Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

31.03.2004, 16:24

Neden Risale-i Nur Türkçeleştirilmiyor?

Neden Risale-i Nur Osmanlıcadan Türkçe'ye çevrilmiyor. şimdi diyeceksiniz ki Üstadın kullandığı kelimeler anlam itibariyle geniş kapsamlı bir kelimenin Türkçe karşılığı olarak birçok kelime var. Peki ıngilizceye, Almancaya, Rusçaya, Fransızcaya ve pekçok dile çevrildi ve o insanlar Risaleleri bizden daha iyi anlıyorda biz neden elimizde sözlükle zorlanıyoruz.

yesghost

Stajyer

Mesajlar: 154

Konum: istanbul zeytinburnu

Meslek: derici

Hobiler: risale-i nur

  • Özel mesaj gönder

2

31.03.2004, 17:02

Osmanlıca bizim kulandığımız lisandı. fakat şimdi değil. çeviriye gelince mana tabakasında mutlaka tahribata düşecek her kelimenin karşılığı olmaya biliyor ona yakın olabilir yani kırık mana taşır.. eğer şu zamanki dile çeviri yapılsa manaları azalacak buda öğrenmede geri kalacak demek oluyor o çevirilerde sadece anlama noktasındadır kavrama noktasında kalır ilerlemek isterse osmanlıcayı bilmesi şart.

nasıl bir doktor bir mühendis kulandığı terimler oluyor bu işi için gereklidir. kendide kelime üretip isimlendire bilir sadece kendisi sınırlı kalır yani ilerliyemez. ama o beynelminel isimleri tam bilse alanında hiç zorlanmaz ve işin piri olabilir.. yani doktor olucaksa insan diyemez ben bu kelimelri öğrenmek istemiyorum derse doktor olamaz..

Risale-i Nur öğrenmek istiyorsak o terimleri bilmemiz şart o kelimeler tesadüf değil her kelimenin başka manaları içermektedir.. yani kelimelerde cümlelerde bir çok sır var.. bunlar yok olmaya mahkum kalır çeviri yapılırsa.

Mesajlar: 100

Konum: Almanya

Meslek: talebe

Hobiler: okumak

  • Özel mesaj gönder

3

31.03.2004, 23:32

Orginali degismeden bir de ek olarak sade türkce ile risale'i nur cikarilsa cok iyi olur nedeni ise risale-i nurlar sadece şakirdler okusun diye yazilmadi yani talebe olmayanlarda faydlansin bu eserden illa simdiki türkcemizde kullanilmayan kelimeler ögrenilsin mantigi ile cok kis ürperiyor ve anlamyiorum diye okumuyor. Bak arkadasimizin dedigi gibi almanca ingilizce cevirileri okuyan insanlar belki bizden daha iyi anliyor... Eger sizin dediginiz mantik dogru olsaydi ki ((bir acidan dogru)) o zaman Kur'an-i Kerim hic meal edilmezdi ve tüm insanlari eger anlamak istiyorsan arabca ögren bu sart denirdi öyle olsaydi nekadar insan islamla sereflenirdi... Tabiki bunlar benim görüsüm..

Saygilarimla
Aşksız derviş olmaz, olsa da o kimse derviş sayılmaz. Derviş'in sermayesi Aşk'tır, ilmi Aşk'tır, görgüsü Aşk'tır. Arzu ve istekleri de Aşk'tır. Derviş'in canı Aşk'tır, cananı Aşk'tır, bizzat kendisi Aşik'tır.. Ves-selam!...

4

01.04.2004, 05:04

Selamun Aleykum

kardesler bu isin bencesi sencesi olmaz. ustad hazretleri bu konu hakkinda fikrini beyan etmisken bizlerin yeni ictihatlarda bulunmasi dogru olmaz. Bahis nurlar olunca risale-i nur ekseninde fikir beyan etmelisiniz. asagida ustad hazretlerinin bu konu hakkindaki dusuncelerini yaziyorum.

ıtizar
Arkadaş! Bu risale, Kur’ân’ın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi olduğu mesâil, Furkan-ı Hakîmin Cennetlerinden koparılmış birtakım gül ve çiçekleridir. Fakat, ibaresindeki işkâl ve îcazdan tevahhuş edip, mütâlaasından vazgeçme. Mütalâasına tekrarla devam edilirse, meluf ve menus bir şekil alır. Kezâlik, nefsin temerrüdünden de korkma. Çünkü, benim nefs-i emmârem bu risalenin satvetine dayanamayarak inkıyada mecbur olduğu gibi, şeytanım da "Eyne’l-meferr?" diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi, daha tâği, daha şakî değiller.
Kezâlik, Birinci Babda tevhidin beyanı için zikredilen delillerde vâki olan tekrarları faydasız zannetme. Hususî makamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmişlerdir. Evet, hatt-ı harpte siperde oturup müdafaa eden bir nefer, etrafında bulunan boş siperlere gitmeyip, bulunduğu siper içinde diğer bir pencereyi açması, elbette bir ihtiyaca binaendir.
Kezâlik, bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlâkın, keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü, bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticâlî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O, ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeye başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünkü, tâkib ettiğim yol, akılla kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat, o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delâlet için değildi. Ancak, kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.

5

01.04.2004, 07:47

değerli kardeşlerim;
bu konuya bir kaç açıdan bakmak lazım:

birincisi:
bir gün küçük kızım bir dergiye göndermek için bana bir yazı verdi.
ben bilgisayarda yazıp e-mail ile gönderecektim. yazı yazmaya başladım.
fakat yazıda bana göre düzeltilmesi gereken yerler vardı. bir ara düzeltmeyi de düşündüm.
ama nedense vicdanım bir türlü kabul etmedi. çünkü bu yazı başka bir insanın
duygu ve düşünceleini yansıtıyordu. şayet ben onun rızası olmadan değitrimeye, veya kendimce düzeltmeye çalışsam büyük bir kul hakkı olacağını düşündüm ve o yazıyı olduğu gibi yazdıp gönderdim.
o benim beğenmediğim yazı birinci oldu.

ikincisi:
bir insanın bir yazısını rızası olmadan, rızası alınmadan değiştirmek en azından kul hakkını gerektirir.

üçüncüsü:
yazıda kullanılan lisan anlatılmak istenen mananın cildi ve elbisesi gibidir.
büyük insanlar derin ve anlaşılması güç manaları latif lisan elbisesi giydirerek insanlara anlatmışlardır.
kişinin anlatmak istedği manaya giydirdiği lisan elbisesini değiştirmek elbette ki mananın da verilme tekniğini temelden zedeler.
şimdi yakışıklı bir erkek bir tiyatrocu bayanın elbisesini giyse ne kadar gülünç duruma düşeceği açıktır.
eğer bir kişi kendi kafasına göre bir yazarın bir manaya giydirdiği lisan elbisesini kendine göre değiştrimeye kalkışırsa,
ya gülünç duruma düşer; ya da o lisan arkasına gizlenmiş manaların kaçmasına vesile olur.
bir elmayı güzel gösteren onun al-kırmızı cildidir, kabuğudur. siz şayet o elmayı soyarsanız bir an güzel gözükür.
ama biraz sonra o elma çürümeye başlar.

dördüncüsü:
Risale-i Nurun dili türkçedir. kısmen de arapçadır. Türkçeden başka bir dile çevriri yapılabilir.
ama türkçeden türkçeye çevriri yapmak nasıl olur, belli değil. mümkün de değil.
zamanında Ali Fuat Başgil sadeleştirmeye kalkışmış, ama neticede vazgeçmiş.
bu nedenle sadeleştirme yerine 100-200 osamanlıca kelime öğrenilse mesele tümden hallolur.
fakat izah, şerh ve tanzim yolu açıktır. kişi risale-i nur üzerine araştırma, ders, şerh vs hazırlayarak daha iyi anlaşılmasına vesile olabilir.
zaman zaman biz buraya o tarzda yazılar yazıyoruz.
diger kardesler de böyle bir yol takip edebilirler.

saygilar

6

01.04.2004, 13:16

kardeşler Allah hepinizden razı olsun. Hepiniz çok geniş ve çok açıklayıcı cevaplar vermişsiniz. ınsanın aklında hiç bir tereddüt bırakmadınız Allah sizi sevdiklerinizle birlikte cennetine hapsetsin.

Risale Okuyorum

Üyeliği İptal Edildi

  • "Risale Okuyorum" bir erkek
  • "Risale Okuyorum" adlı kullanıcı yasaklandı

Mesajlar: 663

Konum: Ankara

Meslek: Öğrenci

Hobiler: İnternet, Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

7

02.04.2004, 08:31

Kamer kardeşim meseleyi biraz daha izah edelim ki akılda hiç bir soru kalmasın;

Risâle-i Nur Dili

Risâle-i Nur'da, okuyan herkesin gerek zorlandığı için gerekse hoşlandığı için sezdiği bir özel dil vardır. Bu zorlanma durumu değişik sonuçlar doğuruyor. Kimileri zorlandığı için okumayı terk ediyor ve zihinlerinde "Risâle-i Nur'un dili ağırdır" gibi bir yargıyı ömür boyu taşımaya devam ediyorlar. Ve nihayetinde bu yargı gelip Risâle-i Nur'un sadeleştirilmesi gerektiği noktasına dayanıyor.


Risâle-i Nur'da ilk bakışta göze çarpan dil ağırlığı, Osmanlıca'nın ya da müellifinin yaşadığı dönemin hatırından değil, Kur'ân kelimelerini hatırlama zaruretinden kaynaklanır. Risâle-i Nur'un örnek metni olarak Birinci Söz üzerinde şöylesine bir göz gezdirme, "ağır" kelimelerin hemen hepsinin vahyin talim ettiği temel düşünce kodlarının muhafazası ve zihinde yerleştirilmesine yönelik olarak zikredildiğini gösterecektir.

Öncelikle belirtmek gerek ki, Risâle-i Nur'da, okuyan herkesin gerek zorlandığı için gerekse hoşlandığı için sezdiği bir özel dil vardır. Bu zorlanma durumu değişik sonuçlar doğuruyor. Kimileri zorlandığı için okumayı terk ediyor ve zihinlerinde "Risâle-i Nur'un dili ağırdır" gibi bir yargıyı ömür boyu taşımaya devam ediyorlar. Ve nihayetinde bu yargı gelip Risâle-i Nur'un sadeleştirilmesi gerektiği noktasına dayanıyor. ılginçtir ki, Risâle-i Nur'un dili üzerindeki bu yargı, bu dili okumaya değil de, okumaktan vazgeçmek üzerine bina edilmiştir. Nitekim, çeşitli kereler girişilen sadeleştirme çalışmaları başarılı olamamış, buna mukabil Risâle-i Nur, bütün "ağır"lığıyla okunmaya ve anlaşılmaya devam etmiştir. ışte bu "ağır" kelimesi, bir farklılığın ifadesidir. Risâle-i Nur'un "ağır"lığı, özel bir "Risâle-i Nur Dili"nin habercisidir. Bu "ağır"lık konusunda hemfikir olduğumuza göre, sorulması gereken diğer soruları birlikte soralım: Bu ağırlık çekilebilir mi? Çekilebilirse, çekmeye değer mi? Bu ağırlığın çekilebilir olduğunu sayısız Nur talebesi kendi hayatlarıyla gösteriyorlar. Peki, Nur talebesi olmak gibi bir ağırlığı üstlenmeyenlerin sorusunu nasıl cevaplamalı: Bu ağırlığı çekmeye değer mi? Aşağıda anahatlarıyla ve kaba bir tasnifle sunmaya çalışacağımız "Risâle-i Nur Dili"nin misyonu, bu sorunun cevabını hazırlamaya yöneliktir.


I. Risâle-i Nur dilinin konuşlandırması


a. Risâle-i Nur'un dili tarihsel değildir. Risâle-i Nur, ağırlıklı kısmı 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlıca'nın hâkim dil olduğu bir dönemde kaleme alınmıştır. ılk bakışta, Risâle-i Nur'a hakim olan dilin de eserin telif dönemindeki hakim dilin bir yansıması olduğu düşünülebilir. Ancak, bu hükmün doğru olmadığı, aynı zamanda yazılmış başka eserlerin, üstelik gayridinî oldukları halde, Risâle-i Nur'a kıyasla çok daha ağdalı bir dile sahip olması, Risâle-i Nur'da kullanılan dilin tarihsel bir etkileşimden değil, kasdî bir niyetten kaynaklandığını gösterir. Risâle-i Nur'da Osmanlıca bir tabir ya da terkibin hemen ardından, o zamana göre fazlasıyla sadeleştirilmiş bir "tercümesi"nin kullanılması, müellifinin Osmanlıca'ya denk gelen dili, seçeneksizlikten değil, özel bir seçimle kullandığını gösteriyor. Said Nursî isteseydi, meselâ, "levh-i mahv isbat" yerine "yazar-bozar tahta", "irae eder" yerine "gösterir", "beyder" yerine "harman" kelimelerini kullanabilirdi. Aynı cümlenin içinde bu kelimeleri ardarda sıralayabilen biri olarak, "eski" dil ile "yeni" dili birarada kullanmak istemiştir, yeni dilden bihaber olduğu için "lisan-ı kadîm"e mecbur kalmış değildir.


b. Risâle-i Nur'un dili coğrafî ya da millî bir izdüşüm değildir. Said Nursî'ye Osmanlıca'nın ihyası ya da Türkçe'nin uluslararası düşünce dili olması gibi bir kaygı güttüğünü söylemek yerine, Kur'ân kelimelerinin konuşma diline aktarılması, Nebevî kavramların Türkçe konuşanlar başta olmak üzere her insanın zihnine oturması gibi bir misyonu yerine getirdiğini söylemek daha doğru olur. Gerçekten de, Risâle-i Nur'un özel bir Arapça eğitimi almadıkları halde, okuyanlarının diline çoğu vahyî kavramı, Kur'ân kelimelerini yerleştirmiş olması, onun Türkçe'yi değil de, en azından Türkçe konuşanların hayatını iman diline yaklaştırarak ihya etme; Türkçe'yi yeniden düşünce dili yapmak değil de, Türkçe konuşanlar örneğinde her coğrafyanın dilinin Kur'ân kelimeleri ve Nebevî kavramlarla tezyin ve takviye edilebilirliğini gösterme misyonu yüklendiğini gösterir. şu halde, Risâle-i Nur diğer dilleri konuşan milletler için, Kur'ân kelimelerinin ve Nebevî terminolojinin konuşma diline aktarılması konusunda, bir prototip, bir çalışma örneği olarak değerlendirilmeli.



II. Kur'ân'ı okuyan Risâle-i Nur dili


Risâle-i Nur'da ilk bakışta göze çarpan dil ağırlığı, Osmanlıca'nın ya da müellifinin yaşadığı dönemin hatırından değil, Kur'ân kelimelerini hatırlama zaruretinden kaynaklanır.

Risâle-i Nur'un örnek metni olarak Birinci Söz üzerinde şöylesine bir göz gezdirme, "ağır" kelimelerin hemen hepsinin "Kadir-i Rahim", "Hâkim-i Ezelî", "Mâlik-i Ebedî" gibi, esmânın talimi, "acz", "fakr", "vird-i zebân", "mütevazı'", "mağrur", "Asâ-yı Mûsa", "Azâ-yı ıbrahim" gibi vahyin talim ettiği temel düşünce kodlarının muhafazası ve zihinde yerleştirilmesine yönelik olarak zikredildiğini gösterecektir. Risâle-i Nur'da, bu misyon peyderpey, hissettirilmeden, metnin ikinci ve gizli bir dili olarak gerçekleştirilir. Bu konuda, Altıncı Söz'e serlevha olarak seçilen Tevbe Sûresi 111. ayetinin, hemen altında, "Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk'a satmak ve O'na abd olmak ve asker olmak…" diye başlayan cümle ile dile aktarılması örnek olarak okunabilir. Birinci Söz'de "Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar 'Bismillah' der…" cümlesinde zikredilen hayvanların, Zümer Sûresi 6. ayette "nimetin tecessüm etmiş" nümuneleri anlamında "en'am" olarak "tenzil" edildiği haber verilen sekiz çift ehlî hayvana tekabül etmesi özel eğitimin gereğidir. Yine Birinci Söz'ün özel kurgusuyla, Asâ-yı Musa'nın (as) ve Azâ-yı ıbrahim'in (as), taş ve ateş karşısındaki duruşunun, yumuşak kök ve damarların sert taş ve toprak karşısındaki duruşuna, nazenin yaprakların ateş saçan yaz hararetine karşı duruşuna taşınarak, peygamber mucizelerinin adiyatı mucizat olarak görme talimine eklemlenmesi de özel bir Kur'ân okuması örneğidir. Yirmi Dördüncü Söz'ün vahye dayalı ontolojik çalışmasının en kritik yerinde varoluşun en büyük sorunu olan sevmeyi Al-i ımran 31. ayetiyle çözümleyen Said Nursî, ilgili ayeti takdim ederken, aslında ayetin anlam açılımını oluşturan kavramları yine ayetin kelimelerini konuşma diline aktararak özel bir ayet talimi yapar:

"Öyleyse, o Mahbûb-u Ezelînin kendi habibine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et." şu halde "Asâ-yı Musa", "Azâ-yı ıbrahim", "Habib", "Mahbub-u Ezelî" gibi tabirlerin ağırlığından ürkenlerin, aslında imanları gereği nüfuz etmeleri gereken Kur'ân kültürünün kendilerine ne kadar hafif ve kısa yoldan sunulduğunu tecrübe edebilirler.

Tam burada Muhakemat'tan bir alıntı yaparak, Risâle-i Nur müellifinin ayet kelimeleri ile konuşma konusundaki kasdını ve ustalığını görmek gerek. Said Nursî, Nur Sûresi 43. ve Yasin Sûresi 16. ayetlerdeki belâgati açıklarken, yine ayetlerdeki kelimelerle konuşur, ayetteki ana kavramlar üzerinden okuyucuya yeni düşünce alanları açar. Bu "tercüme" usûlü meal kadar aşina edici olduğu kadar, mealin sınırlayıcılık ve kısıtlayıcılık kusurlarından da azadedir. (Meal çalışması yapanlar, ilgili ayetlerin mealleri üzerinde çalışma yaparak, aşağıdaki metnin Kur'ân'dan nasıl ustalıkla iktibas edildiğini görebilir ve özel bir meal formatı için ipuçları çıkarabilirler.)

"….birinci ayette [Nur, 43] olan istiare-i bedia o derece hararetlidir ki, buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yırtar. ıkinci ayette [Yasin, 16] belâgat o kadar müstakar ve muhkem ve parlaktır ki, seyri için güneşi durdurur."


III. Esma-i Hüsnâ'yı okuyan Risâle-i Nur dili.


Risâle-i Nur'un dilindeki ağırlığın temel sebeplerinden biri, tüm cümle kuruluşlarında Esma-ı Hüsnâ'nın hatırını gözetmesidir. Birinci Söz'ün çok bilinen bir cümlesi üzerinden gidelim:

"ışte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisâtın karşısında titremeden kurtulasın."

Bu cümlede, insanın 'acz'inden Hâkim ismine, insanın 'fakr'ından hareketle Mâlik ismine doğru kavramsal bir inşa gözlenir. Zira, insanın elinden bir şey gelmiyor oluşu-yani aczi-, herşeye, her zaman hükmeden birini-yani, bir Hâkim-i Ezelî'yi; insanın elinde hiçbir şeyin bulunmaması-yani fakrı-, herşeyi her zaman elinde bulunduran birini-yani, bir Mâlik-i Ezelî'yi-aratır. ınsan bu isimlere sahip Bir'ini bulamazsa kesret içinde kalacak, fakrından dolayı, kâinatın "dilenci"liğine düşecek, aczinden dolayı da hadisâtın korkulu bir "titreme" içinde olacaktır. Bu tabir aynı zamanda, "onlar için ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.." mealinde tekrarlanan ayetlerin anlamına da bir göndermedir.

Risâle-i Nur'da sıkça zikredilen bize ilk okumada ağır gelen bu tür Esma-i Hüsna örneklerine bakılırsa, Risâle-i Nur dilinin Esmâyı hayatımıza taşımakta hayli hafif bir yol önerdiği görülecektir.

Yirminci Mektub'un ıkinci Makamı da, "şehadet" kavramının cümle içindeki kullanımlarıyla, hem kâinat, insan ve Allah eksenlerinde şehadet eyleminin nasıl gerçekleştiği, hem de "şahid-i Ezelî" isminin kavramsal olarak nasıl inşa edildiğini görmek üzere okunabilir.


IV. Kurguyla konuşan Risâle-i Nur dili


Risâle-i Nur'da özel bazı kavramlar ve bu kavramlar ekseninde gelişecek muhakemelerin ana hatları, yer yer, bölüm başlıkları, bölüm altbaşlıkları, bölüm sıralamaları olarak da kodlanmıştır. Bu konuda en görünür örneği, Otuzuncu Söz oluşturur. Otuzuncu Söz, 'ıki Maksad' üzerine kuruludur ve 'Birinci Maksad', 'ene'ye, 'ıkinci Maksad' 'zerre'ye ayrılmıştır. ılgili bahisleri mütalaa ettiğimizde, "içimizdeki en büyük görünmez" olan 'ene'nin yerli yerine oturtulmasından sonra ancak "dışımızdaki en küçük görünmez" olan 'zerre'nin yerine oturabileceğini anlamış oluruz. Otuzuncu Söz'de açıkça vurgulandığı gibi, afakî tefekkür, ancak enfüsî tefekkürün öncelenmesi ile istikamet bulur. Bu haliyle, Otuzuncu Söz, ene üzerindeki enfüsî tefekkürü Birinci Maksad olarak, zerre üzerindeki afakî tefekkürü de ıkinci Maksad olarak ima eder.

'Risâlet-i Ahmediye'ye dair Ondokuzuncu Söz'ün alt bölüm başlıklarının "Reşha" olması da, Yirmi Dördüncü Söz'de nübüvvet mesleğinin, "zühre, katre, reşha" sıralamasında, "reşha"ya, yani, hakikate aracısız muhatap olma haline denk gelen konumunu haber verir.

Mektubat'ta ve Sözler'de 'şakk-ı kamer' ve 'mirac' mucizelerinin birbiri ardınca zikredilmesi de, bu yazının çerçevesi dışında kalan, ancak her iki mucizenin makam ve maksadının anlaşılması konusunda önemli ipuçları barındırır. Bu sıralama kurgusu, her iki mucizenin birbirine bakarak hakkıyla okunabileceğini, Resûl-u Ekrem'in (a.s.m.) velayet ve nübüvvet kanatlarının buluşması bağlamında anlaşılması gerektiğini haber vermek üzere, "şakk-ı Kamer mucizesine dair" zeylin 'Beşinci Nokta'sındaki özel kelime kodlamalarıyla teyid edilir.

"Semâ-yı risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mucize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzı semâvatta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının Risâletine öyle bir mucize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (asm) kamerin açılmış iki nurânî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur." Bu ifadelerdeki çok katmanlı şifrelemeyi başka bir makaleye havale ederek, Hz. Peygamberin (a.s.m.), miracın mazhar olduğu makamda aya benzetilerek "semâ-yı Risâletin kamer-i münîri" ünvanıyla zikredilmesine, ayın yarılması mucizesine mazhar olduğu makamda "iki nurânî kanat ve ziyadar cenah" ile "evc-i kemâlât"a uçmak, "Kab-ı Kavseyn'e çıkmak" gibi mirac detaylarıyla zikredilmesine dikkat çekmek istiyoruz. Bu küçük paragraf, Risâle-i Nur'un, hem "nübüvvet-velayet", "semâvat-arz", "keramet-mucize", "risâlet-velayet" dengelerini gözeterek ve göstererek hem de "şakk-ı kamer" ve "mirac" mucizelerinin detaylarını akıcı bir metin içinde veciz olarak buluşturarak nasıl çok katmanlı ama kolay bir dil kullandığını ve ileri çalışmalar için nasıl bir kavram kılavuzu oluşturduğunu göstermek açısından hayli ilginçtir.

Bu cümleden olarak, Otuz Üçüncü Söz'ün "pencere" adıyla verilen alt başlıklarını izleyerek gayb "perde"sinden "pencere"ler açarak "gayb-aşina nazar"ı edinmenin değişik makamlardaki metodları çıkarsanabilir.


V. Meselle Konuşan Risâle-i Nur dili


Özellikle Küçük Sözler'e hakim olan "iki adam"lı temsilî hikâyecikler, Risâle-i Nur'un hem insana psikolojik içgörü kazandırmada kullandığı özel yöntemi açığa vurur, hem de vahyî mesajın ana eksenlerini oluşturan, "hayır-şer" "vücud-adem" "hudabin-hodbin" gibi kavramları yerli yerine oturtma ve yeniden inşa etme konusundaki özel çabayı haber verir. ışte tam bu noktada, Risâle-i Nur, düşünce kavramlarını inşa ve ihya etme çabasına, öteden beri hükmeden "ağır" izleniminin aksine, canlı, cana yakın, kolay, hafif ve doğrudan bir katkı sağlar.


VI. Kâinatı konuşturan Risâle-i Nur dili


Birinci Söz'de takdim edilen "lisan-ı hâl" terimi, aslında, Risâle-i Nur'un bütününe hâkim olan "kâinatı okuma" yönteminin habercisidir. Nitekim, aynı bahiste, "zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler"in, bir bahçenin ['bostan' olarak zikredilmiştir], "inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar"ın hal dillerinden "Bismillah"ın nasıl okunacağı gösterilmiştir. Lisan-ı hâlin çözümlemesine değişik açılardan uygulamalar sunan Birinci Söz metni, ağaç ve otların "ipek gibi yumuşak kök ve damarları"nın, "Asâ-yı Musa (a.s.) gibi" "Vur asânı taşa!" [Bakara, 60] emrine uyduğu, "ince ve nazenin yapraklar"ın da bir yaz boyu "ateş saçan hararete karşı" "azâ-yı ıbrahim [a.s.] gibi" "Ey ateş, serin ve selametli ol!" [Enbiya, 69] ayetini okuduğu gözlemleriyle, Kur'ân ve kâinat okumaları egzersizleri yaptırır. Diğer taraftan, Otuz ıkinci Söz'de zerreden yıldızlara kadar bütün kâinatı "konuşturan" bir kurgusu içinde, Esma-ı Hüsnâ'nın eşya üzerinde nasıl okunabileceğine dair detaylı yöntemler verilir. Risâle-i Nur'un görünüşte sırf insana ve insanın lisanına atfedilen "duâ" kavramına, kâinatın tekellüme geldiğinin anlatıldığı Yirminci Mektub'un Birinci Zeyli'nde getirdiği, çok heyecan verici bir "kâinat okuması"nın alfabesini sunar:

"…esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duâdır. Yani, esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer; ve müsebbebi, Kadîr-i Zülcelâlden duâ eder, isterler. Meselâ, su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duâdır ki, 'Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız' derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbab bir nevi duâdır."

Otuzuncu Söz'ün tahavvülat-ı zerrattan bahseden 'ıkinci Maksad'ının Mukaddimesi'nde her bir zerreyi kâinat kitabının zikreden bir kelimesi haline dönüştüren, her bir zerreye açıkça konuşan bir dil kazandıran bakış şöyle takdim edilir. Bu bakış, "Bismillah" ve "Elhamdülillah" gibi Kur'ân kelimelerinin kâinatın dilinde de hecelendiğine, tesbihatın kevnî bir telâffuza ve tekellüme tercüme edilebileceğine tanıklık eder.

"…. her bir zerre, mebde-i hareketinde 'Bismillah' der; çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitamında "Elhamdülillah" der; çünkü bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san'at, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek, Sâni-i Zülcelâlin medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir."

KAYNAK: Yeni Asya- Enstitü (2 Nisan 2004)
"şimdi oku, kabirde okuyamazsın!" (Zübeyir Gündüzalp)

Risale Okuyorum

Üyeliği İptal Edildi

  • "Risale Okuyorum" bir erkek
  • "Risale Okuyorum" adlı kullanıcı yasaklandı

Mesajlar: 663

Konum: Ankara

Meslek: Öğrenci

Hobiler: İnternet, Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

8

02.04.2004, 08:34

Mesele hakkındaki M. Latif Salihoğlu'na ait oturaklı bir yazı daha;

Lisân-ı Nur

Eski zamanda en büyük tehlike "hariçten" gelirdi. Onun için, karşı koymak, mukavemet etmek kolaydı.

Eski zamanın dahilî en büyük tehlikesi ise, "cehaletten" gelirdi. Onun da izalesi kolaydı.

Çağımızdaki durumun büyük çapta değiştiğini kaydeden Bediüzzaman Said Nursî, kırk yıllık dostu, Sebilürreşad gazetesi sahibi ve başyazarı Eşref Edip Beye 1952'de verdiği mülâkatta "şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. şimdi, mukavemet güçleşti" diyor ve şunu ekliyordu: "Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. ışte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur." (Tarihçe-i Hayat, s. 542.)

Neden? ıman kalesi, bu zamanda neden tehlike altında?

Çünkü, şimdi tehlike hem içeriden, hem dışardan geliyor, âdeta dört koldan taarruz ediyor.

Üstelik, cehaletten değil, bu zamanın en büyük tehlikesi ilimden, fenden, yani felsefe cânibinden geliyor.

ışte, Üstad Bediüzzaman'ın bu noktadaki can alıcı tesbiti: "Bu zamanda ehl-i ıslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle, kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun." (Lem'alar/On Altıncı Lem'a.)

Demek ki, bu zamanın en büyük dalâlet tehlikesine karşı galebe çalmanın, bozulan kalpleri ıslâh etmenin ve zedelenen iman kalesini tamir edip kurtarmanın yegâne çaresi neymiş? Nur imiş; nuru göstermek, nuru hissettirmek imiş...

ışte, "lisân-ı nur", yani nur lisânı, yahut nurlu lisân dediğimiz hakikat budur.

Bu hakikati anlamayanlar, yahut anlamak istemeyenler, ne yazık ki meseleyi başka mecrâlara çekme vartasına düşüyor.

* * *

Neymiş efendim? Risâle-i Nur'un lisânı ağırmış, ağdalıymış, anlaşılmıyormuş da, sadeleştirilmesi gerekiyormuş; falan, filan...

Halbuki, bu zamanın en büyük tehlikesi, ilimden, fenden, felsefe ağayığıyla gelen menhus cereyanlardır.

Demek ki, bu çağdaki insanımız bilmeyerek, anlamayarak falan değil; tam aksine bilerek, anlayarak, isteyerek ve hatta severek dalâlete giriyor.

Lisân-ı nur'un târifiyle, ehl-i iman olanlar dahi, "Bu zamanda, âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih ediyor." (Hutbe-i şâmiye, giriş, ilk suâlin cevabından.)

O halde, asıl mesele, asıl sorun, dilin zorluğu, lisanın anlaşılmaması falan değildir.

En büyük dert, gaflet tabakasının kalınlaşması, dalâlet perdesinin karartması, basiretin körelmesi, kalp ve kafa midesinin bulandırılmış olmasıdır.

ışte, bunun için de nur lâzım, nurlu, feyizli bir lisân lâzım.

Bu da, Risâle-i Nur'un orijinalitesinde vardır. Buna müdahale edildiği anda, o nur zayıflar, o kuvvet, o feyiz ve bereket sönmeye yüz tutar.

Risâle-i Nur'un, Kur'ân'ın feyzine dayanan sünûhât ve ilhamât ile telif edildiğini muhtelif bahislerde (Birinci şuâ, 24. âyetin tevili) ifade eden Üstad Bediüzzaman, Birinci şuâ'nın son bahsinde de, Kur'ân'ın bazı âyetlerine istinaden şu dokunulmaz ve cerhedilmez kudsî hakikati serdediyor:

"...Âyet, Risâle-i Nur'un Türkçe olmasını tahsin eder. ...Âyet, mânâ-i remzî cihetinde, vazife-i irsiyeti yapan Risâle-i Nur'u, efrâdı içinde hususî bir iltifatla dahil edip, lisân-ı Kur'ân olan Arâbî olmayarak, Türkçe olmasını takdir ediyor."

Evet, Risâle-i Nur'un nurlu lisânını Kur'ân takdir ve tahsin ettiğine göre, bu mesele başkasının kesbî müdahalesine kapalıdır demektir.

Böyle bir hassasiyete, evvelâ herkesin hürmet göstremesi lâzım.

Kaldı ki, Üstad Bediüzzaman, daha başka bahislerde de, telifatı olan Risâle-i Nur'un değil lisânına ilişilmesine, tabirâtına dahi dokunulmasına kesinlikle müsaade etmiyor, müsamaha göstermiyor.

Risâle-i Nur'un nurlu lisânı, lafızdan ziyade mânâya bakar, mânâya ehemmiyet verir.

Bu itibarla, Risâle-i Nur'un lisânı yeterince arıdır, durudur, sadedir, berraktır, sarihtir, fasîhtir...

Nur'un lisânı, "şerh, tanzim ve izâh ruhsatı"nın (Mektûbât, s. 413) ötesinde, asliyetine zerrece dokunulmayacak kadar açık ve anlaşılır bir sadelik arzediyor.

Tabiî, bu anlaşılma meselesi, herkesin kabiliyetine, gayretine ve samimiyetine göre ayrı ayrı dereceleniyor.

ışte, Kur'ân'ın bu zamanda bir "mu'cize-i mâneviyesi" olan, Kur'ân'ın semâsından nüzûl eden, Kur'ân-ı Hakîm'in feyzinden nebeân ile ziyâsından iktibas olunan Risâle-i Nur'un (şuâlar, s. 6, 612, 615) lisân ve üslûbundaki sadeliği, cezâleti, fesâhati, vuzûhatı ve usandırmayan halâveti anlamayanlar olduğu gibi, anlamak istemeyen, yahut anladığı halde kabullenmek istemeyenler de var.

Olabilir. Ne yapabiliriz ki? Her insan, kendi derecesine, bulunduğu mevkiye göre bir imtihana tâbidir.

Ancak, bu meyanda şu kadarını söyleyebiliriz ki: Hemen her fırsatta ve bâzan da hiç gereksiz yere Risâle-i Nur'un lisânına ilişenler, asliyetine müdahale edenler, orjinalitesini bozmak isteyenler, değişik niyet ve emeller tahtında hareket ediyorlar.

Bunların bir kısmı gerçekten de samimîdir, kalbîdir, hasbîdir. Mesele onlara izah edildiğinde, aynı samimiyetle Nurları okumaya ve hizmetinde bulunmaya devam ederler.

Bir kısmı art niyetlidir. Hariçten gazel okuyarak, Risâle-i Nur'un asliyetini kasten bozmak isterler. Tâ ki, me'hazındaki kuvve-i kudsiye zayıflasın, dağılsın, kaybolsun. Risâle-i Nur'u hiç olmazsa "sıradanlaştırmak" isteyen bu sûiniyet sahipleri karşısında durmak ve tahribatını izâle etmek de, çok zor bir hadise değildir.

Diğer bir kısmı ise, Risâle-i Nur'a ilmen olduğu kadar lisânen de "kıskançlığından" dolayı müdahale etmek ister. Kıskançlığı sebebiyle, bunlar da Nur'un lisânını bozmak, (hâşâ) adileştirmek ve sıradanlaştırmak isterler. Tâ ki, kendi ilmî/fikrî düzeylerine insin. Kendileri o yüksek seviyeye çıkamadıkları, çıkmaları da mümkün olmadığı için, "Nur'un kıymetinin tenzîlini arzu eder"ler. (Mektûbât, s. 413)

"Kardeşlerim!" nidâsıyla Nur Talebelerine seslenen Üstad Bediüzzaman, adı geçen eserin aynı sayfasında "Birşey daha kaldı, en tehlikesi de odur ki" diye başlayan paragrafta, ürpertici bir hakikati şu cümlelerle sürdürür: "ıçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder-tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın."

Bu çarpıcı ifadelerden sonra, geriye söyleyecek pek fazla birşey bırakmıyor.

* * *

Gerek ışârâtü'l-ı'câz ve gerekse Münâzarât isimli eserlerinin başlarında, Risâle-i Nur'da kullandığı lisâna ilişilmesine ve tâbiratına dokunulup değiştirilmesine kesinlikle râzı olmadığını belirten Üstad Bediüzzaman, bunun bir gerekçesini şöyle izah ediyor: "...Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tavahhuş eder." (Münâzarât, s. 17)

Evet, Bediüzzaman'ın Risâle-i Nur'daki söz ve tâbirleri, bir nevi "patent" gibidir. Orjinal haliyle nerede görünse, nerede okunsa hemen fark edilir. "Haa, işte bu söz Risâle-i Nur'dandır; Üstad Bediüzzaman'ın sözüdür" denilir.

Sadeleştirme safsatasıyla, işte bu patent elden gider ve orijinalindeki kuvvet dağılır, kudsiyet zayi olup gider. Daha, tekrâren okunmasına da ihtiyaç kalmaz.

Oysa Risâleler, hem ferden, hem de müçtemian tekrar be-tekrar okunan, okunması gereken eserlerdir.

Sıradanlaştırıldığında ise, maazallah 80 yıl evvel Barla'da mayalanan o ulvî, kudsî, mânevî "cemaatleşme şuuru" da kaybolup gider.

Dolayısıyla, aslî şekline ilişmek, o nurlu lisânını bozmak, bütün bu mânâlara bir nevi "sûikast" hükmüne geçer.

Aman dikkat, aman teyakkuz.

KAYNAK: M.Latif Salihoğlu (Yeni Asya 1-2 Nisan 2004)
"şimdi oku, kabirde okuyamazsın!" (Zübeyir Gündüzalp)

9

11.04.2004, 15:39

Bir zamanlar elime gecen bu yaziyi sizlerle paylasmak istiyorum

*****

Sevgili Dostum, Mektubunuzu dikkatle okudum. Meramınızı anladım. "Yeni nesiller Nur Risalelerini anlayamıyorlar. Bu nurlu kaynaktan yararlanabilmeleri için kitapların dilini sadeleştirmek istiyorum" diyor, bu konuda benim fikrimi soruyorsunuz. Bu "hizmet" için bir de ekip kurmuşsunuz. “Çalışmalar başladı" diyorsunuz. Bazı örnekler de göndermişsiniz, onları da itina ile inceledim. Ekip kurulduysa, çalışmalara başladıysanız, sadeleştirme büyük bir hızla devam ediyorsa bana mektup yazmanızın ve kanaatimi sormanızın ne manası var, pek anlayamadım. Yine de bu husustaki fikirlerimi açıkça söylemek niyetindeyim. Madem sordunuz, madem düşüncelerime değer veriyorsunuz, öyleyse sözüme de kulak veriniz. Size hoş gelmeyecek tabirlerle karsılaşırsanız gücenmeyiniz.

Birincisi: Nur Risalelerini sadeleştirme hakkını nereden ve kimden alıyorsunuz? Bir müellifin eserlerinden istifade etmek, okuyucuya, onun kitaplarında tasarruf etme yetkisini verir mi?

ıkincisi: Nur Risaleleri zengin bir kelime kadrosuna sahiptir. Ben lügatını hazırladım ve bu günkü nesillerce bilinmeyen on üç bin kelime buldum. Bilinenleri de sayarsak kelime sayısı en az ikiye katlanır. Oysa, sade dille yazınca okumalarını ve anlamalarını umduğunuz insanlar azami bin kelime kullanıyorlar. Bu durumda, lisan ve lügat ilmine vâkıf herkes bilir ki, manaları zayi etmeksizin sadeleştirme yapmak muhaldir. insafla düşün, yirmi bin kelimeyi bin kelimeyle ifade etmek mümkün olabilir mi hiç?

Üçüncüsü: Erbabına malumdur ki, dil ile düşünce arasında paralellik vardır. ınsan, sahibi olduğu kelimeler kadar düşünebilir. Risale diline sahip olmak demek aynı zamanda tefekkür alanını genişletmek demektir. Bu kıymetli eserlerin önemli faydalarından biri de budur. Bu hikmeti kesip atmak zulüm olamaz mi?

Dördüncüsü: Risalelerde Bediüzzaman Hazretlerinin kendine has bir üslubu vardır. Belagat, fesahat, cezalet ve selasetten süzülen fevkalade tesirli bir üslup. Hem akla, hem de kalbe tesir ediyor. Bu bedi üslubu parçalamak ve tesirini kırmak cinayet olmaz mi?

Besincisi: Lisanımız bir asırdır sadmelerle sarsılıyor. Kırpıla kırpıla fakir bırakıldı, tefekkür dili olmaktan uzaklaştırıldı. Nur Risalelerinin bir hizmeti de lisanı muhafaza etmek ve ortak bir dil kurmaktır. Siz aksi istikamette hareket etmekle yıkıcıları sevindirmiş olmuyor musunuz?

Altıncısı: Siz de bilirsiniz ki, her ilmin kendine has ıstılahları, terimleri, kavramları vardır. O ilmi elde etmek isteyen adam, bu kelimeleri öğrenmek zorundadır. O ilmi bilmek, terimleri sindirmekle mümkündür. Risalelerde de iman ilmi anlatılıyor. Onun da terimleri var. Bu terimlerin günlük dilde karşılıkları yoktur ki yerine konabilsin. Risalelerin dili, imanın dilidir. ıman dili tercüme edilebilir mi, edilirse ruhu incinmez mi?

Yedincisi: Bazı kimseler Risaleleri okumak istiyorlar da anlamakta zorlandıkları için mi okumuyorlar sanıyorsun. Hayır! Nurları, enfüsi aleminde sorgulaması olan ve hakikati arayanlar okur. Bu niteliklere sahip her yaştan ve her baştan insan okuyor zaten. Anlamak için lügatlere bakıyor, bilmediklerini soruyor ve istifade ediyorlar. Bu o kadar açık ki delil bile istemiyor. ınsanlar daha çok namaz kilsin diye caminin dışına seccade sermekle namaz kılanların sayısı artar mı?

Sekizincisi: Sadeleştirme örneklerini inceledim, hakiki metinden hiç de daha anlaşılır olmadıklarını gördüm. Risalelerin anlaşılıp anlaşılamaması sadece kelimelerle ilgili değil ki. Ortada derin ve ince bir ilim var, dikkat ve itina istiyor. Zengin kelime kadrosu onun sadece bir yönü. Bazı kelimelerin yerine başkalarını koymakla, belki bir derece bilinen kelimelerin sayısını arttırmışsın, ama esas dokuyu bozmakla da onu daha karışık bir hale getirmişsin. Bunun neresinde sadelik?

Dokuzuncusu: Risalelerin şiirli bir dili vardır. Ahengi ruhlara tesir eder, kalbin en derin ve ince hislerini lerzeye getirir. ınsan da sadece akıldan ibaret değildir. Akla iyilik edeceğim diye kalbe darbe vurmak akıllılık mıdır? Sadeleştirme unvanı altında bu harika, sanatlı, revnaklı, fasih ve selis üslubu tahrip etmek nurlara en büyük zararı vermektir. Malum ya, bazen gafil dost düşmandan ziyade zarar verebilir!

Onuncusu: Kaldı ki, Nurlardan istifade ettikten sonra, sizin gibi kalem erbabı zatlar, bu hakikatleri yazabilir, her edebi türde eserler verebilirler. Buna hiçbir engel yoktur. Nurlar, yazılarınıza ruh olmak kaydıyla roman, hikaye, deneme, şiir ve saire yazmanıza ne mani var? Risalelere hemen muhatap olamayanlar sizin eserlerinizi okur, istifade eder, hakikati bulabilirler. Daha fazlasını isteyince de Nurları okumaya başlarlar. Nitekim böyle de oluyor. Nice Nur Talebesi yazar var dünyada. Kitapları basılıyor, satılıyor, okunuyor. Sizin de madem ilminiz ve edebi kabiliyetiniz var, gösteriniz, iste meydan! Bu yazarlar kendileri adına yazıyor ve konuşuyorlar. Nurlara halel getirmeleri söz konusu olmuyor. Çünkü Risaleler adına konuşmuyor ve yazmıyorlar.

On birincisi: Muarızlar, Nurların önüne perde çekmek ve insanları onu tanımaktan alıkoymak için her yolu denediler, ama muvaffak olamadılar. Siz ise, Nurların sadesi, lügatlısı, meallisi ve saire derken araya perdeler koyuyorsunuz ve koyacaksınız. "Kötü para iyi parayı kovar" misali, sizin yapay dilinizle yazılanlar Nurlara perde oluyor ve olacak. Zamanla bu perdeler hem daha da artacak, hem de daha fazla kalınlaşacak. Hakiki Nurlar, zaman zaman hatırlanan birer mübarek yadigar haline gelecek!

On ikincisi: ınsanları zıvanadan çıkaran mühim amillerden biri de para hırsıdır. Bu mübarek eserler iyi de alıcı buluyor, çünkü herkesin ihtiyacı var. Sade basım, yalın yayım derken korkarım ki, bazı paracıların iştahını kabartırsınız. Cevşen ticareti meydanda! O zaman her bezirgan, cani nasıl isterse ve ne kadar isterse o kadar basar ve satar. Biliyorum ki, siz bu çalışmayı para için yapmazsınız, ama başkalarına kötü örnek olmaktan korkmuyor musunuz? Malum, "sebep olan yapan gibidir" diye bir düsturumuz var!

On üçüncüsü: Sizin Risale neşir hakkiniz yok diye biliyorum. Var da ben mi bilmiyorum. Sahi, siz risale basma ve yayma hakkını kimden aldınız? Muhterem müellifin varis tayin ettikleri malum. Siz de onlardan mısınız? ızniniz yoksa bu fiilinizin hesabını nasıl vereceksiniz? Biliyorum ki, varislerden hiç biri yaptıklarınızı uygun bulmayacak. Öyleyse siz ne hakla ve hangi hukuka dayanarak bu eserleri bastırıp yaymayı düşünebiliyorsunuz!

On dördüncüsü: Mesele sadece sadeleştirme de değil. Kimi sayfanın altına meal koyuyor, kimi metnin yanına sözlük yerleştiriyor, kimi kitabın önüne önsöz, takdim, biyografi ekliyor! Öyle ya, bu mübarek Kur'an tefsirine herkes ne isterse yapabilir! Yeter ki aslını kaybetsin! Her yol mübah! Bunları yapmak için kimden fetva alınıyor, merak ediyorum!

On besincisi: Tercümeleri kendine delil yapıyorsunuz. Böyle kıyas mı olur, insaf ediniz! Hiç lisan bilmeyenlere tercüme etmek bir zarurettir. Zaruret ise haramı bile helal kılar. Açlıktan ölme tehlikesi geçiren adam haram etten doymayacak kadar yiyebilir. Ama başkası bu ruhsattan istifade edemez. Bu misali meselemize tatbik ediniz! Türki lisan bilmeyenler, muztar adamlardır. Sizin muhataplarınız böyle mi! Nasıl unutursunuz ki, Risaleler onların diliyle yazıldı. Risale dili muhataplarınıza yabancı değil, muhataplarınız bu dile yabani. Onları buraya getirmek gerek. Yoksa bunu oraya taşımak için derisini yüzmek akıl kârı değildir. Müfsitler de dil uygulamalarıyla bunu yapmak niyetindeydiler zaten. Ezanı ve namaz surelerini tahrif için az mı didindiler! Nurlarda dil ve üslup canlı deri gibidir. Elbise gibi olsa, belki onu soyar, kendi modanıza göre bir libas giydirebilirdiniz!

On altıncısı: Evet, Risalelerde manası hemen kavranamayan bölümler vardır. Ama hepsi böyle mi? Kolayca anlaşılan, sezilen, sevilen bölümler de var. Nurlara yeni muhatap olan bunlardan başlamalı. Sonra öbürlerini de okur, onlardan da faydalanır.

On yedincisi: Risalelerin bir gazete yazısı gibi basit olmayışından dolayı bir cazibesi var. O bezme ancak layık olanlar girebilir. ıhtiyacını hisseden ve iştiyak duyanlar talebe olabilir. Onu arayanlar bulabilir, bulmalıdır. O, popüler bir meta değildir. Biraz istek, biraz talep, biraz da gayret lazım. Ucuz bir mal olmamalı Nurlar. Hemencecik tüketilememeli. Tüketim kültürü yaygınlaştı. Bu kültürün etkisinde kalanlar kolay elde ettiklerinin kıymetini bilmezler. Pahalı olan ve zor elde edilen daha değerlidir. Bu sakat kültürün bir aktörü mü olmak istiyorsunuz? Olabilir, sözüm yok, ama yeter ki bunu Nurlarla yapmayın!

On sekizincisi: Nurlardaki derin meseleleri anlamak ve tam feyiz almak için toplu okumalar ve müzakereler yapılır. Talebeler, birbirinin anlayışından ve uygulamasından istifade ederler. Mesleğimizin mühim bir esası da budur. Zaman cemaat zamanıdır. Bu hususa ne kadar ehemmiyet verilse azdır. ılminiz ve iktidarınız varsa buraya sarf ediniz!

On dokuzuncusu: Bu biçare kardeşiniz Risaleleri üniversitede tanıdı. Ne Arabi bilirdi, ne Farisi, ne de tam anlamıyla Türki. Nurun talebelerinden etkilendi ve anladı ki onları böyle yapan Kur’an Nurları’dır. Okumaya başladı. Anlamakta biraz zorlandı. Ama önemine inanmıştı okumanın. Yüzünde ve hayatında nur parlayan talebeleri görüyordu. şevke geldi, gayret etti, sonunda Nurlar kapılarını ona da açtı... ışte fıtri yol budur. Risaleler, kalbime iman, aklıma nur, dilime söz ve elime kalem verdi. Herkese de verebilir. Siz de aynı yollardan geçmediniz mi? Öyleyse bu bidat niye? Öyle ya, bidat her sahada olabilir. Her bidat mebdede cazip görünür. Oysa, devamı ve neticesi vahimdir. Sonra nedamet cehenneminde yanarsınız, ama kâr etmez!

Yirmincisi: Dehşetli bir zamandayız. Her tarafta dalalet selleri akıyor. Bidat fırtınaları esiyor. Nurun duvarlarında delikler açmak akıl kârı değildir. Dalalet hücumuna karşı en son kale Nur Risaleleridir. Bidat fırtınalarını neticesiz bırakan da yine odur. Niyetiniz ne olursa olsun, yaptıklarınızla bu son kaleyi de içeriden tahrip ediyorsunuz! Hazer ediniz! Kırık dökük kelimelerinize ve dünyevilik kokusu sinmiş tabirlerinize güvenmeyiniz. Nefsiniz sizi aldatmasın. Size ve bize düşen onun aslını titizlikle korumaktır. Her ilave ve her noksan ona vurulmuş bir darbedir. Ehil olmayanlara kapı açmaktır. Yağmacılara zemin hazırlamaktır. Ne niyetle olursa olsun her tahrif bir tahriptir. Aslını bozar. Suretini yırtar. Özünü zedeler. Tesirini kırar... Meslek bozulur. Cemaat çözülür. Nur Risalelerinin cazibesi kendini okutmaya kafidir. O, ruhları ilham yağmurlarıyla serinletir. Gönülleri velayet nesimiyle ferahlatır. Üslubu harikadır. Dili zengindir. Anlatımı fıtridir. Her harfine ihlas ve samimiyet kokusu sinmiştir. Her noktasının altında feragat nuru vardır. Nurların dilini ve üslubunu bozup insanlara göstermek, "ışte nur budur!" demek hak mıdır, adalet midir, hizmet midir, yoksa tahrif ve tahrip midir? ınsafınıza havale ediyorum!

Kardeşiniz,

Ömer Sevinçgül

Risale Okuyorum

Üyeliği İptal Edildi

  • "Risale Okuyorum" bir erkek
  • "Risale Okuyorum" adlı kullanıcı yasaklandı

Mesajlar: 663

Konum: Ankara

Meslek: Öğrenci

Hobiler: İnternet, Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

10

12.04.2004, 08:34

Allah razı olsun...
"şimdi oku, kabirde okuyamazsın!" (Zübeyir Gündüzalp)

11

19.04.2004, 20:35

ıTıRAZ PARMAKLARINI DıKKATLı UZAT

RıSALE- ı NUR'LARIN DıLı CıLT GıBıDıR. 600.000 KELıME HAZıNELı OSMANLICA GıBı BıR DıL AıLESıNı 30.000 KELıMELıK ıNKILABA UğRAMIş DıL AıLESıYLE ıZAH ETMEK MÜMKÜN MÜDÜR?
HEM RıSALE-ı NUR ıLMıNıN DıLı OSMANLICADIR.
KEZA TIPTAKı ÖğRENCıLER KISA DÜNYAS HAYATININ RAHATI ıÇıN EX,DUHUL,STOPLAZMA,KROMOZOM VS.KELıMELERı EZBERLıYORLAR.VE KEZA SAıR ıLıMLERıNDE KENDıNE MAHSUS BıR DıLı VAR...
KISA DÜNYA MENFAATı ıÇıN ıNGıLıZCE ÖğRENMEK ıÇıN YILLARIMIZI VERıYORUZ.
ACABA CENNET-ı BAKı'NıN ANAHTARI OLAN ıMANI ELıMıZE VEREN RıSALE-ı NUR ıÇıN NıYE TENBELLıK EDıYORUZ.
SıZı ıNSAF VE DıKKATE DAVET EDıYORUM...

12

20.04.2004, 01:04

Rica!

Selamunaleyküm Gökhan Bahadır kardeşim,

Forumdaki yazılarınızdan istifade ediyoruz, Allah razı olsun. Size burada bir moderatör kardeşimiz ricada bulunmuş, bizde 2. kez sizden rica ediyoruz, lütfen yazılarınızı ve konu başlıklarını büyük harf ile yazmayınız.

Bâki selamlar

Webmaster
"We are the Warriors of Love, We Have no Time For Enmity"

  • "Sükrü Bulut" bir erkek

Mesajlar: 60

Konum: Köln / İstanbul

Meslek: Eğitimci - Yazar

Hobiler: Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

13

20.04.2004, 01:23

Tercüme ve sadeleştirme üzerine...

Birbirine yakın kelimeler olmadığını hepimiz biliyoruz. “Tercüme” âlemşümûl bir kelime olmasına karşılık, “sadeleştirme” kelimesinin—bugünkü Türkiye’de anlaşıldığı üzere—tarih boyunca cumhuriyet Türkiye’si dışında hemen hemen hiç kullanılmadığına şahit oluyoruz. “Tercüme”nin fıtrî bir ihtiyaçtan doğduğu bir hakîkat. Belki de ilk tercüman Hz. Adem (a.s.) eşyanın isimlerini Cennette meleklere Allah’ın emri üzerine tercüme etmişti. Bu ihtiyaçtan mütevellid tercüme olayı yazılı ve sözlü olarak tarih boyu akıp geliyor.

Resûlullah (asm) zamanındaki komşu milletlerin dillerini öğrenen sahabeleri biliyoruz. Ticaret münâsebetiyle kışın şam üzerinden Anadolu kapılarına, yazın Yemen’e seyahat eden Kureyşlilerin de bazı dilleri öğrendiklerini görüyoruz. Hatta Asr-ı Saadet’te yazılı edebiyat metinlerinin Süryanice de te’lif edildiğini Hz. Ali’nin (r.a.) Celcelutiyye ile Kasîde-i Ercûzesinden anlıyoruz. Kur’ân’ı ve ıslâmı sair milletlere takdim ihtiyacı sadedinde yapılan tercümelerin dışında, “tercüme”nin ıslâm tarihi boyunca üç dönemde yanlış kullanıldığına şahit oluyoruz. Yunanlılarla muhtelit yaşayan Ortodoks Süryanilerin halife Me’muna yanaşarak eski Yunan felsefesini gündeme getirmeleri ve bu ölmüş felsefenin hortlatılmak üzere Grekçe’den Süryânice’ye ve oradan da Arapça’ya tercüme edilmesi, hem insanlık ve hem de ıslâmiyet açısından zararlı olmuştur. Asr-ı Saadet’te direkt “Kur’ân”dan nurunu alan Müslümanlar, en geniş “ilmî hürriyet” içinde son derece süratli inkişaflarla insanlığı medeniyet yolunda terakkî ettirirken, Yunan felsefesiyle Müslümanların berrak düşünceleri bulanmış, zekâvet ve çalışkanlığın yerini, müşevveşiyet ve atâlet almaya başlamış. Bazı araştırmacılara göre, Huneyn ibni ıshak’ların başlattığı tercüme hareketi olmasaydı; Avrupa’nın on sekiz-on dokuzuncu yüzyılda yakaladığı “teknolojik gelişmeyi” Müslümanlar bin yıllarında gerçekleştireceklerdi. Bu tercümeyi müteakiben felsefenin Endülüs-Gırnata ve Kurtuba’sında Arapça’dan Avrupa dillerine tercümesinin insanlığa ikinci zararı yaşattığını iddia edemez miyiz? Hatta Avrupalıların ıslâm güneşinden gereği gibi istifade edemeyişlerinin sebebi de, Endülüs’ün kısmen (ıbni Meymun v.b.) kadîm Yunan felsefesiyle müşevveş kafaları değil miydi? Avrupa “akılcılık belâsı”nı maalesef Arapça eserlerden almış oluyordu. Dinsiz Avrupa’nın medar-ı iftihârı tüm feylesoflarının fikirlerinin mayası da Endülüs’ten Paris, Londra ve Roma’ya dağılmıştı.

Üçüncü tercüme belâsını ise; Paris–Selanik–ıstanbul hattında yaşamışız. Nazarlarını Kur’ân’dan ayıran Müslümanların, kompleks ve zillet sürecinde başta Fransızca olmak üzere Almanca ve ıngilizce’den Türkçe’ye yapılan tercümelerle yavaş–yavaş Asya zemininden koparılmaya çalışıldığını müşahede ediyoruz. Kiliseyi dışlayan dinsiz feylesofların eserleri, fennî eserlerden önce Osmanlı Türkçe’sine kazandırılmıştı. Aydın geçinen ve yüzleri garba dönük entelektüelimizin sergüzeştidir bu. ılk iş olarak dinsizlik, sefahat ve sünneti dışlayan adab ile ilgili eserleri okuyacaktı. O günün Selanik ve Manastır'da yalnızca dönmelerin ve diğer gayr-ı müslimlerin neşrettiği gazete ve dergi sayısı iki yüz civarındadır. Muhtevalarının ise yüzde sekseni tercüme… Selanik’e karşın ızmir ve ıstanbul bu hususta çok da geride değillerdir.

Doğu’dan Batı’ya tercümenin başında yıllar boyu Kur’ân gelmiş. Zaman zaman temel ilmî eserler, müceddidlerin kitapları (ımam-ı Gazalî, ıbni Arabî, Taftazanî, Celâleddin-i Rumî v.b.) ve güzel sanatla ilgili kitaplar da çoklukla tercüme edilen eserler arasındadır. On dördüncü yüz yıldan sonra Avrupa ıslâm âleminden tercümelere bir nevî ara verir. Kur’ân ile birlikte bazı hadis kitapları dışında eski tercüme hareketi görülmez. Zamanımızda en çok tercüme edilen eserlerin başında yine dinî kitaplar geliyor. Bunların arasında Risâle-i Nur Külliyâtını Anadolu Kur’ân kültürünün dünyaya açılmış bir elçisi konumunda görüyoruz. Yaklaşık elli dile tercüme edilen bu Kur’ân tefsirlerini, yavaş yavaş şerh ve izahları takip edeceğe benziyor.

Tercüme, eserin aslına ulaşmada yalnızca bir rehberdir. Bazan yalnızca eserden haber verir. Mesnevî-i Kebîr’in tadından tercüme ile haberdar olanlar çoğunlukla Farsça öğrenmişlerdir. Gazalî, ıbni Arabî ve ıbni Sina’nın tercümesini okuyanlar Arapça’ya yönelmişler. Bugün Batıda Risâle-i Nur’u tercümelerle tanıdıktan sonra Türkçe öğrenmiş yüzlerce Avrupalı’dan bahsedilmesi, tercümeden orijinale giden yolu gösteriyor. Tercüme ile amel, ilmî çalışmalarda çok gerilerde kalır. Aynı dile yüzlerce defa tercüme edilen başta Kur’ân-ı Kerîm ve bazı temel eserler gösteriyor ki, tercüme hiçbir zaman müdakkik alimlerce esas alınmamıştır. Kur’ân’ın Türkçe’ye tercüme edilip, camilerde okunması projesine şiddetle karşı çıkan ve bu zındıkların niyetlerinin mahiyetini açıklayan Bediüzzaman Hz.’leri Kur’ân’ın tercümesinin niçin mümkün olmadığını da isbat etmiş. Yüzlerce mânâ, pozisyon ve fonksiyon icra eden tek bir harfin tercüme edilemeyeceğini eserleriyle dünyaya ilân eden Üstadın bu Kur’ânî müdafaasından sonra, mülhidlerin teşebbüsleri akîm kalmış. ıhtilâl dönemlerinde söz konusu dinsizlik projesine sahibiyet gayretiyle yapılan teşebbüslerin de; ne kadar sunî, cılız, itici ve ahlâkdışı görüldüğünü zaman göstermiş.

Kur’ân’ın tercüme edilip—hâşâ—ne mal olduğunu Müslümanlara gösterme gayretiyle başlayan “Türkçeleştirme”ye paralel olarak “Türk dilinde” başlayan tereddî ve tahribat da çok ilginçtir. Burada şu hakîkati esefle ifade etmek gerekiyor: Anadolu Türkçe’sinin maruz kaldığı musîbete ve felâkete hiçbir dünya dilinin maruz kalmadığını düşünüyoruz. Bin senelik Türk ıslâm kültürünü çağrıştıran kelimelerin, deyimlerin edebî metin ve şiirlerin 1925’den sonra Anadolu’yu idare edenlerce Türkçe’den metazorî usûllerle sökülüp atılması, milleti kültürde ve konuşmada “dilenci” durumuna düşürmüş. Meydana gelen boşluklara Batı dillerinden ulu orta yerleştirilen kelimelerin, Türkçe’ye hem mânâ, hem dilbilgisi ve hem de dil musikîsi noktalarından ne kadar zararlı olduğunu yine günümüz Türkçe alimleri belirtiyorlar.

Tercüme ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. ıslâm tarihinde “sadeleştirme”nin yerini şerh, izah, haşiye ve zeyiller almıştır. Zamanla bu nevî çalışmaların temel eserleri perdeleyerek ilimde bir tereddî doğurduğunu ve bunun da ilmî inkişâfları gerilettiğini tarih kaydediyor. Tercüme denilince hatırımıza Bediüzzaman Hz.’lerinin Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmiş ışârâtü’l-ı’câz ve Mesnevî-i Nûriye gibi eserleri geliyor. Müellifin kontrolünde ve rahle-i tedrîsinde yetişmiş kardeşince yapılan bu çeviriler Üstadın üslûbunu taşıdığından kanaatimizce telif ile tercüme arasında bir yerde durur. Tercümenin en mükemmelini ancak yine eserin sahibi yapabilir. Sadeleştirme yalnızca bir anlama biçimi olarak karşımıza çıkabilir. Edebî bir eseri okuyan her kişi, ayrı bir dünyada ele alacağından mütalaa edenler sayısınca anlama biçimleri ortaya çıkacaktır. Zahiren doğru ve cazib görünen sadeleştirme kelimesini fonksiyonuna göre ele aldığımızda neticenin hiç de doğru ve çekici olmadığı herkesçe bilinecektir. Zîra müellif veya şair ikinci kişinin sadeleştirme sadedinde kullanacağı kelimeleri bildiği halde kullanmadığına göre, ortaya çıkacak ikinci metin kimin fikrini temsil edecektir… Müellifi dilde acz içinde görme ve ona yardım mânâsına gelecek sadeleştirmeye, ancak maksatlı veya maksatsız bir tahrif nazarıyla bakmak en güzeli olsa gerek.
Şükrü Bulut

14

20.04.2004, 13:44

selamunaleykum;
zaten konuyla ilgili söylenecek pek çok sözü kardeşlerimiz söylemişler.hepsinden Allah razı olsun.
bir de şu var ki;
nasıl ki bir kimsenin bir malında ancak kendisi yada varisleri tasarruf hakkına sahiptir.
üstadımız halen hayatta olmadığına göre kendisinin belirleyip ve lahikalarda bize de haber verdiği varisleri ağabeylerimiz bu konuda söz hakkına sahiptir.vefat eden ağabeylerin adına ise onların belirlediği ağabeylerimiz söz hakkına sahiptir.bunun haricinde şu yapılsın bu yapılsın şu hale getirilsin böyle yazılsın gibi sözleri söyleyenler yada bu tarz bir işe girişecekleri cesaretlendirmeye çalışanlar manasız birer boş sözden başka bir şey sarfetmemeiş olacaklardır.
kaldıki risale-i nur un ısrarla sadeleştirilmesini isteyenlerin şayet eser sahibi olanların kendi eserlerine baktığınızda ise Nurlardan daha anlaşılmaz bulacaksınız.
bu tarz eleştiri yada isteklerde bulunanlar kendi ifadeleri ile
"defalarca zılgıt yediler"
Anlaşılan o ki;
HıÇ KıMSE BıR BAşKASININ YADA VARıSLERıNıN MALINDA TASARRUF EDEMEZ VE ETMEYE DE HAK DAVA EDEMEZ."

Rabbim ıslah etsin.
Nurdan ve onun nurani yolundan ayırmasın.

Not;Benim sözlerim ancak ve ancak yukarıdaki sözleri tashih değil onlara destek olabilir.


selam ve dua ile


versatile

15

20.04.2004, 14:35

güzel düşünceleriniz için teşekkürler versatile kardeşim.
katkılarınızın devamı dileği ile
allah a emanet olunuz

nurladol

Stajyer

Mesajlar: 53

Konum: fransadan

Meslek: ogrenci olabilmek

Hobiler: talebelik gorevine devam etmek

  • Özel mesaj gönder

16

04.05.2004, 19:04

Re: Neden Risale-i Nur Türkçeleştirilmiyor?

Alıntı sahibi ""kamer24""

Neden Risale-i Nur Osmanlıcadan Türkçe'ye çevrilmiyor. [... ] Peki ıngilizceye, Almancaya, Rusçaya, Fransızcaya ve pekçok dile çevrildi ve o insanlar Risaleleri bizden daha iyi anlıyorda biz neden elimizde sözlükle zorlanıyoruz.



Selam aleykum ve rahmetullahi Sevgili Kardesim...

Oncelikle sunu belirtmek isterim ki, bu soruyu bir zamanlar bende sormustum kendi kendime, ve daha sonra RISALEI-NUR'lari okudukça bu dusuncemden vazgeçtim, soyle ki, ilk basladigimda , ki zannediyorum sizde pek istifade edemedinizden, kolayca anlamadinizdan soyluyorsunuzdur, ama sunu belirtebilirim ki bende basta çare aradim, bu eserleri anlamak için, Fransada okudumdan tum fransizca tercume edilmis risaleleri birer birer aldim ve okudum, ama bununla birlikte Turkçe Osmanlica okumayada devam ettim, ama yaptigim karsilastirmalarda gordum ki arada çok buyuk bir uçurum var; Allah'im dedim "ne mutlu bana ki bu eserler Osmanlica eski turkçe yazilmis ve biz Musluman turklere sunulmus ,acaba bu bir Rabbimizin Armagani degilmidir?"" ,yabanci dilde okuyunca eksikligi daha iyi anliyorsunuz, cunku feyizden rahmetten yoksun oluyorsunuz, asil anlam anlasiliyor ama manevi yonden eksiklik duyuyorsunuz.
Fransizca okudum halde, pek okumak istemiyorum, çunku istifade edilmiyor,bir çok seyin eksik oldugu goruluyor. Mesela bir kere Fransizca tercumesini okuyunca tekrar okuma hissi duyulmuyor, ama Risaleleri aslinda okursaniz, elinizden birakasiniz gelmiyor, bu Risalelerin iste Farkidir.
Insan Akli ve Kalbiyle aydinlanir.Ustadin yazdigi asliyla okursan hem aklina hem gonlune Nurlar damlar.
Bu nedenle Yeni baslayan kardeslere tavsiyem bu dusunceyi asmalilar.Inanin surekli ve devamli okumakla her sey anlasiliyor, boyle bir eserlerin dilimizde yazilmasi bizim istifademize sunulmasi bir RAHMET'tir...


Kiymetini bilelim ve okuyalim...Kisa zamanda NURladolacaksiniz...insAllah
En hayırlı genç odur ki ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışandır...

  • "Sükrü Bulut" bir erkek

Mesajlar: 60

Konum: Köln / İstanbul

Meslek: Eğitimci - Yazar

Hobiler: Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

17

08.05.2004, 08:21

Risâle-i Nur´un üslûbu...

Divan edebiyatımızın tatlı, samimî ve selis bir sesi de Galib Dede’dir. Dede ismini mevlevî dergâhındaki hususiyetinden alır. Döneminde o güzel şiirlerini okuyanların bir itirazları vardır. Bu şiirlerde Mesnevî-i Kebîr kokusu var. Rumî’nin sesine benziyor, bu ses, derler. Galib Dede’nin cevabı manidardır: “Çalmışsam mîrî malı çaldım, size ne…”

Rumî ile hemdem olmuş, onda yok olmuş bir çok şairimizde aynı hava, renk, tat ve üslûb hakim olur. Yalnız bizde değil… Farsça yazan tüm edebiyatlarda… Mevlevî aşkı, zevki, düşünce ve duruşu kelimelere sızar, mısralara yayılır ve şiirin her tarafına dağılır. Bu biraz da sevgi meselesidir. Kur’ân’ın ve Resûlullahın birinci sırada eser vermiş bütün talebelerinde durum bundan farklı değildir.

Selef-i Salihîn dediğimiz geçmiş asırların mutlu insanlarının bir çoğunun Kur’ân üslûbuyla konuştuğunu ve Resûlullahın üslûbunda düşündüğünü tarih kitaplarından okuyoruz. Bırakın gece gündüzünü ilme vermiş âlimlerde, sıradan Müslüman kadınlarda da aynı hali müşahade ediyoruz. Bir çok kadın; meramını âyetlerle ifade ediyor. Üslûb olarak Kur’ân, bedevî çadırlarında koyun sağan kadına da hakim olunca, Kur’ân’la konuşmak ve anlaşmak insanlara zevk ve lezzet vermiş. Kur’ân’la inkişaf eden kabiliyetler ifadeye kolaylık getirmiş. Kur’ân’ca konuşma gibi, Kur´ân ehlinin bakışları, yürüyüşleri, tebessümleri ve oturuş kalkışları da farklı bir üslûb olarak ortaya çıkmış. Kur’ân’ın üslûbuna âşık binlerce kişi, duygularını ve fikirlerini Kur’ân’ca beyan etmişler. Bediüzzaman Hz.’lerinin buyurduğu gibi Kur’ân bütün âşıklarının arasında güneş gibi parlayagelmiş.

Bu girizgâha sebep “bedîi üslûb” idi. Doğrudan Kur’ân’dan doğan ve Kur’ân’ı isbat eden, medheden ve müdâfaa eden Risale-i Nur’un üslûbundan bahsetmek istemiştim. Selefin ifadesiyle “Üslûbu’l beyan, aynıyla insan”dır. Fakat üslûb Kur’ânî olunca, Kur’ân’dan doğup ve yine Kur’ân’da kaybolunca lâlettayn insanî üslûbun üstüne çıkıyorsunuz.

Risâle-i Nur’a mensup cümle ve kelimelerin üzerindeki parıltıyı görmemek mümkün değil. Ömrünün bir kısmını bu Kur’ân tefsîrine verenler bilirler ki; kalın kalın sair kitapların arasına karıştırılmış Nur’a mensup cümleler farklı renklerde yazılmışçasına nazarımıza görünür. Onun yalnız kelime ve cümleleri değil; teşbih, istiare, tevil ve tüm hüsn-ü san’atı, onun orijinalliğini, Kur’ân’a mensubiyetini, gariplik ve bedîiliğini okuyana takdim eder.

Risâle-i Nur’dan bir kitabı samimîce eline alan kişi kitabın manevî ikliminde Nur’larla yıkanırken zamanla eriyerek farkına varmadan yeni kalıplara dökülür ve yep yeni bir insan olarak ortaya çıkar. Siz o insanları tıpkı Nur’un kelime ve cümleleri gibi milyonlarca kalabalıkların arasında tanırsınız. Uzaktan uzağa bir bakış yeter size… Kalbinizden doğan bir sıcaklıkla onu takip ettiğinizde yolunuzun bir Risale-i Nur medresesine girdiğini görürsünüz. ıster ıslâm merkezlerindeki kalabalıklarda, isterse Mekke-Medine mahşerinde… ısterseniz deneyiniz… Yalnızca samîmî bir şekilde Risâle-i Nur’u okumak… Okumak… Isterse bir kitabı, isterse tüm külliyatı. Samimîce ve devamlı…

Gençliğimde Malatya’nın Sürgü beldesinde bir zâtla tanışmıştım. Elinde küçücük bir Risâle ile çıkagelmişti. Âlim mürşidini bulmuş, mütemadiyen o kitabı okurken etrafı bala üşüşen arılarca Nur’a susamışlarla dolmuş. Sonra da bir ders halkası teşekkül etmiş Sürgü’de. Çocukluk-gençlik arasında şahit olduğum bu hadiseye benzer bir başka olayı Mekke-i Mükerreme’de yaşadım. Rahmetli Mustafa Canelli Ağabey ile birlikte bir davet üzerine Güney Afrikalı hacıların oteline gitmiştik. Kapstadtlı bahtiyar Nur talebeleri ülkelerinin hacılarına Risâle-i Nur’u takdim toplantısı düzenlemişlerdi. Bu mutlu insanların Risâle-i Nur’u ilk tanımaları cemaatleşmeleri çok garipti… Bir internet sitesinden elde ettikleri Nur’ları bastırıp aralarında mütemadiyen okumuşlar. Sohbetler evlere sığmayınca genişçe müstakil mekânlara taşınmışlar. Ve haftanın bir kaç gününde bir araya gelip Nur’ları mütalâa ile meşgul oluyorlarmış. Balarısına kim öğretti, balı-peteği. Karıncaya yeraltı saraylarını… ıpekböceğine kim öğretti ise kozayı, Kapstadtlı Nur talebelerine de cemaatleşerek Nur’un musluğundan ebediyyet iksirini içmeyi O ilham etmişti. Bu Risâle-i Nur’un üslûbunun edebiyat kalıplarına sığmayacağını göstermiyor mu?

Hacda Malezyalı, Afrikalı, Kanadalı ve ıstanbullu Nur talebeleri farklı dilleri konuşurken dikkatimi çeken üslûblarının aynıyyetiydi. Gözbebeklerinden tebessümlerine kadar… Bir eserin yalnızca okuyucusunun dil ve estetiğine değil, tüm hayatına hakimiyetini görmek istiyenler, nümuneleri bol olan bu manzaraları araştırabilirler. Kur’ân mucize ise, her zaman ve zeminde mucizeliğini ispat edecektir. Kur´ân’ın mucizevî üslûbuyla mücadele edemeyip mağlup düşenler, Kur’ân’dan doğan ve serapa Kur’ânı anlatan üslûbların karşısında da mağlup olacaklardır. Batı felsefesi bütün gücüyle bu zamanda Kur’ân’a hücûm ediyor. Müslümanların bile dünyalarının yüzde yetmişini işgal etmiş durumda. Konuşmalarından kahkahalarına kadar. Jest ve mimiklerinden gerdan kırışlarına. Dudaklarındaki belirli-belirsiz musîkiden tüm çizgilerine… Ama, Kur’ân mucize, Kur’ân’ın elimizdeki tefsiri mucizeye mazhar olduktan sonra Deccalın dünyevî mesajını yerin dibine geçirmeye engel ne var…

Yalnız Risâle-i Nur’u okuyabilmek için Deccaliyetin pis nefesleriyle zehirlenmiş atmosferin birazcık dışına çıkmak lâzım. şeytanî gümbürtü, farfara cilve ve cümbüşünden birazcık uzak bir köşede kitabımızı elimize almamız gerekiyor. Bir kere değil… Doyuncaya kadar. Dünyamız berraklaşıp etrafımızdaki köreltici dumanlar dağılıncaya kadar. Kulaklarımız lahûti musîkilerin nağmelerini yakalayıp, sefih Avrupa’nın tam tam´larından kurtuluncaya kadar.

Risâle- i Nur’un üslûbunun sınırlarını kelimeler çizemiyor. O, sınırları olmayan cennetî bir âlemi okuyucusuna sunarken; kelimeler, deyimler ve cümleler onunla bir başka ruha bürünüyorlar. Görünmüyor, fakat tesirini sevdalısının hayatının tüm ayrıntılarında herkese aksettiriyor.
Şükrü Bulut

18

13.05.2004, 14:28

Re: Risâle-i Nur´un üslûbu...

Son sözü üstat söylemiş neyi tartışıyoruz. Vardır bir hikmeti. 1. Kuşak abilerde bu konuda itiraz ediyorlar. Demekki bizler yarım aklımızla çok iyi biliyoruz. Onlar yanlış düşünüyor. Vardır bir hikmeti. Elin yabancısına nurları nasıl aktaracaksın tabi tercüme edeceksin ama sen elin yabancısı değilsin ki. orjinal bizim elimizde eminim yabancılar türkçeyi öğrendikten sonra risalelerin aslını okuyorlardır. kendi ölüm yılını bilebilen bir üstat bu tartışmalarıda bilmiştir. Ama cevap vermediğine göre bir hikmet vardır. fazla eşelememek lazım selamlarımla

19

20.05.2004, 08:05

Daha önce sadeleştirme yapılmış ama *satılmamış.*
ıngilizce bilsem de Risale-i Nur'u ıngilizce okumam,
aynı feyzi vermez çünkü,

20

20.05.2004, 14:49

elbetteki bir metni anladığımız dilden okumak en iyisidir..ama benim deyinmek istediğim başka bir nokta var...risale-i nur hiç tahrib edilmemiş midir? biz bunu şu andaki haliyle anlayıp okusak yada turçeleştirildikten sonra anlayarak okusak eger tahrib edilmişse bize ne faydası olabilir? belki yanlış bilgilerle; yanlış bilgilerle olmasa bile eksik bilgilerle donanmış olmayacak mıyız? Kur'an'dan başka hiçbir kitabın korunma garantisi olmadığına gore...?
şüphesiz doğru yol, Allah'ın yoludur. (Al-i ımran 73)

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir