gelmiş beraat kararları, hadiseyi belli bir noktaya getirmişti. Gerçi bilhassa 12 Eylül ihtilâlinden bu yana, bazı gayretkeş savcıların ve sıkıyönetim komutanlarının keyfî tasarrufları sebebiyle yine zaman zaman münferid hadiseler oluyordu; ama bunlar dahi mahkeme önüne çıkıldığında aynı neticeyi getiriyordu: beraat.

Dergimizin önceki yıllarda çıkan muhtelif sayılarında, devletin Risâle-i Nur hadisesine bakışını değişik vesilelerle işlemeye çalışmıştık. Konunun yeniden aktüelleşmesi üzerine, bu husustaki gelişmeleri bir defa daha hatırlatmakta fayda görüyoruz. Bunun için de, biraz gerilere,1923'e dönelim ve Bediüzzaman Said Nursî'nin 1923 sonrasındaki hayat seyrinden bazı kesitler sunarak, bugüne gelişi kısaca özetlemeye çalışalım.

Bediüzzaman Mecliste

Tarih 19 Ocak 1923. ıngiliz işgali altındaki ıstanbul'da milli mücadeleye destek veren çalışmalarıyla dikkatleri çeken Bediüzzaman Said Nursî, Ankara'da yeni kurulan Meclisin ısrarlı davetleriyle Ankara'ya gelir ve resmi bir "hoşâmedi" merasimiyle karşılanır. Yine o günlerde, milletvekillerine bir beyanname dağıtır. O günlerde, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundaki "ıslâm cumhuriyeti" vasfını korumaktadır. Meclis de bir "ıslâm meclisidir." Ama bu meclisteki birtakım farklı yönelişleri fark eden Bediüzzaman, beyannamesinde önemli noktalara dikkat çeker. Çoğu peygamberlerin şarkta, filozofların da garpta gelmesini "kader-i ezelînin bir remzi" olarak yorumlayıp, "şarkı ayağa kaldıracak, din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir" der ve şu ikazı yapar: "Mâdem şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebâen-mensûrâ gider [boşa gider], veya sathî kalır." Kezâ, Avrupa medeniyetinin yırtılmaya yüz tuttuğu ve Kur'ân medeniyetinin doğmak üzere olduğu bir zamanda, dine lâkayd bir tavırla "müsbet bir iş görülemeyeceğine" dikkat çeker. lslâm dünyasında "inkilâpvari" bir iş görebilmek için, ıslâmın prensiplerine uymak gerektiğini söyleyerek, "şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek" der.

Bediüzzaman-Mustafa Kemal tartışması

Bu beyanname, Meclisteki muhatapları üzerinde büyük tesir meydana getirmiş olmalıdır ki, altmış milletvekili yeniden namaza başlar. Ama rahatsız olan biri vardır: Mustafa Kemal Paşa. Reaksiyonunu şöyle ortaya koyar Paşa: "Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz." Namaz, beyannamenin unsurlarından ve ihtiva ettiği mesajlardan yalnızca biridir, ama tartışma nedense bu noktada odaklaştırılır. Bu mecrada Bediüzzaman'ın Paşaya verdiği cevap işe şöyledir:

"Paşa! Paşa! ıslâmiyette imandan sonra en yüksek hakikat, namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur."

M. Kemal özür diliyor

Tartışma, Paşanın Bediüzzaman'dan özür dilemesiyle sona erer. Akabinde, Bediüzzaman ve Paşa bir defa daha bir araya gelirler. Meclisin riyaset odasında iki saat kadar konuşurlar. Bediüzzaman, milletvekillerine dağıttığı beyannamedeki ikazlarını tekrarlar. tslâm düşmanlarına hoş görünmek için şeairi tahrip etmenin, millete, vatana ve lslâm dünyasına büyük zararlar vereceğini; eğer bir inkılâp yapmak gerekiyorsa, doğrudan Kur'ân'ın prensiplerine dayanmak lâzım geldiğini anlatır. Bu görüşmede Bediüzzaman'ın verdiği bir temsili, Mektubat isimli eserinden ayrıca iktibas ettiğimiz bölümde okuyabilirsiniz.

Görüşme sonrasında, Bediüzzaman Türkiye'nin yakın geleceğine "hakim" olacak düşüncenin sahiplerindeki niyetler hakkındaki teşhislerini kesinleştirir ve Ankara'dan ayrılarak Van'a gidip "mânevî cihad" hizmetinin hazırlıklarına başlama kararını verir. Bu arada Mustafa Kemal kendisine milletvekilliği, Diyanet âzalığı ve şark umum vaizliği gibi görevler teklif eder. Bir köşk tahsisi de bu teklifler arasındadır. Maksadı, Bediüzzaman'dan kendi niyet ve emelleri yolunda istifade sağlamaktır. Ama Bediüzzaman hepsini reddeder ve Ankara'dan ayrılıp Van'da inzivaya çekilir.

Ve herşey ondan sonra başlar

Devlete hakim olanlar "eskiyi unutup yep yeni bir yolu tutmaya" yönelirken, "eski"ye ait ne varsa tahrip edilir. En büyük hedef, dini tamamen ve zorla silmek, yok etmektir. Eğitim başta olmak üzere bütün devlet düzeni buna göre ayarlanır. Birbiri peşi sıra inkılâplar yapılır. Dinî hayatın dayanağı olan müesseseler birer birer yıkılır. O müesseselere hayat veren kişiler sindirilir, susturulur-ki bunlar, daha düne kadar vatanın düşmandan kurtarılması için birlikte, omuz omuza mücadele verilen insanlardır.

şeyh Said ısyanı

Bediüzzaman'da "eski"nin eri güçlü ve parlak isimlerinden biri olarak, yeni rejimin belli başlı hedefleri arasındadır. Ilk önce, 1925'teki şeyh Said isyanını bahane ederek başlatılan sürgün kampanyası sırasında, Van'dan alınarak Burdur'a getirilir. ısyanla hiçbir alâkası yoktur, hattâ karşı çıkmıştır Bediüzzaman, ama maksat onu çevresinden koparmak, sürekli gözetim ve takip altında tutarak pasif hale getirmektir. Halbuki "Dahilde kılıç çekilmez" diyen Bediüzzaman, ikâmete mecbur tutulduğu yerlerde çok daha güçlü bir mücadeleyi başlatacaktır. Devletle karşı karşıya gelmeden, kanunları ihlâl etmeden, sadece iman ve fikir temelleri üzerinde yürütülen bir "mânevi cihad"dır bu.

Bediüzzaman Burdur'da kısa bir süre kaldıktan sonra, ıssız bir nahiye olan Barla'da ikamete mecbur tutulur. Bu arada manevî cihad hızlanarak devam etmektedir. Risâleler birbiri peşi sıra sür'atle yazılır, çoğaltılır, dağıtılır. Bediüzzaman sürekli takip ve gözetim altında durmaksızın yazar, yazar, yazar... Ve yazdığı eserler, o zamanın şartlarında çok kısa süre için.de bu hizmete sahip çıkan, sür'atle de genişleyen "Nur talebeleri" tarafından el yazısıyla çoğaltılır. Bu yolla tam altı yüz bin risale yazılır.

Bütün risâleler "iman kurtarma" hedefi çerçevesinde yazılmaktadır. Her bir risale, akıllardan ve kalblerden imanı silmeyi hedef alan icraata cevaptır. Meselâ Allah inancını kaldırıp yerine tabiat fikrini koyma gayretleri, Tabiat Risâlesi'ni getirir. Haşir inancının "çürütülmesi" için felsefe derslerine ağırlık verilmesi kararlaştırılırken, Bediüzzaman Barla'da Haşir Risâlesi'ni kaleme alır, bastırır ve dağıttırır.

Kitaba karsı silâh!

Böylece yıllar geçer. Risâle-i Nur Külliyatının temel eserleri aşağı yukarı tamamlanır. Çığ gibi büyüyen bir Nur hareketi kendisini gösterir. Ve başından beri hiç gevşetmediği takip ve tasarrudunun bu inkişala engel olamadığını gören hükümet, 1935'te Bediüzzaman ve Nur talebelerini hedef alan bir toplu tevkif harekâtı başlatır. ıddialar "gizli cemiyet kurma, tarikatçılık, rejim aleyhtarlığı, rejimin temel nizamlarını yıkmaya çalışmak" gibi, uzantıları bugünlere gelen beylik suçlamalar etrafında dönüp dolaşmaktadır.

Bu harekât sırasında Bediüzzaman ve Isparta civarından toplanan yüz yirmi talebesi, elleri kelepçeli olarak, kamyonlarla Eskişehir'e sevk edilir. Harekât bizzat ıçişleri Bakanı şükrü Kaya tarafından yönetilmektedir. Beraberinde jandarma genel komutanı ve tam teçhizatlı bir askeri kıt'a vardır. Ayrıca, Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştirilmiştir. Tek parti devrinin, kitabı silahla yok etme zihniyetinin tipik bir örneğidir bu harekât.

Diğer taraftan, masum ve kitaptan başka bir "silah"ları bulunmayan insanları, isyancı terörist muamelesine tâbi tutup, ordu eliyle hâpse tıkan hükümetin başbakanı ısmet ınönü, aynı tarihlerde bir şark seyahatine çıkmıştır. Bediüzzaman'ı hedef alan harekâtın şarkta bir isyana yol açmasından korkmaktadır hükümet...

ıman-küfür mücadelesi

ıthamların bahaneden ibaret olduğunu söyleyen Bediüzzaman, kendilerine yapılan bu zulmün asıl sebebini, Eskişehir hapsinde okuduğu müdafaasında şöyle anlatır:

"Kâinatta dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyâmete kadar gidecektir. Bu meselemizin künhüne vakıf olan herkes, bize olan bu hücumun doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar."

Ve bu muameleyi yapan hükümeti muhatap olarak dahi kabul etmez Bediüzzaman. Mecliste dağıttığı beyannamede dile getirdiği sosyolojik vakıayı bir defa daha hatırlatır. Çoğu filozofların garpta ve Avrupa'da, peygamberlerin de şarkta ve Asya'da geldiğini hatırlatarak, "kader-i ezelinin bir işâret ve remzidir ki," der, "Asyâ da hakim, galip, din cereyanıdır." Sonra şöyle devam eder: "Elbette, Asya'nın ileri kumandanı olan bu hükümet-i cumhuriye, Asya'nın bu, fıtri hâsiyetinden ve madeninden istifade edecek. Ve bitarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir."

"Hükümet-i ıslâmiye"

Onun düşünce ve tasavvurundaki genişlik ve derinlik içinde, bir gün mutlaka son bulacak olan tek parti devrinin ve onun hakka değil, zulme dayanan hükümetlerinin yeri bile yoktur. Ba yüzden Bediüzzaman yine Eskişehir müdafaalarında sık sık "hükümet-i ıslâmiye" tabirini kullanır. Elbette ki, bu sıfatın sahibi, o günlerde yegâne işi Bediüzzaman'la, eserleriyle ve talebeleriyle uğraşmak olan paşalar yönetimi değildir; bu milletin kendi iradesiyle seçip iş başına getireceği hükümetlerdir.

Ama yine de Bediüzzaman, kendisine ve talebelerine bu eşi görülmemiş haksızlıkları yapan hükümet erkânına hakkın, hukukun ne olduğunu öğretmeye çalışır. ıçişleri Balcanı şükrü Kaya'ya mektup yazar meselâ. Bu mektubunda keyfî icraatların şahibi şükrü Kaya'nın şahsını "Dahiliye Vekili olan şükrü Kaya Beye" şikâyet ederek, şahısların icraatlarıyla, o kişilerin o an için ellerinde bulundurdukları makamların gereklerini hassasiyetle ayırır. Bilhassa o dönemin hukuk dışı anlayış ve uygulamaları göz önünde bulundurulduğunda, gerçekten değerli bir devlet ve hukuk felsefesinin tezahürüdür bu ikazlar.

Tesettür düşmanlığı

Ve Bediüzzaman Eskişehir Mahkemesinde, Tesettür Risâlesi isimli eserinde geçen tek bir cümle sebebiyle, on bir ay hapse mahkum edilir. O cümle de şudur: "Merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!"

Güzellik yarışmalarının bizzat Mustafa Kemal'in himâye ve teşvikleriyle organize edildiği; 19 Mayıs kıyafetleri, balolar, danslar, karma eğitim yoluyla tesettüre fiilen savaş açıldığı; gazete ve dergilerin müstehcen neşriyatta yarışa girdiği bir dönemde söylenen bu söz, gerçeğin tam ifadesi olmasına rağmen, devrin yöneticilerinin fena halde gücüne gitmiş olmalıdır ki, Bediüzzaman'ın mahkümiyetine gerekçe olarak gösterilir.

Haksız karara itiraz

Ne var ki, yeri göğü oynatırcasına yapılan tevkifata gerekçe yapılan "Gizli cemiyet kuruyor, halkı hükümet aleyhine kışkırtıyor, dini siyâsete alet ediyor, tarikatçılık yapıyor" gibi ithamların tekbir tanesi dahi mahkeme kararında geçmemektedir. verilen cezanın dayanağı da "kanaat-i vicdaniye"dir. Ve Bediüzzaman, mahkemenin bu kararına da itiraz eder. Hükmedilen cezanın ancak kız kaçıranlara ve beygir hırsızlarına verilebileceğini; eğer başlangıçtan beri kendilerine yapılan suçlamalar sabit ise ya idam edilmeleri, veya yüz bir sene hapse mahkum edilmeleri gerektiğini söyler. Karar, adalet tarihinde bir yüz karasıdır.

Yeni durak Kastamonu

Eskişehir hapsi sonrasında, Bediüzzaman Kastamonu'da ikamete mecbur tutulur. Yine sürekli takip ve tarassut altında sekiz yılını bu vilâyette getirir. Daha önce Barla'daki ikâıneti sırasında Isparta ve civarını aydınlatan hizmeti, bu defa Karadeniz bölgesine yayılır. Bediüzzaman burada da eser telifin.e ve neşrine durmaksızın devam eder. Bu arada, Isparta'daki talebeleriyle sürekli ve dinamik bir irtibat içinde bulunur. Bu dönemde yazdığı mektuplarda, Risâle-i Nur hizınetinin seyir ve inkişafı ile, bu zamanda takip edilmesi gereken. hizmet metodu hakkında aydınlatıcı prensipler mevcuttur.

Ve Denizli operasyonu

Sekiz senelik "sükünet" devresinden sonra, 1943'te yeni bir "operasyon"a ihtiyaç görür hükümet. Mâlûm iddiaların tekrarıyla Bediüzzaman ve 126 talebesi Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Ama mahkeme ittifakla beraat kararı verir. ıdarî makamların ikinci büyük harekâtı, böylece, adalet karşısında neticesiz kalmıştır.

Denizli hapsini, Bediüzzaman'ın Emirdağ hayatı takip eder. Tabiî, yine sıkı takip altında. Ama hizmet durmaz. Eserler yayılmaya devam eder. Bediüzzaman'ı Eskişehir hapsinde olmadık tazyiklere maruz bırakan şükrü Kaya, bu inkişafa bir türlü akıl erdiremediğini, yıllar sonra Cemal Kutay'la yaptığı bir sohbette şöyle anlatacak ve enteresan bir itirafta bulunacaktır:

şükrü Kaya'nın itirafı

"Hayret ettiğim bir nokta, Anadolu'nun ücra kasabalarında bu kadar sıkı kontrol altında tutulan bir insanın, mutlak serbestlik ve cazibelerle özlenir hale getirilen sahalarda elde edilemeyen alâkaya sahip olabilnıesidir. ıyi hatırlıyorum. Bir gün Necib Ali [Ankara ıstiklâl Mahkemesi Savcısı, CHP Genel Yönetim Kurulu üyesi ve partinin halkevleri ve basın sorumlusu], bu kadar uğraşıp didinmeye rağmen halkevlerine Bediüzzanıan'ın arkasından giden gençler kadar kalabalık toplayamadıklarından dertlenmişli."

Kimbilir, CHP yönetiminin Bediüzzaman'a olan kızgınlığının ana sebeplerinden biri belki de budur. Bütün devlet imkânlarını kullanarak, "en cazip" vasıtalara başvurarak gençliği dininden uzaklaştırma gayretlerinin neticesiz kalmasına karşılık, tek başına bir manevi cihad başlatan Bediüzzaman'ın hizmeti her geçen gün inkişaf etmelrtedir. [Ki, Prof. Dr. şerif Mardin, Amerika'da yayınlanan kitabında, Kemalist rejimin başarısızlığı ile Bediüzzaman'ın başarısının ardındaki sırrın bazı ipuçlarını yakalamış görünmektedir.]

Başarısızlığın hıncı bitmiyor

Derken, bir mahkeme safhası daha açılır Bediüzzaman'ın hayatında: 1947'nin son ayında Afyon'a getirilir ve tevkif edilir. Yine "gizli cemiyet kurma, halkı hükümet aleyhine çevirme, rejimi yıkmaya çalışma" gibi ithamlarla, hakkında dâvâ açılır. Sonunun iyice yaklaştığını gören CHP yönetimi, bu telâş içinde, elinden geleni ardına koymama gayretine düşmüştür. Bu partinin içişleri bakanlarından Hilmi Uran'ın bir hatırası, ısmet ınönü'nün Bediüzzaman'la ne kadar yakından. ilgilendiğini göstermesi bakımından çok enteresandır. Tek parti devrinin son demlerini yaşadığı sıralarda Kökte cereyan eden bir sohbette ınönü, çok partili siyasi hayatın karşılaşacağı meselelerden bahsederken, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Fırkanın âkıbetlerini "dinin siyasete alet edilmesi"ne bağlayarak, birden Hilmi Uran'a dönüp sorar:

"Said-i Kürdî şimdi nerede, ne yapıyor?"

ısmet ınönü'nün tesbiti

Hilmi Uran, mahkemelerin devamlı beraat kararı verdiklerini söyleyince güler ınönü ve şöyle der:

"Zeki adamdır. Divan-ı harblerden ve istiklâl mahkemelerinden yakasını kurtarmasını bildi!"

Ve Afyon Mahkemesi de başlangıçta mahkûıniyet kararı verir, ama Temyiz bu kararı bozar. Ne var ki, mahkeme işi sürüncemede bırakır. Neticede, Bediüzzaman ve talebeleri, ilk karardaki mahkûmiyet süresini hapiste tamamlayarak, mahkeme kararına dayanmayan bir "ceza"ya muhatap kılınırlar.

Daha sonra mahkeme, Risale-i Nur hakkındaki müsadere kararında yine ısrar eder. Ama bu ısrar Temyizden tekrar geri döner. Sonunda Afyon mahkemesi beraat kararı vermek zorunda kalır. Ne var ki, ancak 1956'da kesinlik kazanacak bir karardır bu.

1950 seçimleri ve sonrası

Bu arada 1950 seçimleri yapılır. Bu seçimler karanlık bir devrin üzerine perde çekerken, ülkeye yepyeni ümitler getirmiştir. Bediüzzaman'ın hizmetinde de taptaze bir devir açmıştır. Gerçi eski devrin izlerini bir anda silmek mümkün değildir ve nitekim Bediüzzaman 1950 sonrasında da mahkemelerle uğraşmak zorunda bırakılır. Meselâ Gençlik Rehberi isimli eserini bastırması sebebiyle 1952'de ıstanbul Mahkemesinde yargılanır. Keza Samsun'da çıkan Büyük Cihad gazetesinde yayınlanan bir yazısı için de mahkemeye verilir. Ama her ikisinde de beraat eder. Nihayet, yıllardır sürüncemede bekletilen Afyon Mahkemesi beraat kararının 1956'da Temyiz tasdikiyle kesinleşmesinden sonra, Risâle-i Nur matbaalarda serbestçe neşredilmeye başlanır.

"Kahraman Demokratlar"

Bediüzzaman, ülkeye yıllardır hasretini çektiği hürriyet havasını getirip nefes aldıran, semalarda yeniden ezan-ı Muhammedi'nin asli şekliyle yankılanmasını sağlayan, okullara din derslerini getiren "kahraman Demokratlar"a son derece sıcak bakmaktadır. "ıslâm kahramanı" olarak vasıflandırdığı Adnan Menderes'e özel selâmlar ve mektuplar göndermekte, muvaffakiyeti için dua ettiğini bildirmektdir. Burada, talebelerinden ve DP milletvekili merhum Tahsin Tola'nın bir hatırasını nakledelim.

Menderesin Risâle-i Nur'u neşir tesebbüsü

"Afyon Mahkemesinin beraatle neticelenmesi ve Temyizin beraat kararını tasdiki üzerine, Üstad beni Adnan Menderes'e gönderdi Selâmlarını ve Risâle-i Nur'un neşrini söylememizi istedi. Isparta milletvekili ırfan Aksu ile birlikte rahmetli Adnan Menderes'e gittik. Üstadın selâmını tebliğ ettik. Adnan Bey bu selâmı hürmetle aldı. Daha sonra Risâle-i Nur'un neşir meselesini söyledim. 'Nur'ların neşredilmesi hariçte, ıslâm âleminin bu vatan ahalisine kardeşlik ve alâkasını celbedecek. Dahilde ise, umumî bir hoşnutluk meydana getirecek' deyince, merhum Menderes hiç itiraz etmedi. 'Tamam' dedi, 'sizi vazifelendiriyorum. Hemen faaliyete geçin. Diyanet Riyasetine gidin, Eyüp Sabri Efendi [Hayırlıoğlu] ile görüşün. Risâle-i Nur'u neşretsin.'"

Bunun gerçekleşmesi, o gün için mümkün olmadı. Ancak Bediüzzaman'la Menderes arasındaki sıcak münasebet, ondan sonra da devam etti—müzmin muhalefet partisi CHP'nin ve bir zamanların "milli şef"i ınönü'nün bütün hırçınlığına rağren. ışte bir misali:

Menderes: "ınönü Bediüzzaman'dan niçin rahatsız oluyor?"

Bediüzzaman'ın, vefatına birkaç ay kala, 1959 Aralık'ın son günlerinde çıktığı yurt gezisi, öteden beri onun hizmetlerini kıskançlıkla takip eden ınönü'nün muhâlefet damarlarını iyice kabartmıştır. Sonrasını DP eski milletvekili Gıyaseddin Emre'den dinleyelim:

"Üstad Ankara'ya geldiğinde (31 Aralık 1959) Beyrut Palas Otelinde 22 numaralı odada kalıyordu. ısmet Paşa, Bediüzzaman'ın Ankara'ya geldiğini duymuştu. Mecliste bir konuşma yaptı: 'Siz şeriatı hortlatıyorsunuz, irticaı hortlatıyorsunuz, Bediüzzaman'ı gezdiriyorsunuz' diye. Sonra Adnan Menderes bu iddialara şöyle cevap verdi: 'Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor? Öleceğini bilmiyor mu? şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pîr-i fâniden ne istiyor? Niçin eziyetinden, meşakkatinden hoşlanıyor? Niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır? Anlayamıyorum."'

Ulaşmayan haber

Gıyaseddin Emre daha sonra, Üstadı ziyarete hazırlandığını ve tam o sırada Menderes'in kendisini çağırdığını, yanına gittiğinde şunları söylediğini anlatıyor: "Tazimatlarımı kendilerine arz et. Biliyorsunuz bu adamların çıkardığı hadiseleri. Bu hengâmeler bitsin, ben bizzat seyahatlerine devam etmesi için kendilerine haber gönderirim."

Ama ne yazık ki, Menderes bu haber-i gönderemedi. Bediüzzaman 23 Mart 1960'da Hakkın rahmetine kavuştu. Menderes de 27 Mayıs 1960'da, Halk Partisinin ırkçılarla birleşerek tezgâhlâdığı bir ihtilâlin kurbanı oldu. Ve Halk Partisi, birikmiş hıncını Yassıada'da aldı.

Yassıada'da "Nurcu Soruşturmaları"

Meselâ Yassıada dosyaları arasında, "Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Ankara'yı teşrifleri sebebini devlet ricaline bildirir mektuplarıdır" başlıklı mektubun da bulunduğu mektupta Bediüzzaman'ın "Ankara'ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, ıslâmiyete ciddi taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik'i görmek ve ıslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik ıleri gibi mühim zatlara bu hakikatı söylemektir" dediği; ve bu mektubun Yassıada maznunları, bilhassa da "Demokrat iktidarının gericiliği tutan ve teşvik edenleri arasında bulunmak"la itham edilen Milli Eğitim Bakanı Tevfik lleri hakkında delil olarak kullanıldığı bilinmektedir. Yassıada başsavcısı ise Bediüzzaman'ı, vefatından o kadar zaman geçtikten sonra, "irticaî hareketleri ile bütün memlekette derin yaralar almış" olmakla itham etti.

Hakim mahkemede

27 Mayıs ihtilâlinin Nurculuk karşısındaki öfkesi bunlarla dinmedi. 1952'deki Gençlik Rehberi Mahkemesinde Bediüzzaman'a beraat veren mahkeme başkanı Nef i Demiroğlu, aradan sekiz yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra Yassıada'ya çıkarıldı ve hesaba çekildi. ıhtilâlciler hakim Demiroğlu'nu sanık sandalyesine oturtarak sordular: "Siz nasıl Said Nursi'yi beraat ettirebilirsiniz?" Demiroğlu'nun cevabı şu oldu: "Evet, ben beraat ettirdim. Çünkü hadisenin tahkikatını yaptım. şahitlerin ifadelerini aldım. Ve vicdanî bir kanaatle hükmümü verdim."

Adalet Bakanı Yürük; "Risâle-i Nur'da suç yok"

Bu, zulmü ve keyfîliği şiâr edinmiş tek parti kafasının, hukuk ve adalet önünde nasıl da çaresiz kaldığını, çaresiz kaldıkça da nasıl çılgınlaştığını gösteren hadiselerden sadece biridir. Ama bunlar dahi hakkın zaferine engel olamayacaktır. Nitekim millet iradesini ayaklar altına alarak gerçekleştirilen 27 Mayıs ihtilâlinin böylesi tasarrufları da tarihe kara birer leke olarak geçerken, utanç verici Yassıada sorgulamalarının üzerinden iki yıl bile geçmeden devrin Adalet Bakanı Abdülhak Kerrıal Yörük bir soru önergesi üzerine Meclis kürsüsünden şunları söylemektedir:

"Muhterem arkadaşlarım! Risâle-i Nur Külliyatı adı altında neşredilen eserlerin intişarı 1952 senesinde başlamış ve devam etmekte bulunmuştur. Bu, Said Nursî'nin bazı kitaplarına verilen bir isimdir. Bu eserlerin basılması ve okunması umumi olarak kanunen yasak edilmiş değildir. Kütüphanelerimizde de bu mevzua dair kitaplar mevcuttur."

ınönü ve Demirel Nurculuğu tartışıyor

Diğer taraftan, başbakanlığı döneminde meseleyi es geçen ınönü, 1965'ten sonra değişmez kaderi olarak düştüğü muhalefet cephesinde, Nurculuğu yine stratejisinin ana unsurlarından biri haline getirir. Bu defa yeni hedef, Demokrat misyonun yeni temsilcisi olan AP ve lideri Süleyman Demirel'dir. 1966 ara seçimleri öncesinde ınönü ile Demirel arasında cereyan eden tartışmaların en hararetli konusu Nurculuk olmuştur.

12 Mart'ın hedefi: Nurculuk

Ne var ki, millet iradesine bir türlü tahammül edemeyen güçlerin hazımsızlığı devam etmektedir.12 Mart müdahalesinin "kahraman"larından, zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un, 1971 Ocak'ında yapılan bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısına sunduğu rapor çok enteresandır. Bu raporunda Batur, bilhassa, "din, din tutuculuğu, teokratik devlet kurma özlemleri ve buna zemin hazırlayıcı faaliyetler-sayıları belli olmayan Kur'ân kursları, Nurculuk, v.s. akımlar-bugünkü medenî yaşantısı ve ekonomik koşullar dolayısıyla Türkiye'yi geriye götürmekten ve batırmaktan başka bir işe yaramaz" demektedir. Bu sözlerden anlaşıldığı kadarıyla, 12 Mart'ın belli başlı hedefleri arasında Nurculuk da vardır.

12 Mart'ın nasıl bir neticeye ulaştığı mâlum. Risâle-i Nur hareketinin kaydettiği gelişmeler de. Bugün 12 Mart'ı hatırlayan bile yok; ama Risâle-i Nur...

12 Eylül ve Nurculuk

ınönü'süz bir Türkiye'de Halk Partisi ruhunu, toplumdaki gelişmeleri göz önünde bulundurarak farklı bir kılıkta ihya etmeyi hedef alan 12 Eylül harekâtı sonrasında nasıl bir manzara ile karşı karşıyayız. ıhtilâl lideri Kenan Evren'in, meydanlarda âyet ve hadislerle süsleyerek yaptığı konuşınalarda, "Dinimizde Nurculuk, şuculuk, buculuk gibi ayrımlar yok" gibisinden diller dökmesi, mücadelede bir taktik ve strateji değişikliğinin işâretiydi. Ama bu da sökmedi. Evren vatandaşları ikna etmeyi başaramadı.

Ve 12 Eylül sonrasında da Risâle-i Nur hareketine gayretkeş savcıların tacizleri oldu. Ama bunların hepsi her zaman olduğu gibi âdil Türk mahkemelerinin kapısından geri döndü. Bu kararların dökünıünü yapacak olursak: 1980'den bu yana çeşitli tarihlerde altı sıkıyönetim mahkemesinin, iki DGM'nin, altı da adli mahkemenin verdiği aaı ve iade kararları var. Ayrıca, iki sıkı yönetim savcılığı, iki DGM savcılığı, iki de adlî savcılık, rakipsizlik kararı verdi.

Adalet Bakanları Nurculuğu tartışıyor

Bunlar arasında, ıstanbul Basın Savcılığının 10 Aralık 1984'te verdiği takipsizlik kararı, ilginç bir özellik taşıyor. Hikâyesi şöyle: Vaktiyle Bediüzzaman ve Risâle-i Nur hakkında tamamıyla asılsız iddialara dayanan iğrenç yayınlar yapan gazeteler, 12 Eylül sonrasında Risâle-i Nur'u "çağın tefsiri" olarak vasıflandıran ilanlar yayınladılar sayfalarında. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığı 21 Mart 1984'te Adalet Bakanlığına başvurarak, bu ilânların suç unsuru taşıyıp taşımadığının araştırılmasını istedi. Adalet Balcanlığı 26 Mart 1984'te bu talebi ıstanbul Basın Savcılığına iletti. Söz konusu Risâle-i Nur eserlerini ıstanbul Hukuk Fakültesi ceza hukuku öğretim üyelerinden-Prof Dr. Erol Cihan, Prof. Dr. Kayıhan ıçel ve Doç. Dr. Köksal Bayraktar'dan-oluşan bir bilirkişi heyetine inceleten Savcılık, bu heyetten gelen rapora istinaden, 20 Aralık 1984'te, eserler hakkında takipsizlik kararı verdi. Daha sonra, 9 Mart 1985'te,12 Eylül hükümetinin Adalet Bakanı Rıfat Beyazıt'ın, 19 Ocak 1985 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan "Kararı siz verin" başlıklı Risâle-i Nur ilânı üzerine hükümete sunduğu soru önergesine cevap veren devrin Adalet Bakanı Necat Eldem, Risâle-i Nur'da bir suç unsuru bulunmadığının, Savcılık araştırması neticesinde anlaşıldığını açıkladı..

Rıfat Beyazıt'ın ve emekli orgeneral Necdet Öztorun'un itirafları

Bu cevap üzerine yeniden kürsüye gelen Rıfat Beyazıt şöyle dedi: "Takipsizlik kararı verdiklerine göre, bu konuda birşey söyleyecek durumda değilinı. Mahkemeden geçtiği için, bunun üzerinde tek bir söz söylemeye hakkım yoktur."

Eski Kara Kuvvetleri Komutanı, emekli orgeneral Necdet Öztorun'un itirafı da bu gelişmeyi noktalıyordu:

"Ben mahkeme kararı olmadan kitap toplatılmasına ve yasağına karşıyım. Komutanlığım döneminde yasaklayabilseydim, Saidi Nursi'nin düpedüz, laiklik aleyhtarı olan kitaplarını yasaklatırdım. Ama onları bile soruşturdum, mahkemelerde aklanmış. Yapacağım birşey kalmadı."

Bediüzzaman'ın ideali: "Devlet Risâle-i Nur'a sahip çıksın"

Bediüzzaman'ın hayatı boyunca hasretini çektiği bir gelişmenin son noktalarından birini işâretliyordu bu sözler. Ama onun idealindeki hedef çok daha ilerilere uzanıyordu. Devletin Risâle-i Nur'a, bu topraklardan çıkan bir iman ve tefekkür hazinesi olarak sahip çıkmasını istiyordu Bediüzzaman. Ve bu dileğini, daha 1935'te, Eskişehir mahkemesinde yaptığı müdaafalarda dile getirmiş ve sonraki yıllarda da her vesileyle tekrarlamıştı. Meselâ, Eskişehir mahkemesi hakimlerine şöyle diyordu: "Risâle-i Nur tefsir olduğu haysiyetiyle, Kur'ân-ı Hakîm ile bağlanmış. Kur'ân ise, küre-i arzı Arş'a bağlayan cazibe-i umumiye gibi bir hakikat-ı cazibedardır. Asya'da hükmedenler, Kur'ân'ın Risâle-i Nur gibi tefsirleriyle mübareze edemezler. Belki musalaha ederler, ondan istifade ederler ve himâye ederler. ... Kur'ân'ın hakikî bir tefsiri ve o güneşin bir nuru ve onun bir memuru olan Risâle-i Nur, o vazife-i imaniyesini, büznillâh, sadmelere uğratmayarak görecektir. Öyle ise, ehl-i dünya ve ehl-i siyaset, onunla mübareze değil, belki ondan istifade etmeye pek çok muhtaçtırlar."

Bu hakikatı, değişik kılıklarda ve değişik devirlerde ülkemize hükmeden bazı "büyük kafa"lar anlamamış olabilirler. Bugün de anlamamakta ısrar edenler olabilir. Ama anlayanlar var. ışte, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in, Köprü'ye söyledikleri:

Demirel: "Bediüzzaman'ın tefsiri çok değerli"

"Çeşitli kaynaklardan Kur'ân'ı okudum, öğrenmeye çalıştım. Ulaşabildiğim pek çok kaynağa baktım. Sadece merak saikasıyla, öğrenmek için baktım. Bütün bunların içerisinde merhum Bediüzzaman'ın yapmış olduğu yorum fevkalâde müstesna, çok değerli bir yer işgal eder. Benim anlayabildiğim kadarıyla."

Ve aynı Demirel, sahte bir "milliyetçi muhafazakâr" maskesini yüzüne takarak Halk Partisi zihniyetini yeniden hortlatmaya çalışan siyasi kadronun devr-i iktidarında başlatılan utanç verici "mevlid soruşturması" akabinde, düşünen insanlara şöyle seslendi:

Demirel: "Gelin Said Nursi'yi anlamayanlar, sevmeyenler..."

"Ben Said Nursî bir âlimdir diyorum. Said Nursi, Kur'ân'ın en değerli müfessirlerinden biridir. Said Nursî âlim değildir diyenin alnını karışlarım. Said Nursi'yi âlim olarak Türkiye'de birçok kimse kabul ediyor. Dışarda kabul ediyor. Said Nursî ne demiş, ne yazmış; bilen var mı? Birtakım insanlar Said Nursi'yi takip ediyorsa, herhalde körü körüne etmiyor. Yani, otuz sene sonra 25-30 bin kişi bir mevlide gelip o hatıraya saygı gösteriyorsa, belki bunun üzerinde durmak lazım. Ben bunu şimdi söylüyor değilim. Ben bunu otuz senedir söylüyorum. 1966'da dünyanın lafını ettiler. Daha sonra da ettiler. Onların hepsine cevap verdim. Bir santim geri çekilmeyiz inandığımız şeylerden. Gelin, Said Nursî'yi sevmeyenler, anlamayanlar, alâkadar olmak istemeyenler! Olabilir. Ama bunu düşmanlığa çevirmenin de bir mânâsı yok. Aydın gönüllere ve aydın kafalara hitap ediyorum. Hiç bilmeden, neyin ne olduğunu anlamadan peşin hükümle meselenin üstüne varmaya gerek yoktur."

Nereden... nereye...

Kaynak: http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bo…Yazi&YaziNo=188

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir