Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

03.08.2008, 22:59

Büyük Cemaat, Küçük Cemaat

CıRMıNıZ KÜÇÜK, sesiniz kısık ise eğer, sözleriniz uzaklarda bir yerlere, perdelenmiş, kırılmaya uğramış, dahası çarpıtılmış halde ulaşır. Hele bir de, sözünüzün bir yerlere yerleşmiş birilerini ve zihinlerde ‘mutlak doğru’ gibi yer tutmuş sabit fikirleri rahatsız etme istidadı varsa, bu iş hem daha katmerli bir hal alır, hem de daha bir hızla gerçekleşir.

ıletişim biliminin ana kuralı olarak, Marshall McLuhan’a “Mesajı aracı belirler” dedirten de, bu vâkıadır. Sözünüz, bu durumda, iki kere kırılmaya uğrar. Sözünüzü kendi iddiasına ve konumuna yönelik bir tehdit gibi algılayan aracı, yani sözünüzü aktaran kişi sözünüzü çarpıttığı gibi, herşeyin tebeyyün ettiği huzuruyla zihinsel konforun doruklarında yaşayan aktarılan kişi de tahkik ve tahlil ihtiyacı duymadan, meselenin tam da ‘duyduğu gibi’ olduğuna inanmaya meyleder.

Türkiye’de, birbuçuk yıl önce, tam da bu sebeple mâkuliyet timsali yürekli bir adam öldürüldü. Hrant Dink, bu topraklarda ‘etnik köken’e dayalı milliyetçi-devletçi bir refleksi iyice kabartmayı vazife edinenlerin çarpıttığı bir mâkul sözden dolayı mahkumiyet aldı, sonra da öldürüldü. ‘Türklüğü aşağıladı’ diye.

(Böyle bir kanun maddesinin varlığı başlıbaşına bir problem; Ermenliği, Rumluğu, Yahudiliği, Araplığı, Kürtlüğü... aşağılamanın adiyattan olduğu bir zeminde sadece ‘Türklüğü aşağılama’yı merkeze almanın vicdanlarda karşılığını bulmak mümkün değil; hiçbir etnik kökene, insanların içinde doğdukları hiçbir milliyete hakarete izin vermeyen bir hükmün ise ıslâmîliği ve insanîliği aşikar.)

Hrant Dink’i birileri için nefret objesi haline getiren cümlenin kasdı, ‘Türklüğü aşağılamak’ değil, bilakis Ermeniler içerisindeki geçmişin olaylarından bugüne dönük bir nefret üreterek beslenen insanları uyarmaktı. Ama mesajı aracı belirledi; bu topraklarda bizim rüyamız olan, kökeninden dolayı kimseye üstünlük ve aşağılık atfedilmeyen eşit ve özgür bir Türkiye birilerinin ise kâbusu olduğu için, doğru niyetlerle söylenmiş bir söz çarpıtıldı; ve hayatında tek bir cümlesini bile ‘aracısız,’ ‘doğrudan’ okumamış bir delikanlı tarafından Hrant Dink öldürüldü.

“Suikast, sansürün nihaî biçimidir” demişti akıllı olduğu kadar vicdanlı da olan ıngiliz edebiyatçı George Bernard Shaw. Bu açıdan bakarsak, bu cinayet, bir ‘sansür girişimi’ydi gerçekte. Hrant Dink’i mutlak biçimde sansürleyen; henüz yaşıyor olan yazarlara ise, kafalarında bir sansür mekanizması işletmeyi öğütleyen...

Sözde bir sorun yoktu; sözün ardındaki niyet de sorunsuzdu. Ama aracılar sözü ve mesajını çarpıttı ve olanlar oldu.

Doğru olduğundan emin olduğu, ama işte tam da doğru olduğu için yanlış yerlere konuşlanmış ama bu yerden kıpırdanmaya da asla niyeti olmayan birilerini rahatsız etme istidadı yüklü bir düşünceye sahip olmak, bu düşünceyi içinde tutmayıp dışarıya çıkarmak, ifadeye taşımak, meselâ yazmak, meselâ konuşmak, bu açıdan bakılırsa, yeryüzünün en zor ve en tehlikeli işlerinden biri.

Öyle ifade edeceksin ki, doğru anlaşılacaksın, yanlış anlaşılmayacaksın. Ama dilin bütün imkânlarını bu noktada seferber etmen yine de yeterli olmayacak. Çünkü, düşüncen, sözün, duruşun birilerini rahatsız ettiği için perdeleneceksin. Sesin kısılacak, daha geniş bir mecrada sözünün ‘doğrudan’ işitilmesinin, yazının ‘filtresiz’ okunmasının önüne geçilmek istenecek.

şartlara göre, ya sen ve sözün yok sayılacak, veya sözünün çarpıtılmış yorumuyla sana kara bir damga vurulacak.

Bedel ödetilecek sana. Masum olduğun halde suçlanacaksın. Sözü doğru anlamamaya azm ü cezm ü kasd eylemiş muannidlerin; onların ağzına bakan ve onların yorumunu sözün aslının yerine koyan tahkik mahrumu mukallidlerin; doğru niyetle söylenmiş doğru sözü doğru anlama istidadından kendisini mahrum etmiş ‘talimli cahil’lerin gözünde ‘mücrim’ olacak; masumiyetini isbat zorunda bırakılacaksın.

Ama hangi birinden haberdar olup hangi birine yetişesin?

Neticede, bu hali bu yolun içinde bir ‘ibtilâ’ olarak görüp, sabrı tavsiye edeceksin kendine. Musa aleyhisselamın ilk duasını hatırlatıp duracaksın aklına: “Rabbim! Göğsüme genişlik ver!” Bir peygamberin ilk duası bu olduğuna göre, diyeceksin, doğru olduğundan emin olduğun birşey söylüyorsan, ya sözü kasden çarpıtan ya sözü doğru anlama yeteneğinden kendisini mahrum etmiş olan insanların yüreğini daraltacağı durumlar yaşamak mukadder olsa gerek diyeceksin. Yine Kur’ân’da, Hâtemü’l-enbiya aleyhissalâtu vesselama, “Onların sözünün senin göğsünü daralttığını biliyoruz” buyurulduğu, defaatle “Sen o cahillerden yüz çevir” diye emredildiğini göreceksin. Sen yüzünü çevirsen de, onlar seni işaretlemeye devam edecekler ama... “ışte bu, bu adam var ya bu...”

Bedeller ödeyeceksin böylece. Sözün doğru anlaşılmayacak. Sözün yanlış anlaşılacak. Sözün çarpıtılacak. Niyetin sorgulanacak. Sofralarda ‘ölü kardeş eti’ servisi yapılacak. ıftira servisinin dahi yapıldığı sofralar kurulacak. Kişiliğin teşrih masasına yatırılacak. Teşrihten teşhise geçecek kimileri. Ayıplar kelimeler ile elbet. ‘Hain’ de olabileceksin, ‘sapkın’ da, ‘nâmert’ de, ‘edepsiz’ de...

Sana ödetilen bedellerin, çoluğuna-çocuğuna, eşine-dostuna bakan tarafları dahi olacak üstelik. Birileri de, ‘seni okuduğu için’ damgalanacak.

Bir düşünceyi söze taşımak, yazmak veya konuşmak, böylesi bir ‘ibtilâ’ işte. Ama insanın, doğruyu başka türlü gördüğü halde doğru diye sunulan karşısında susma gibi daha büyük bir ‘ibtilâ’dan kurtulmak için yeğlediği...

Yazmak, böyle birşey işte... Konuşmak hâkeza. Kalbden dile, akıldan kaleme taşınan söz muktedirleri rahatsız ediyorsa, Musa aleyhisselamın duasını dilinden düşürmemenin vakti...

Her ne ise...

Başlığa baksanız, neler yazacaktım; bir girizgâha niyet etmişken, söz tâ nerelere geldi...

ıyisi mi, başlık öylece kalsın; ama bu başlığın meramını bir sonraki yazıda ifadeye çalışalım.

Kaynak: http://1111.karakalem.net/?article=3221

2

03.08.2008, 23:00

1989 YILI. Yer, Risale-i Nur hizmetine tahsis edilmiş bir mekân. Üniversitede okuyor olan yüzü aşkın kişi biraraya gelmiş, hem bir karar onlara tebliğ ediliyor, hem de bu kararla da ilişkili olarak onlardan düşüncelerini ve varsa problemlerini iletmeleri isteniyor.

Bir genç kalkıyor ve sebebini bir yıl sonra öğrendiği bir haksızlığa maruz kaldığını anlatarak, haksızlığın giderilmesi, hakkının kendisine iade edilmesi gerektiğini söylüyor.

Meseleyi çözmeye yetkili kılınmış kişi, ‘olur böyle vak’alar’ üslubunda yaklaşıyor meseleye. ıhlastan, uhuvvetten, kardeşlikten, feragattan, hizmetin selameti için bu yaşananları sineye çekmekten filan söz ediyor.

Ama genç belli ki çok incinmiş. Tekrar söz istiyor. Uğradığı bir haksızlığı dile getirdiğini, verilen bu cevabın ise bu haksızlığı gidermediğini söylüyor. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hz. Ali’ye atıfla ısrarla dile getirdiği ‘adalet-i mahzâ’ ölçüsünü dile getiriyor. “Ferdin rızası yoksa, cemaatin selameti için dahi ferd feda edilmez” diyor. “Ancak ferdin rızası varsa bir anlam taşıyabilir. Ama siz, benim rızam olmayan bir meselede, bu dediklerinize dayanarak uğradığım haksızlığa karşı fedakârlığa beni zorlayamazsınız. Ki ben uğradığım haksızlıktan dolayı mağdurum; hakkımdan feragate de razı değilim. Size düşen, bu durumda, uğradığım haksızlığı gidermektir” diyor.

Bunun üzerine, hayatında Bediüzzaman’a hizmetle de şereflenmiş bir büyüğümüz sözün arasına giriyor ve hiddetle bağırarak:

“Risale’leri okurken, düzgün okuyun” diyor. “Cemaatin selameti için ferd, bal gibi de feda edilir. Cemiyet için edilmez” diyor.

ış bu raddeye gelince, vicdanımdaki ‘hiss-i adalet’in yanında, Risale-i Nur’a karşı kalbimdeki sadakatin de feveranını da işitiyorum. Bir tarafta Risale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman Said Nursî’ye hizmet etmiş bir büyüğümüz, öte yanda o büyüğümüzün hizmet etmiş olduğu Bediüzzaman’ın yazmış olduğu Risale-i Nur’un en hayatî ölçülerinden biri...

‘Risale-i Nur’a sadakat’ besbelli ki ağır basıyor; meselenin bu şekilde kapatılmasına gönlüm elvermediği için az ilerideki kitaplığa uzanıp bir risaleyi çekip alıyor ve “Bakalım ne diyormuş Bediüzzaman” diyerek, okumaya başlıyorum:

“Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan ‘Selâmet-i millet için ferdler feda edilir. Cemaatin selameti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir” diye bütün nev’-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun suiistimaliden neş’et ettiğin kat’iyyen bildim.”

Başka ifadeler de var elbet. Meselâ: “‘Cemaatin selameti için ferd feda edilir’ kaide-i zâlimânesi...”

Sözün kapsamı belli. “Cemaat için edilir, cemiyet için edilmez” gibi bir cümle asla sözkonusu değil.

Risale’den ilgili ifadeleri okuduktan sonra, belki bir tek bu noktada hiddetimden şu sözü ekliyorum: “Sadece biz düzgün okumayalım. Siz de düzgün okuyun.”

Sonra?

Hiddet anında Risale-i Nur’un en kritik Kur’ânî adalet ölçüsünü çarpıtacak bir çıkış yapılmasına karşı Risale-i Nur’un ifadesini ve bu ifadenin kapsama alanını dile getirmeme karşılık, “Allah razı olsun kardeşim” diye bir karşılık beklemiyorum gerçi. Beklemem gerekirdi aslında, ama tecrübelerim ‘Bekleme!’ diye öğreteli çok zaman olmuş.

Risale-i Nur’un cümleleri de belli. ‘Cemaat’ kelimesi apaçık ortada; üzerinde yoruma mecal bırakmıyor.

Suskunluk hâkim oluyor havaya. Hayırlı bir duruma işaret etmediğini hayatın akışı içinde daha bir berraklıkla öğrendiğim bir suskunluk...

Sonra başka meselelere geçiliyor, bir müddet sonra da herkes dağılıyor.

Günler geçiyor, sağdan-soldan hakkımda edilmiş sözler duymaya başlıyorum. Türkiye’nin dört tarafından, dahası Türkiye’nin dışından hakkımda edilmiş sözler.

-Mış, -mış, -mış...

Ne yapmışım?

‘Çok edepsiz biri’ymişim. ‘Abiler hakkında ağza alınmayacak hakaretler etmiş’im...

Olayın cereyan ettiği ortamda bulunmayan birileri, gözlerinin görmediği, kulakların duymadığı bir meseleye nasıl da dilleriyle yalancı şahit yazılıyorlar hemen...

Bütün bu yaşadıklarıma rağmen, yıllar sonra o olayda karşı karşıya geldiğimiz büyüğümüzle Cağaloğlu yokuşunda karşılaşıyorum. ‘Ferd razı olsa başka mesele’ ya, hayatta iken Üstadıma, sonrasında Risale-i Nur’a ettiği onca büyük hizmete karşılık o gerilim yine de küçük görünüyor gözüme. O gün orada susup Risale-i Nur’un bir ölçüsünün bir hiddet anında çarpıtılmasına suskun kalsam, ne kendimi ne onu affedebileceğim gerçi. Ama olan olmuş, söylenecek olan söylenmiş, mesele tavazzuh etmiş. Olan biten küçük görünüyor artık bu yüzden. Selam veriyor, Üstadıma hizmetine hürmeten elini öpmek istiyorum, o benden çok eğiliyor, buna imkân vermiyor.

Ya aradakiler?

Ya bu şekilde olup bitmiş bir olayda, her türlü riski göze alıp Risale’nin Kur’ân’ın kaç âyetinden beslenen ‘adalet-i mahzâ’ dersinin hatırını ve hukukunu gözetmemi, ‘edepsiz’lik ve ‘ağza alınmayacak hakaret’ şeklinde taşıyanlar?

Ya kendilerine bu şekilde taşınanı göz-baş üstüne diye alıp, arkamdan demediklerini bırakmayanlar?

Adalet-i mahzâ ölçüsünün hakkını ve Risale’nin hukukunu müdafaa için sergilenmiş bir tavır ve sarfedilmiş bir söz, nereden alıp nerelere çekilmişti böyle?

Marshall McLuhan haklı çıkmıştı bir kez daha. Mesajı aracı belirlemişti yine.

Ve benim ‘sorunlu’ kişiliğim bir kez daha tescil edilmişti...

‘Cemaat’le sorunum olduğunu söylüyor o gün bugündür birileri...

Üstelik, sadece birinden değil; bundan, ondan, şundan olan birileri...

“Adam sorunlu. Cemaatle sorunu var.”

Ne yapayım? Risale-i Nur’la ‘sorunlu’ olmaya gönlüm razı olamıyor.

‘Cemaat’in Risale-i Nur’la sorunlu olduğu noktalarda, ben ‘cemaat’le sorunlu olmayı tercih ediyorum...

Bu arada, asıl meramımı yazamadım hâlâ...

Bir sonraki yazıya kaldı yine...

Kaynak: http://1111.karakalem.net/?article=3222

3

03.08.2008, 23:00

YIL, YıNE 1989. Bir önceki yazımda sözünü ettiğim olayın üstünden ya birkaç hafta veya en fazla birkaç ay geçmiş.

80’lerin ilk yarısında ‘sosyal bilimler’ okumuş gözlerim, ikinci yarısının bu son faslında ‘uygulamalı ders’ görüyor gibi. Bölünmeler, birleşmeler, altüst oluşlar, ihtilaflar, ittifaklar olup biterken, kendimi bir ‘sosyoloji atölyesi’nde hissediyor gibiyim.

Hayır, hayır; seyrettiğim değil, bizatihî içinde olduğum, içine katıldığım bir manzara bu.

Bir doğru görüp yalnızca seyirci olmaya da, bir yanlış görüp sadece seyirci olmaya da razı değil vicdanım.

Doğruysa dahil olmalı, yanlışsa muhalefet şerhini düşmeli, tavır koymalı. Her halükarda, niye nerede olduğunun bir asla, bir hakikate dayanan bir izahı olmalı. Öyle düşünüyorum.

Hasbelkader içinde bulunduğum bir mecliste Risale-i Nur’un cemaatî ve ictimaî hayatlara dair son derece kritik bir ölçüsünün bir kelime ayrıştırmasına kurban gitmesine vicdanım razı olamamış, şerhimi düşmüşüm ya; hakkımda ‘edeb’ yoksunluğuma dair, ‘ettiğim ağza alınmaz hakaretler’e dair lâf dolaştıranlar olduğu gibi, yazık ki ne yazık, ilgili mecrayla kendi yaşadıkları gerilim ve asabiyetin tesiriyle bizi orada o tavrımızdan dolayı neredeyse ‘kahraman’laştıranlar da olmuş.

Neticede, bir davet almışım. Bir toplantıya dair...

Gittiğimde, bu toplantının, şahidi olduğum ‘mektuplaşmalar’ faslına dair olduğunu görüyorum. Bunca sene Risale-i Nur hizmeti için hep birarada olmuş, doğruda da eksikte de (haydi diyelim, kimi zaman yanlışta da) ortaklaşmış, asla ayrı düşmeyeceği umulan üç isim iki parça olmuş; bir büyük yapı da onlarla birlikte iki parçaya ayrışma durumuna gelmiş.

ıki taraf, mektuplar vasıtasıyla birbirine meramını anlatıyor. ıki taraf adına mektupları, yazı hayatımda öğretmenim olmuş, kendilerinden yazıya dair çok önemli dersler edindiğim iki isim yazıyor. Biri o tarafta, biri bu tarafta; onu da biliyorum. ış mektuplaşmalar faslına gelmişse, geri dönüşü çok zor gibi geliyor bana ama; yine de, bunun iletişimin ve müzakerenin kanallarının hâlâ açık olduğuna da işaret ettiğini düşünerek ümidimi kavi tutmaya çalışıyorum.

Bir taraf mektup yazmış, öbür taraf adına yazılmış mektup müzakere ediliyor. Davet edildiğim toplantı, bunun içinmiş.

Mektubun kendilerine hitapla yazıldığı iki isimden biriyle, az zaman önce, bir önceki yazımda dile getirdiğim o sıcak teması yaşamışım. Hislerim diri. Üstüne üstlük mesajı belirleyen aracıların sağda-solda neler söylediğinden de haberdarım.

Ama şükür ki, herşeye rağmen, bu diri hisler iz’anımın ve insafımın önüne geçmemiş. Aklıselim ve şefkatin de...

Mektup okunuyor. Karşı tarafın bu tarafı suçladığı mektuba mukabil, bu tarafın karşı tarafı suçladığı ifadeler yer alıyor...

Bu mektubun yazılmasındaki amacı soruyorum mektup müzakereye açıldığında. Bir gerilimi sürdürmek ve tırmandırmak mı, tansiyonu düşürüm meseleyi bir buluşma ve uzlaşma noktasına taşımak mı? Arzu edilen, hedeflenen ne?

Bekleneceği, beklenmesi gerektiği üzere, ikincisiymiş hedef: tırmandırmak değil, çözüme kavuşturmak...

“Öyleyse” diyorum. “Mektubun, ortadaki gerilimi ve bunun yol açtığı sıkıntıları dile getirmekle birlikte, bunu daha mutedil bir dil ile ifade etmesi gerek. Meselâ, ‘Siz meseleyi sürüncemede bırakıyorsunuz’ denilmiş mektupta. Bu, suçlayıcı bir dil. Karşı taraf, ‘Hayır, meseleyi asıl siz sürüncemede bırakıyorsunuz’ diyecek, derken bu iş uzayıp gidecek. Oysa mesele ortada kalmışsa eğer, karşı tarafı suçlamadan da bir çözüm davetinde bulunmak mümkün. ‘Mesele sürüncemede kalıyor’ gibi bir ifade, meseleyi müzakereye açmak ve çözüme kavuşturmak için daha uygun bir ifade...”

Kelimeleri aklımdan yitip gitmiş, ama ikinci bir cümleden daha örnek verdiğimi hatırlıyorum.

şükür ki, üsluba ve seçilecek kelimelere dair bu önerim kabul görüyor.

Sonra, başkaları söz alıyor, başka başka şeyler konuşuluyor derken, duyduğum bir kelime karşısında irkiliyorum. Söz alan kişi, çözülmesi beklenen gerilimin iki tarafından birinin merkezinde yer alan kişiye “Abi, şimdi biz senin adamların olarak...” diye söze başlıyor.

Risale-i Nur’un adalet-i mahzâ ölçüsüne ‘Cemiyet için edilmez, cemaat için edilir’ mânâsı yüklendiğinde yerimde duramayıp müdahil olduğum gibi, beni irkilten bu sözler karşısında da müdahale etmeden duramıyorum.

“Bir dakika, bir dakika” diyorum heyecanla. “Burası filanın adamları toplantısı mı?”

Devam ediyorum sonra: “Eğer öyleyse, ben yanlışlıkla çağrılmışım. Ben filanın adamı değilim. Dahası, bir müellifinin ‘Said de bir talebedir’ dediği Risale-i Nur’un bir talebesi falanın ve filanın adamı olmaz, olamaz diye biliyorum.”

Burada da kalmıyor sözlerim. Konuşan kişinin adamı olduğunu belirttiği büyüğümüze dönüyorum ve: “Size de şunu söyleyeyim abi” diyorum. “Bu ifadeyi duyduğunuzda, size ‘Sizin adamlarınız olarak’ diye hitap edildiğinde içinizde en ufak bir memnuniyet dahi uyandıysa, kalbinize dikkat edin.”

Canım o şu mânâda söylendi, şöyle söylenmek istendi, böyle bir dil sürçmesi oldu kabilinden izahlar gelişiyor sonra.

Lâkin, o akşamdan sonra, bu ‘adamlar’ın da sağda-solda hakkımda türlü çeşit lâflar etmeye başladıklarını duyuyorum. Dedikodu hızıyla dört bir tarafa yayılan lâflar...

Ötesini anlatmayayım en iyisi...

ışte o vakitten beri üstüme yapıştırılan bir etiketin; ‘sorunlu,’ hem de ‘cemaatle sorunlu’ etiketinin, dahası ‘cemaat düşmanı’ etiketinin ikinci kaynağının hikâyesi...

Hay Allah, asıl konuya giremedik yine...

Bir sonraki yazıya kaldık bir kez daha...

Kaynak: http://1111.karakalem.net/?article=3225

4

03.08.2008, 23:01

“CıRMıNıZ KÜÇÜK, sesiniz kısık ise eğer, sözleriniz uzaklarda bir yerlere, perdelenmiş, kırılmaya uğramış, dahası çarpıtılmış halde ulaşır. Hele bir de, sözünüzün bir yerlere yerleşmiş birilerini ve zihinlerde ‘mutlak doğru’ gibi yer tutmuş sabit fikirleri rahatsız etme istidadı varsa, bu iş hem daha katmerli bir hal alır, hem de daha bir hızla gerçekleşir.”

Böyle demiştik, bu başlığı taşıyan yazılarımızın ilkinin giriş paragrafında...

Sonraki iki yazımız, bunun nasıl olabildiğini iki ‘örnek olay’ üzerinden gösteriyordu.

Bu iki örnek olay, olayların içinde iki ‘örnek’ sadece... Bırakalım başka hayatları, kendi hayatımın içinden bunun daha nice örneği var ki...

Bu meyanda karşıma çıkan en hazin çarpıtmalardan birini, ‘cemaat’ kelimesi üzerinden gerçekleşenler teşkil ediyor.

Söylenenlere baksanız, bu satırların yazarı, ‘cemaatle sorunlu’ olmanın ötesinde, ‘cemaat hakikati’ni reddeden biri. Dahası, ‘cemaat düşmanı.’ Ekleniyor sonra: “Halbuki, Üstadımızın da dediği gibi, ‘Zaman cemaat zamanıdır.’”

Yani iş demeye geliyor ki, bu adam salt ‘cemaatle sorunlu’ filan değil. Bediüzzaman’la da sorunlu aslında...

Bunca zamandır üstüme yapışıp kalmış bu sözler için doğruluk payı olanı yok değil. Doğrudur, ben ‘cemaatle sorunlu’yum. Saklamaya gerek yok. Benim ‘cemaat’le sorunum var.

Fakat, tam da burada, sosyal bilimler alanındaki çalışmaların başında vazgeçilmez bir zorunluluk olarak beliren şeyi yapmamız, önce üzerinde tartışıp buna göre kişiler hakkında hüküm bina ettiğimiz kelimeye bir tarif getirmemiz gerekiyor: Nedir ‘cemaat’? Ben hangi ‘cemaat’le sorunluyum gerçekten:

ışe buradan başladığında ise, ‘cemaat’ diye kastedilen şeyin ‘cemaat’ten ziyade ‘küsurat’ diye anılması gerektiğini anlıyor insan. Çünkü bu tarif, bir ‘cem’den ziyade ‘kesir’ içeriyor. Toplamadan ziyade, bölme yani. ‘Cemaat’in ‘sorunlu’ olduğum bu tarifi, toplamıyor, bölüyor; buluşturmuyor, ayrıştırıyor; birleştirmiyor, ayırıyor.

‘Cemaat,’ kökü itibarıyla bir ‘cem’iyet’e işaret ediyor. Bir câmiiyete; toplayıcılık, kapsayıcılık ve kuşatıcılığa...

Ama ne yazık ki, karşımıza çıkarılan ‘cemaat’ tariflerinde, toplayıcılık ve buluşturma değil, bir ‘tahsis’ ve ‘inhisar’ göze çarpıyor. ıçinde bulunulan dar anlamda ‘cemaat’i merkeze alan, aynı eserden besleniyor olan sair mü’minleri ise dışarıda tutan; hele ki hususan bu eserden beslenmiyor olan mü’minleri hepten dışarıda tutan bir tahsis ve inhisar hem de...

Ehakkın hak, meşrebin meslek, vesilenin maksat yerine konulmasının getirdiği bir inhisarcılık...

şahsî enaniyeti aşsa da bu kez ‘cemaatî enaniyet’e takılıp kalmış; dünyayı kendi dar anlam yüklenmiş ‘cemaat’ini merkeze alarak gören; kendi cemaatine ‘kurtarıcılık’ atfederken başkalarına ‘kurtarılması gereken ötekiler’ konumunu biçen bir inhisarcılık.

Yahut şöyle mi demeliydim: ‘kurtarılıp tâbi olması gereken ötekiler...’

Böylesi bir cemaat tarifi, ehl-i Risale’nin ehl-i Risale’yle, mü’minin mü’minle, insanın insanla kardeşçe, insanca halleşip söyleşmesinin önüne geçiyor.

Çünkü, böyle bir tariften sonra, artık böyle bir ‘cemaat’ insanının diğer insanlarla diyalogu (bu diğer insanlar isterse aynı eserden beslenen kişiler olsun, farketmez), bir özne-özne ilişkisi değil, bir özne-nesne ilişkisi halini alıyor. Eşitler arasında bir beraberlik değil; bir üst-alt birlikteliği...

Kurtaracak olan, kurtarılacak olan.

Söyleyecek olan, dinleyecek olan.

Dikte edecek olan, dikte edilecek olan.

Emredecek olan, itaat edecek olan.

Bu arada, yıllar yılı kimbilir kaç yazımda dile getirdiğim ‘ihlas’ ve ‘uhuvvet’ ölçüleri de güme gitmiş oluyor zaten.

“Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak” yerine, ‘na’büdü’deki nun’a kıyasla olabildiğine daraltılmış bir ‘biz’den istifadesine taraftarlık...

“On akılla düşünüp, yirmi gözle görmek, yirmi kulakla işitmek” yerine, bir akılla düşünüp, iki gözle seyredip, iki kulakla dinlemeden bir dille tebliğ etmek...

“Cadde-i kübra-yı Kur’aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar” ifadesindeki ‘şu mesleğimiz’in ‘cadde-i kübra-yı Kur’âniye’yi tarif ettiğini unutup, o koskoca Kur’ânî caddeyi bizim gibi düşünmeyen hiçbir mü’minin dahil olamadığı bir ‘patika’ya dönüştürmek; sonra da, bu patikaya sığıştıramadığımız herkesi ‘ihlasın gayet yüksek kulesi’nden aşağı atıvermek...

Risale müellifinin ‘casus olduğu’ anlaşılmış bir kişinin dahi durumunun yüzüne vurulmasına müsaade etmeyen ve bunu ‘Risale-i Nur’un dile getirdiği iman hakikatlerinden istifade etmesi’ ümidine ve ihtimaline bağlayan mektubu Emirdağ Lâhikası’nda apaçık ortada iken; kendisi veya kendi cemaati gibi düşünmeyen her Risale talibine ‘casus’ ve ‘ajan’ nazarıyla bakabilmek...

Daha nicesi...

Bir dostumuz, Allah ondan ebeden razı olsun, üşenmemiş, Risale-i Nur’da ‘cemaat’ kelimesinin hangi anlamda kullanıldığını anlamak için bütün risaleleri taramış; bu araştırmanın sonucunu da bir makale halinde yazmıştı yıllar önce.

Sonuç?

Bediüzzaman Said Nursî, ‘cemaat’ derken, bunu en geniş anlamıyla kullanıyor. Bütün mü’minleri içine alan bir ‘cemaat’ tarifi onunkisi...

Bütün mü’minlerin dahil olduğu; ama bu büyük ‘cemaat’ içinde aynı büyük maksat için farklı vesileleri ihtiyar eden farklı farklı meşreplerin yer aldığı...

Çok sayıda şerit ihtiva eden bir ‘cadde-i kübrâ.’

Aracının cinsi, seçtiği şerit ve yapabildiği hız ne olursa olsun; Allah’ın dinine hizmet kasdıyla yola çıkmış herkesin içinde yer aldığı bir ‘cadde-i kübrâ.’

Bir patika değil, yanyol değil; cadde-i kübra.

Bir aşiret değil; ümmet-i Muhammed, millet-i ıbrahim mânâsına talip bir büyük cemaat...

Risale-i Nur’dan ben böyle bir cemaatin tarifini okudum.

Manidardır, işin başından beri Bediüzzaman adlı o büyük yüreğin ve müstakim aklın ‘cemaat’ tarifi hep buydu.

Bakın “ınhisar” başlıklı yazımıza; okuyun oradaki ‘ittihad-ı Muhammedî’ tarifini:

Reis-i enveri, Muhammed Mustafa aleyhissalâtu vesselam.

Müntesipleri, ‘Kâlû Belâ’dan dahil umum mü’minler...

Nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü ıslâmiye...

Ve yevmiye-i cerideleri de, i’lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden umum cerâid-i diniye...

Kulüb ve encümenleri, mesâcid ve medâris ve zevâyâ...

Bir de, ‘sorunlu’ olduğumuz ‘cemaat’lere bakalım.

Nasıl bir ben-merkezlilik, nasıl bir asabiyet, nasil bir cemaatî enaniyet...

Allah’ın dinine hizmet, bütün mü’minleri içine alan, hangi meşrepten olursa olsun ve hangi vesileyi istimal ederse etsin bütün mü’minlerin ortak çabalarının bir muhassalası olacak iken, nasıl bir tahsis, nasıl bir inhisar...

Evvelce de yazmıştım; yakın zaman önce, bir vesileyle bir kez daha dile getirdiğimde tekrar okudunuz. Ben ‘bireyci’ filan değilim; ‘ferdiyet’ hakikatine inanmakla birlikte, ‘ferdiyetçi’liği kahrolası bir hal olarak görüyorum.

Tıpkı ‘milliyet’in verili bir fıtrî hakikat olmasına karşılık, ‘milliyetçi’likte büyük mü büyük bir sorun gördüğüm gibi...

Bütün mü’minleri kuşatan ‘büyük cemaat’ mânâsını önüne geçen, o büyük ve câmi cemaat mânâsını daraltan küçücük ‘cemaatçilik’lerle de bu yüzden sorunluyum.

Gelin görün ki, sesi çok çıkan sesi kısık olanın sesini bastırıyor; dahası, çokça, çarpıtıldığı bile oluyor sözlerimizin...

“Zaman cemaat zamanıdır” diyor Bediüzzaman. Bir yazımda bu sözü irdelemiş ve hangi sebebe binaen nasıl önemseyip benimsediğimi de dile getirmiştim.

“Zaman cemaat zamanıdır; aşiret zamanı değil” diye bitirmiştim sonra.

Ama aşiret adamları, ‘cemaatle sorunlu’ diyorlar bana. ‘Cemaat düşmanı’ diyenler bile varmış.

Ben bir büyük cemaatin rüyasını görüyorum.

Risale-i Nur Talebelerinin, Bediüzzaman’ın bu büyük cemaat mânâsına akıllarını açıp yüreklerini bütün mü’minleri kapsayacak derecede genişlettikleri bir iklimin rüyasını...

Bu, sâdık bir rüya...

Biliyorum; dar mânâda hangi cemaatten olursa olsun, birçok insan da bu rüyayı görüyor...

Metin KARABAşOğLU

Kaynak: http://1111.karakalem.net/?article=3226

5

04.08.2008, 00:47

şahsım ve cemaatim adına, zerre miktar dikkate almadığım biri bu..

şahs-ı maneviye verdiği zarardan sonra...

Bildim bileli tarzı hep aynı..

Sütten çıkmış ak kaşıklığı bir türlü terkedemedi..

6

04.08.2008, 13:57

Siyasi tarafgirlik ve inat ile yaklaşıyorsunuz ruhefza abla. Bu tavrınız size yakışmıyor.

7

04.08.2008, 18:50

Alıntı sahibi ""talhagenc""

Siyasi tarafgirlik ve inat ile yaklaşıyorsunuz ruhefza abla. Bu tavrınız size yakışmıyor.

O neyle yaklaşıyor sanıyorsun..

Ben onlara "Nurcuların haricileri" diyorum...

Onun verdiği zararı senin uğruna başlık açtığın adam bile vermedi..

Resmin bütününe bakan ancak görüyor demek ki..

Tanıdık tanıyalı kimden memnun kaldı ki o..

Atıp tutsun ancak..

Herkes kötü, bes o iyi...

Her halinden de belli, bilirim, sene bilmem kaçta, dershaneleri nasıl ayaklandırdığını...

Kimin, ne niyete dolaştığını hal ve kali belli eder...

şahide gerek de yok zaten...

Etmediğn kalmasın, sonra da acındırık pozları takın...

Dağıttığı akıllar kendine yetsin önce!!!

8

04.08.2008, 22:14

Ben bu 4 yazıyı okudum ve menfi hiç bir şey görmedim. Metin Karabaşoğlu ağabeyin de 22 Temmuz öncesindeki siyasi beyannamesi dışında hiç bir hatasına şahit olmadım. Eğer bu kininiz siyasi sebepleyse yanlış yolcasınız ablacım...

9

04.08.2008, 22:23

Böyle yazı yazmak marifet olsa...

Ben sana sabah akşam yazarım...

Ettikleri ortada..

22 temmuz en son haltıydı..

Ben taaa 12 sene evvelden bahsediyorum..

O günden, bugünü de belliydi ama...

Sen niye madem aczimendilere bu kadar zıtsın...

Ben aralarında çok fark göremiyorum..

10

05.08.2008, 00:01

Aczmendilere zıtım çünkü Müslüm Gündüz'ün MıT ajanı olduğuna yakinim var. Metin Karabaşoğlu 12 sene evvel ne yapmış ki?

11

11.08.2008, 22:30

Selamun Aleykum,
Metin abinin Risale-i Nurlardan istifade edis tarzi beni hayrette birakir...Derinlemesine yazilarini hic kacirmam,istifade etmeye gayret gosteririm.Diger olup bitmis olaylar yuzunden(ki 1 nispetinde olur ancak),99 tane guzel sifatini bir kenara atamam.
Hem ayrica ben Bursada okurken(2007 yili mezunuyum),TUYAP kitap fuari dolayisiyla Metin abi Bursaya geliyordu.Dersanemizi ziyaret eder bizde onu misafir ederdik.Sabahlara kadar sohpet ettigimiz oldu.Nurlari daha iyi anlama cabasindan baska birsey ben gormedim.

12

11.08.2008, 22:33

Aleyküm Selam Auburn kardeşim,

Metin ağabey imani hakikatleri anlama yolunda iyi bir yardımcı, siyasi ve içtimai meselelerde ise yanıltma potansiyeline sahip bir ağabeyimizdir. Nasıl bir mühendis doktorluktan anlamıyorsa; imani meselelerde ihtisas kazanmış olan Metin ağabey de siyasi ve içtimai meselelerden pek anlamıyor.

ruhefza ablanın göremediği kısım da bu sanırım...

13

12.08.2008, 13:29

Metin karabaşoğlunu bilmem tanımam
ruhefza ruha hoş gelmeyen itici sert RUHAS gibi Taş gibi bizden deilse uzak olsun der gibi bizden deilse ne olursa olsun gibi ifadeleri var forumda. namı diğer gevezelikten öte gitmeyen uslupları var. takıntılı, çok konuşan.

Mesajlar: 46

Meslek: ÜNV. ÖğRENCıSı

Hobiler: SıNEMA,SPOR,EDEBıYAT

  • Özel mesaj gönder

14

12.08.2008, 14:44

Alıntı sahibi ""nuradair""

Metin karabaşoğlunu bilmem tanımam
ruhefza ruha hoş gelmeyen itici sert RUHAS gibi Taş gibi bizden deilse uzak olsun der gibi bizden deilse ne olursa olsun gibi ifadeleri var forumda. namı diğer gevezelikten öte gitmeyen uslupları var. takıntılı, çok konuşan.



kardeş birine laf atma derken kendin laf atıyorsun bunun neresi nura dair.

15

12.08.2008, 16:48

meseleniz iman kurtarmak imana vesilelik teşkil etmek veya arpa boyu dahi olsa imanda derece kazandırmaya vesilelik teşkil etmekse kişilerle uğraşmayacaksınız

forumda görüyorum uslupsuz usturupsuz konuşup iman kurtarmayı bıraktık faydası olmayan amiyane tabirle içinde yoksam olmasada olur diyen kuru kişilikler var

bana bir insan gösterin günahsız olsun, dört dörtlük olsun. gösteremezssiniz çünkü insanın mahiyetinde imtihanla cebelleşmek var. her bi imtihanda tam manası ile başarılı olamaz. yüzden birinde başarılı olduysa en azından o tarafı ile görmeye çalışmak gerekir.

lakin RUHEFZA yüzden birinde olan bölümü fazla olsada yıkıcılığı o taraflarını görmeme engel oluyor. sanki muhalefetlik vazifesi ona tevdi edilmişte vazifesini icra ediyo

ruhefzaki bildikleri ile amel etmek isterken karşısındakine bildiklerini pahalı satmaya kalkan biri. üstad öylemi yaptı acaba

en sert kapanan kapılardan biride ebu cehilin kapısıdır ama alemlerin efendisi o kapıyı aralamak için geçmişine tekrar tekrar bakmadı yinede o kapıya gitti.

peki ruhefza ne yapıyor kapanan kapıyı açmaya çalışmak gibi gailesi yok

bizden değilse ne hali varsa görsün diyor RUH HALı ile

hatta "biruh" hareket ediyor

iman kurtarma mevzuunda bu durumlar başka takımlara laf atarak tu cemaat diyerek olmaz

risale okuyorsanız tamir eden atomlar arasında olmak zorundasınız, bizden değilse paramparça olsun demeyeceksiniz.

bu kadar açık

istersen ruhefzanın geçmiş yazılarını incele

başka cemaat yada tarikatların söylemlerine nasıl kırıcı yaklaşıyo

bu forumda ruhefzadan çok var gözüme takılan bir kaç kişi var

Mesajlar: 46

Meslek: ÜNV. ÖğRENCıSı

Hobiler: SıNEMA,SPOR,EDEBıYAT

  • Özel mesaj gönder

16

12.08.2008, 20:37

Alıntı sahibi ""nuradair""

meseleniz iman kurtarmak imana vesilelik teşkil etmek veya arpa boyu dahi olsa imanda derece kazandırmaya vesilelik teşkil etmekse kişilerle uğraşmayacaksınız

forumda görüyorum uslupsuz usturupsuz konuşup iman kurtarmayı bıraktık faydası olmayan amiyane tabirle içinde yoksam olmasada olur diyen kuru kişilikler var

bana bir insan gösterin günahsız olsun, dört dörtlük olsun. gösteremezssiniz çünkü insanın mahiyetinde imtihanla cebelleşmek var. her bi imtihanda tam manası ile başarılı olamaz. yüzden birinde başarılı olduysa en azından o tarafı ile görmeye çalışmak gerekir.

lakin RUHEFZA yüzden birinde olan bölümü fazla olsada yıkıcılığı o taraflarını görmeme engel oluyor. sanki muhalefetlik vazifesi ona tevdi edilmişte vazifesini icra ediyo

ruhefzaki bildikleri ile amel etmek isterken karşısındakine bildiklerini pahalı satmaya kalkan biri. üstad öylemi yaptı acaba

en sert kapanan kapılardan biride ebu cehilin kapısıdır ama alemlerin efendisi o kapıyı aralamak için geçmişine tekrar tekrar bakmadı yinede o kapıya gitti.

peki ruhefza ne yapıyor kapanan kapıyı açmaya çalışmak gibi gailesi yok

bizden değilse ne hali varsa görsün diyor RUH HALı ile

hatta "biruh" hareket ediyor

iman kurtarma mevzuunda bu durumlar başka takımlara laf atarak tu cemaat diyerek olmaz

risale okuyorsanız tamir eden atomlar arasında olmak zorundasınız, bizden değilse paramparça olsun demeyeceksiniz.

bu kadar açık

istersen ruhefzanın geçmiş yazılarını incele

başka cemaat yada tarikatların söylemlerine nasıl kırıcı yaklaşıyo

bu forumda ruhefzadan çok var gözüme takılan bir kaç kişi var


sevgili kardeşim kimsenin kırımaması gerektiğini ifade ediyorsun ama sen kişileri kırıyorsun. Eğer bir gerçekten söz edeceksen çünkü biri toptancılık yaptı bende toptancılık yapacam dersen yanlış olur. Herkesin düşüncesine saygılı olmak lazım fakat kişiliğine hakaret etmeye kimsenin hakkı yok.
yanlış yonü varsa doğrusunu anlatırken daha nazikçe davranıla bilir diye düşünüyorum. çünkü tahrip kolaydır.adavete vaktimiz yok. bir birimize muhabbet etmeliyiz.

17

12.08.2008, 23:01

Herkes kendi penceresinden alemi seyreder ve kendi penceresi nasılsa alemi de öyle görür.

Yani pencereniz kirliyse kirli, temizse temiz görürsünüz.

Ben kendi penceremi sık sık yokluyorum, bence herkes yoklamalı...

18

13.08.2008, 12:25

Alıntı sahibi ""nuradair""


risale okuyorsanız tamir eden atomlar arasında olmak zorundasınız, bizden değilse paramparça olsun demeyeceksiniz.



Nuradair kardeşim, meseleleri tersten tevil ediyorsunuz. Bizden değilse paramparça olsun demiyoruz. Tam tersi bizden ise bizden olsun diyoruz. Yani, Risale-i Nur'u muhafazaya çalışıyoruz. Çok kişiler var ki Risale-i Nur namı ile hatalar yapıyor. Diyoruz, bu ettiğin Risalelerde yok. Hal böyleolunca Risalelere bir şüphe oluşma ihtimali kavidir. Biz sizin filan amelinizi Risale-i Nur namına red ediyoruz.

Sonra birileri çıkıp vaveyla koparıyor. "Siz siden olanları parçalamak istiyorsunuz"

Mesele budur Nuradair kardeşim. Reşha_reşha mı deseydik?

O dil uzattığın Ruhefaz kardeş on numara biridir. Asıl sen tarafgirlikle tanımadan hüküm veriyorsun. Kınıyorum!
vesselam
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

19

13.08.2008, 13:01

risaleler herkese açıksa siz hangi samimiyeti sorguluyorsunuz eğer siz samimi iseniz başkasının samimiyetini sorgulamak ne için. "Risale-i Nur'u muhafazaya çalışıyoruz." diyorsunuz risaleler kendini korur siz yeterki samimi olun da başkaların samimiyetine karışmayın. mesele bu kadar açıktır.

Samimiyetini koruyan fazla konuşmaz. başkaları hakkında fazla konuşan samimi değildir. aynen gevezelik edipte güdümlü taş atmayı kendine vazife edinen gibi.

risale okumak ile anlamak arasında fark var bakmak ile görmek arasındaki fark kadar bariz ve açık.

okuyorlar......................... anladıkları ile amel ettiklerini düşünyorlar.
konuşuyorlar................. risale uhuvvet dedikçe adaveti tetikliliyorlar
yorumluyorlar............... tek sahibi onlar gibi (muhafaza ettiklerine göre)
anlıyorlar............ eleştirmeyi vazife sanıyorlar
yine konuşuyorlar............ uygulamaya vakitleri kalıyormu acaba

20

13.08.2008, 16:01

Biz bu forumda senin gibilerini çok gördük. Demogojinin biri bin para.

Yahu senin samimiyetini nerde ve nasıl sorguluyoruz? Biz senin cemaatine ait amelleri soruyoruz. Zira, siz iddia ediyorsunuz "Diğer Nur cemaatleri Risale-i Nur okuyor, biz yaşıyoruz." Biz de diyoruz "bu yaşama biçiminiz Risale-i nur'da yok. Varsa buyurun gösterin" Hemen "ihlas nedir, hakikat mesleği nedir?" gibi alakasız başlıklar açıyorsunuz.

Sonuçta 28 şubat'ta kullanıldınız. ıslam'ave özellikle Nurculara çok tecvüze edildi ve cinayet işlendi. Hiç değilse 28 şubat'ta kendinizi kullandıracak kadar beceriksiz ve basiretsizsiniz.

Mesleğiniz mübarek olsun. Ama sakın mesleğinizi Risale-i Nur namına icra etmeyiniz. Sakın olaki "biz de Nurcuyuz" demeyiniz. Haşa sümme haşa Risale-i Nur asla sizin yaptıklarınızı tafsiye etmemiş ve beridir, münezzehtir. Burda gelip bize kardeşlikten, ihlastan, hakikatten bahsetmeyin. 28 şubattan sonra o kardeşliğiniz nerde idi, nereye saklandızınz, niye göremedik. Niye Nurculara sahip çıkmadınız?

En önemlisi halka yutturamadınız. Halk asla sizi Nurcu olarak kabul etmedi. Kompleksinizi demogoji ile örtmeye çalışmayın.

Topunuzun tırnağı olamıyacağı Ruhafza kardeşime ve diğerlerine ilişmeyin.
vesselam
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir