Giriş yapmadınız.

1

29.08.2006, 16:29

kim bu said nursi

Kim bu Said Nursî?
Metin Karabaşoğlu


Kim bu Said Nursî?



Hayat hikâyesi, Nurs?da başladı. Bitlis?in Hizan ilçesine bağlı bu köyde doğdu. Doğum tarihinin 1873?mü, 1876?mı, 1877 mi olduğu konusunda ihtilâf bulunuyor. ılk eğitimini ailesinden aldı; bugünün ?millî eğitim?i gibi, insanları tek-tip?leştiren resmî bir eğitim çarkına kapılmadı; aileden aldığı belli bir birikimi olmakla birlikte, dokuz yaşında medreseye gitti. Her biri bağımsız bir öğretim kurumu hükmündeki medreseler arasında, deyim yerindeyse, mekik dokudu. Birini yetersiz buldu, bir diğer medreseye gitti.. Derken, klâsik medrese sistemini aşan bir öğrenim hayatı yaşadı. Sonuçların öne çıktığı bir eğitim ortamında, sonuca giden usulü kavramayı istiyordu. Hocalarından da bunu talep ediyordu. Yirmi-otuz yaş arasında ulaşılan icazet düzeyine, henüz onüç yaşında iken ulaştı. Yaşıtlarının medrese eğitimini henüz bitirdiği bir dönemde, o sayılı âlimler arasında anılmaya başlamıştı.

II. Meşrutiyet?in şafağında ıstanbul?a geldi. Burada, ilk anda, doğuda yetişmiş genç ve vasat bir âlim olarak görüldüğü anlaşılıyor. Fakat, farklılığının farkına varılması için fazla bir zaman gerekmedi. Zira, o sıralar çok geniş bir coğrafyanın en iyi dimağlarını barındıran ıstanbul?da bulunan âlimler, çok geçmeden, ciddi bir meydan okumayla yüzyüze geldiler. Doğudan gelen, ve kıyafeti bile geleneksel âlim kıyafetine pek benzemeyen bu genç âlim, kaldığı şekerci Hanındaki oda kapısına şu levhayı asmıştı: ?Burada her soruya cevap verilir; ama asla soru sorulmaz.?

Düzenli olarak yalnızca üç ay medrese eğitimi alan, ama özellikle Van?da Vali Tahir Paşa?nın konağında yıllar boyu yoğun bir okuma faaliyetine girişen bu genç âlim, kelâm, hadis, tefsir, felsefe, fıkıh, belâgat.. gibi birçok alanda edindiği birikimi, bu anlamlı meydan okumayla ispatlamış oldu. Ardından, ıslâm dünyasının en köklü öğretim kurumu olan Ezher?in o sıralar ıstanbul?da bulunan rektörünün sorduğu Avrupa ve Osmanlı?nın geleceğine dair soruya verdiği cevap, kendisine umumen ?Bediüzzaman? denilmesine yol açtı. Ezher şeyhi ona ?zamanın eşsizi? anlamına gelen bu ünvanı lâyık görmüştü; ama o kendisi için ?garîbüzzaman,? ?bid?atüzzaman? gibi ünvanları tercih edecekti. Tercihi buydu; çünkü, çağıyla ciddi bir hesaplaşma içindeydi. Genel geçer yargıların, zihinleri iğdiş eden modern tasavvurların onun zihninde yeri yoktu. Kıyafetiyle, yaşama tarzıyla, tefekkürüyle yaşadığı çağa meydan okuyor; mimi düşmüş dediği ?medeniyetten istifa?sını, hiç de özür dileyici bir tavra girmeksizin, dayandığı temellerden emin, açık bir üslûpla dile getiriyordu.

Kısa bir zaman sonra, onun ismi, o günün gazete sayfalarındaki bazı yazıların altında da görüldü. Bu yazılarından anlaşıldığı üzere, hürriyete açık bir biçimde taraftardı. Yükselen hürriyet taleplerine, ne klâsik ulema gibi baştaki dindar padişaha taraftarlık uğruna kulak kapamış; ne de ıttihadçıların bir kısmının nefis ne isterse onu yapma anlamına gelen özgürlük anlayışına razı olmuştu. Hürriyeti istiyor; ama ?şeriat?ın bir gereği olarak istiyordu. Bu noktada, ?Asıl mü?min hakkıyla hürdür? gibi, alışılmadık denklemler kuruyordu.

Öte yanda ?Beşyüz yıldır uyuduğunuz yeter? gibi uyarıcı çağrılarda bulunuyordu. Herkesin Batıya karşı silah ve teknoloji yoluyla mücadeleye şartlandığı bir vasatta, silah ve teknolojide Batıdan ileri düzeyde olunan 1500?lü yılları o ?uyuma yılları? olarak görüyor olmalıydı ki, beşyüz yıldır uyuduğunuz yeter diye haykırıyordu. Çünkü, bu dönem belki askerî ve coğrafî olarak ileri gidilen; ama imanî şuur açısından ciddi bir donuklaşmanın; ımam-ı Rabbanî, Molla Sadra, şah Veliyyullah Dehlevî gibi kimi sîmalar hariç, ciddi bir entellektüel çöküşün yaşandığı yıllardı. Ki bu isimler de, Osmanlı dışında yetişmişlerdi. ınanç ve fikir düzeyinde bir şuur yükselişi ve de ciddi bir uyanış olmadıktan sonra, Batının silahını ve tekniğini almak neyi değiştirecekti? Batının o silahı üretip o tekniği kullanmadaki zihniyetine mağlup olunduktan sonra, o silahtan daha âlâsı üretilse bile, sonuçta aynı kefeye düşülmüş olmayacak mıydı?

Bu kabil tezlerinin o günün hareketli ortamında hak ettiği muhatabiyete mazhar olduğunu söylemek pek mümkün gözükmüyor. Anlaşıldığı kadarıyla, ne Sırat-ı Müstakîm çevresinde toplanan ıslahatçı Müslüman aydınlar, ne Beyanü?l-Hak çevresinde toplanan daha geleneksel bir çizgideki âlimler ve aydınlar arasında verimli bir karşılık bulabildi. Resmî kadrolar ise, sözlerini gereğince değerlendirebilecek bir hâlet?i ruhiyede değildiler. Bir ara Abdülhamid?in emriyle tımarhaneye yollandı. Sonra, ıttihadçıların ağırlıklarını koydukları Otuzbir Mart sonrası dönemde, bu olayla ilgisi olduğu zannıyla Divan-ı Harb?e çıkarıldı ve idam talebiyle yargılandı. Yaşadığı bu iki olayı ?iki mekteb-i musibet? olarak yorumladığı; sonradan kitap hâlinde neşredilen muazzam bir savunma akabinde beraat etti. Güçlü bir muhakemenin dokunaklı bir üslûpla buluştuğu bu savunmada, ?Musibetlerin tenevvüü, bana mûsikinin nağmelerinin tenevvüü gibi geliyor? ifadesinin de belgelediği üzere, bir yanda kader-i ılâhîye karşı boynu kıldan ince, öte yanda dünya ehli karşısında dimdik ayakta bir tavır sergileyecekti.

Beraatinin akabinde ?Medeniyetten istifam sizi düşündürecek? diye başlayan bir beyanla ıstanbul?dan ayrıldı. Bu ayrılmanın ardından dokuz uzun yıl yaşadı: Doğudaki aşiretler arasında, münazaralarla geçen uzun süreli bir seyahat; şam taraflarına doğru, ünlü Emevî Câmiinde yüzü aşkın âlimin ve onbinlerce mü?minin dinlediği meşhur hutbenin de verildiği seyahat; Beyrut üzerinden yeniden batıya geçiş ve Sultan Reşad?la birlikte Balkanlara yolculuk; Bitlis, Van, Tiflis yolculukları; çıkan dünya savaşında Bitlis-Van cephesinde Ruslara karşı gönüllü alay kumandanlığı; iki yıl kadar sonra Ruslara esir düşmesi; Sibirya?da esir kampında ve sonra oradaki Tatar ahalinin kefaletiyle Volga kıyısındaki bir mescidde gözetim altında yaşadığı dönem; Rus devriminin patlak verdiği hengâmda esaretten kaçış; muhtemelen Moskova-Varşova-Berlin-Viyana-Belgrad-Sofya güzergâhını izlediği üç aylık zorlu ve zorunlu bir Avrupa seyahati; ıstanbul?a geliş ve ıstanbul?da o günün ıslâm akademisi hükmündeki ?Dârü?l-Hikmet?te görevli olduğu aylar; ve sonrasında, ıslâm dünyasının ve bütün dünyanın yaşadığı değişim ve dönüşümün de etkili olduğu bir iç muhasebe ve dönüşüm.

On yıla sığan bu çok hareketli hayat, onun için, bir bakıma geçiş dönemi hükmündeydi. O güne kadar ?Eski Said? iken, bu her yönüyle çalkantılı dönemin sonunda, ?Yeni Said?e dönüşecekti. Bu süreç içinde, Eski Said?i Yeni Said?e hazırlayan; her birinin, onun hayatının özü ve özeti hükmündeki Risale-i Nur?a giden yolda bir köşetaşı hükmünde olduğu bir dizi eser de yazmıştı. Divan-ı Harb?deki savunması ?ıki Mekteb-i Musibetin şehadetnamesi yahut Divan-ı Harb-i Örfî? adıyla; doğudaki aşiretler içinde yaşadığı münazaralar esnasında sunduğu cevaplar Münazarat adıyla; şam?da verdiği ünlü hutbe Hutbe-i şâmiye adıyla yayınlandı.

Öte yanda, Muhakemât?ı vardı ki, bu eser sonraki onyıllarda daha bir açılan, netleşen ve genişleyen çok kritik muhakemeler yüklüydü. Bu eserin üçlü kurgusu da başlı başına önemliydi: Sonraki hayatının tamamının, ve daha sonra yazdığı bütün eserlerin üzerine bina edildiği bir ?hamdele ve salvele?nin akabinde, onun genel duruşunu belirleyen; bu arada bir bütün olarak ıslâm düşünce tarihinin Kur?ânî bir açıdan değerlendirme ve eleştiriye tâbi tutulduğu ?mukaddime?ler geliyordu. ?Birinci Makale?yi bu ?mukaddime?ler oluşturmaktaydı. Ardından, belâgat üzerine yazılan; ve gerek Arapça?ya, gerek belâgata nüfuzunun derecesini belgeleyen; bu noktada Maarrî gibi dev isimlerin yanlışlarını tashih edecek kadar güçlü olduğunu gösteren ?Unsuru?l-Belâğat? gelmekteydi. Üçüncü bölümü ise, imanî konuların gerek ele alınış, gerek sunuluş tarzına ilişkin çok önemli muhakemeler yüklü ?Unsuru?l-Akide? oluşturuyordu.

Bu eserle bir bakıma tefekkürünün ana çizgilerini belirleyen Said Nursî?nin bir sonraki eseri, Ruslarla yapılan savaş esnasında, kimi bahisleri sıcak çatışmaların içinde yazılan ışârâtü?l-ı?caz adlı Kur?an tefsiriydi. Aslen Arapça olan bu eser, Kur?an?ın ilk sûresiyle başlayan; Kur?an?daki sıranın aynen takip edildiği klâsik tefsir formu içindeydi. Farklı ciheti, müellifin yalnız bazı âyetleri veya âyetin bazı kısımlarını tefsir etmekle yetinmeyip, istisnasız her âyeti, cümle cümle, kelime kelime, hatta harflerine kadar tefsir edişiydi. Bu tefsir, adı üstünde, ?i?caz,? yâni Kur?an?ın mûcize oluşu üzerinde yoğunlaşıyordu. Kırk ayrı açıdan Kur?an?ın i?cazını ele alan bu tefsir, ikinci sûre olan Bakara sûresinin 32. âyetinde kaldı. Çünkü, o esnada, emrindeki askerlerle birlikte Rus ordusunca kuşatılmış; günler süren çatışmalardan sonra esir düşmüştü.

(Onun bu tefsirde kullandığı usulün öneminin o günün âlimlerince, daha sonra Cumhuriyet döneminin resmî ulemasınca, ve halen dahi ilâhiyatçılarca keşfedilemediği görülmektedir. T.C. içindeki bu anlaşılmaz soğukluğa mukabil, Risale-i Nur?un Arapça?ya tercümesi faaliyetinin hız kazanmasıyla birlikte, Arap ülkelerinde ona dönük çok ciddi keşiflerin başladığı görülüyor.)

2

29.08.2006, 16:43

Said Nursi benim canımm üstadım..Allah ondan razı olsun ..O bizim imanımız kuvvetlensin diye uğraşmış canını koymuş ortaya..Ya Üstad benimde canım feda olsun bu dava uğruna
:cry: :cry: :cry: :cry: .........

Aziz Üstadım

Aziz Üstadım benim,seni çok üzmüşler
Eritmişler mum gibi,imbiklerden süzmüşler
Karakollar,hapisler olmuş sana hep durak
Sensiz gönlüm hüzünlü,sensiz ömrüm hep çorak.
ıman ilmini verdin,Kur'an'dan ders alarak.
Enbüyük hizmet ettin,bu vatan da kalarak.


&&&&&&&&

Katı kalpler kasveti bırakıp nura gelsin.
Cemiyet aydınlansın aydınlık nura gelsin.
Sensin seni gönüller artık kıymetin bilsin.
Neşroldukca nurların naşirlerin sevinsin.
Affet bizi Üstadım seni çok seviyoruz.
Artık kadri kıymetin bizlerde biliyoruz.


nasıl dugulanıyorum dinlerken.. :cry:

3

29.08.2006, 16:46

Said Nursi
Metin Karabaşoğlu



GÜNLER BAHARA YAKIN. Aylardan Mart geliyor. Kalbim gelecek baharın heyecanıyla dolu; ama dışarıda kar yağıyor. Zihnim bir yazıyla meşgul; ancak, konu belli de olsa, kurgusu bir türlü oturmuyor.

Kırküç bahar önce, bir Mart günü ‘şu dünyadan göçer olmuş’ birini yazacağım. Adı Said Nursî, ünvanı Bediüzzaman. Lâkin nasıl yazacağımı bilmiyorum. “Herhangi biriydi” diyemem onun için; öyle olmadığını biliyorum. “O bir başkaydı” diyemem; eseriyle hâlâ yaşayan, arayışımda kılavuzum olan insanları geçmişe hapsetmeyi sevmiyorum.

Aklım hâlâ “Nasıl yazsam?”la meşgul halde, kaçış mı arayış mı bilinmez, ‘Risale’ sayfaları arasına dalıyorum. Risale-i Nur, Said Nursî’nin hayatı olduğuna göre, nasıl yazacağımın cevabı belki onda gizli, kimbilir? Sayfalar birbiri ardınca açılıp kapanıyor. Her açışta, beni yaşanmış yazılar karşılıyor:


“Bir zaman, bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu. Hatta o nazeninlere acıyordum. ‘Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?’ diye, feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor(du)…”


Yine sayfalar arasında gezinirken, Bediüzzaman, beni bir ‘seyahat-ı hayaliye’de karşılıyor. Yaşadığım o kadar yolculuğu bir hayat muhasebesi haline getirmeyi; ömrümü bindiğim arabanın yerine koyup, nereden gelip nereye gidiyor olduğumu düşünmeyi kendi örneğiyle bana öğretiyor:

“…Baktım ki, ben, tünel içinde sükût eder gibi bir sür’atle giden bir şimendifer içindeyim. Telaş ettim. Fakat ne çare ki, hiçbir tarafa kaçılmaz…”


Onunla, kendi gençliğime, dahası çocukluğuma dönüyorum. Annemin, babamın, ablamın ölümünü görmeyeyim diye bir an önce ölmeyi dilediğim; gazeteden “Kıyamet yakın mı?” gibi haberleri çat-pat okuduğumda ise sonsuz bir yok oluş elemine boğulduğum günleri anıyorum:


“Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat adi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’ dedim. Baktım…”


Sayfalar böylece birbirini izlerken, bana “Said Nursî kimdir?” diye sorsalar vereceğim en kısa ama en net cevabı kavrar gibi oluyorum: “ınsandır; ve insanlığını tam anlamıyla yaşamıştır.”

Zira o, yazdığı Risale-i Nur’un her bir pasajında, örneğini yukarıda gördüğümüz nice insanî duyguyu sergiliyor. Sevdiği şeylerin gidişine üzülüyor, zayıf mahluklara acıyor, sonsuzluk istiyor. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da arzuluyor; o baharın yokluğa gitmemesini de arzuluyor. Yitip gidene özlem duyup, bırakıp geldiğine karşı gurbetlik hissediyor. Sevinçle hüznü, ağlamayla tebessümü, sorularla cevabı beraberce yaşıyor. Bugün kadar, dünü ve yarını; şu an bulunduğu yer kadar, kâinatın uçsuz bucaksız derinliğini de düşünüyor. Hem o da nice doğumlar ve nice ölümler görmüş. Onun da saçlarına ak düşmüş. O da genç olup yaşlanmış. Ve göçüp gitmiş.

Ve böylesi o kadar hali, onun kadar, bizler de yaşıyoruz. Ben de yaşıyorum. Solan bahar çiçeklerine ben de acıyorum. ‘Fıtrî aşk-ı beka,’ yani ölümsüzlük arzusu, benim fıtratımda da gizli. Ben de ‘dâüssıla denilen iştiyak-ı vatan hissi’ni yaşıyor; doğup büyüdüğüm mekânı, ailemin ve akrabamın yaşadığı diyarı her daim özlüyorum.


Bu anlamda, Risale-i Nur’u okurken, aslında kendimi okuyorum. Said Nursî kendi hayatını anlatırken, bana beni anlatıyor. ınsanlığımı anlatıyor. Duyduğum, yaşadığım nice halin ‘bana has’ olmadığını; ‘insana has’ olduğunu anlatıyor. Her insanın bu gibi duygular içinde yaşadığını sezdiriyor. Ardından, bu duyguları nasıl kullanmam, nasıl anlamam, ne şekilde algılamam ve nasıl yaşamam gerektiği hususunda bana yardımcı oluyor. ınsanca özelliklerimi ört-bas etmeden, yani ‘insan gibi’ yaşamayı; cesaretle sormayı, içtenlikle cevap aramayı öğretiyor. Sormanın ve cevap aramanın yolunu yordamını gösteriyor.

Bu arada, ‘ilginç’ şeyler de öğretiyor bana. Meselâ, bir değil, birden çok ‘midem’ olduğunu, onun eserinin yardımıyla anlıyorum. O, hayvan gibi sadece yiyip içen, midesinin ihtiyacı peşinde gezip duran biri olmadığımın farkına vardırıyor. Meselâ, onun beraberinde görüyorum ki, aslında ‘hayat’ da bir mide; beni tüm kâinatla alâkadar kılıyor. Atom içi âlemlerden güneşin dönüşüne kadar her bir şeyle ilgili ve her birine muhtaç hale getiriyor. Yine hayat, midemin gıda istemesi gibi, gözümün, kulağımın, elimin ve tenimin de rızka olan ihtiyacını bana bildiriyor. O sayede anlıyorum ki, mide kadar göz de acıkır; mide gibi kulak da doymak ister. Said Nursî, bu noktada, “Göz, kulak gibi bütün duyguların eller gibidir” diyor. O eller ile, etrafımdaki dünyadan güzel tatlar, güzel manzaralar, güzel melodiler devşirmeye çağırıyor.

Sonra, yine Risale-i Nur’la, insaniyetimin de bir mide hükmünde olduğunu görüyorum. O da bir mide; ‘daha geniş bir dairede’ rızk ve nimet istiyor. Hem ‘insana mahsus duygular’ım var. O duygular aracılığıyla tüm kâinattan ve hatta ‘ötesi’nden dünyama taşınan sorulara, arayışlara, arzulara ve aşklara muhatap oluyorum. Meselâ aklım, meselâ hayalim bu yönde çalışıyor.

Tüm bunlara, Bediüzzaman kendi hayatından örnekler getiriyor. Meselâ, “Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum” diye başlayıp, hayat ve insaniyet midesinin, o yüksek katta kendisini nerelere sevkettiğini, şöyle anlatıyor:

“Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet latif, tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasıyla cezbedarâne ve cazibekârane hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben o kemal-i neş’e ile cilvelenen o nazenin kavaklara ve zihayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaş ile doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları ihtar ve ihsasıyla kâinat dolusu firakların, zevallerin hüzünleri başıma toplandı...”


Benzer bir hali, sanırım, birçok kez siz de yaşadınız, ben de yaşadım. Seyredip okşadığım bir kedi yavrusu, ölümünü hayal edince, onca insanlığımla beni hüzne sevkediyor sözgelimi. Başka bir kedi yavrusu ise, sıcak bir yaz günü bir birikintiden keyifle su içerken, beni keyiflendiriyor. Böylesi nice hal yaşıyorum. Hayatım ve insaniyetim tüm duygularımı harekete geçiriyor, beni herşeyle bağlıyor; her bir mevcudun hüznüyle hüzne, sevinciyle sevince götürüyor.

Zaten, belki bu yüzden, Said Nursî’nin “Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış bir adam gibi, ‘of, of’ deyip dünyadan daha geniş bir yer istiyorsun” sözünü okuyunca, hiç şaşırmıyorum. Çünkü, öyle olduğumu gerçekten biliyorum.

Yine bu yüzden, ‘risale’nin hemen her tarafında insan için söylenen ‘âlem-i asgar’ yani ‘küçük kâinat’ vurgusu da beni şaşırtmıyor. Çünkü, gerçekten tüm kâinatı kucaklayan duygu ve cihazlarla donanmışım. Tüm bu duygular içinde ‘câmiiyet’ buluyorum; yani, aklım ve kalbim bütün kâinatı kuşatıyor. Keza, küçük bir vücud, cüz’î bir irade, kısa bir ömür içinde, ‘külliyet’ buluyorum; yani, herşeyle ilgiliyim ve herşeyi özümsemeye hazır haldeyim.

Tabir câizse, insan tüm ağacın özetini taşıyan bir çekirdek; yahut tüm manzarayı içeren bir odak noktası sanki. Kendi eviyle alâkadar olduğu gibi, bütün insanlıkla da ilgili. Bir çiçeği istediği gibi, koca baharı da istiyor. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî cenneti de arzuluyor. Bir dostunu görme iştiyakıyla dolu olduğu gibi, Güzeller Güzelini görmeyi de umuyor. Başka bir şehirde oturan bir sevdiğini ziyaret etmek istediği gibi, kabrin ötesine geçmiş sevdiklerini görebilmeyi de istiyor. şu hayatım son bulmasın istediği gibi, ölümün ötesinde sonsuz bir hayatı da istiyor.

Sözün özü, Said Nursî’nin kendi hayatıyla müşahede ettiği gibi, “ınsan kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadar.” ıhtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Ve, kâinatı muhteşem bir saray olarak düşünürsek, “bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.”

Sözgelimi, muhabbet ile, sevgiyle, kâinatın her bir mevcuduyla aramda bir bağ kuruluyor. Bir uç uç böceğini de, uzayda salınıp duran güzelim Satürn’ü de seviyorum. şefkat, beni tüm âcizlere ve zayıflara baktırıyor; hepsine birden yardım edeyim istiyorum. Varlığa karşı fıtrî bir aşk duyuyorum; ayrılık, hiçlik, fena ve yok oluş endişesi kalbimi kanatıyor. Hem ‘rikkat-i cinsiye’m var. Sevip takdir ettiğim insanların göçüp gitmiş olması, kalanlarının da göçmeye mahkum olması yüreğimi incitiyor. Hayata âşığım; şevkle, iştiyakla devamını istiyorum.

Ama âcizim, zayıfım, fakirim de. Âcizim: tüm mevcutlar hep var olsunlar istiyorum, ama hiçbirini yok oluştan kurtarmaya gücüm yetmiyor. Zayıfım: bunca duygumun taleplerine karşı, kendi başıma birşey sunamıyorum. Fakirim: ihtiyacım çok, ama elimde ölüme koşan bir ömürden başka sermaye bulunmuyor.

Oysa, bana verilmiş duyguların doyurulması için, tam aksi gerekiyor. Hadsiz bir acz değil, mutlak bir kudret; tam bir fakirlik değil, mutlak bir zenginlik gerekiyor. Bütün bu duygularım fena değil beka; ölüm değil sonsuzluk istiyorlar.

O yüzden, ister Bediüzzaman gibi ‘yüksek bir dağ başında’ olalım, ister şehirlerin insan kalabalığı arasında; hiç farketmiyor. ıster onun gibi ‘gece vakti, şu garibane dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinane hemhemeleri içinde, birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetler’ yaşıyor olayım, ister bir gün mutlaka bırakıp gideceğim memleketimde bulunayım, sonuç değişmiyor. Sonuçta, ölüm şu veya bu şekilde bütün çıplaklığıyla göründüğünde, mutlak acılar yaşıyorum. Güzelliğe âşık ve mükemmele tutkun ruhum, nice güzelliği ve nice mükemmeli silip süpüren fena ve zeval ve ölüm ve hiçlik tabloları karşısında, tüm bu güzelliklerin hırpalandığını, parça parça edildiğini, bozulduğunu hissediyor. Ruhumun da âdeta paramparça olduğunu hissediyorum. şefkatim azap veriyor bana; rikkatim ve sevgim başıma bela oluyor. Sonsuzluğu isterken, hiçliğin elemini yaşıyorum. Her bir duygum, beni tüm kâinatla alâkadar kılan kalbimi, bu kez karartıyor. Kalbimle birlikte, dünyamı karartıyor. Bir çıkış yolu arıyorum. Âcizliğime ve zayıflığıma karşı kendisine dayanabileceğim, bana dayanak noktası olabilecek sınırsız bir kuvvet ve kudret arıyorum. Hadsiz fakrım ve sonsuz ihtiyaçlarım karşısında bana medet verip yardım elini uzatacak bir medet noktası arıyorum.

Ya da aramıyorum. Kendi kendime avunma ve unutma vesileleri icad ediyorum. şu işti, bu koşuşturmaydı, ‘eğlenmek’ti, ‘hayatın tadı’ydı derken, tüm bu duygularımın acılarına, sorularına ve arayışlarına karşı, kalbimin kulağını tıkıyorum. Tüm bu duyguları doyurmayı değil; uyutmayı ve uyuşturmayı deniyorum. Ölüme gidiyorum; ama farkında bile değilim. Zaman akıp gidiyor, duymuyorum.

Oysa, Bediüzzaman sözkonusu yoğun halleri tüm yoğunluğuyla yaşamış, ama buna karşı sonunda bir kaçış yolu aramamış. Kendini avutma, duygularını uyuşturma; acılarını ve elemlerini bir süre için bu şekilde dindirme yolunu seçmiş değil. Bilakis, Risale-i Nur’un gösterdiği gibi, böylesi insanca halleri yaşarken, kendini aldatıcı şeylerle aldatmıyor. Uyutucu ve uyuşturucu şeylerle ruhunu uyutup uyuşturmuyor. ‘ıptal-i his’ etmiyor. Acı da verse, hüzün ve elem de yüklese, kalbini de kanatsa, kaçmıyor. Her bir duygusunu sabırla yaşıyor, ısrarla soruyor, cevabını içtenlikle arıyor. ‘Risale’ buna en büyük delil...

Ve, arayanın bulduğuna da delil. Said Nursî, tüm bu duygular içinde derman ararken, “Yetmez mi dert derman sana?” diyebilmiş birisi. Mutluluğu, huzuru ve sevinci, kaybettiği yerde arıyor; başka yerde değil. Sonuçta, devayı derdin içinde, lezzeti elemin içinde buluyor. Işığı, karanlığı gördüğü noktada farkediyor. Dehşet aldığı şey teselliye dönüşüyor. ınce bir sır, ‘o rikkatli hüzün ve firakı kuvvetli bir rica ve parlak bir teselli nuruna’ döndürüyor. ‘Karanlıklı ümitsizliğini, nurlu bir ricaya’ çeviriyor.

Çünkü zorlama cevaplar, önyargılar ve peşin kabuller içinde yaşamıyor. Aklını alternatife, iradesini tercih yollarına kapatmıyor. Bunun örneğini hemen her risalede, hatta onun temsilî hikâyelerinde bile buluyorum. Meselâ “Sekizinci Söz,” “Eski zamanda, iki kardeş, uzun bir seyahata gidiyorlar” diye başlıyor. “Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddi bir adamı gördüler. Ondan sordular: Hangi yol iyidir? O dahi onlara dedi ki...”

“Sekizinci Söz”ün sayfaları ‘iki yol’un tarifiyle geçip giderken, “Onuncu Söz”de ‘güzel bir memlekete giden iki adam’ bahsi beni karşılıyor. Beraberinde, iki ayrı yol, iki ayrı bakış açısı, iki ayrı hayat görüşü... Sayfalar yine bu ikisinin muhasebesi ile geçiyor.

“Onbirinci Söz”e gelince, her iki yolda pek çok insanın toplandığını görüyorum: ‘kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için,’ şu güzel dünyada gördükleri her bir güzelliğe karşı “Bunda büyük bir iş var. Beyhude değil, adi bir oyuncak değil. Acaba tılsımı nedir, içinde ne var?” diyen ‘birinci güruh.’ Ve bütün o güzelliklere karşı gözlerini kapayan, merakı ve sorusu olmayan ‘ikinci güruh.’

Tüm Risale, böylesi ikilemelerle sürüp gidiyor.

Öylece, tüm risaleler, beni bir tercihle yüzyüze getiriyor. Her bir risalede, değişik açılardan iman-küfür, tevhid-şirk, hidayet-dalalet tercihleri sunuluyor. Said Nursî, kendi dünyasında yaşadığı muhakeme ve muhasebeyi açıkça nazarıma sunarken, gizliden gizliye bana da ‘tahkik’i öğretiyor. Tahkiki, yani doğruyu ve gerçeği samimiyetle aramayı. Bu noktada, o, hayli iyimser. Zira, “ınsan fıtraten mükerrem olduğu için, hakkı arıyor.”

Sözgelimi “ıkinci şua,” bu yaratılış itibarıyla değerli ve hakkı arayan insanın, kendi gerçekliğini tanıyarak hakikati nasıl bulduğunun bir örneğini sergiliyor.

Önce, kendisini, beni ve sizi, yani ‘insan’ı tanımlıyor Said Nursî: “ınsan, nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları ve hadsiz bir fakrı ve hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki, yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüzbinler tarzda lezzetleri zevkederek ister. Ve öyle maksatları ve arzuları var ki, bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zât o arzuları yerine getiremez.”

Sonrasında, Bediüzzaman, değişik duygu ve kabiliyetlerimiz açısından, öyle bir zâta inanma ya da inanmama şıklarının beraberce tahlilini sunuyor.

Meselâ, yani sonsuzluk ve ölümsüzlük arzusu açısından, şuna dikkat çekiyor: Ölümsüzlüğü ancak kendisi ölümsüz olan biri verebilir. Hayatın devamını ancak hayatı veren temin edebilir. Sonsuz bir cenneti ancak sonsuz ve mutlak kudret sahibi Biri verebilir.

Bu gerçeğin ışığında, ya bütün kâinata tek bir saraymış gibi kolayca hükmeden birine güvenmenin huzurunu; ya da sonlu bir hayat yaşıyor olduğunu bile bile sonsuz bir ömür istiyor olmanın acısını yaşama tercihi karşımızda duruyor.

şefkat hissi açısından da benzer bir ikileme çekiyor dikkatimizi: Ya bize o şefkat hissini veren ve en küçük bir canlının küçük bir ihtiyacını dahi karşılayan Birine dayanıp, şefkat ettiklerim için O’ndan yardım dileyeceğim. Ya da, elim yetişmediği halde, her bir şeye acımanın, ama hiçbir şey yapamamanın acısını yaşayacağım.

Sözgelimi, imanla yaşarsam, şu dünyada yitirdiği sevdikleriyle cennette buluşma ümidiyle ümitlenen biri olacağım; inkârla yaşarsam, sevdiklerimi bir daha hiç görmemek üzere kaybetmiş olmanın acısıyla kahrolacağım.

Aklımın ne iş göreceği de bu tercihle şekillenecek. ımanla yaşarsam, aklım bana kâinatı yaratan Zâtın sanatının mükemmelliğini gösterecek. Kâinatta gizli binlerce ilâhî hazineleri önüme açacak. Gördüğüm bunca şey sayesinde, burada göremediğim Rabbimi tanıtacak. Elem ve korku anlarımda ise, “Korkma. Üzülme. Allah bizimledir” diye ikazda bulunacak ya da... Ya da, hem geçmiş zamanların geçip gidişini düşündürüp hem geleceğe dair endişe ve korkuları şu anda başıma yığarak, benim için âdeta uğursuz bir işkence âletine dönüşecek.

Muhabbet, yani sevme duygum da bu tercihe bakıyor. Ya beni seven Rabbime dayanarak tüm kâinatı Onun adına sevgiyle kucaklıyor olacağım; ya da en yakın sevdiğimi dahi ölümden ve hiçlikten kurtaramıyor olmanın acısıyla parça parça olmuş bir kalb taşıyacağım.

Said Nursî, insanlığımın önüne, işte böylesi tercihler sunuyor. Beni şu ya da bu yola zorlamıyor; ama doğru bildiği, doğruluğunu gördüğü, doğruluğunu tüm insanca duygularıyla yaşadığı yola çağırıyor. Ona göre, ancak imanî yolda insaniyet çekirdeğim kabuğunu kırıp genişler; ancak bu yolda insaniyetim filiz verip cennet-misal çiçeklerle bezenir. Diğer yolda ise, kuru çekirdek gibi dahi kalınmıyor. Eriyor, çürüyor, kararıyor ve kokuşuyor insan.

Bu noktada, onun çok ama çok nefis bir tanımı ile de yüzyüze geliyorum. O, sözkonusu iki yolun güvenli ve selâmetli olanını, yani ‘ıslâmiyet ve iman-ı tahkikî’ yolunu ‘insaniyet-i kübra’ olarak tanımlıyor. ‘ınsaniyet-i kübra,’ yani ‘büyük insaniyet.’ Buradan anlıyorum ki, mü’min olarak yaşamaya giden yol, insanlığını yaşamaktan geçiyor. ınsaniyetimi ne kadar kullanır ve duygularımı ne denli geliştirir isem, imanım o derece gelişiyor.

O, “şu dünyadan bekaya giden yol fenadan gidiyor” diye, bunun için demiş olmalı. Çünkü, insanca duygularım ile, öncelikle fenayı görüyorum. Etrafımdaki herşeyin; dedemin, ninemin, sınıf arkadaşımın, bahçemizdeki selvinin, kır çiçeklerinin, küçük ceneviz tavuğumun, kedimin, kendi gençliğimin birer birer şu dünyadan çekilip gittiğini görüyorum. Gelen gidiyor, giden gelmiyor. O gidenlere bakınca, kendi gidişimi de görüyorum. Beri tarafta, giden her bir şeyin ne kadar güzel yapılmış, ne denli mükemmel donanmış olduğunu da görüyorum. Kalbim yok olup gidenlerle yaralı iken, aklım “Madem gidiyorlar, neden mükemmel yapılmışlar? Madem mükemmel yapılmışlar, neden gidiyorlar ve nereye gidiyorlar?” sorusunu soruyor. Bu sorunun izini sürünce, gördüğüm ‘fena’ tablosundan ‘beka’ya giden bir yol buluyorum. Deniz üstündeki kabarcıkların yanıp sönmeleri ile gökteki daimî Güneşi bildirmeleri gibi, ‘fena’ manzaralarını görüp Bâki-yi Hakikî’yi, hiç fenası olmayan özellikleriyle tanıyorum.

Bu şekilde, kendi faniliğim, beka arayışımla birlikte, bana bir Bâki’yi tanıtıyor. Âcizliğim, sonsuz kudretiyle benim ve her bir yaratılmışın imdadına yetişen Birini bildiriyor. Fakirliğim sayesinde, sonsuz merhamet ve ihsan sahibi; yani Rahman, Rahîm ve Ganiyy olan Rabbime giden bir yol buluyorum. Sözün özü, sıfırlığımı anlayınca, sonsuzu buluyorum.

ımanın güzelliğini yaşamayıp kendisine yazık etmiş bir bilim adamının yazdığı şekilde, ‘uçsuz-bucaksız koca kâinatta bir toz zerresi hükmünde olan dünyada bir toz zerresi kadar bile olamayan’ biri değilim artık. Cismim itibarıyla yine öyleyim gerçi, ama iman nuru o hakirliğim içinde beni kâinatın taşıdığı mânâlar kadar genişletiyor. ‘Cüz’î bir cüz’ iken, herşeyi hakikatıyla gören ‘küllî bir küll-ü nuranî’ yapıyor.

ışte burada, Bediüzzaman Said Nursî’nin yeni bir tarifi ile karşı karşıya geliyorum: ‘reşha.’ ınsanlığını tam anlamıyla yaşayabilen biri için, o ‘reşha’ diyor: “Hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar.” Yani, güneşi görünce buharlaşan bir su zerresi misali, kendi âcizliğini, fakirliğini, zayıflığını görür. Bu durumu görmezden gelmeye yahut kendisini aslında çok kudretli imiş gibi göstermeye girişmez. Aksine, kudreti gerçekten sonsuz olan Rabbine yönelir. Eneyi yırtıp Hüve’yi; ben’i bırakıp O’nu gösterir. Doğrudan O’na yönelir, O’nu bildirir, O’nun özelliklerinin aynası olur.

Bu noktada, “Nasıl ki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri bilinir, öyle de” diyor Said Nursî, “hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def etmek noktasında Hâlikımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim.” Yani, gecenin karanlığında nasıl ışığı arıyor ve buluyorsak, âcizliğimiz Kadîr-i Mutlak’ı; fakirliğimiz Rahîm-i Mutlak’ı, kusurumuz ise mutlak kemal sahibi Birini gösteriyor. Böylesi insanca hallerimiz ile, Üveysî bir hal alıp, onun kendi hayatında temsil ettiği ayinedarlığı yaşamanın sırrına eriyoruz:


“Yâ ılâhenâ! Rabbimiz Sensin! Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin! Hem Sensin Hâlık! Çünkü biz mahlûkuz; yapılıyoruz... Hem Rezzak Sensin! Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin...”


Keza, bir diğer açıdan da O’nun isimlerinin aynası oluyorum. Bende görünen cüz’î ilim, irade, güç, görme, işitme, mâlikiyet gibi özellikler de bana O’nu bildiriyor. Çünkü, meselâ, “Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum” diyor ve devam ediyorum: “Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder.” Ya da “Nasıl bu arabanın sahibi benim, öyle de saatte binlerce kilometre hızla giden şu dünya ile, milyonlarca kilometre hızla giden koca yıldızların, yine o kadar büyük bir hızla giden atom-altı parçacıkların.. da bir sahibi olmalı.” Böylece, kendi verilmiş bilgimle O’nun Alîm isminin; kendi görmemle O’nun Basîr isminin; kendimin birşeye sahip oluşuyla O’nun Mâlik isminin; kendi çocuğumu terbiye ve idare etmeye çabalarken O’nun Rab isminin aynası oluyorum.

Ayrıca, bir kelebeğin, çiçeğin ya da meyvenin O’nu bildirmesi misali bir tarz ile de O’nu bildirmedeyim. Her bir mevcud gibi, ben de yapılmışım; hem de sanatla yapılmışım. Yaratılışım, O’nun Sâni, Hâlık, Fâtır ve Bâri isimlerini bildiriyor. Çok ince, hassas duygular bana takılmış; ihsanı, ikramı, güzel davranışlar içinde olmayı istiyor ve seviyorum. Böylesi davranışlar ise O’nun Muhsin, Kerîm ve Latîf isimlerini bildiriyor. Her bir organımın ince bir nakışla, hassas bir ölçü ile, biribirine karışmadan yerine yerleştirilmiş olması ise, onun Nakkaş, Munazzım, Adl ve Hakîm isimlerini bildiriyor.

Ve daha nicesi...

ınsan, her bir şeyi nakışlı şu koca kâinatta, tüm nakışları kendisinde toplayan; hepsini birden gösteren, cismi küçük nakşı büyük bir “nakş-ı âzam” sanki... Onun içindir ki, Said Nursî “kendi hayatıma ve cismime baktıkça yüzer tarzda mucizâne eserler, nakışlar, san’atlar görüyorum” diyor. Onun içindir ki, ben de kendime dikkatle baksam beni yaratan ve yaşatan Zâtın her bir isminin cilvesini kendimde görüp, kendi yaratılışım aynasında tüm kâinatı Yaratanı tanıyabilirim. Onun içindir ki, tüm kâinata dalmadan, bir tek kendi yaratılışıma bakmam dahi, O’nun sonsuz güzelliğini görmeme yeter.

Çünkü, mükemmel bir ayna olarak yapılmışım. Her bir duygum, her bir halim, O’nu başka bir ismiyle bildiriyor. Nefsim, önüne konulan binbir nimet ile, O’nun rahmaniyetine yönelmiş. Kalbim, sevgi gibi, şefkat gibi, rikkat gibi binlerce ince duyguyla, O’nun rahîmiyetine bakıyor. Aklım, binlerce soru ve bir o kadar arayışla O’nun hakîmiyetini anlamaya çalışıyor. Her bir duygum bu yönelişler, bu bakışlar, bu anlama çabaları içinde olduğu sürece, hayatımdan tam bir lezzet alıyorum. Bu sayede sağımda ve solumda, önümde ve arkamda, üstümde ve aşağıda ne varsa hepsi aydınlanıyor. Geçmiş de, gelecek de aydınlanıyor. Hem de ölümün ötesine kadar uzanan bir aydınlanış yaşıyorum.

“Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür” der Said Nursî. Rabbimin gönderdiği, Resûlünün gösterdiği, fıtratımın aradığı ve Bediüzzaman gibi ayna-misal güzel insanların ayinedarlık ettiği iman nuru sayesinde ise, kalbim merhametli ve nurlu bir hal alıyor. Ve kâinatı, “yetmiş güzel hulleler giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder” bir büyük insan; insanı ise aynı tebessümü yaşayan küçük bir kâinat olarak müşahede eder hale geliyorum.

O kadar ki, zahiren karanlıklı görünen şeyler de peçelerini kaldırıp atıyorlar artık. Beni ve sevdiklerimi ziyaret eden hastalıklar, musibetler, ve hatta ölüm bile yüzüme gülümsüyor. Her biri yine O’nu hatırlatıyor. Her biri, beni O’nun ‘ötede’ sunacağı güzelliklere çağırıyor. “şu dünyada sen misafirsin; misafirliğini hiç unutma. Ve biz seni asıl vatanına götürmeye gelince, üzülme. Seni Cennette sevdiklerinle buluşturmak üzere geliyoruz” diye haber veriyorlar.

Bu sebeple olmalı, sevgili Resûl şu dünyadan “Cennette buluşmak üzere” diyerek göçmüş.

Bu sebeple olmalı, o Resûlü rehberi bilen Bediüzzaman, giderken, geride kalanlara, “Sizleri Cenab-ı Erhamürrahimîn’in birliğine ve rahmetine emanet ediyorum” demiş.

Onun gibi insanca yaşayan, insanca yaşadığı için de imanla gidenlere ne mutlu... Onların geride bıraktığı ‘emanet’in hakkını vererek kalanlara da ne mutlu…

metinkarabasoglu@zaferdergisi.com

4

30.08.2006, 18:18

BıR KUR’AN MÜFESSıRı



BEDıÜZZAMAN SAıD NURSı



(Bediüzzaman Said Nursi, 1876 – 1960 yılları arasında yaşadı. Ülkemizde ve ülkemiz dışında milyonlarca insan Onun Risale-i Nur isimli tefsirinden istifade etti.

O, hep “Nurlar Vadisinde” gezdi. Karanlık vadilerde gezenler, yarasanın ışıktan hoşlanmaması misali bu nurdan rahatsızlık duydu. Ama O, aldırmadı. “Elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar” dedi ve yoluna devam etti…

Bu araştırmamızda, kendisinin hayatına, fikirlerine ve mücadelesine kuşbakışı bir bakışla bakmaya çalışacak, doğrudan eserlerinden alınan cümlelerle bazı değerlendirmelerde bulunacağız.)



Doç. Dr. şadi Eren

sadieren@hotmail.com



Kur’an Müfessiri



Bediüzzamanın en belirgin vasfı, Kur’an müfessiri olmasıdır. Bu konuda şöyle der:

“Kur'an-ı Hakîm'in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim.”

“Derd benimdir, deva Kur'anındır.”

Yazmış olduğu Risale-i Nur külliyatı, ayetlerin ve hadislerin yorumundan ibarettir. Risaleler müstakil bir dava olmayıp, ıslam davasının izah ve isbatından ibarettir.



Çağın Önünde Bir Âlim



Bediüzzaman, çağın gereklerini anlamış ve ona göre hizmetini yapmış bir ıslam âlimidir. Bazıları bu zamanın şartlarıyla eski zamanın şartlarını birbirinden ayırt edememişler, adeta zamanımıza gelememişlerdir. O, bu konuda şu veciz ölçüyü ortaya koyar:

“Eski hal muhal…

Ya yeni hal veya izmihlal!”

Yani, zaman değişmiştir. Zamanın çarklarını geriye doğru çeviremeyiz. Ya yeni hale uyum sağlanacak veya durum çok vahim olacaktır.

Eski devirlerde bileği kuvvetli olan galip gelirmiş. Ama artık günümüzde bilim ve fen ön plana çıkmış. Kaliteli aydın bir insan, sıradan binlerce kişiye bedel olabilir. Kim daha ziyade bilim ve fenne dayanırsa, o galip gelir. Yabancılar bununla bize galip geldiler. Artık sadece kalbin cesur olması yetmemektedir.

Geleceğe yatırım

Ahirzaman, manen kış bir mevsimdir. Pek çok âlim bu kışın şiddetinden feryad eder, ama nedense kıştan sonra gelecek bahara bir hazırlık yapmazlar. Bediüzzaman ise şöyle der: “Çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir.”

Hizmet insanı



Bazı âlimler vardır, kendi köşelerinde kalmış, ilmini başkalarıyla pek paylaş(a)mamıştır. Bediüzzaman ise bir “hizmet adamı”dır. O, şöyle der:

“Bir adamın kıy­meti, himmeti nisbetindedir.

Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek ba­şıyla küçük bir millettir.”

ınsan, sosyal bir varlıktır. Hay­van gibi bir postla yaşayamadığından, toplum halinde yaşamaya mecburdur. Toplum halinde yaşama­nın da, kolaylıklarıyla beraber, bir takım sorumlulukları vardır. Her insan kendi çapında başkalarını da düşünmekle mükelleftir.

Bediüzzaman, “Âlim olan mazur değil­dir.” der. Kendisi âlim biri olarak şunu söyler:

“ılim itibariyle insanlara bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim.”

O, hizmet etmeyi doğal bir görev olarak görür. Arı için bal vermek ne kadar doğalsa Bediüzzaman için de Kur’ana hizmet etmek, insanları aydınlatmaya çalışmak o derece doğaldır.

Etrafı aydınlatmak isteyen nice insan yangın çıkarmakla suçlandığı gibi, bazıları da Bediüzzamana nedense ön yargıyla bakmışlardır. O, bunlara şöyle cevap verir:

“Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”

“Ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış.”



ıçimizden Biri

Bir batılı “yolu sormuyorum, arkadaş arıyorum” der. Bediüzzaman da benzeri bir şekilde kendine mürid değil dava arkadaşı arar. O, çevresindekileri her söylediğini düşünmeden onaylayan kimseler olarak değil, araştırmacı muhakkikler olarak yetiştirmek ister. Bu meyanda şöyle der:

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görü­nür. Yahut bâtılı hak görür.

Evet, kimse demez ‘ayranım ekşidir.’

Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.

Zîrâ çok silik söz ticarette geziyor.

Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyo­rum.

Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.

ışte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”

Bir kısım toplum önderleri kendilerini adeta kusursuz göstermek için gayret sarfederken, O şöyle der:

“Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.”

Ayrıca, kendisini hatasız zannetmenin hatalarına şöyle dikkat çeker:

“Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî (hatasız) değil. Onu hatasız zannetmek hatadır.”

“Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım!

Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım.

Hattâ başıma vursanız, ‘Allah razı olsun’ diyeceğim.

Hakk'ın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz.”



Karizmatik bir lider



Lider bir insan, beraber yürüdüğü insanları onure etmeyi bilir, bir problem olduğunda en tatlı bir şekilde halleder, hatta gerekirse etrafta suçlu aramak yerine kendini suçlu olarak görür. Bediüzzamanın etrafında bulunan bazı kimseler kendi aralarında bir problem yaşadıklarında O, şu ibretli mektubu gönderir:

“Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözlerle birbirine küsmesinler ve "haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.”

Zühd insanı

Zühd, kalben dünyayı terk etmektir. Bediüzzaman, şayet istese dünyada saltanat sürebileceği halde, sade bir hayatı tercih etmiştir. Hediye kabul etmemesi buna güzel bir örnektir. Aslında hediyeleşmek sünnettir. Ama bazı özel durumlarda hediye almamak daha isabetli olur. Mesela, adaletiyle meşhur Ömer bin Abdülaziz, Emevi hükümdarı olduktan sonra hediye almadı. Kendisine “sünnete muhalif olarak niçin hediye almıyorsun?” diye sorulduğunda şu cevabı verirdi:

“Hz. Peygamber zamanında hediye gerçekten hediye idi. Ama günümüzde rüşvet haline geldi.”

Bediüzzaman hediye almama sebebini şöyle anlatır:

“Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim.

"ıstanbul'dan senin için getirdim, beni kırma" dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını verdim.

Dedi: "Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?"

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatimi terk ediyorum. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tama' ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise,

sadaka almaya mecbur olmuş,
ehl-i servete tasannua muztar kalmış,
tama' zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş,
sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş,
âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.
ışte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme!

O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.”

şefkat insanı



O, bahar çiçeklerinin solmasından ızdırap duyacak kadar engin bir şefkate sahiptir. ıhtiyarlara yönelik yazdığı “ıhtiyarlar Risalesinde” geçen şu ifadelerinde, bu engin şefkatin yansımalarını açıkça görmekteyiz:

“Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zahiren benden yaşlı ise de, manen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünki fıtratımda rikkat-ı cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım.

Ve siz ne kadar firak (ayrılık) belasını çekmiş iseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız.

Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâdlarının, hattâ masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hissediyordum.

Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i ıslâmın kıt'asıyla hanem gibi, hamiyet-i ıslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!”

Bir aile reisinin kendi ev ve evladıyla alakadar olması gibi, Bediüzzaman bütün vatan evladını kendi çocukları ve tüm ıslam Dünyasını kendi evi olarak kabul etmiştir.

1952 de Eşref Edib’in kendisiyle yaptığı bir röportajda ifade ettiği şu cümleler O’nun iç dünyasını tahlilde bize mühim ipuçları sunar:



"Bana ıztırap veren, yalnız ıslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir… Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!

Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, ıslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. ıçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum."

Dâhili ve Harici Cihad Farkı

Bazıları “cihad” denildiğinde “savaş” anlasalar da, cihad savaş demek değildir. Cihad kelimesi, cehdetmek, gayret göstermek anlamındadır. Çevremize baktığımızda, büyük bir faaliyet ve hareketlilik gözümüze çarpar. Kavram olarak cihad, bu faaliyet ve hareketliliğin Allah yolunda yönlendirilmiş şeklidir.

Bediüzzaman ülke dâhilinde yapılacak cihad ile, dış düşmanlara karşı yapılacak cihadı çok net ifadelerle birbirinden ayırır. Sözgelimi, dıştan bir ülke saldırdığında silahla karşılık verilir ve savaşılır. Ama ülke dâhilinde yapılacak olan cihad, manevi bir mücadeledir. Kendisinin ifadesiyle:

“Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

…Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir… Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir… Vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

…Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır.

…Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz.”

Müsbet Hareket



Ülke dâhilinde yapılacak cihadda en mühim bir esas müsbet hareket etmektir. Bediüzzamanın ifadesiyle:

“Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.”

“Din dahilde menfi bir tarzda istimal edilmez.” (Yani din ülke içinde menfi olaylara alet edilemez.)

Yapılması gereken,

· insanları dine meylettirmek

· onları teşvik etmek

· dinî görevlerini hatırlatmaktır.

Yoksa “dinsizsiniz!” dese onları tecavüze sevkeder.

Din aslında hiçbir zümrenin tekelinde değildir. Herkesin hak dinden istifade etmek, hem hakkı, hem görevidir.

Müsbet hareket, “kahrolsun karanlık!” demek yerine bir mum yakmayı öğretir. Batıl ilahlara sövmek yerine Allah’ın adını anmayı ders verir.

Müsbet hareket, yıkmayı değil yapmayı, tahribi değil tamiri esas alır.

Müsbet hareket, başkalarının kusur ve noksanlarını ortaya koymak yerine, ıslamın güzelliğini ilan etmeyi öğretir.

Müsbet hareket, mutedil hareketi netice verir, insanı taşkınlık ve şaşkınlıktan kurtarır, fevrî davranışlara sed çeker.

Müsbet hareket, görünüşte pasif, ama gerçekte en etkili bir metottur. Meşhur örnek ile anlatmak gerekirse, rüzgar ve güneş yolda giden bir adamın sırtındaki paltoyu çıkartmak için bahse girmişler. Önce rüzgar denemiş, gittikçe sür’atini artırarak adamın paltosunu çıkarmaya çalışmış. O şiddetini artırdıkça adam paltosuna daha şiddetle sarılmış. Ardından güneş devreye girmiş, hararetini azıcık artırması adamın paltoyu çıkarmasına yetmiş.

ışte müsbet hareket, temsildeki güneşin hareketine benzer. ılk bakışta ortalıkta bir şey yok gibidir. Ama sonuca baktığımızda muhteşem bir sonuç bizi beklemektedir.

Cahilliğe-Fakirliğe-Ayrılığa Karşı Cihad

20. yüzyılın başlarında, Bediüzzaman ülke dâhilinde yapılacak cihadla ilgili olarak şu hedefi gösterir:

"Bizim düşmanımız, ‘cehalet, zaruret, ihtilaftır.’

Bu üç düşmana karşı ‘san'at, marifet, ittifak’ silahıyla cihad edeceğiz."

Aradan geçen bir asırlık zaman biriminde bu üç düşmanla yapılan cihad henüz kazanılmış değildir. Cahillik, ekonomik geri kalmışlık ve Müslümanlar arasında ayrılık hâlâ devam etmektedir.

Yaşadığımız çağa “bilgi ve teknoloji çağı” adı verilmektedir. ılk emri “oku!” olan bir dinin mensupları bu meselede çağa ayak uydurmada zorlanmamaları gerekir.

Öte yandan, ekonomik alanda nice gayr-ı Müslim ülke Müslümanlardan daha ileri vaziyettedir. Böyle bir durum ise, ıslamın evrensel intişarına ciddi bir engeldir.

Ayrıca, aynı dine mensup olan, aynı gaye için çalışan, aynı değerleri paylaşan Müslümanların adeta “ittifak etmeme hususunda ittifak etmeleri” acı bir gerçektir.

ışte, bu üç düşmana karşı verilecek mücadele, Müslümanları canlandıracak, evrensel barışa muazzam bir katkıda bulunacaktır.

Sivil itaatsizlik

Bediüzzaman 1926-1950 yılları arasında sürgün hayatı yaşadı, bu arada üç defa hapsedildi. Vefat ettiği yıl olan 1960’a kadar da gözetlemeler devam etti. Fakat O, hiçbir zaman devlete isyan eden biri olmadı ve talebelerini de öyle hareketlerden alıkoydu.

şüphesiz O’nun bu tarz tavrı, o dönemlerde yapılan bir takım yanlışları kabul etmek anlamına gelmiyordu. Kendisinin mahkemede kullandığı şu ifadelerinde bu noktayı açıkça görebiliriz:

“Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır.

Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.”

Bediüzzamanın savunduğu bu ince noktalar, artık günümüzde evrensel hukuk çerçevesinde gittikçe yükselen kıymetler halini almaktadır. Din ve vicdan hürriyeti, fikir hürriyeti gibi değerler dünyanın her tarafında genel kabul görmeğe başlamıştır.

Bediüzzaman yanlış uygulamalara “fikren ve kalben taraftar olmadıklarını” açıkça beyan etmekten çekinmez. Fakat bu yanlış uygulamalardan hareketle isyan cihetine de gitmez. Böyle bir hareketin çok acı sonuçlar doğurabileceğini nazara verir. ıdarede olanlara şöyle seslenir:

“Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde "kalp de bizi sevsin" demeye?”

Bediüzzamanın nazara verdiği “bir şeyi reddetmek başkadır ve onun ile amel etmemek bütün bütün başkadır” manası günümüz dünyasında geniş revaç bulmaktadır. Özellikle sivil toplum kuruluşları mevcut hükümetlerin yanlışları olduğunda harekete geçip bu yanlışların önünü almaya çalışmaktadırlar. Bu bir isyan değildir, ama aynen kabul de değildir. Hata hata olarak görülmekte, bünyede zarar vermeksizin tedavisi cihetine gidilmektedir.



Asayiş muhafızı

Bediüzzaman asayişi “her türlü dünyevi saadetin esası” olarak görür. “Yüz ruhum olsa asayişe feda ediyorum” der.

Talebelerini de asayişin manevi muhafızları olarak yetiştirir. Uhuvvet Risalesinde verdiği şu örnek konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

“Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”

Terör eylemlerinde ise böyle bir ince ölçü, böylesine insaflı bir yaklaşım asla söz konusu değildir. Terörün hâkim olduğu toplumlar mayınlı arazi gibi güvenden uzak olur. Her an bir bomba patlayabilir, her an serseri bir kurşun hedefe veya bir masuma isabet edebilir.

Bir Müslüman, eğer dini gerçek şekliyle biliyorsa asla terörist olamaz. Ancak “dinde hassas, aklî muhakemede noksan” bazıları hemen her toplumda görüldüğü gibi, ıslam toplumlarında da bulunabilir. Böylelerinin yanlışlarıyla ıslamı ve Müslümanları karalamaya çalışmak akla- mantığa ve insafa sığan bir tavır olamaz.

Siyasetüstü Bir Kur’an Hizmeti

Siyaset, yönetime talip olmaktır. şüphesiz bazıları siyaseti esas alıp hizmet etmeye çalışabilirler ve hizmet de edebilirler. Bediüzzaman ise siyasetüstü bir hizmet metoduyla insanlara faydalı olmaya çalışır.

Bediüzzaman “Kur'ân ve iman hizmetinin kendisini siyasetten men ettiğini söyler ve bunu şöyle açıklar:

“Hakaik-i imaniye ve Kur'âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, kandırılabilen avam tarafından, "Acaba taraftar kazanmak için bir siyaset propagandası değil mi?" diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.”

ışte böyle ciddi sebeplerden dolayı siyasetin içine girmeden vatan evladına faydalı olmaya çalışan Bediüzzaman, siyasilere de zaman zaman mektuplar göndererek Kur’an- iman hesabına tavsiyelerde bulunur.

Bu siyasetüstü metodun sonucu olarak, çeşitli partilere mensup kimseler günümüzde de O’nun eserlerinden istifade etmektedirler.

Medenilere Galebe

14 asırlık ıslam tarihine baktığımızda gayr-ı Müslimlerle yapılan pek çok kanlı savaşlar görürüz. Günümüzde dıştan bir saldırı olduğunda “sıcak savaş” bir hak, hatta bir görev olmakla beraber, Bediüzzaman normal şartlar altında barış ve diyaloğa taraftardır. Bunu şöyle ifade eder:

“Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir.

Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur.”

ıslamın güzelliğini fiilen göstermek onu en güzel bir şekilde temsil ve tebliğ etmek anlamına gelir. Bu layıkıyla yapıldığında dünyanın her tarafından nice insanlar gruplar halinde ıslama koşacaklardır.

Kendisinin şu cümleleriyle konuyu noktalayalım:

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim;

sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz…

şimdi ekilen tohumlar, zemininizde çiçek açacak­tır.”

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir