Giriş yapmadınız.

81

09.06.2008, 09:14

vahid,ehad ve ferd kelimeleri ne manaya geliyor.

lugattaki manalar bunlar;

VÂHıD : Zâtında, sıfatlarında tek ve yegâne olan.

VÂHıD : Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.

EHAD : Zâtı tek olan Allah.
FERD : Tek, bir, yekta; kişi; eşsiz.

BU MANALARI NASIL YORUMLAYABıLıRıZ.

FıKRı OLAN YOKMU?

82

11.06.2008, 16:22

vahid;hem zatında bir olmakla beraber,bütün isim ve sıfatlarındada birdir.bütün isim ve sıfatlarıyla herşeyi kuşatmıştır.

ehad;bütün herşeyi kuşatan isim ve sıfatlarınının tecellilerini..tek tek bütün mahlukatta ayrı ayrı cilvelerini görmek.

ferd;zatıyla,isimleriyle,sıfatlarıyla..tek olan..vahid+ehadin toplamı ferd demektir.

ki ben böyle anlıyorum acizane..

siz kardeşlerimin anladıklarınıda bekliyoruz.

83

13.06.2008, 15:39

insanın parmakları elde bir araya gelerek vahdete ermişler.

düşünün bir motor tek başına tarlada ses çıkarsa bunda güzellik yoktur.cemal görünmez.

ama bu motor arabanın diğer parçalarıyla bir araya gelse vahdete erse

cemal görünür.güzellik ortaya çıkar.

aynen öylede......

84

13.06.2008, 16:01

Biz bu başlıkta terimleri işliyorduk yunusum kardeşim.

Adalet-i Mahza ve Adalet-i ızafi terimlerini açıklarsan çok makbule geçerdi...

85

16.06.2008, 11:19

Adaleti mahza;cemaat için ferd feda edilmez demektir.kendi rızasıyla girerse bu fedailik olur.

adaleti izafiye;cemaat için ferd feda edilir.demektir.

adaleti mahza uygulanabiliyorsa,adaleti izafiye gidilmez.gidilirse zülüm edilmiş olur.

diyor üstadımız 15.mektubda.

86

16.06.2008, 11:21

mesela;bu forumun huzuru için bile bir kişinin rızası alınmadan onun üyeliği silinmez.bu uygulamaya adaleti mahza denilir.

forumun huzuru için kişinin üyeliğinin silinmesi adaleti izafiyeye örnektir.

87

16.06.2008, 11:26

vahdete devam;

meyvelerin ağaçta,agaçın yapraklarıyla,dallarıyla,gövdesiyle ve süsleriyle biraraya gelmekle vahdete ermişlerdir.

işte bu vahdete ermekle kemali ilahi ve cemali rabbani görünüyor.ikinci şuanın başında vardır.

insanın gözünü veya herhangi bir azasını düşünerek.

vahdeti anlayabiliriz.

mesela;gözü başta kulak,burun,ağız,kaş ve saçla bir araya gelerek vahdete ermişler.

bu şekilde insana bakınca insanda cenabı hakkın kemal ve cemal isimleri görünüyor.

göz tek başına olsaydı bir işe yaramazdı.bu göz başta diğer azalar biraraya gelmekle vahdete ermiş ve böylece güzellikler ortaya çıkmıştır.

88

16.06.2008, 12:12

Alıntı sahibi ""yunusum""

mesela;bu forumun huzuru için bile bir kişinin rızası alınmadan onun üyeliği silinmez.bu uygulamaya adaleti mahza denilir.

forumun huzuru için kişinin üyeliğinin silinmesi adaleti izafiyeye örnektir.


Yanlışın var. Sileriz, hem de adalet-i mahza olur. Haksız yere silersek adaletsizlik olur. ıltibas yapıyorsun bu tanımınla. Hem bizim uygulamamızı yanlış eleştriyorsun, hem risale terimini yanlış anlatıyorsun.

Adalet-i mahza o ki, bir gemide 100 canî olsa, 1 tane masum olsa, o canîlerden kurtulmak amacıyla o gemiyi batıramazsın, o bir kişinin hakkı hukuku var.

Senin verdiğin örnek ise şu, gemide 100 masum var, 1 tane bozguncu, herkesin huzuru için o ihraç ediliyor, bu da adaletsizlik oluyor, izafî adalet oluyor öyle mi?

Böyle terim açıklayacaksan hiç yapma. Vereceksen lügât ver, risaledeki kullanım yerini de ver. Kaldı ki o da eleştiriye açıktır, çünkü bir sözün, kime, ne zaman, nerede, hangi makamda, hangi olayın ardından, ne sebeple söylendiği önemlidir.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

89

16.06.2008, 16:00

Alıntı sahibi ""yunusum""

Adaleti mahza;cemaat için ferd feda edilmez demektir.kendi rızasıyla girerse bu fedailik olur.

adaleti izafiye;cemaat için ferd feda edilir.demektir.

adaleti mahza uygulanabiliyorsa,adaleti izafiye gidilmez.gidilirse zülüm edilmiş olur.

diyor üstadımız 15.mektubda.


Bu 2 terim üzerine 20 kitap okudum. Sen 2 cümleyle kalmışsın. Vahdet bir terim değil kardeşim...

  • "ıspartalı" bir erkek

Mesajlar: 123

Konum: Almanya

Meslek: Ticaret

  • Özel mesaj gönder

90

17.06.2008, 02:16

Alıntı sahibi ""yunusum""

Adaleti mahza;cemaat için ferd feda edilmez demektir.kendi rızasıyla girerse bu fedailik olur.

adaleti izafiye;cemaat için ferd feda edilir.demektir.

adaleti mahza uygulanabiliyorsa,adaleti izafiye gidilmez.gidilirse zülüm edilmiş olur.

diyor üstadımız 15.mektubda.

Selamunaleyküm aziz ve muhterem kardesler, agabeyler. uzun bir aradan sonra sizleri burada, böylesine ehemmiyetli konular üzerinde, hakikate ulasmak adina fikirlerinizi beyan ederken görmek ne kadar güzel.
bu konuda acizane kendi düsüncemi sizlerle paylasmak istiyorum. Adalet-i mahza ve adalet-i izafiye düsturlarinin hayata gecirilmesi noktasinda kurallari kesin olarak koyulan ve kurallari kesin olarak koyulmayan durumlar diye iki hususu gözetebilir miyiz acaba. farkli bakis acilarinin söz konusu oldugu durumlarda adalet-i mahza ve adalet-i izafiye isletilebilir belki fakat daha önceden katilimcilarin huzurunu saglamak adina koyulan kurallarin oldugu yerde bu durum kendiliginden ortadan kalkmis oluyor. sadece bir haksizlik durumu söz konusu olabilir. eger kurallara gercekten uyulmadigi taktirde kisinin üyeligi siliniyorsa bu da hakli olarak yapilmis oluyor.
yanlisim varsa düzeltirseniz cok memnun olurum.
selam, dua ve muhabbetle...
Zaman ihtiyarlandıkça, Kur'an gençleşiyor.

91

17.06.2008, 10:24

konunun anlaşılması için verdiğim sadece örnektir.

burdan okuyalım..bakalım..

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki

-Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide Sûresi: 5:32.) - ayetin mânâ-ı işarîsiyle,

bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

ışte, ımam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i ıslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, "Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var' diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.

Mektubat | On Beşinci Mektup | 57

92

17.06.2008, 13:46

Adalet-i ızafiye

Alıntı sahibi ""Mustafa Özcan""


Daru'l-hikmet ve Adalet-i ızafiye

The House of Wisdom and Relative Justice


Mustafa ÖZCAN


Adalet ve zulmün birçok tarifi ve birçok bağlamı varsa da bunlardan en akılda kalıcılardan ve gönle hitap edicilerden birisi şudur: Adalet, fıtrata uygunluk; zulüm ise fıtrat dışılıktır. Fıtratın dışına çıkmaktır. Zulmün de iki basamağı vardır. Kadim kültürümüzde ve anlayışımızda buna ifrat ve tefrit ayaklar dendiği gibi veks ve şatat da denebilir. şatat ölçüyü ağdırmak yani ifrat basamağıdır. Veks ise ölçünün altında kalmak ve tefrit boyutudur. şatat fazlalık, veks ise noksanlıktır. Adalet ise bunların dengelenmesi ve ikisinin sağlamasıdır. Hayat denge üzerinde seyrettiğinden dolayı dengesizlik geçici bir statüdür. Hiçbir zaman kalıcı olmaz. Bu itibarla da eslaf: "El Küfrü yedumu / Ve'z zulmu la yedum" demişlerdir.

Haramın binası olmaz deyimini hatırlatırcasına yine bu bağlamda "Beytü'z-zalimi harabun velev bade hinin / Bir müddet sonra olsa da zalimin evi haraptır, harabattır" denmiştir. Bunun geçmişten geleceğe güzel Türkçe'mizdeki tam karşılığı şudur: Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste. Adalet oku gecikse de şaşmaz. Haramın ocağı olmadığı gibi zulmün de ocağı yoktur. Biraz gecikerek de olsa hak ve adalet elbetteki tecelli eder. Cenab-ı Hakk imhal eder ama asla ihmal etmez. ınsana toparlanması için bir süre verilir. Buna imhal; yani mühlet verme denilir. Adalette kusur eden ve zulmeden bu fırsatı değerlendirirse zaten adalet yerini bulur. Bunun yolu da zalimin ihkak-ı hak etmesi ve kul hakkını iade etmesidir. Aksi taktirde, zulmünde temadi eder ve haksızlıkta devam ederse verilen süre dolduğunda çeşitli suretlerde ve hadise düzeyinde adalet ensesine biner.

şah-ı Geylani'nin de dediği gibi, dünya daru'l-hikmet olduğundan dolayı burada adalet ve zulmün cezalandırılması bazen açıktan olsa bile, genelde perdelidir. Bazen de suç ile ceza arasında denge sağlanamayabilir ve suç tam karşılık bulmayabilir. Bu, muhakemenin öbür dünyada devam edeceğinin bir göstergesidir. Dünya daru'l-hikmet olduğundan dolayı burada işler adalet-i izafiye ile yürür. Adaletin tamamı burada tecelli etseydi ve muhakemenin tamamı burada görülecek olsaydı mahkeme-i kübraya bir şey kalmayacaktı. Dolayısıyla orası, burasının bir devamı niteliğinde olmayacaktı. Bu da hikmete ters olurdu. Bu itibarla, açıkça şunu söyleyebiliriz: Bu dünya da adalet-i izafiyeye gayet uygundur ve hikmete de ters düşmez. Adalet-i mutlakanın tecelli yeri ise ise daru'l-kudret olan ahirettir. Öteki dünyadır. Burası aynı anlamda dar-ı imtihan, orası ise dar-ı cezadır.

Hz. Ali (k.v.) adaleti şöyle tasvir etmektedir: "Eşyayı ve nesneleri yerli yerinde kullanmak ve yerli yerine koymaktır..."1 Yerlerinden aldığınızda ve onları değiştirdiğinizde zulmetmiş olursunuz. Fıtri olan ise her şeyin insicamlı ve uyumlu olmasıdır. Bu tariften yola çıkarak şöyle bir benzetme yapmamız mümkündür: Diyelim ki, iki öküzü bir boyunduruk altına alıp onunla tarla sürüyorsunuz. Ancak öküzlerden birisi tembel ve serkeş. Diğeri uyumlu ve emre muti. Serkeş olan sürekli geride kalarak diğerine eziyet eder. Bu öküzler birbirinin dengi olmadığından ve yanlış kullanıldıklarından cefakar olanı hakkında zulüm irtikap edilmektedir. Bu basit misalden de anlaşılacağı gibi eşyayı yerli yerinde ve dengeli kullanmazsak zulme davetiye çıkarmış oluruz. Zulmün mefhum u muhalifinden de adaletin tarifine ulaşıyoruz. O da eşyayı yerli yerinde ve düzgün bir biçimde kullanmaktır.

Bir hadis-i kudsîde Cenab-ı Hakk, kendinden haber vererek kendisine zulmü yasakladığı gibi kulları arasında da zulmü yasakladığını beyan eder. Bu manada zulüm, gücün suistimali ve yanlış ve kontrolsüz kullanılmasıdır. Zulüm, muhal-farz, sahibini nübüvvet dairesinden düşürdüğü gibi velayet dairesinden de ıskat eder. Cenab-ı Hakk'ın cahil dostu yoktur. Dost edinmek istediğinde esbabını halk ederek halilinin cehaletini izale eder. Allah'ın dostları da incelikler aleminden veya nefis çöllerinden geçtikten sonra huzura vasıl olur ve kabul edilirler. Hz. ıbrahim'in duasına mukabil Cenab-ı Hakk, "Zalimler benim ahdime eremez ve nail olamazlar" buyurmuştur. Nübüvvet hanesine mensup olsa da zalim manen oraya intisaplı değildir. Haneden olmasa bile ehl-i salah manen peygamberin varisidir. Hz. Lut'un karısı, Hz. Nuh'un çocuğu ve Hz. ıbrahim'in babası buna örnektir. Bu itibarla, bu anlayış Ehl-i Beyt'in tarifinde de geçerli olmuştur. Metafizikî veraset fizikî verasetten önemli ve önceliklidir.

Buna mukabil, Cenab-ı Hakk üç zümrenin duasını geri çevirmez. ıftara kadar oruçlunun, adil olan imamın, yani devlet reisinin ve mazlumun duası. Bu kapsamda olan üç sınıftan iki sınıfın makbuliyet nedenleri adalet ve zulme maruz kalmaktır. Bundan dolayı, dinin en temel rükünlerinden birisi adalettir. Ve Kur'an-ı Kerim nasıl namazla birlikte daima zekatı anıyorsa, küfürle de birlikte zulmü anmaktadır. Yer yer birbirlerinin eş anlamlısı olarak da zikre konu edilmektedir. Adalet ve muadelet, denge ve eşitlik sağlanması anlamındadır.2 Mutezile'nin beş temel esasından birisi adalettir. Ancak onlar adalet-i izafiye meselesini idrak edemediklerinden dolayı mutlak adalet namına yer yer sapma göstermişlerdir. Bu meselenin uzantısı olarak kesb ve iktisap yerine kulların amellerinin yaratılmasını da yine kullara isnat etmişler ve Cenab-ı Hakk'ı devreden çıkarmışlardır. Onlar tam sorumluluk için tam yetki isterler. Bu ise rububiyetin alanına girmektir. Keza adalete mugayir ve kayırma olarak gördüklerinden şefaatı da reddederler. Adalet, mükafat ve mücazatta eşitliktir. Cenab-ı Hakk bu yönüyle kullarına adaleti emretmiştir. Bununla birlikte af kapsamını da açık bırakmıştır. Bu manada bir ayet-i celilede "Allah, adaleti ve ihsanı emreder" buyurulmuştur. Adalet amellere eşit muamele ise ihsan da hayra daha fazla, şerre ise daha az mukabele etmektir.

Müteveffa Papa John Paul de "ınnallahe ye'muru bil'adli ve'l ihsani" ayetinin manasına ve mantığına uygun olarak şunları söylemiştir: "Affetmek, kişisel bir tercihle insanın şerre şer ile mukabele dürtüsünü bastırmasıdır. Affetmek bir zayıflık gibi görünmekle birlikte, hakikatte büyük manevi güç ve ahlaki cesaret gerektirir."3 Papa'nın bu sözlerini yorumlayan Prof. Dr. Thomas Michel'e göre, yaraları sarmak için adalet tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda affetmeyi de bilmemiz lazım. ışte bu af ve safh makamıdır. Bu manada ıslamiyet hanefiyyetü's semha (bağışlayıcı bir din) ve mahaccetü'l beyzadır (beyaz yol). Adalet zekat gibidir. Af ise sadaka. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk tek başına adaletin yetmediği için affı ve ihsanı getirdiği gibi zekat da kifayet etmediği için sadaka gibi bağışları da teşvik etmiştir. Çünkü daima hal ve harekatımızda istemeden de olsa maksadı aşan yönler bulunabilir. Bunların ilacı adaletle birlikte affu safh'dır. ıhsan makamı her boyutta artı bir makamdır. ıbadette Allah'ı görür gibicesine ibadet etmek olduğu gibi adalette de af veya ikram makamıdır.

Bununla birlikte geçmişte kalan ve tövbekar olanların tecavüzlerini bağışlamak centilmenliktir. Bunun hilafına, nadan olan ve zulmünde devam niyeti izhar eden insanları bağışlamak zulme razı olmak ve ona aracı olmaktır. Bu açıdan mazlumun da pasif bir şekilde zulmü desteklememesi gerekir. Küfre rıza küfür olduğu gibi zulme rıza da zulümdür ve bunu yapanlar genellikle tasvip ettikleri veya sessiz kaldıkları zulmün acı tadını tadarlar. Mazlumların çeşitli yollarla zulmü bertaraf etmeleri en azından zulme mekan olan bölgeyi terk etmeleri gerekir. Mevlana Celaleddin Rumi'nin babası Sultanu'l-Ulema Bahauddin Veled Horasan'ı ve Belh'i zulüm yüzünden terk etmiş ve Anadolu'ya ayak basmıştır. Bu hareketinin bereketine Anadolu fuyuzatıyla feyizlenmiştir. Aksi taktirde, zulmü kabullenmek zulümdür. Bunu nasihatla ve reddi cemille yapmak da o kadar önemlidir. "ferman sultanın ise dağlar bizimdir" anlayışı ise dahilde çatışmayı akla getirdiği için makbul değildir. Bunun adı ihkak-ı hak değil, isyandır. ısyanın da bir ahlakı ve kültürü var. Yapıcı davranmak ve tahribat yerine tamirat yolunda olmak gerekir. Aktif zulüm zulmü irtikap etmekse; pasif zulüm, zulmü kabullenmek ve zalime müzahir olmak ve zulüm kefesini ağdırmaya hizmet etmektir. Bundan dolayı, mazlum ihkak-ı hak için çalışır ve hakkını meşru yollardan almaya gayret eder. Bu hususta Cenab-ı Hakk ona müstesna haklar tanımıştır. Cenab-ı Hakk mazlumun dışında kimseye çirkin söz veya yüksek perdeden konuşma hakkı, yetkisi vermemiş ve tanımamıştır.4

Peygamberimiz sünnetiyle de bu kuralı te'yid etmiştir. Sözgelimi, zulme girmedikçe kimsenin sözünü kesmezdi. Zulmün yayılmasına ve tedavülüne hizmet edecek şekilde konu edilmesine ve konuşulmasına ve zulmün müdafaasına asla müsaade etmezdi.5

Netice, Hz. Ömer'in de dediği gibi, adalet mülkün temeli, zulüm ise mülkün izalesi ve tahribidir. Umran ancak adaletle kaimdir; yani ayakta kalır. Dünyada zulüm, kıyamette zulumat ve karanlıklardır.

Öz

Bu makalede adalet tarifinden yola çıkılarak bu dünyanın hikmet dünyası olduğu, bu nedenle burada işlerin adalet-i izafiye ile, hikmete uygun olarak yürüdüğü gözler önüne serilmekte; Allah'ın kullarına zulmü yasakladığı, zulme rıza göstermenin zulüm olduğu vurgulanmaktadır.

Hz. Ömer'in sözünde kendisini bulan, "adalet mülkün temelidir, zulüm mülkün izalesi ve tahribidir" sonucuna varılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Adalet, zulüm, adalet-i mahza, adale-i izafiye

Abstract

This article begins with the definition of the concept of justice and goes on that this world is a world of wisdom. Thus, it has been clarified that every moments and events in this world has been enforced with the relative justice in coherence with wisdom; God has forbidden the atrocity, and the agreement with the cruel acts is also a kind of atrocity.

It reaches the conclusion with the statement of Hz. Omer as "justice is the basis of a true government, cruelty is the negation and destruction of that true government".

Key Words: Justice, ultimate justice, relative justice, oppression

Dipnotlar

1. Hadis-i Erbain şerhi Taftazani, ıstanbul baskısı, s. 192.

2. Müfredat Fi Garib el Kur'an, Ragıb el ısfehani, s. 325, 326.

3. ısa'nın Geri Dönüşü, Thomas Michel, Yeni Asya Yayınları, s. 67.

4. Nisa: 148.

5. Hz. Peygamber ve Eğitim Metodları, Abdulfettah Ebu Gudde, Ümran Yayınları, s. 38.

Kaynak: http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bo…Yazi&YaziNo=718

93

17.06.2008, 13:48

Alıntı sahibi ""Bediüzzaman Said Nursi""


“Adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez.”

"It is impossible to pass to relative justice when is applicable ultimate justice."


Bediüzzaman Said NURSı


Üçüncü Mesele: şu iki mesele, Yirmi Beşinci Sözün, i'câz-ı Kur'ân'a karşı medeniyetin aczini gösteren misallerinden bir kısmıdır. Kur'ân'a muhalif olan hukuk-u medeniyetin ne kadar haksız olduğunu ispat eden binler misallerinden iki misal:

1 olan hükm-ü Kur'ânî, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet, adalettir. Çünkü ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler, irsiyetteki noksanını telâfi eder.

Hem merhamettir. Çünkü o zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ân'a göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi, ona "benim servetimin yarısını ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk" nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi, ona "hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip" nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz.

şu halde, o fıtraten nazik, nazenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az bir şey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Hakk'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür. Belki, zaman-ı cahiliyette gayret-i vahşiyâneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyânesi, merhametsiz bir şenaate yol açmak ihtimali vardır.

Bunun gibi, bütün ahkâm-ı Kur'âniye 2 fermanını tasdik ediyorlar.

Dördüncü Mesele: 3 ışte, mimsiz medeniyet, nasıl kız hakkında, hakkından fazla hak verdiğinden böyle bir haksızlığa sebep oluyor. Öyle de, valide hakkında, hakkını kesmekle, daha dehşetli haksızlık ediyor.

Evet, rahmet-i Rabbâniyenin en hürmetli, en halâvetli, en lâtif ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i valide, hakaik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir hakikattir. Ve valide, en kerîm, en rahîm, öyle fedakâr bir dosttur ki, o şefkat saikasıyla, bir valide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi için feda eder. Hattâ, valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem'asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.

ışte böyle muhterem ve muazzez bir hakikati taşıyan bir valideyi veledinin malından mahrum etmek, o muhterem hakikate karşı ne kadar dehşetli bir haksızlık, ne derece vahşetli bir hürmetsizlik, ne mertebe cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin gayet parlak ve nâfi bir tiryakına bir zehir katmak olduğunu, insaniyetperverlik iddia eden insan canavarları anlamazlarsa, elbette hakikî insanlar anlar. Kur'ân-ı Hakîm’in hükmünü, ayn-ı hak ve mahz-ı adalet olduğunu bilirler.

Mektubat, 44-45.

ıkinci Suâlinizin meâli: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

Elcevap: Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, şeyheyn zamanındaki safvet-i ıslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla ıslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i ıslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, "ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir.

Madem sırf lillâh için ve ıslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali'nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki:




Yani: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler."

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki, 4 ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

ışte, ımam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i ıslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, "Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var' diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.

Mektubat, 56-57

Yirmi ıkinci Mektup

şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder.

Birinci Mebhas

Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan ıslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.

şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih:

Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü'mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i ılâhiye olan bir mü'minin vücudunda, iman ve ıslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.

ıkinci Vecih:

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. ıkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek."

Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.

Ey insafsız adam! şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan ıslâmiyet gibi çok evsâf-ı ıslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve ıslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i ılâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

Üçüncü Vecih:

Adalet-i mahzâyı ifade eden 5 sırrına göre, bir mü'minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü'minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü'minin akrabasına adâvetini teşmil etmek, 6 sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i ıslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in'ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in'ikâs etmek, şe'nidir. Ve ondandır ki, "Dostun dostu dosttur" sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir" sözü umumun lisanında gezer.

ışte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.

Mektubat, 253-255.

Nev-i beşere rahmet olan Kur'ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir:

Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe'ni tecavüzdür.

Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe'ni tezâhumdur.

Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe'ni tenâzudur.

Kitleler mâbeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise, şe'ni müthiş tesâdümdür.

Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmindir. O hevâ ise, insanın mesh-i mânevîsine sebeptir.

şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise:

Nokta-i istinadı, kuvvete bedel, haktır ki, şe'ni adalet ve tevâzündür.

Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecâzüptür.

Cihetü'l-vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki, şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür.

Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teâvündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüttür.

Hevâ yerine hüdâdır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.

Mevcudiyetimizin hâmisi olan ıslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun.

Mektubat, 458.

Adalet-i mahzâ-yı Kur'âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. ıkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herzeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

Mektubat, 459.

Evâmir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın ekseri âhirette, ikincisinde ağlebi dünyada olur. Meselâ, sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa'yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.

Mektubat, 462.

Suâl: ıtiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?

Cevap: Ben libâsa ilişiyordum. Hükümet iyi bir adamdır. Pislerin libâsını giymişti. Biz o libâsı yırtmak ve yıkamak isterdik, olamadı. Zamana bıraktık; tâ yavaş yavaş yırtılsın. Evet, namazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı ve tanıyacaktır. Ehvenüşşerreyn, bir adalet-i izâfiyedir. Fakat kemâl-i telehhüf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılâp eden fikr-i intikâmın tedâhülü ve heyecânâtı intâc eden tecrübesizlik, üzerimize emri şiddetlendirdi, pahalaştırdı. Muvakkaten, bir nevî karanlık çöktü. Emîn olunuz ki, çekilecektir.

Münazarat, 3.

Sual: (Bir Arnavut tarafından vuku bulan sualdir.) Taaddüd-ü zevcat ve esir ve köle gibi bazı mesaili, bazı ecnebîler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında şeriata bazı evham ve şübehâtı irad diyorlar.

Cevap: şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil bir risale ile beyan etmek fikrindeyim.

ışte, ıslâmiyet'in ahkâmı iki kısımdır:

Birisi: şeriat ona müessestir, bu ise hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır.

ıkincisi: şeriat-ı muaddildir. Yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü, birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalb etmek iktiza eder. Binaenaleyh, şeriat vâzı-ı esaret değildir; belki en vahşî suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir.

Hem de, dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber; şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus taaddütte öyle şerait koymuştur ki, ona müraat etmekle hiçbir mazarrata müeddî olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.

Münazarat, 122.

Üçüncü Hakikat:

Bâb-ı Hikmet ve Adâlet olup, ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket eden mü'minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te'dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adâlete lâyık binden biri insanda icrâ edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.

Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faydalara riâyet etmesidir. Görmüyor musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyrâtında, her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor? Hem, her şeyin san'atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.

Evet, güzel bir çiçeğin dakîk programını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazâtını küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.

Hem her şeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san'at bulunması, nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmâlarının aynalarını derc etmek, nihayet derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir.

şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı Rubûbiyette hâkim bir hikmet, o Rubûbiyetin kanadına ilticâ eden ve imân ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?

Hem, adâlet ve mîzan ile iş görüldüğüne bürhan mı istersin? Her şeye hassas mîzanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adâlet ve mîzan ile iş görüldüğünü gösterir.

Hem, her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekasının bütün cihazâtını en münâsip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adâlet elini gösterir.

Hem, istidad lisâniyle, ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle, ıztırâr lisâniyle suâl edilen ve istenilen her şeye dâimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

şimdi, hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adâlet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın, en büyük istimdâdını ve en büyük suâlini cevapsız bıraksın; Rubûbiyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhâfaza etmekle, muhâfaza etmesin? Halbuki, şu fânî dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. Zîrâ, hakiki adâlet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât görsün. Mâdem, şu fânî, geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır; elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin dâimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır.

Sözler, 67.

Ve mâdem, bu hakikatteki bir Rab, hem insanı sever, hem kendini insana sevdirir; hem bâkîdir, hem bâkî âlemleri var; hem adâletle her işi görür ve hikmetle herşeyi yapıyor; hem bu kısa hayat-ı dünyeviyede ve bu kısacık ömr-ü beşerde ve bu muvakkat ve fânî zeminde, o Hâkim-i Ezelînin haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyeti yerleşemiyor; ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adâlet ve muvâzenelerine ve hüsn-ü cemâline münâfi ve muhâlif çok büyük zulümleri ve isyanları ve velînimetine ve onu şefkatle besleyene karşı ihânetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar zâlim, rahat ile hayatını ve bîçare mazlum, meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler; ve umum kâinatta eserleri görünen şu adâlet-i mutlakanın mahiyeti ise, dirilmemek sûretiyle, o gaddar zâlimlerin ve me'yus mazlumların vefât içindeki müsâvâtlarına bütün bütün zıddır, kaldırmaz, müsaade etmez.

Ve mâdem, nasıl ki kâinatın Sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı intihab edip, gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş; öyle de, nev-i insandan dahi makasıd-ı Rubûbiyetine tevâfuk eden ve kendilerini imân ve teslim ile Ona sevdiren hakiki insanlar olan enbiyâ ve evliyâ ve asfiyâyı intihab edip kendine dost ve muhatap ederek, onları mu'cizeler ve tevfîkler ile ikram ve düşmanlarını semâvî tokatlar ile tâzib ediyor. Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi, onların imamı ve mefhari olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı intihab ederek, ehemmiyetli küre-i arzın yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir ediyor. Âdetâ, bu kâinat onun için yaratılmış gibi, bütün gayeleri onun ile ve onun dini ile ve Kur'ân'ı ile tezâhür ediyor. Ve o pekçok kıymettar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini, hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücâhedeler içinde altmış üç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimâli, hiçbir kabiliyeti var mı ki, o zât, bütün emsâli ve dostlarıyla beraber dirilmesin ve şimdi de ruhen diri ve hayy olmasın; idâm-ı ebedî ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Evet, bütün kâinat ve hakikat-i âlem, dirilmesini dâvâ eder ve hayatını Sahib-i Kâinattan talep ediyor.

Ve mâdem, Yedinci şuâ olan Âyetü'l-Kübrâ'da, her biri bir dağ kuvvetinde, otuz üç adet icmâ-ı azîm ispat etmişler ki: Bu kâinat, bir elden çıkmış ve birtek zâtın mülküdür; ve kemâlât-ı ılâhiyenin medârı olan Vahdetini ve Ehadiyetini bedâhetle göstermişler; ve Vahdet ve Ehadiyet ile, bütün kâinat, o Zât-ı Vâhidin emirber neferleri ve musahhar memurları hükmüne geçiyor; ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâtı sukuttan ve adâlet-i mutlakası müstehziyâne gadr-i mutlaktan ve hikmet-i âmmesi sefâhetkârâne abesiyetten ve rahmet-i vâsiası lâhiyâne tâzibden ve izzet-i kudreti zelilâne aczden kurtulurlar, tekaddüs ederler.

Elbette ve elbette ve herhalde, imân-ı billâhın yüzer nüktesinden bu sekiz mâdemlerdeki hakikatlerin muktezâsıyla, kıyâmet kopacak, haşir ve neşir olacak, dâr-ı mücâzât ve mükâfat açılacak. Tâ ki, arzın mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk edebilsin; ve Arz ve insanın Halıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîmin mezkûr adâleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrür edebilsin; ve o bâkî Rabbin mezkûr hakiki dostları ve müştakları, idâm-ı ebedîden kurtulsun; ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatını görsün; ve Sultan-ı Sermedînin kemâlâtı naks ve kusurdan ve kudreti aczden ve hikmeti sefâhetten ve adâleti zulümden tenezzüh ve tekaddüs ve teberrî etsin.

Sözler, 97-98.

Onuncu Hakikat

Bâb-ı hikmet, inâyet, rahmet, adâlettir; ism-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, şu bekasız misafirhâne-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zâhir bir inâyet ve bu derece kahir bir adâlet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda dâimî meskenler, ebedî sâkinler, bâkî makamlar, mukîm mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adâlet, merhametin hakikatleri hiçe insin?

Hem hiç kabil midir ki, o Zât-ı Hakîm şu insanı bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatap ve câmi' bir ayna yapıp, bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın; Kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o dâimî saadetgâha dâvet edip mes'ud etmesin?

Hem hiç mâkul müdür ki, hattâ çekirdek kadar her bir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da, bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin, bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın; ve bunları, âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın; tâ, hakiki ve lâyık gayelerini versinler ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın, onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin; tâ, asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin? Evet, hiç mümkün müdür ki, bu şeyleri böyle hilâf-ı hakikat yapmakla, Kendi evsâf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin zıdlarıyla -hâşâ, sümme hâşâ- muttasıf gösterip, hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikını tekzib etsin, bütün mevcudâtın şehâdetlerini reddetsin, bütün masnuâtın delâletlerini iptal etsin?

Hem, hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havâssına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin, adâlet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyesine münâfi, mânâsız iş yapsın?

Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca, her bir zîhayata, belki lisân gibi her bir uzvuna, belki her bir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla, kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu ispat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terk ederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün; ve kendini o zâta benzetsin ki, öyle bir saray yapar, her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler zînetler ve her bir menzilinde binler kıymettar âlât ve levâzımât-ı beytiye bulundursun da, sonra ona dam yapmasın; her şey çürüsün, beyhûde bozulsun. Hâşâ ve kellâ!.. Hayr-ı mutlaktan hayır gelir, Cemîl-i Mutlaktan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlaktan abes birşey gelmez.

Evet, her kim fikren tarihe binip mâzi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefât etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Sûretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde, intizamca, acâibçe, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer. Hem görecek ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizamâtını, o derece zâhir bir inâyetin işârâtını, o mertebe kahir bir adâletin emârâtını, o derece vâsi bir merhametin semerâtını görecek. Basîretsiz olmamak şartıyla, yakînen bilecek ki; o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil değil ve o emârâtı görünen adâletten daha ecell bir adâlet yoktur ve o semerâtı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez. Eğer, farz-ı muhâl olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhâneleri değiştiren Sultan-ı Sermedînin daire-i memleketinde dâimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâkî meskenler, mukîm ahali, mes'ud ibâdı bulunmazsa, ziyâ, hava, su toprak gibi kuvvetli ve şümûllü dört anâsır-ı mâneviye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakikatlerini nefyetmek ve o anâsır-ı zâhiriye gibi görünen vücudlarını inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, şu bekasız dünya ve mâfihâ, onların tam hakikatlerine mazhar olamadığı mâlûmdur. Eğer, başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit, gündüzü dolduran ziyâyı gördüğü halde, güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divânelikle, şu her şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşâhede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı görünen adâleti inkâr etmekHaşiye ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzım geldiği gibi, şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef'âl-i kerîmâne ve ihsanât-ı rahîmânenin sahibini -hâşâ, sümme hâşâ- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki; nihayetsiz muhâl bir inkılâb-ı hakaiktir. Hattâ her şeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestâîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.

Elhâsıl: şu görünen şuûnât, dünyadaki vüs'atli içtimâât-ı hayatiye ve süratli iftirakat-i mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifâlât ve büyük tecelliyât ile ve onların bu âleme âit bu dünya-i fânîde kısa bir zamanda mâlûmumuz olan semerât-ı cüz'iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mâbeyninde hiç münâsebet olmadığından, âdetâ küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak, bir büyük dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye benzer ki, hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.

Demek, şu mevcudât ve şuûnât ile ve dünyaya âit gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, katiyen şehâdet eder ki, bu mevcudâtın yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir. Münâsip meyveleri orada veriyor ve gözleri esmâ-i kudsiyeye dikkat ediyorlar. Gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sümbülleri âlem-i misâlde inkişaf ediyor. ınsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsül alıyor. Evet, şu eşyanın esmâ-i ılâhiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; mu'cize-i kudret olan her bir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var, kelime-i hikmet olan her bir çiçeğin bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var ve o hârika-i san'at ve manzûme-i rahmet olan her bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise, o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefât eder, midemizde defnedilir. Mâdem, bu fânî eşya başka yerde bâkî meyveler verirler ve dâimî sûretler bırakır ve başka cihette ebedî mânâlar ifade eder. Sermedî tesbihât yapar ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur. Fânîde, bâkîye yol bulur.

Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudât içinde başka maksad var. Temsilde kusur yoktur; şu ahvâl taklid ve temsil için teşkil ve tertib edilen ahvâle benzer. Nasıl, büyük masrafla kısa içtimâlar, dağılmalar yapılıyor; tâ, sûretler alınsın, terkib edilsin, sinemada dâim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada, kısa bir müddet zarfında, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimâiye geçirmenin bir gayesi şudur ki: Sûretler alınıp terkib edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfzedilsin; tâ, bir mecmâ-ı ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i âzamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmâya istidadı gösterilsin. Demek, hadîs-i şerifte, "Dünya âhiret mezraasıdır" diye, bu hakikati ifade ediyor.

Mâdem dünya var; ve dünya içinde, bu âsârıyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adâlet var. Elbette, dünyanın vücudu gibi katî olarak âhiret de var. Mâdem dünyada her şey bir cihette o âleme bakıyor; demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfihâyı inkâr etmek demektir.

Demek ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.

Sözler, 80-83.

Dördüncü suâl: Mâdem bu zelzele musîbeti hatâların neticesi ve keffâretü'z-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musîbet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder?

Yine mânevî cânibden elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risâle-i Kadere havale edip, yalnız, burada bu kadar denildi:



Yani, "Bir belâ, bir musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp, mâsumları da yakar."

şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücâhededir. ımtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, tâ müsâbaka ve mücâhede ile, Ebû Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebû Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar böyle musîbetlerde sağlam kalsaydılar, Ebû Cehil'ler, aynen Ebû Bekir'ler gibi teslim olup, mücâhede ile mânevî terakkî kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Mâdem, mazlum zâlim ile beraber musîbete düşmek, hikmet-i ılâhiyece lâzım geliyor; acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?

Bu suâle karşı cevaben denildi ki, o musîbetteki gazab ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü, o mâsumların fânî malları, onların hakkında sadaka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, aynı gazab içinde bir rahmettir.

Beşinci Suâl: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hatâlara hususi ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine nasıl muvâfık düşer?

Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl, her bir unsura çok vazifeler vermiş ve her bir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazifesinde, bir tek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer, bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ bir tek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat ve kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler. Mâdem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

Altıncı Suâl: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı mâdeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işâa edip, âdetâ tesadüfî ve tabii ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin mânevî esbâbını ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibâha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?

Elcevap: Dalâletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü, her sene elli milyondan ziyâde münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâın bir tek nevi olan, meselâ, sinek tâifesinden hadsiz efrâdından bir tek ferdin yüzer âzâsından bir tek uzvu olan kanadının kasd ve irâde ve meşîet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercîi ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef'âl ve ahvâli, belki hiçbir şeyi, cüz'î olsun küllî olsun, irâde ve ihtiyâr ve kasd-ı ılâhî haricinde olmaz. Fakat, Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezâsıyla, zâhir esbâbı tasarrufâtına perde ediyor. Zelzeleyi irâde ettiği vakit, bâzan da bir mâdeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi mâdenî inkılâbât dahi olsa, yine emir ve hikmet-i ılâhî ile olur; başka olamaz. Meselâ, bir adam, bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zâyi etmek, ne derece belâhet ve divâneliktir; aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyâresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irâde ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyânı uyandırmak için, "Ateşlendir!" diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir.

Sözler, 159.

Üçüncü esas: Muhâkemesiz medeniyet, Kur'ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki, hayat-ı içtimâiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibâriyle olduğundan; ekseriyet itibâriyle bir kadın kendini himâye edecek birisini bulur, erkek ise ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur. ışte, bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsâvi gelir. ışte, adâlet-i Kur'âniye böyle iktizâ eder, böyle hükmetmiştir.

Sözler, 373.

Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder; bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i ılâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hakk'tandır. ınsan, yalnız duâ ile, imân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.

Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir -ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u ılâhî ile icad eden, yine Hakk'tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.

ışte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzî ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. ıcad-ı ılâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.

Hem nasıl kader-i ılâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. ışte, kader-i ılâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. ışte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı ılâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı ılâhî mebde' ve müntehâ, asıl ve fer', illet ve neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Eğer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibârî hükmünde olan kisbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor; nasıl oluyor ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânda Halık-ı Semâvât ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş, Halık-ı Arz ve Semâvât ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mümine yardım için Kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?"

Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribât ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibârîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasıl ki, bir azîm sefinenin dümencisi vazifesinin adem-i ifâsıyla, sefine gark olup, bütün hademelerin netice-i sa'yleri iptal olur; bütün o tahribât, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nevinden olduğu için, cüz-i ihtiyârî bir emr-i itibârî ile onları tahrik edip, müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zîrâ, küfür çendan bir seyyiedir; fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudâtı tekzib ve bütün tecelliyât-ı esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudât ve esmâ-i ılâhiye nâmına, Cenâb-ı Hakk, kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidât etmek, ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek, ayn-ı adâlettir.

Mâdem insan küfür ve isyanla tahribât tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için, ehl-i imân, onlara karşı Cenâb-ı Hakk'ın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam bir evin muhâfazasını ve tâmirâtını deruhte etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velîsine, belki padişahına mürâcaata, yalvarmaya mecbur olması gibi; müminlerin de, böyle edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için, Cenâb-ı Hakk'ın çok inâyâtına muhtaçtırlar.

Elhâsıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemâl-i imân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüzî ihtiyârîden bahsetsin. Çünkü, mâdem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Hakk'tan bilir. O vakit, cüz-i ihtiyârîye istinat ederek mesûliyeti deruhte eder, seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdîs eder, daire-i ubûdiyette kalıp teklif-i ılâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemâlât ve hasenât ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musîbetlerde kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet sâikasıyla kâinatı esbâba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbâba verir; mesuliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakk'a verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesuliyetten kurtulmak için bir desîse-i nefsiyedir.

Sözler, 428-429.

Bâzan zıd, zıddını tazammun eder

Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisân-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır. Adâlet külâhını,Haşiye1 zulüm başına geçirmiş; hamiyet libasını, hıyânet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bâğî ismi takılmış. Esâret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî.

Sözler, 648.

Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli

Siyaset-i medenî, ekserin rahatına fedâ eder ekalli. Belki ekall-i zâlim, kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.

Adâlet-i Kur'ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu fedâ edemez, değil ekseriyete, hattâ nevin umumu.

Ayet-i 7 iki sırr-ı azîmi vaz' ediyor nazara. Biri mahz-ı adâlet. Bu düstur-u azîmi

Ki ferd ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adâlet-i ılâhî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i dâimî.

Sözler, 658.

Bir kısım desâtir-i içtimâiye

ıçtimâî heyette düsturları istersen: Müsâvâtsız adâlet, önce adâlet değil. Temâsülse, tezadın mühim bir sebebidir.

Tenâsübse, tesânüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun mâdeni. Olmuş acz, muhâlefet menşei. Meraksa, ilme hocadır.

ıhtiyaçtır terakkînin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefâhet. Demek sefâhetin membaı sıkıntı olmuş. Sıkıntıysa, mâdeni yeisle sû-i zandır.

Dalâlet fikrîdir; zulümât kalbîdir; israf cesedîdir.

Sözler, 668.

ınsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü'mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hakk, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i ılâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar bir tek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.

şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor. şöyle ki:

Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delâil-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emâre ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir ki, "Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor." Bir dâvâya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere râcih olur. Bu hakikate bu temsil ile bak. şöyle ki:

Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

ışte, hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. "ışte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde bir şey yoktur" der, kandırır.

ışte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur'âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a'mâl ve hâtırâtını tart. Ve Kur'ân'ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap. Ve de, Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulun.

Lem'alar, 91-92.

On ıkinci ışaret

Dört sual ve cevaptır.

Birinci Sual: Mahdut bir hayatta, mahdut günahlara mukabil hadsiz bir azap ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?

Elcevap: Sabık işaretlerde, hususan bundan evvelki On Birinci ışarette kat'iyen anlaşıldı ki, küfür ve dalâlet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür.

ıkinci Sual: şeriatta denilmiştir ki, "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet fazl-ı ılâhî iledir." Bunun sırr-ı hikmeti nedir?

Elcevap: Sabık işaretlerde tebeyyün etti ki, insan, icadsız bir cüz-ü ihtiyarî ile ve cüz'î bir kesb ile, bir emr-i ademî veya bir emr-i itibarî teşkil ile ve sübut vermekle müthiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve hevâsı daima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hâsıl olan seyyiâtın mesuliyetini o çeker. Çünkü onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle sebebiyet verdi. Ve şer, ademî olduğu için, abd ona fâil oldu, Cenâb-ı Hak da halk etti. Elbette o hadsiz cinayetin mesuliyetini, nihayetsiz bir azapla çekmeye müstehak olur.

Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler, kesb-i insanî ve cüz-ü ihtiyarî onlara illet-i mûcide olamaz. ınsan onda hakikî fâil olamaz. Ve nefs-i emmâresi de hasenâta taraftar değildir. Belki rahmet-i ılâhiye onları ister ve kudret-i Rabbâniye icad eder. Yalnız, insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahip olabilir. Ve sahip olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücut ve iman nimetleri gibi, sabık hadsiz niam-ı ılâhiyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Vaad-i ılâhî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmânî ile verilir. Zâhirde bir mükâfattır, hakikatte fazldır.

Demek seyyiâta sebep nefistir, mücâzâta bizzat müstehaktır. Hasenatta ise sebep Haktandır, illet de Haktandır. Yalnız, insan iman ile tesahup eder. "Mükâfâtını isterim" diyemez, "Fazlını beklerim" diyebilir.

Üçüncü Sual: Beyanat-ı sabıkadan da anlaşılıyor ki, seyyiat, intişar ve tecavüz ile taaddüt ettiğinden, bir seyyie bin yazılmalı; hasene ise, vücudî olduğu için maddeten taaddüt etmediğinden ve abdin icadıyla ve nefsin arzusuyla olmadığından, hiç yazılmamalı veya bir yazılmalı idi. Neden seyyie bir yazılır, hasene on ve bazan bin yazılır?

Elcevap: Cenâb-ı Hakk, kemâl-i rahmet ve cemâl-i rahîmiyetini o suretle gösteriyor.

Lem'alar, 87.

ıkinci ışaret

Tenkitkârâne bir suale cevaptır.

Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: "Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ edip 'Bana zulmediyorsunuz' diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle, bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu bizim bir kanun-u esasîmiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celb ederek, hükümetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki tabirle, burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avâmın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur."

Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve ıslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitapları yazdırır ve birşeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. ışte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenâb-ı Hakk, insan nevini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

ışte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün,

"Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?

Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!" sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?

Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Veyahut,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?

Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nimet-i ılâhiyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:

Cenâb-ı Hakk, fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı ılâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i ılâhî ile şu millet-i ıslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur'u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.

ışte, ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallip ve daima fırsatı bekleyen ve fikr-i istibdat ve tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassut ve tazyikiniz hangi kanunladır? Hangi maslahatladır? Dünyada hiçbir hükümet böyle fevkalkanun ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde, bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev-i beşer küser, belki kâinat küsüyor.

Lem'alar, 174-175.

Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?

Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, 7 milyon 884 bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, 57 trilyon 201 milyar 200 milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette 8 adalet-i ılâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki:

Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i ılâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'de hapseder.

Lem'alar, 275.

Otuzuncu Lem'anın ıkinci Nüktesi

9 âyetinin bir nüktesi ve bir ısm-i Âzam veyahut ısm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:

şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var.

Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc olurdu. Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti. Hava gazât-ı muzırra ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

ışte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına, tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.

ışte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu? Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür'atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür'ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.

Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Adl ve Rahîmi gösteriyor.

Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.

Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında ve bir şey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.

Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, mizan-ı âzam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i a'mâllerini istib'âd edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib'âdı kalmaz.

Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?

Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.

Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân'da;

10 âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur.

Ve ism-i Kuddûsün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.

ışte, hakaik-i Kur'âniyeden ve desâtir-i ıslâmiyeden olan adalet, iktisat, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur'âniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaiki bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi, mümkün olmadığını bil.

Ve bu üç ziya-yı âzam gibi, rahmet, inâyet, hafîziyet misilli yüzer ihatalı hakikatler haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki, kâinatta ve umum mevcudatta hükümfermâ olan rahmet, inâyet, adalet, hikmet, iktisat ve nezafet gibi pek kuvvetli, ihatalı hakikatler, haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılâp etsinler?

Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmâne muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet, acaba haşri getirmemekle, umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve, tabiri caizse, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i Rububiyet ve kemâlâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz harika san'atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı Ulûhiyet, böyle, hem umum kemâlâtını, hem bütün mahlûkatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir cemâl-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka, bilbedâhe, müsaade etmez.

Evet, âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle, yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz katî delillerle ispat etmiştir ki, âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar katî ve şüphesizdir.

Lem'alar, 302-304.

Suâlin Birinci şıkkı: Bu makamda diyorsun ki: "Kâinatı hüsün ve cemâl ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki, gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?"

Elcevap: Çok güzellikleri intaç veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit defa çirkindir. Meselâ, vâhid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasıl ki soğuğun vücuduyla hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de, cüzî şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler.

Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü, neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez, rahmeti zahmete çeviremez.

Amma, fena ve zevâl ve mevt ise, Yirmi Dördüncü Mektup'ta gayet kuvvetli ve katî bürhanlarla ispat edilmiş ki, onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümûllü hayra münâfi değiller; belki muktezalarıdırlar. Hattâ şeytanın dahi, mânevî terakkiyat-ı beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücadeheye sebep olduğundan, o nevin icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem, hattâ kâfir, küfürle bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden, burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.

şualar, 33.

ıkinci sual: ferman-ı esasîsi ile, bir kardeşin hatâsıyla diğer öz kardeşi mes'ul olmadığı halde, yanlış mânâ verilmemek için neşrini men ettiğimiz ve sekiz sene zarfında bir veya iki defa elime geçen ve yirmi beş seneden daha evvel aslı yazılan ve ehemmiyetli noktalarda imanı şüphelerden ve mânâsı anlaşılmayan bir kısım müteşabih hadîsleri inkârdan kurtaran bir küçük risalenin bizden uzak bir yerde, bilmediğimiz bir adamda bulunmasıyla ve yanlış mânâ verilmesiyle ve Kütahya ve Balıkesir tarafında bir dokunaklı mektup bulunmasıyla bizleri o vakit Ramazan-ı şerifte ve şimdi bu dehşetli soğukta pek çok mâsum rençber ve esnafları, hattâ âdi ve eski bir mektubumuz yanında bulunmasıyla ve arabası beni gezdirmesiyle ve bize bir dostluk münasebetiyle veya bir kitabımı okumasıyla tevkif edip perişan etmek ve maddeten ve mânen onlara ve vatana ve millete, lüzumsuz bir evham yüzünden binler lira zarar vermek hangi adalet kanunuyladır? Adliyenin, hangi madde-i kanuniyesiyledir? Ayağımızı yanlış atmamak için, o kanunları bilmek talep ederiz.

Evet, hem Denizli'de, hem Afyon'da tevkifimizin bir sebebinin bir hakikati şudur ki: Bir kısım hadislerin mânâsı ve tevili bilinmemesinden, "Akıl kabul etmiyor" diye inkâr edenlere karşı avâmın imanını kurtarmak fikriyle, çok zaman evvel Dârü'l-Hikmet-i ıslâmiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci şua, farz-ı muhal olarak, dünyaya ve siyasete baksa ve bu zamanda da yazılsa, madem gizlidir ve taharriyatta bizde bulunmadı ve gaybî haberleri doğrudur ve imanî şüpheleri izale eder ve âsâyişe dokunmuyor ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tâyin etmiyor ve ilmî bir hakikati küllî bir surette beyan ediyor. Elbette o hakikat-i hadîsiye bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebep olmamak için mahkemelerin teşhir ve neşirlerinden evvel bizce tam mahrem tutulsa, adalet cihetinde hiçbir vecihle bir suç teşkil etmez. Hem bir şeyi reddetmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek veya amel etmemek bütün bütün ayrıdır. "O risale yakın bir istikbalde gelecek bir rejimi ilmen kabul etmiyor" diye bir suç olduğuna, dünyada adliyelerin bir kanunu bulunmasına ihtimal vermiyoruz.

Devamı: http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bo…Yazi&YaziNo=724


Buyrun bu yazıyı anlayalım?...

94

27.06.2008, 13:48

ehad,herşeyde esmanın tecellisi..

her varlık bir alem..insan ise küçük bir alem..ve bu insandaki esmanın tecellisi ehad.

insanların duygu ve düşüncedeki farklılıkları esmadan kaynaklanıyor.çünkü esma her mahluka başka başka manaları ifade etmek için ayrı ayrı tecelli ediyor.

96

15.10.2008, 17:36

Belki, kelimesi Risale-i Nur'a hangi manada kullanılıyor?
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

97

15.10.2008, 18:03

Muhtemelen, öyledir, katiyetle. Görüş bildirirken kuvvetle muhtemel öyle olduğunu bildirmek için. Genelde buna uyacak şekilde kullanılıyor.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

98

15.10.2008, 18:30

Demek kâinatın envâı insanı tanıyor değil; belki, insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
...
Evet, rûy-i zeminde dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebâtâtın ve hayvanâtın tâifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine, kemâl-i intizam ile, hikmet ve inâyet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın sîmâsında hâtem-i ehadiyeti vaz' eden, bilbedâhe, belki bilmüşâhede, rahmettir.

şimdi acaba, âlemde, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan, beyân olunan evsaf ve vezâife daha ehil ve daha câmi' kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risâlete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hayır, aslâ ve kat'â! Belki o, bütün resûllerin seyyididir, bütün enbiyânın imamıdır, bütün asfiyânın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır.

Tâdâd ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki, onları Cenâb-ı Hakkın hesâbına ve Onun muhabbeti nâmına sev deriz.

Halbuki, şu fânî dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.

Ateş dahi, sâir esbâb-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatiyle, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i ıbrâhim'i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, "Yakma!" emrediliyor.


bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok; belki gayet kadîr ve alîm ve gayet hakîm ve kerîm bir âmirin emriyle hareket eder.


Bu nükteleri ve bunun gibi binleri okuduğumuzda -bana- muhtemelen manası çıkıyor gözükmedi.
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

99

16.10.2008, 08:20

Belki kelimesini şöyle anlıyorum: Görmesi ve duyması mümkün olunmayan, ancak ilmelyakın, aynelyakın ve belki hakkalyakin bir bilmekle iman edilen hususlar için kullanıyor.

Mesela, "Belki, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor"

Dünya gözü ile görmediği halde, hakka'l yakin bir bilme söz konusu. Görmüş gibi konuşuyor. Kesin ve emin. Yani, bilinmek için görmeye ve duymaya ihtiyaç olmadığı hallerde bir kesinlik kazandırmak muradı ile "belki" kelimesi kullanılıyor.

Düşünüyorum.

Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

100

16.10.2008, 09:20

BELKı : Kesinlikle, şüphesiz. :?:

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir