Müellifinin Dilinden Risale-i Nur
Zülfü GÖKÇE
Risale-i Nur Külliyatı diye anılan, dünyanın pek çok diline çevrilen ve bir ekol oluşturan eserler hakkında pek çok söz söylenmiş, yazı yazılmıştır. Bir eser hakkında birinci derecede söz sahibi, o eserin yazarıdır. Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesi ile “ıman, tekniğe meydan okudu. Nur risaleleri, binlerce defa yazıldı, teksir edildi.” Bu sözlerden sonra Serdengeçti şu tespiti yapıyor: “şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırtısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.” (Tarihçe-i Hayat, s. 575)
Bediüzzaman hakkında bir biyografi yazan Eşref Edip de “Tahliller” başlığı altında şunları yazıyor: “Üstad’la tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Âkifler, Naimler, Feritler, ızmirlilerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde (sohbetlerde) bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet (cesaret) ve şehamet (yiğitlik) bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, ılâhî bir mevhibe (Allah vergisi ilim). En mu’dil (zor, karışık) meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu.”
Eşref Edip Bey bunları anlattıktan sonra şu soruyu sorduğunu söyler: “ıstanbul seyahatinden sıkıntı duyup duymadığını sordum.” Buyurdular ki: “Bana ızdırap veren, yalnız ıslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet (karşı koymak) kolaydı. şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. ışte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!”
Eşref Edip tekrar soruyor: “Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âtî (gelecek) için ümit ve tesellî vermiyor mu?”
“Evet, büsbütün ümitsiz değilim. Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete (bulaşıcı hastalık) karşı ıslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garb’ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş (kokmuş), bâtıl formülleriyle mi? Yoksa ıslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. ıman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”
“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, ıslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”
“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. ıçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler! Beni, nefsini kurtarmayı düşünen kendini düşünen bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan (görüşme, konuşma) men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”
“ışte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi de dünyamı da feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamdolsun.” “Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 571)
Yukarıda biraz kısaltarak aldığımız bölümde Bediüzzaman Hazretleri. “Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda dünyamı da feda ettim âhiretimi de. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu…” dedikten sonra milletin iman selâmeti için yapılması gerekenleri “Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.” sözleri ile özetliyor. Osmanlı’nın son şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi: “ıslâm bugün öyle mücahitler ister ki değil dünyasını ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak!..” Böylece bir yönüyle Bediüzzaman’ı veya onun gibi olunması gerektiğini anlatmış oluyor. ışte Bediüzzaman Hazretleri, dünya çapında yapılmasına vesile olduğu bu büyük hizmeti, Nur Risaleleri ile gerçekleştirmiş ve bu eserlerin ne kadar önemli olduğunu kendi ifadeleriyle beyan etmiştir. Bu yazıda eserlerin değeri, yazarın ifadeleri ile kaynak gösterilerek anlatılacaktır.
Hizmet vazifesi
“Eski Harb-i Umûmî’den (Birinci Dünya Savaşı) evvel ve evailinde (başlangıcında), bir vakıa-i sâdıkada (gerçek hâdise, rüya) görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir; O Rahîmdir ve Hakîm’dir.’ Birden o halette iken, baktım ki mühim bir Zât, bana âmirâne diyor ki: ‘ı’câz-ı Kur’ân’ı beyan et!’ Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân, kendi kendini müdafaa edecek ve Kur’ân’a hücum edilecek. ı’câzı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nevini şu zamanda izharına (anlaşılmasına), haddimin fevkinde (üstünde) olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet (aday) olduğumu anladım.” (Mektubat, 28. Mektup, Yedinci Risale, s. 385)
Yazıda geçen “Mühim Zât kim olabilir?” sorusunun cevabını Necmettin şahiner Bey’in “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi” adlı eserinde buluyoruz. şöyle ki: “O kışı anne ve babasının yanında geçiren Said, bir gece rüyasında kıyametin koptuğunu görür. Bu esnada Peygamberimiz’i (sas) ziyaret etmeyi arzu eder. Peygamberimiz’i (sas) nasıl ziyaret edeceğini düşünürken, gidip Sırat Köprüsü’nün başında beklemek hatırına gelir. Bütün insanların oradan geçeceğini düşünür. Peygamberimiz (sas) de geçerken ziyaret edip ellerini öperim, diyerek gider ve Sırat Köprüsü’nün başında bekler. Orada bütün peygamberlerle görüşür. Ve onların ellerini öper. Nihayet son peygamber Hz. Muhammed’in (sas) ellerine kapanır. Ve O’ndan ilim talep eder. Hz. Peygamber (sas): ‘Ümmetimden sual sormamak şartıyla sana Kur’ân ilmi verilecektir.’ diye müjde verir.” (S.32)