Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

09.05.2006, 15:47

risale-i nur´dan katreler.

“Saltanat-ı Rububiyet” ne demektir?
Saltanat-ı Rububiyet “Allah’ın, her şeyin yegâne terbiye edicisi olma saltanatı” manasına gelir.

Saltanat denilince, sadece hâkimiyet ve mâlikiyet anlaşılmamalı. Başka saltanatlar da var. Ve bu ılâhî saltanatlardan sadece birisi: Saltanat-ı Rububiyet.

Bütün eşya O sultanın terbiyesinden geçmiş.

Bir hat sergisini gezeriz. Sergi, falan şahsındır; orada ne kadar hat varsa, hepsi onun kaleminden akmıştır. O sergide bir “hattatlık saltanatı” müşahede ederiz. Ama o saltanat o sergiye, onun açıldığı mekâna mahsus kalır. Başka mekânlarda ayrı sergiler ve değişik hattatlar bulunabilir. Ama, bu kâinat öyle değil. Bu âlem tek bir fuar, bu dünya tek bir sergi.

Fatiha sûresinde Cenâb-ı Hak kendisini bizlere “Rabb’ül-âlemin” olarak tanıtır. Bütün âlemlerin Rabbi. Sema âleminin de Rabbi, arz âleminin de... Canlılar âleminin de Rabbi, cansızlar âleminin de... Ve nihayet, âhiret âleminin de Rabbi, dünya âleminin de. Demek oluyor ki, “Rabb’ül-âlemin” ismi Saltanat-ı rububiyeti ifade etmektedir.

Rab isminin tecelli daireleri bir umman..O ummandan sadece bir katre:

Semada bir Rububiyet saltanatı hükmediyor. Bütün yıldızlar aynı zâtın terbiyesinden geçmişler. Semanın Rabbi o ülkenin bütün yıldızlarını söndürmeden yandırır, düşürmeden durdurur veya çarptırmadan döndürür. Durmadan dönende başka, düşmeden duranda daha başka bir terbiye fiili icra edilmiş. Bu ayrı terbiyeler onlara farklı isimler taktırmış: Yıldızlar ve gezegenler.

Yer küremiz, güneş sisteminden tek bir gezegen. Ama onda o kadar çok ve o kadar ayrı terbiye fiilleri icra ediliyor ki, “Rabb’üs-semavati vel-ard” ismi, sanki arzdaki bu farklı terbiye fiillerinin yıldızlar kadar çok olduğunu imâ ediyor bize.

Bu arz küresinde, havasıyla suyuyla, bakırıyla altınıyla, şekeriyle tuzuyla, ovasıyla gölüyle ve nihayet bitkisi, hayvanı ve insanıyla her ne varsa, hepsi arzın Rabbinin terbiyesinden geçmiş. Hepsinde o saltanatın hâkimiyeti okunmakta.

Toprağı bakterilerle kaynaştırırken, denizlerde balıkları, kan nehirlerinde al ve akyuvarları oynaştırıyor.

Bugün hayvanların tür olarak milyona yaklaştığından söz ediliyor. Uçan kuştan bal yapan arıya, ipek ören böcekten süt imal eden koyuna, cemiyet hayatı süren karıncadan, müstakil yaşayan arslanlara, parslara kadar her bir hayvan türü, Allah’ın Rab isminin ayrı bir tecellisini sergilemekte.

Canlılar âlemini organlar seviyesinde düşündüğümüzde, çok geniş ve akıllara durgunluk veren bir başka tabloyla karşılaşır ve Rab isminin, bunların her birinde ayrı bir cilvesi olduğunu görürüz. Kalbin terbiyesi beynin terbiyesinden farklı, karaciğerle akciğerin terbiyeleri de ayrı ayrı.

Semanın da, arzın da terbiyesi hep insanlar için; Rabbini bilen ve Cennete lâyık kıymet alan bahtiyar kullar için.

2

22.05.2006, 11:08

Bediüzzaman “Cehennem de olsa beka isterim” diyor. Kur’an-ı Kerimde cehennem ehlinin toprak olmayı, ölmeyi, yok olmayı isteyeceklerini anlatan ayetler var. (Nebe 40, Zuhruf 77, Furkan 14) Bu sözü nasıl anlayacağız?
ılgili kısımda şöyle denilir:

“Bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.”

Kur’an-ı Kerimde toprak olmayı ve insanlıktan utanmayı ifade eden ayetler mahcubiyetin ve insanlık görevlerini hakkıyla ifa edemeyenlerin ahiretteki hallerini nazara vermenin bir ifadesidir. Yoksa yoklukla varlığı mukayese edip yokluğun daha hayırlı olduğu manası anlaşılmaz yani “Ya Rab, biz huzuruna iyi bir şekilde gelemedik, vazifemizi yerine getiremedik” manasında, perişaniyetin, zavallılığın ve mahcubiyetin bir terennümüdür.

ınsan cehennem de olsa beka ister. ıdamlık bir insanın cezası müebbede çevrildiğinde nasıl memnun oluyorsa veya insan nebati hayatta bile olsa yaşamayı, devamı arzu ediyorsa... varlığın ve vücudun velev cehennem bile olsa yokluktan hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür.

Vicdanidir. Çünkü; his ve hevesle bakılsa hüküm farklı olur. Üstadımız vicdani ve muhakemeli bakışı delil getirmiştir. Mesela sigara alkol vb. sağlığa zararlı olduğu, akli, ilmi, tıbbi ve vicdani bir hükümdür. Fakat his ve heves işin içine girince mesele tersine işler. His ve hevese göre fetva verilip bu gibi alışkanlıkların hayırlı olduğu söylenemez.

3

22.05.2006, 11:13

ıman nedir?
Kelime-i şehadeti getiren iman etmiş olur. Nur Külliyatında imanın tarifi diyebileceğimiz birçok ifade geçer. Bunlardan edindiğimiz bilgilere göre, iman:

• Münezzeh ve mücerred bir güzellik.
• Hz. Peygamberin getirdiklerini, dinin zaruriyat kısmında tafsilen, zaruriyattan olmayan kısmında ise icmalen tasdikle hasıl olan bir nur.
• Vicdanın bütün melekûtunu birden ziyalandırıp,
1- O vicdana, bütün kâinatla ünsiyet neşreden,
2- Vicdanla bütün eşya arasında bir münasebet kuran,
3- ınsanın kalbine, bütün hadiseler ve musibetlerle başa çıkacak bir mânevî kuvvet bırakıp, o kalbe mazi ve müstakbeli yutacak bir vüs’at veren,
- şems-i ezelden bir şua
- Ebedi saadetten bir lem’adır. Bütün ümit tohumları ve vicdandaki bütün kabiliyet çekirdekleri bu lem’anın ziyasıyla neşv ü nema bulur ve ebede doğru uzanarak büyürler. Böylece, kabiliyet çekirdeği bir tuba ağacı gibi olur.
Keza iman,
• Elemlere dayanak noktası
• Emellere meded isteme noktası
• Kalbî amellerin güneşi
• Rahmanî bir pırlanta
• Her derdin en kudsi dermanı
• Ebedi saadetin anahtarı
• En yüksek ve en dakik ilim
• Berzah/kabir karanlıklarında kalbin cep feneri
• Cesaretin kaynağı
• Sonsuz bir kudrete dayanmak için bir belge
• Bir intisap
• ıki cihanın ve iki hayatın saadet vesilesi
• Hem insanı, hem kâinatı ışıklandıran bir nur
• Hayatın en saf lezzeti ve en halis saadetidir.


ımanın ilk rüknü Allah’a imandır. Allah’a iman,
• Yaratılışın en yüksek gayesi
• Fıtratın en yüce neticesi
• ıman rükünlerinin en büyük kutbu
• Bütün kemalatın esası ve madenidir.

Tek Allah’a imanı ifade eden tevhid,
• Vücut dairesinin en büyük hakikatı
• Kâinatça en büyük hakikat
• ınsanın bütün kemallerinin esası, mayası, nuru ve hayatıdır.

4

22.05.2006, 11:25

Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garib ve pek çirkin düşer.
Seyyid şerif Cürcani, basireti şöyle tarif eder:



“Kutsî nur ile nurlanmış bir kalbin kuvvetidir ki, kalp bu kuvvet ile eşyanın iç yüzlerini, mânâlarını, hakikatlerini görür.”



Basiret, en kısa ifadesiyle, “kalp gözünün açık olması” demektir. ınsanın gözünde eşyayı görme kabiliyeti, kalbinde de o eşyanın yaratıcısını bilme özelliği mevcuttur. şu var ki, göz görme faaliyetini icra edebilmek için ışığa muhtaç olduğu gibi, kalp de ancak iman nuruyla nurlandığı takdirde basiret sahibi olur, eşyanın iç yüzünü görebilir.

Böyle bir kalp, eserde müessirin sanatını okur, nimette ikram ve ihsanı görür.

Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarından haber veren olaylarda, “şükür ve hamd” duygusuyla dolup taşar.

Allah’ın kudret ve azametini sergileyen hadiselerde, kalpte “hayret ve haşyet” hakim olur.

ınsanın o sınırlı aklıyla idrak etmekte güçlük çektiği ulvî ve muhit hakikatler karşısında, kalpte “tekbir” mânâsı hükmeder.

Kalp gözü kapanmış yahut takatten düşmüş insanlar, eşyanın ve hadiselerin sadece dış yüzlerini görürler. Onlara, yaratıcı namına değil, nefis namına bakarlar. Gözün, eşyayı hikmet nazarıyla seyredebilmesi, kalbin temizliğiyle orantılıdır. Kalbin nurlanmasında ilk ve en birinci adım imandır. Sonra sıra ile takva, amel-i salih ve güzel ahlak gelir. Kalp bunlarla nurlanır ve basiret de yine bunlarla ziyadeleşir.

5

22.05.2006, 11:27

Bâtın-ı kalp, âyine-i Samed’dir.
Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut, “filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî...

Maddî kalp, bedenin her yanına kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaç. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve kanı bedenin her köşesine sevketmektedir.

Evet, kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaçtır. Ve kalp bu hâliyle Allah’ın Samed ismine âyinedir. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle... Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine âyine oluyorlar.

Kalbin bâtınına gelince, Samediyete en büyük âyine odur.

“Bâtın-ı kalp âyine-i Samed’dir.”
Bu hakikatı: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” âyet-i kerimesi ders verir.

Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda iledir. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, imandır.

Ben kimin mahlûkuyum? şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor?

ışte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi mârifetullah olunca, elbette, Samediyete en büyük âyine o olacaktır. Maddî kalb bu kâinatın maddesine muhtaçtır; batın-ı kalb ise bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, O’na iman ve itaat etmeye.

Kalbin Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor bize. Nedir zikir? Kelime mânâsıyla “hatırlama”. Allah’ı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesidir.

Kalp, bu kâinatın özüyle beslenir, mânâsıyla ilgilenir. Onun işi bu âlemle değil, onda tecelli eden ılâhî isimlerledir. Göz elmaya bakadursun, kalp esmaya nazar eder.

Ve böylece kalp, Samediyete ulvî bir âyine olur

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

6

22.05.2006, 11:49

kareş,maşaAllahınız var hızınıza yetişemiyorum.
Yayınladıklarınızı hazmedemeden bir diğeri geliyor:)
nefsim sanırım bayagı katı ki hazmım zorlaşıyor

7

24.05.2006, 08:51

“Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir."
Himmet: Gaye, ideal, hedef, maksat demektir.
ınsanın değer ve kıymeti, hedef ve gayesine göre bilinir ve ölçülür.

ınsanın gayesi, toplum ve cemiyet olmalıdır. ınsan kendisi için değil cemiyet ve toplum için yaşamalıdır.
ıslamiyet; ınsanların kendileri için değil, başkaları için yaşamalarını emreder. Kendi çıkar ve menfaatlerini düşünenler aciz, zavallı ve zelil olarak addedilir. Dolayısıyla insanların maksadı toplum olmalıdır. Bu hedef ve maksat da herkese göre değişir. Bazı insanlar bir aileyi, bazıları bir mahalleyi, bazıları da bir beldeyi, bazıları da bir şehri ve milleti ikaz ve irşat edebilir. Bazı yüksek ruhların hedeflerine ise bütün insanlığın kurtuluşu vardır; Peygamber efendimiz ve onun varisi olan büyük alimler ve mürşitler gibi.

ışte Bediüzzaman bu veciz ifade ile en yüksek maksat ve gayeyi ortaya koymuştur.
Her bir insanın değeri gayesi ile ölçülür. Kimin hedef ve maksadı bütün insanlık ve onların kurtuluşu ise onlar en yüce ve âli hedef sahipleridir. ınsanlar da nefes ve soluklarını, huzur ve keyiflerini yalnız başlarına değil, toplumla birleştirmelidirler. Yeri geldiğinde kendilerini topluma feda etmelidirler. Bediüzzaman bu konuda şöyle der:



“Yirmi beş milyon Türk cemiyeti namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Eğer milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içerisinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.”

8

25.05.2006, 15:27

ıhsan-ı ilahiden fazla ihsan, ihsan değildir.” ne demektir?
Allah’ın verdiğinden daha fazlasını vermeye çalışmak boşunadır. Mesela insana bir burun daha ilave etmeğe çalışmak veya hayvanlara akıl verilse daha iyi olacağını düşünmek abesle iştiğaldir, tenasüp ve dengeyi bozmaktır.
Benzeri bir şekilde dinin hükümlerinde Allah’ın koyduğu sınırlarda durmak lazımdır. "şu helal, bu haram" şeklinde hüküm verme yetkisi insanlara bırakılmamıştır.
Durum böyleyken bazı insanlar Allah’ın koyduğu sınırlarda durmayıp kendi dar ölçüleriyle hareket ederler, faraza mirasta kadına erkeğin yarı hissesi verilmişken tam hisse verirler, dinin mekruh kabul ettiğini haram derecesine çıkarırlar. Ayın bölünmesi mucizesi gibi bir olayı anlatırken sahih hadislere kanaat etmeyip abartılı anlatmayı tercih ederler.

Konun bir yönü de şudur: Cenab-ı Hakkın insanlara ihsan ettiği manevi makamları olduğu gibi kabul etmek, üzerine kendi hayalimizden yahut hevesimizden yeni makamlar eklememek gerekir. Eklenirse ihsan-ı ılahiden fazla ihsan yoluna girilmiş olur. Mesela, bir kişi salih bir mümin ise onu öylece bilmek ve sevmek gerekir; bununla yetinmeyip kendisine asrın kutbu, müceddidi gibi rütbeler ilave itmeğe gerek yoktur. Keza, Hazreti ısa’yı (as.) dört büyük kitaptan birinin kendisine inzal oluğu büyük bir peygamber olarak tanımak ihsan-ı ılahiye uygun bir inançtır. Ona ibnullah (Allah’ın oğlu) demek, ihsan değildir.

9

29.05.2006, 11:36

Soru : Marifetullah ne demektir?

Cevap:
Marifet, tanıma, bilme demektir. Marifetullah, Allah’ı Kur’anın bildirdiği gibi tanıma, sıfatlarını, isimlerini ve bunların sonsuz kemalde olduğunu bilme, ılâhî hakikatlere vakıf olma, şeklinde özetlenebilir.

Allah’a inanan insanın kalbi imanla nurlanmıştır. Bu, kör gözün açılmasından, işitmeyen kulağın duymaya başlamasından çok ileri bir inkişafla ruhun, Rabbine kavuşması, Ona inanması ve kendini Onun mahlûku bilmesidir. şimdi sıra, Onu tanıma vadisinde mesafeler almaya gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim, mümine daima marifet dersleri verir. Allah’ın adıyla başlar ve hemen Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildirir. Bu bir marifettir, yâni Allah’ı tanımaktır; Rahman ve rahim olarak.

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” emriyle Allah Resulü’ne (asm.) ve onun şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri verilmiştir. Biz bu emirdeki Rab isminden dersimizi alarak, öncelikle kendimizde tecelli eden ilâhî terbiyeyi okuruz. Yüzümüzü gözümüzü okuruz; kalbimizi ruhumuzu okuruz, Kanımızı, hücremizi okuruz. Hepsini en güzel ve en faydalı biçimde terbiye eden Rabbimizin rahmetini, keremini okuruz. Okudukça onun terbiye ediciliğine olan marifetimiz artar. Onun rahmetine marifetimiz artar. ıhsanını daha güzel, daha net, daha açık seyreder oluruz.

Ayetin devamına geçer, nutfeden yaratıldığımızı ibretle düşünürüz. Bizi her şeyimizle o küçücük şifrede yerleştiren ve onu açıp her organımızı yerli yerine koyan Rabbimizin lütfuna, rahmetine hayran kalırız.

Rab ismi üzerindeki bu düşüncelerimiz bizi Fatiha Suresine götürür. Rabbimizi, “Rabb-ül-âlemin” olarak tanırız. O, bizim Rabbimiz olduğu gibi, bütün hayvanlar, bitkiler âleminin de Rabbidir. Sema âleminin, arz âleminin de Rabbidir. Melek âleminin, cin âleminin de Rabbi. Arşın, kürsinin, cennet ve cehennemin de Rabbi. Bunları düşündükçe, onun marifetinde daha da terakki ederiz.

Rab ismi ılâhî isimlerden sadece birisi. Diğer isimleri ve tecellilerini de aynı şekilde tefekkür ederiz. Allah’ı Rab olarak tanıdığımız gibi, Rezzak olarak, Muhyi (hayat verici), Kerim olarak, Kadir olarak da tanırız. Böylece marifetimiz daha da artar. Sonra, bütün bu isimlerin ılâhî sıfatlardan geldiğini düşünürüz. Marifetimiz sıfatlar aleminde derinleşir ve genişlenir. Ve sonunda, bütün bu sıfatların bir tek zata ait olduğunu bilmekle tevhit sahasına girer, Allah’ı hiçbir mahlukuna benzemeyen, bütün sıfatları gibi zatıyla da eşi ve benzeri olmayan tek zat olarak biliriz.

Allah’ın yarattığı eşya üzerinde bilim adamlarının dünya yaratılalı beri kafa yormaları ve her gün yeni keşiflerde bulanmaları, varlık alemini her geçen gün biraz daha tanımaları gösteriyor ki bu eserlerin tümünü yaratan Allah’ı tanımanın, Onun marifetinde ilerlemenin sonu yoktur. Peygamber Efendimiz (asm) miraç mucizesinin son durağında, “Ben seni hakkıyla tanıyamadım.” buyurmakla, hem bu sahanın sonsuzluğunu, hem de marifetimizi kesinlikle yeterli görmeyip ömrümüzün sona kadar bu yolda ilerlememiz gerektiğini bize ders vermektedir.

bahar

Acemi

Mesajlar: 45

Hobiler: KıTAP,DOğA

  • Özel mesaj gönder

10

29.05.2006, 16:21

Çok güzel bir yazıydı.

ALLAH razı olsun.

11

29.05.2006, 20:16

Yunusum demiş ki;
"Sonra, bütün bu isimlerin ılâhî sıfatlardan geldiğini düşünürüz."

Ehad bir isimdir, Ehadiyet sıfat. Samed bir isimdir, Samediyet bir sıfat. Hakem bir isimdir Hakemiyet bir sıfat.
Ben böyle biliyorum.Bütün bu isimlerin ılâhî sıfatlardan geldiğini söyleyince benim bu noktada kafam karıştı. ızah edermisin
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

12

30.05.2006, 00:21

bende sunu size sormak istiyorum
1) melekler bizler üzerinde cilvelerini gösteren ALLAH ın isimlerini biliyorlarmı (şafi rezzak ..gibi)
2)bizim bilmediğimiz ama meleklerde tecelli eden ALLAH ın isimleri var mıdır?

13

30.05.2006, 08:51

) melekler bizler üzerinde cilvelerini gösteren ALLAH ın isimlerini biliyorlarmı (şafi rezzak ..gibi)
cevap;melekler hepsini blse idiler adem a.s. onlara nasıl galip gelirlerdi.20 sözde adem a.s. meleklere karşı talimi esma mucizesiyle galip geldiği anlatılıyor.melekler bir kısmını biliyorlar ama hepsini değil.adem babamız as. ise Allahın bildirmesiyle hepsini biliyordu.ve onlara galip gelerek halife olduğunu ispatlamıştır.
rezzak ismini melekler anlayamaz.bizizm anlatığımız manada.şafi isminede anlayamazlar.çünkü onlar hasta olurlarmı.aç kalırlarmı.aç kalmıyacaklarına göre rezzakı anlayamazlar.demek bazı isimleri anlarlar ama maddeye taalluk eden isimlerde bizim kadar anlayamazlar.Allahu alem.
2)bizim bilmediğimiz ama meleklerde tecelli eden ALLAH ın isimleri var mıdır?
bütün eşyanın hakikatı Allahın isimleridir.Allahın isimleri ne görsen odur.yani herşey Allahın isimlerinden meydana gelmiştir.
mesela bütün bitkilerin ve hayvanların tesbihatlarını temsil eden meleklerdir.hangi isimle tesbihat yapıyorlarsa o isme ayna olan melekler vardır.
bu kadar yeter inşaallah anlarsın kardeş

14

30.05.2006, 08:59

cevat burayı oku cevabı içinde.

Zira, eserin kemali bilmüşahede fiilin kemaline, fiilin kemali bilbedâhe ismin kemaline, ismin kemali bizzarure sıfatın kemaline, sıfatın kemali hads-i yakînle şuûnatın kemaline delâlet eder. şe’nin kemali ise, hakkalyakîn bir sûretle Zâtın kemalini gösterir.

Binaenaleyh, bir kasrın ve bir sarayın nukuş ve tezyinatındaki mükemmeliyet, sâni ve mühendisin yaptıkları o nakışlar üstünde ve tezyinat altında görünen ef’âlin mükemmeliyetine delâlet eder.

Ef’âlin mükemmeliyeti dahi, o sâniin taktığı isim ve lâkapların mükemmeliyetini gösterir. Esmânın mükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetine delâlet eder. Sıfâtın mükemmeliyeti, şuûnatın mükemmeliyetini tasrih eder. şuûnatın mükemmeliyeti dahi, o nakkaşın mükemmeliyet-i zâtına delâlet eder.

Kezalik, kâinatta görünen âsârın kemali, hadsî bir müşahedeyle, ef’âlin mükemmeliyetine, ef’âlin kemali de fâilin kemal-i esmâsına, esmânın kemali sıfâtın kemaline, sıfâtın kemali şuûnat-ı zatiyenin kemaline, şuunatın kemali Zât-ı Zülcelâlin kemaline delâlet eder.

15

30.05.2006, 10:25

Bana daha açık izah edermisin. Burda yazılan bütün bu isimlerin ılâhî sıfatlardan gelmiş olduğunu gösterdiğini anlayamadım.
Bence fiil sıfattan,sıfat isimder sudur eder.
Hüküm vermek fiildir. Hakimlik sıfattır. Hakim'e bağlıdır. Fiilin,sıfatın ve ismin ezeliyeti buna tesir etmez.
Seni yorduğum için üzgünüm.
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

16

30.05.2006, 10:48

şöyle düşün dolabı kim yaptı.bu fiil kimin marangozun.
dolabı yapmak-fiil
yapan-marangoz-isim.
bu ismi nerden aldı.marangozculuktan.
marangozculuk kabiliyeti vardıda ondan.buda sıfat.
bu sıfatı alması kabiliyetinden kaynaklanıyor.bunada şuunat deniyor.
bütün bunların hepsi o zatı anlatıyor.marangozcuyu.

üstad fiilden isme isimden sıfata sıfattan şuunata şuunattan zata doğru gidiyor.burda tekliğğe tevhide vurgu yapıyor.
fiiller isimlerden çoktur.fiillerin kaynağı isimlerdir.
isimlerin kaynağı sıfatlardır.sıfatların kaynağı şuunattır.bunun kaynağıda zattır.

mühendis ismimi nerden aldım.sıfatlarımdan.bende mühendislikle ilgili sıfat olmasaydı.mühendis ismi alamazdım.değilmi.
doktor ismini de sıfattan alıyor.neden nasıl gibi soruları sorsak çalıştı,okudu,başardı,çaba harcadı gibi sıfatları öne dökeriz.
bu sıfatlar olmazsa ona doktor demezsin değilmi.
peki bu sıfatları nerden aldı kabiliyetinden.kabiliyetli olmasa idi alamazdı.
bu kabiliyetlerde onun zatında olduğundan ortaya çıktı.
mesela hayvanda neden doktorluk,mühendislik özelliği yok.
zatında kabiliyetleri olmadığından.bu olmayınca sıfatta yok.isimde yok.fiillde yok.selam

17

30.05.2006, 16:33

Öğrenebilmem için bir cümle kurayım.

"Ahmet marangoz dolab yaptı."

Dolap yapmak; fiil
dolabı yapabilme yeteneği;sıfat
dolabı yapmaktaki amaç; şuunat. Çünkü para kazanmak veyahut sanatını göstermek istiyor.
dolabı yapan; isim.Ahmet

Fiil kimden çıktı; Ahmet'ten.Fail
Dolabı yapabilme yeteneği kimde var; Ahmet'te. Sıfatın sahibi
dolabı kim yapmayı amaçlıyor; Ahmet.şuunat
Yapan kim; Ahmet
Burdaki yanlışı mı açıklarsan daha iyi anlarım.
:oops:
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

18

30.05.2006, 16:56

Hepinizden Allah razı olsun
Bunları öğrenmemize ihtiyaç var arkadaşlar
Başka yerde bulamacayacağım,istifade edemiyeceğim şeyler göndermişsiniz
Bunların devamını temenni ediyorum.

19

30.05.2006, 20:24

HAZRET-ı YUNUS ıBNı METTÂ Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü Vesselâmın münâcâtı, en azîm bir münâcattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.

1, lema da hz yunus (as) için
1) hz isa (as) gibi annesinin adı ile ifade ediyor (metta Hz yunus (as) annesi)
2) Aleyhissalâtü Vesselâm ifadesi sadece Efendimiz(sav) için kullanılır ama üstad başka hiç bir peygamber için kullanmadığı halde neden acaba Hz Yunus(as) için kullandı?

20

31.05.2006, 09:09

yapan kim ahmed yerine marangozcu dersen anlaşılır.
marangozcu isim
marangozculuk sıfat
tamam yeterince anlaşıldı cevat.


yani fiilleri isimler oluşturur.
isimleri sıfatlar oluşturur.
sıfatları şuunat oluşturur.
şuunatı zat oluşturur.

mesela mizan kelimesi fiil bu kelime bizi tefekkürle adl ismine götürür.
buda Allahın zatı ve sübüti sıfatlarına götürür.buda Allahın şenine yani şuunatına buda zatına götürür.

şimdi Allahın zati ve sübuti sıfatları düşün.bu sıfatlar olmadan adl ismi gibi isimler oluşmaz.çünkü bu sıfatlara sahip olan kainatı yaratmıştır.deriz.
olmayan yaratmamıştır deriz.yaratmasında oluşan cilveler isimleri ve fiilleri gösterir.
şimdi Allahın zatı ve sübuti sıfatlarını düşünerek anlamaya çalış.ve deki bu sıfatlar olmadan bu isimler oluşmaz.fiiller oluşmaz.selam

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir