Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

30.08.2006, 18:07

risale dersleri

Besmelenin birinci sırrında Uluhiyetin kainat simasıyla, Rahmaniyetin arz simasıyla, Rahimiyetin insan simasıyla ilişkilendirilmesinin sebebi nedir?
Bu risalede, besmelede geçen üç ilahi ismin, yani Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerinin bu dizilişlerindeki bir sır nazara verilmektedir. Bilindiği gibi, Lafza-i Celal olan Allah ismi bütün alemlerdeki her nevi rububiyet tecellilerinin tümünü içine almaktadır. “Çünkü lâfza-i Celâl, Zât-ı Akdes’e delâlet eder: Zât-ı Akdes de, bütün sıfat-ı kemaliyeyi istilzam eder.” (ışârat-ül ıcaz)

Rahman’ın en zahir manasının Rezzak olduğu nazara alındığında, Allah isminden sonra bu ismin gelmesiyle yer yüzündeki rubu biyet tecellileri nazarımıza sunulmuş olur.

Rahîm ismi ise yeryüzündeki bir milyonu aşkın canlı türünden özellikle insana bakmaktadır. Zira bu türler içerisinde dünyada imtihana tabi tutulan, cennet ve cehenneme aday kılınan sadece insan türüdür. Zaten Rahîm isminin bir açıklaması “müminleri lütfuyla cennete, kâfirleri adliyle cehenneme koyan” demektir.
Allah isminin bütün alemlere, Rahmân ismini arz küresine, Rahîm isminin ise insana bakması, besmeledeki bu sıranın da ayrı bir ilahi sır olduğunu bize ders vermektedir. Besmelenin Türkçe’ye tercümesinde bu sır kaybolur

2

30.08.2006, 18:10

ıman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor.” vecizesinde geçen tûbâ hakkında bilgi verir misiniz?
Tûbâ kelimesi lûgatta "tayyib" kelimesinden türemiş, en güzel, en hoş, en iyi gibi anlamlarında bir ism-i tafdildir.
Bu kelime Kur’anda sadece şu ayette geçer: "ıman edip güzel amel edenler için Tûbâ ve dönüp gidecek güzel yurt vardır” (Ra'd 29)
Rivayetlere göre Tûbâ, Cennet veya Cennette bir ağaç. Müfessir Kurtubî Tûbâ'nın Cennette bir ağaç olduğu görüşünü tercih eder ve: "Sahih olan görüş, Tûbâ'nın bir ağaç olduğudur" der.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "şüphesiz Cennette bir ağaç vardır ki, bir süvari gölgesinde yüz yıl yol alır da o gölgenin sonuna erişemez.”

3

30.08.2006, 18:11

Namazı vaktinde kılmak hakkında Üstadın tavrı nasıldı?
Mesnevi-i Nuriyede şöyle denilir:

“Vaktin evvelinde, Kâ’be’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i ıslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün.”

Rahmetli Bayram Yüksel, Üstadın namazıyla ilgili şöyle anlatır:

"Üstadımız, namazı çok huşu içinde kılardı. Sûreleri okurken tane tane okurdu. Namaza dururken, tam huzura vardığında, niyet ederken, 'Allahü Ekber' dediği zaman, bizler arkasında korkardık. Mübalağa olmasın, ahşap bina sarsılırdı.

"Üstadımız namaz vaktinde çok dikkat ederdi. Namazı vaktinde kılardı. Meselâ, Isparta'dan çıktığımızda, Emirdağ'a beş dakika sonra varacak olsak bile, Üstadımız saate bakar, kış, fırtına olsa beklemez, hemen namazı vaktinde kılardı. Kırlarda olsun, yolculukta olsun, namazı vaktin evvelinde kılardı. Bu mevzuda kendisi şöyle der:

"Namazı vaktinde kılmanın ne derece tükenmez, uhrevî bir sermaye olduğu anlaşılıyor ki, her namaz vaktinde âlem-i ıslâm denilen muazzam camide, yüz milyondan fazla cemaat-ı kübra namaz kılıyor. O cemaatte herbir adam umum cemaate dua ediyor.

"ıhdina's-sırata'l-müstakim' (Bizi doğru yola hidayet eyle) diyor. Herbiri umum cemaate hem şefaatçi, hem duacı olur.

"O vakit, namaza iştirak etmeyen hissesini alamaz. Kaynayan mirî ve askerî kazanına karavanasını götürmeyen, tayinatını alamadığı gibi, cemaat-ı kübrânın mânevî matbahında kaynayan mânevî erzakını alamaz. Belki namaza iştirakle o cemaatın ordusuna iştirak etmiş olmakla ve dualarına amin demek olan namazı vaktinde kılmakla alabilir.'

4

30.08.2006, 18:21

Alıntı sahibi ""yunusum""

"ıhdina's-sırata'l-müstakim' (Bizi doğru yola hidayet eyle) diyor. Herbiri umum cemaate hem şefaatçi, hem duacı olur.


Allahu ekber, bütün alem-i ıslam'ın duasını almak, ne güzel.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

5

31.08.2006, 20:49

Alıntı sahibi ""yunusum""


Rivayetlere göre Tûbâ, Cennet veya Cennette bir ağaç..



Allah razı olsun abican :wink:
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

6

01.09.2006, 16:34

RıSALE-ı NUR DERSLERı
Ümit şimşek


YıRMı ıKıNCı SÖZ, BıRıNCı MAKAM, ÜÇÜNCÜ BURHAN

Gel, bu müteharrik antikaHAşıYE sanatlarına bak. Herbirisi öyle bir tarzda yapılmış; adeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor.


HAşıYE Hayvanlara ve insanlara işarettir. Zira hayvan, şu âlemin küçük bir fihristesi; ve mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musaggarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda nümunesi vardır.


müteharrik: hareket eden nüsha: kopya fihriste: fihrist, içindekiler mahiyet-i insaniye: insanın yapısı misal-i musaggar: küçültülmüş nümune









TEMSıLDEKı BıRıNCı ADAM, ortaya koyduğu kanıtların üçüncüsünde, bütün memleketi kuşatan bir bütünlük ve birlik hakikatine, başka bir açıdan yaklaşıyor. Kahramanımız, bu defa, temsilî sarayın her tarafında görülen ve üzerlerinde son derece değerli sanat eserlerini sergileyen seyyar makineler üzerinde objektifini netleştiriyor. Bu netlik ve dikkat altında, o küçücük seyyar makinelerin herbiri, büyük sarayın bir küçük kopyası olarak beliriyor. Besbelli ki, bütün bunlar, o büyük sarayın kendisiyle beraber, bir bütünlük içinde yapılmış. Besbelli ki, sarayın tamamıyla beraber, bu küçük seyyar sanat eserlerinde de aynı zâtın kudreti, hikmeti ve sanatı hükmediyor. Daha doğrudan bir ifadeyle, bu eserlerden herbiri, o koca sarayın, o büyük âlemin sanatkârından haber taşıyan bir mektup, hattâ bizzat onun elinden çıkmış birer mühür olarak ortada dolaşıyor ve o görünmeyen zâtı bize anlatıyor.

Kahramanımızın diğer kanıtları gibi, bu burhanı da, bize, etrafımızdaki âlemi bir harikalar diyarı olarak, yani, gerçek yüzüyle gösteriyor. Bu bakış açısından hayvanlar âlemini ve insanları incelediğimiz zaman, kendimizi, istesek de hiçbir zaman abartamayacağımız kadar göz kamaştırıcı mucizeler karşısında buluyoruz. Çoğu zaman önem vermediğimiz, hattâ farkına varmadığımız, farkına varsak da sinek, böcek diye burun kıvırdığımız canlıların herbirinin, üzerinde taşıdığı sanatlarla beşerin en gelişmiş teknoloji aygıtlarını bir oyuncağa çevirdiğini görüyoruz. Dahası, onların herbirinde bu kâinatın unsurlarını, büyük âlemin nakışlarını, yahut büyük âlemde var olan şeylerin kilit-anahtar gibi karşılıklarını buluyoruz. Sineğin vücudunda yerçekimi hesapları, en gelişmiş savaş uçaklarını ilkel bir âlet seviyesine indiren bir mükemmellikte karşımıza çıkıyor. Balarısının gözleri ve beyni, 150 milyon kilometre öteden gelen güneş ışığının polarizasyon düzlemini çözümlüyor. Bir kuşun çeşit çeşit tüylerinden herbiri, atmosferin tâbi olduğu kanunları kuşatan en ince ve ayrıntılı hesapları bize öğretiyor. Milyarlarca yıl önce uzayın kimbilir hangi köşesindeki bir yıldızın nükleer fırınında üretilen elementler, bugün dünyamızın üzerindeki milyonlarca tür canlının sayısız bireylerinin bedenlerinde mucizelere dönüşüyor. Etrafımızdaki canlılardan hangisini inceleyecek olsak, izlediğimiz ipuçları, bizi kâinatın en ücra köşelerine kadar götürüyor ve herbir şeyi, bütün şeylerin bir küçük özetine çeviriyor. Üstelik bütün bunlar, bir teknolojik aygıtın kabalığı ve soğukluğu içinde değil, sanatkârca bir şekilde ve göz kamaştırıcı nakışlar içinde beliriyor.

ınsanın yapılışı ise daha da kapsamlıdır. O, diğer canlılar gibi, bedeninde bütün kâinattan süzülmüş hikmet ve sanat eserlerini sergilemekle kalmaz. O, bir yandan bu maddî âlem ile beraber ruhlar âlemi, misal âlemi, Levh-i Mahfuz gibi âlemlerden de nümuneleri üzerinde taşıyacak şekilde düzenlenirken,1 bir yandan da kendisine âlemlerdeki bütün sanat eserlerinin, maddî ve manevî bütün güzelliklerin sırlarını açacak ve inceliklerini çözecek anahtarlar verilmiştir. Gece semâsının ihtişamından kanarya sesinin tatlılığına, incirin lezzetinden şefkatin hazzına kadar varlık âleminde sergilenen ne kadar güzellik varsa, insanın varlığında da onların hepsini algılayacak ve ölçüp biçecek duyu ve yetenekler mevcuttur.

Bu mucizelerden binlercesi hergün gözümüzün önünden gelip geçtiği, hattâ bizzat kendimiz bu mucizelerden en büyüğünü teşkil ettiğimiz halde, nasıl oluyor da biz bunun farkına varmıyoruz? Ve nasıl oluyor da, bizim yıllar boyunca hatırımıza düşmeyen birşey, bu âleme henüz ayak basmış bir gözlemcinin çektiği fotoğrafların üçüncü karesinde hemen ortaya çıkıveriyor?

Bu sorunun cevabı, kahramanımızın bakış açısında ve kullandığı yöntemde saklıdır.

Kahramanımız, varlıklara ve olaylara bir bütün olarak bakıyor. Onları birbirinden ve kâinatın bütününden soyutlamıyor. Ve onlardan herhangi birinde boğulup kalmıyor. En küçük bir varlığı bile ele alacak olsa, onunla beraber onun benzerlerini, derken daha başka varlıkları ve nihayet kâinatın bütününü gözünün önüne getiriyor, aralarındaki ilişkileri inceliyor, ondan sonra hükmünü veriyor. Böyle yapmayıp da etrafındaki varlıklara tek tek baksaydı, pek muhtemeldir ki, o da bizim gördüklerimizden çok fazla birşey görmeyecekti. Risale-i Nur Müellifi, temsilî hikâyedeki kahramanın ağzından, bize önemli bir tevhid dersi ve esaslı bir tefekkür yöntemini gösteriyor.


1- Bkz. 30. Lem’a, 6. Nükte, 5. şua, s. 826, haşiye

7

01.09.2006, 16:36

RıSALE-ı NUR DERSLERı, YıRMı ıKıNCı SÖZ, BıRıNCı MAKAM/ıKıNCı BURHAN
Ümit şimşek


RıSALE-ı NUR DERSLERı

YıRMı ıKıNCı SÖZ

BıRıNCı MAKAM/ıKıNCı BURHAN


ÜMıT şıMşEK



Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var. Adeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zattan haber veriyorlar. ışte, gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktanHAşıYE neler yapıyor:

Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese kâfi gelir.

Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçasıHAşıYE yaptı. Bak, gör!

ışte, ey akılsız adam, bu işler öyle bir zâta mahsustur ki, bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mucize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor.


HAşıYE Tohuma işarettir. Meselâ, zerre gibi bir afyon büzürü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz, daha şirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.


HAşıYE Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zîhayatı icad etmeye işarettir.


menzil: konaklanan yer turra: mühür, damga sikke: mühür, damga gaybî: görünmez ecza: parçalar râm olmak: boyun eğmek büzür: tohumlar nüvat: çekirdekler hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi unsur: element cism-i hayvanî: hayvan bedeni halk etmek: yaratmak nutfe: döl suyu; döllenmiş yumurta hücresi zîhayat: canlı icad etmek: vücut vermek, var etmek





BıRıNCı BURHAN görünmeyen bir failin varlığı üzerinde dururken, ıkinci Burhan o gizli zâtın birliğine ve bütün âlem üzerindeki egemenliğine dikkat çekiyor. Bizi bu sonuca götüren şey ise, “bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yapmak” şeklindeki bir fiildir. Kulağımıza bir masal gibi çalınsa da, böyle birşey, gerçekte, bizim dünyamızın akıllara durgunluk veren işlerinden biridir.

Hergün gözümüzün önünde nice tohumlar yeşerir, nice çiçekler açar, nice meyveler olgunlaşır. Bir tohumdan desen desen yapraklar, rengârenk çiçekler dokunur, tonlarca meyve renklenir, tatlanır, kokulara bürünüp dallara dizilir. Ona benzer bir başka tohumdan, çok daha farklı desenler ve ürünler çıkar. Bir bahçe içinde, bir mevsimde, böyle mucizelerin binlercesi yaşanır. ınsan, hayatında geçirdiği sıradan herhangi bir gün içinde bu mucizelerden kaç tanesiyle karşılaşır, kaç tanesiyle karnını doldurur da farkına bile varmaz. Milyarlarca insan ve milyonlarca tür canlının sayısız bireyleri, birşeyden yapılan sayısız şeylerle beslenir. Bu defa canlı bedenlerinde o sayısız şeyler bir şeye dönüşür, o bedenden bir parça olur.

Diğer yandan, bu âlemin taşında, toprağında, havasında, suyunda ne varsa, gelir, bir canlının bedeninde, sessiz sadasız bir şekilde ete, kana, hücreye, dokuya, organlara dönüşür. Sanki görünmez bir el bu maddeleri alıp yoğurmakta ve göz açıp kapayıncaya kadar onlardan kuşlar, kuzular, balıklar, aslanlar, ceylanlar, karıncalar, filler, yunuslar, kelebekler ve daha adını bilemediğimiz nice canlılar yapmaktadır. Daha da ötesi, bizim kendi bedenimiz de aynı şekilde yoğurulmuş bir heykelden, aynı görünmez avuç içinde vücut bulmuş ve canlanmış olağanüstü bir sanat eserinden başka birşey değildir.

Fakat bütün bunlar o kadar doğal bir şekilde ve hayatı öylesine istilâ etmiş bir halde cereyan etmektedir ki, durup düşünmek ve gözlerimizin önünde cereyan eden mucizelerden hiç değilse birkaç tanesine merakla eğilmek ihtiyacını pek seyrek duyarız. Oysa bütün bunlar, insan olarak bizim önümüze serilen, tefekkür ve anlayışımıza havale edilen işlerdir. Ancak günlük koşuşturmalardan başımızı kaldırıp da dikkatli bir gözlemcinin bakışıyla etrafımızı incelediğimiz zaman böyle mucizelere tanık olmak gibi bir heyecanı yakalayabilir, yahut seçkin bir davetli olarak çağırıldığımız bu ılâhî sergi salonundaki sanat eserlerini takdir edebilecek, o eserlerin sanatkârına muhatap olabilecek duruma geliriz. Bunun en kestirme ve etkili yolu ise, temsilî hikâyede olduğu gibi, bu âleme henüz ayak basmış gibi davranabilmektir. O taze bakış açısı, ancak o zaman hayatın gerçeklerini bizim algılama sınırlarımız içine getirir. ışte o zaman bu âlemde kimin konuğu olduğumuz anlarız; ve işte o zaman yaşadığımızı da anlamaya başlarız.

Birinci ve ıkinci Burhanlar, böylece, henüz gözlemlerimizin ilk aşamasında, daha doğrusu, gözümüzü açar açmaz, bu âlemi mucizeleriyle çekip çeviren bir zâtın varlığı, birliği ve ortaksız egemenliğiyle bizi karşı karşıya getirmiş bulunuyor. Bundan sonraki Burhanların herbiri, bu gözlemlerimizi bir adım daha ileri götürecek ve böylece, “Bizi buraya getiren kim?” sorusunun cevabı, gittikçe daha belirginleşen hatlar ve zenginleşen ayrıntılarla, adeta manevî bir portreye dönüşecektir.

8

05.09.2006, 11:07

Sure-i ihlas'ın mealine baktığımızda tevhidden bahsediyor. Ayrıca ihlas risalesini okudum tevhidden pek bahsetmiyor. Acaba ihlas suresine niçin bu isim verilmiş?
ıhlas, Yapılan şeylerin Allah için yapılmasıdır. Kul, bir şeyler yapacak ama bütün bunları Allah’tan bilecektir. Kur'anın bildirdiği gibi, "insana gelen her iyilik Allah’tan, kötülükler ise nefistendir." ıhlas suresi baştan sona tevhidi anlatmakla önemli bir ihlas dersi verir. Allah’ı Ehad (bir) bilen insan ancak onun rızası için çalışır. Allah’ın Samed ismini yad eden insan muhtaçlara gönül bağlamaz. Doğan ve doğrulanların hep mahluk sınıfına girdiklerini, hepsinin aciz ve yine hepsinin fakir olduklarını, hiçbirinin ibadete layık olamayacaklarını idrak eden insan bütün kalbiyle Allah’ı bağlanır, yalnız onun rızasını kazanmaya gönül bağlar.

Gerçek tevhidi elde etmeyenler ihlas vadisine varamazlar, "ben" demekten kurtulamazlar. Halbuki insan "ben" deyip gururlanmak için değil "O" deyip şükretmek için yaratılmıştır

9

05.09.2006, 11:13

Ayetül Kübrada "..ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde…” cümlesini açıklar mısınız?
şu âlem sonsuz olmamakla beraber hayallerimize sığmayacak kadar geniştir. Mesela içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinde güneşimiz gibi 200 milyar güneş ve tüm evrende en az 100 milyar galaksi olduğu tahmin ediliyor. Güneşin ışığı dünyaya sekiz dakikada gelmekte, yani yaklaşık yüz elli milyon kilometrelik mesafeyi sekiz dakikada kat etmektedir. Bu hıza rağmen, yaratıldığı günden beri ışığı hala dünyaya ulaşmamış yıldızlar olduğu düşünülürse kainatın o akıl almaz büyüklüğüne bir derece bakılabilir. ışte bu genişlikteki kâinatı rakamlarla ifade edebilmek elbette mümkün değildir. Yani bir kutuptan diğerine kadar rakamlar yazsak yine de bu genişliği tam ifade etmiş olamayız.

10

05.09.2006, 11:14

Bu başlık altında daha önce tartışılmıştı, tıklayınız.

Alıntı

"ihlas" kelimesi halas bulmak, temizlenmek, safi olmak gibi manalara gelip, farklı kullanım alanlarına göre farklı manalar ifade edebiliyor.

ihlas suresine o ismin verilmesinin hikmeti; ihlas suresi sadece tevhidi anlattığı içindir. tevhidin zıddı olan şirki nefyeder. başka hiç bir meseleye değinmez. sadece tevhidi ispatlar. ıman hakikatlerinin en büyüğü olan "tevhid" üzerine yoğunlaştığı için diğer meselelerden halas bulmuştur. tabir-i caizse tevhid hariricindeki bütün meselelerden temizlenmiştir. onun için bu sureye "ihlas suresi" denmiştir.

ayrıca bu sure bütün şirk fikirlerini reddettiği için okuyan kişiyi de sadece tevhide yöneltmiş olacağından dolayı, o kişi şirkten temizler, halas buldurur. bu manada "ihlas"a mazhar eder.

ihlas risalesindeki ihlas ise daha farklı manada kullanılıyor. "Sadece Allah rızasını gözetmek" manasında kullanılıyor. kişi bir işinde başka şeylerin değilde sadece Allahın rızasını düşününce , "Allah rızası haricindeki bütün her gayeden halas bulmuş, temizlenmiş"olur. bu mühim bir makamdır. işte bunun için "ihlas" kelimesi "Allah rızasını düşünerek hareket etmek" manasında istilahî bir kavram haline gelmiş.

kelimenin lugat manası bu iki kullanıma da uygundur. fakat daha çok bu ikinci kullanım yaygındır.


Alıntı

ıhlas hem şirk-i cehrîden, hem şirk-i hâfîden halas ediyor.
şirk-i Cehrî bariz şirk, apaçık, (haşa) Hz.ısa'ya a.s. Allah'ın oğlu denmesi gibi.
şirk-i hâfî ise, gizli olanı; ibadette, Cenab-ı Hakk'ın rızasını aramaktan çok, başkasının teveccühünü gözetmek gibi.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

11

05.09.2006, 11:14

Risalelerde temsil ve teşbih kelimeleri sıkça geçer. Temsil ile teşbih arasında fark var mıdır?
Bazıları teşbih ve temsil arasında bir fark görmez. Ancak, genelde bir ayrım cihetine gidilmiştir.

Çok cihetle yapılan teşbihe temsil denir. Mesela, âlim birisi hakkında "o bir deryadır" sözü teşbihtir. "O, hem yakındakilerin hem de uzaktakilerin istifade ettiği bir denizdir. Yakındakiler denizin cevherlerinden, uzaktakiler de bulutlarından istifade ederler" sözü ise bir temsildir.

Teşbih umumi, temsil ona nisbetle hususidir. Her temsil teşbihtir. Fakat her teşbih temsil değildir.

12

05.09.2006, 11:26

şöyle de anlaşılabilir mi,

Temsil, direkt olarak anlatıldığında, anlaşılmayacak, zihnin başka şeylere kaymasına sebep olacak meseleleri,

Anlatılacak şeyden görünüşte tema, objeler olarak farklı şeyleri içerir, böyle olmasının belki de en önemli sebebi, asıl verilmek istenen şeye zihinlerin odaklanmasını sağlamaktır.

Teşbih ise, bir varlığın mahiyetini anlatırken, bir cihetini başka bir varlıkla kıyaslar o mahiyetin istenilen doğrultuda anlatılabilmesi için, ama ikisi arasındaki farkları da belirtir.

Teşbih bir varlığın zatını anlatmada kullanılırken, temsil ise varlıkların şe'nini, işlerini, hallerini vs. anlatmakta kullanılır.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir