Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

16.07.2008, 10:08

Mi'rac

miracla ilgili bilgileri paylaşalım..

Mi'rac-ı Ahmedî (a.s.m.) sırrıdır ki, onun velâyeti risâletine mebde' olur. BU CÜMLEYı KONUşALIM...

yani diyorki miracın oluşması resulullah asm velayetinden kaynaklanıyor.

velayeti risalete inkılap edince mirac oluşuyor.

ismi azama mazhar olanın velayeti nasıl olur?

akıl bunu tartamaz.çünkü tartacak akıl yok.

öylese ise bu velayeti sayesinde mirac gerçekleşiyor..akrebiyetin inkişafıyla..risalete inkılap ediyor..

anladığıma göre..

2

16.07.2008, 10:08

hem bütün tecelliyât-ı ılâhiyeye mazhar,

bütün ilahi tecelilere mazhar olduğundan bütün alemleri gezmiş..ta kabı kavsayne çıkarak Allahı görmüş.

yani Allah bütün alemlerde tecelli ettirdiğinin hepsini tek bir noktada yani resullah sav efendimizde de tecelli ettirmesiyle ehadiyetin azami tecellisine mazhar olmuş.

ehadiyet ,ekser esmanın tecelli etmesi idi.

işte bütün alemlerde tecelli ettirdiği esmayı tek efendimizde tecelli ettirmesiyle,akrebiyetin inkişafıyla miracda oluşuyor.

3

16.07.2008, 10:09

"Mi`râc" konusunu anlatan âyetleri, Elmalılı Tefsiri diye bilinen "Hak Dini Kur`an dili" isimli eserin 3142. sayfasından okuyacağımız bir hadisle açmak istiyorum...
ısrâ sûresinin ilk âyeti...
Elmalı`lı Hamdi Yazır`ın verdiği meâl şöyle:
Mi`rac nedir, şimdi de bunun üzerinde duralım...
"Tenzih O Suphan`a ki, Kulunu bir gece Mescid-i Haram`dan, O havalisini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa`ya "ısra" buyurdu. O`na Âyetlerimizden gösterelim diye. Hakikat bu. O`dur işiten, gören."
Bizim, "Mi`râc" diye bildiğimiz olayı, Kur`ân,ısrâ Sûresinin ilk âyetinde anlatıyor.
Bu "Mi`râc" olayı öyle entresan bir olay ki, "Mi`râc" hadisesinin akabinde, o güne kadar iman ettiklerini söyleyen bazı kişiler, bu olayı hafsalaları almadığı için, reddedip dinden çıktılar!... Hazreti Ebu Bekr de "Sıddık" lakabını "Mi`râc" olayı vesilesiyle aldı!.
Ertesi sabah, "Mi`râc" olayını Rasûlullah Aleyhisselâm çevresindekilere anlatmağa başladığı zaman, bunu duyanların bir kısmı, münafıklar, şüpheliler, koştular, Ebu Bekr`e...
-Ya Eba Bekr!... Bak, senin adamın diyor ki; bu gece Mescid-i Aksa`ya gitmiş, oradan da göklere çıkmış. Orada gördüklerini anlatıyor. Ne dersin sen bu işe ?...
- O`nun ağzından böyle mi çıktı, böyle mi dedi ?...
-Evet!. Aynen dediğimiz gibi dedi...
-Eğer O dediyse doğrudur, kesinlikle hiç şüphe etmiyorum, kabul ediyorum...
ve sözlerine şunu ilave etti :
"Siz bana ne şaşıyorsunuz!. Hiç bir yere gitmediği halde, gökten geldiğini söylediği o emirlerin hepsine bu kadar zamandan beri inanıyorum da, buna niye inanmayayım..?"
Ebu Bekr`in bu ifadesi Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’e ulaşınca :
" O, Sıddîk`dır; tasdik edicidir!." dedi...
"Mi`râc" olayı nasıl gerçekleşti ?...
"Mi`râc" olayında, "ısrâ" ve "Mi`râc" aşamaları var.
Mekke`den, Mescid-i Aksâ`ya, yani Kudüs`e bir anda gidişinin adı, "ısrâ"dır.
Kudüs`den göklere yükselmek, diye anlatılmaya çalışılan, oysa gerçekte dalga(wave) boyut olan berzâh âlemini gezmesi de, "Mi`râc" denen olay...
Evvela bunu öğrenelim. "ısrâ" kelimesi, Mekke`den Kudüs`e gidişi anlatıyor.
Kudüs`den sonra, göklere yükselmesi, çeşitli âlemleri gezmesi olayı da "Mi`râc" kelimesi ile tanımlanıyor.
Bundan sonrasını bu tefsirden naklediyorum aynen...
Daha sonra, bunları anladığımız kadarı ile izâha çalışacağım.
"Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm, o gördüğü, yaşadığı hâli, yani Kudüs`e gidip orada gördüklerini anlatmağa başlayınca, bulunduğu topluluğun içinde Kudüs`ü bilenler, görenler vardı ki...
Bunlar Kudüs`ün haline müteallik bir takım suallar sordular, târiflerini istediler.
O anda Rasûlullah`ın karşısında "Beyt-ül Makdis" görünür hâle geldi ve oraya bakarak, karşısında gördüğü Kudüs`e bakarak, Mescid-i Aksa`ya bakarak tarif etmeğe başladı.
Hz. Rasûl, kendisinin ifadesinde;
-"Sual sordular" diyor... "Suali sordukları zaman, onların sordukları şeylerin hiç birine, ben oraya gittiğim zaman dikkat etmemiştim... Fakat, Cenâb-ı Hak o anda perdeyi kaldırdı ve sanki karşımdaymış gibi Mescid-i Aksâ`yı görmeğe başladım ve cevap verdim onlara" diyor.
Ne kadar pencereleri vardı?... Kapısı nasıldı?... Bu gibi sualler soruluyor.
Bu suallerin cevabını da anında görerek veriyor!. Daha sonra soruyorlar, peki diyorlar:
-O yolda bizim bir kervan var, o kervandan haber ver bakalım?. Bizce bu daha mühim. Gerçekten gittin mi? Madem ki gittin, yolda onlara rastladın mı ?...
-Evet!... filanların kervanına rast geldim. Revha denilen yerdeydi. Hatta bir develerini yitirmişler, onu arıyorlardı. Yüklerinde bir de su çanağı vardı, susadım, o çanağı alıp su içtim. Sonra da aldığım yere koydum çanağı, geldiklerinde sorun bakalım, çanağı bulmuşlar mı ?...
-Bu bir işarettir!.
Dediler... Sonra da kervan hakkında başka sorular sordular.. Develerin adedini, yüklerini, heyette kimlerin bulunduğunu vs...
Bu defa da gözümün önüne kervan temessül ettirildi; ve sorduklarının hepsine tek tek cevapla kervandan haber verdim.
Buyurdu ki :
-ıçlerinde falan filan var, Önde de karamtırak bir deve, beyaz bir deveyi güdüyor ve üzerinde de iki tane "harar", iki tane yük var ve falanca gün, güneşin doğuşu ile birlikte buraya gelecekler!...
Onlar:
-Bu da başka bir işarettir, senin doğruluğuna dediler ve o hızla yola çıktılar.
Güneşin doğuşunda kervanı beklediler; ta ki gelmesin de, yalancı çıksın ve herkese bu yalanı yayılsın, diye...
Derken içlerinden birisi, "Güneş doğduuu" diye haykırdı, bir diğeri de:
-Kervan geliyooor!.. Önünde de o karamtırak deve vaaar!.. Aynen dediği gibi falan var, filan da var!" deyip saydılar...
Hâl böyle iken, iman etmemişlerin bir kısmı gene iman etmedi!.
Rasûlullah buyurdu ki;
:
-Beyt-ül Makdis`de, yani Kudüs`de Kudsal Câmi`de onlardan ayrıldıktan sonra, "Mi`râc" getirildi. Ben, ondan güzel bir şey görmedim ve o getirilen şey, Mi`râc o dur ki, ölümü tadan kişi, intizâr vaktinde gözlerini o`na diker.
Sahibim, beni onun içinde ta kapılardan bir kapıya varana kadar çıkardı ki, ona "Hafaza" kapısı denir.
Semâ muhafızlarının beklediği, Semâi dünya kapısıdır.
Bilahare o kapıda Cebrail de yanımdaydı...
"Kim o ?.." denildi...
Denildi ki, "Muhammed!..." Cebrail tarafından!...
-Peki, çağırıldı mı?...
"Evet !..." dedi Cebrail ve hemen açtılar.
Beni selâmladılar... Görevli bir Melek semâyı muhafaza ediyor ve O`naismail, deniyor. Mahiyetinde yetmiş bin melek ve her birinin mahiyetinde de yüz bin melek var...
Derken, bir erkekle, bir kişiyle beraber oldum ki, görünüşü Allah`ın halk ettiği günkü gibi!. O`nda hiç bir şey değişmemiş ve kendisine zürriyetinin ruhu arz ediliyor.
Mü`min ruhu ise, hoş bir rayiha!... " Bunun kitabını illiyin`de kılın" diyor!.
Kâfir ise, habis ruh, habis koku!. "Bunun kitabını da Siccîn`de kılın" diyor.
-Ya Cebrail, bu kim?.. dedim.
-Baban Adem!... dedi.
Ve, O bana selâm verdi, hoş eyledi, hayır ile dua eyledi.
Sonra baktım, bir kavim gördüm civarda, dudakları deve dudağı gibi... Bunlara bir takım memurlar bağlanmış, onların dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar. Ağızlarına koydukları bu taş içlerinden geçiyor ve aşağlarından çıkıyor.
-Ya Cebrail!.. Bunlar kimler?.. dedim.
-Bunlar, yetim mallarını zulmen yiyen kişiler... dedi.
Sonra baktım, bir kavim var ki, derilerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor ve yediğiniz gibi yiyin burada da, deniliyor. Bu onlara iğrenç bir şey oluyor.
-Ya Cebrail!... Bunlar kimler?... dedim.
-Bunlar, o hammazlar, gammazlar ki, insanların dedikodusunu, gıybetini yaparlar böyleceinsanların etlerini yerler; onların ırz ve namuslarına dil uzatırlar, dedi.
Sonra baktım, bir kavim var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, fakat etraflarında da cîfeler var. Onlar o güzel etleri bırakıp bu ci`felerden yemeye başladılar.
- Bunlar kim?.. Ya Cebrail!... dedim.
-Bunlar, zinâ yapanlardır!. Allah`ın helâl kıldıklarını bırakır da, Allah`ın haram ettiklerini yerler. dedi...
Sonra baktım bir kavim var, karınları evler gibi şişmiş ve bunlar Firavun`un nesli üzerinde bulunuyor.
Firavun nesli, sabah ve akşam ateşe arz olunurlarken bunlara uğruyor; uğradımı da, bunlar bir fırlıyor üstüne basılmasın diye; fakat fırlayınca her biri karnının meyline düşüyor ve binaenaleyh Firavun nesli de bunları ayaklarıyla çiğneyip geçiyor...
Cebrail’e dedim ki;
-Bunlar kimler?...
-Bunlar, ribâ yiyenler!... dedi.
Sonra baktım. bir takım kadınlar memelerinden asılmış ve bir takım kadınlar baş aşağı ayaklarından asılmış.
-Ya Cebrail!... Bunlar kimler ?... dedim.
-Bunlar, zinâ eden kadınlarla, evlatlarını doğduktan sonra öldürenler veya doğmadan öldürenler. Dedi...
Ondan sonra ikinci kat Semâ`ya çıktım. Orada Yusuf ile buluştum. Ümmetinden kendisine tâbi olanlar etrafında idi. Yüzü, dolunay gibiydi.
Bana selâm verdi "merhaba!..." dedi...
Sonra, üçüncü semâ`ya geçtim. Orada iki teyzezâde Yahya veisa ile buluştum. Giyimleri her şeyleri biribirlerine benziyordu. Bana selâm verdiler."merhaba!..." dediler...
Sonra dördüncü semâ`ya geçtim.idris`le buluştum Bana selâm verdi, "merhaba!..." etti...
Nitekim beşinci semâ`ya geçtim. Orada kavmine sevdirilmiş olan Harun ile buluştum. Etrafında ümmetinden bir çok teb`ası vardı, uzun sakallıydı. Sakalı neredeyse göbeğine değecekti. Selâmlaştık. "Merhaba !.." etti.
Sonra, altıncı semâ`ya geçtim. Orada Musa ile buluştum. Üzerinde iki gömlek olsa, kılları ondan çıkacak şekilde vücudu kıllıydı. Musa dedi ki :
"ınsanlar beni en ekrem kişi diye bilir... Halbuki sen varken bana söz söylenmez."
Sonra, yedinci semâ`ya geçtim. Oradaibrahim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma`mûr`a dayamış, beni selâmladı.
Ve, bana denildi ki:
"Senin mekânın ve ümmetinin mekânı burasıdır."
Ondan sonra, "Beyt-i Mamûr"a girdim, içinde namaz kıldım ki o "Beyt-i Ma`mûr"a her gün yetmiş bin melek girer, kıyamete kadar dönmezler. Bir daha geri gelmezler.
Sonra baktım bir ağaç var. bir yaprağı bütün bu ümmeti bürür!. Bunun kökünde bir menbâ akıyor ki, iki şubeye ayrılmış.
-Ya Cibrîl!... Bu nedir? dedim
-şu Rahmet Nehri... şu da Allah`ın sana verdiği Kevser!... dedi.
Bunun üzerine Rahmet ırmağında yıkandım. Geçmiş gelecek bütün günahlarımdan mağfiret olundum.
Sonra, Kevser istikametini tuttum, ta Cennet`e girdim!.
Ne bakayım, orada göz görmedik, kulak işitmedik, insan aklına, şuuruna, hayaline gelmedik şeyler var!.
Bundan sonra, Allahü Teala bana emrini verdi ve elli vakit namaz farz kıldı bir günde!.
Daha sonra, dönüşte Musa`ya uğradım.
-Rabbin ne emretti?.." dedi.
-Üzerime elli namaz farz kıldı, dedim.
-Senin ümmetin bunun altından kalkamaz, git bunu hafiflet, niyaz et!", dedi.
Bunun üzerine tekrar Rabbime döndüm, hafifletilmesini niyaz ettim. O da bunu on tenzil etti.
Sonra tekrar Musa`ya döndüğümde, Musa,
-Tekrar hafifletilmesini iste!.." dedi.
Tekrar gittim, tekrar azaltıldı; ve sonunda beş vakit namaz farz kıldı.
Bundan sonra Musa:
-Yine başaramazlar, hafifletilmesini iste!.." dedi.
-Artık çok fazla istedim, müracaat ettim, daha fazlasını isteyemem, dedim...
Bunun üzerine bana;
-Beş vakit namaz farz oldu, fakat hasenede elli namazdır!... Her kim iyiliğe himmet eder de işleyemezse, ona bir iyilik yazılır. O iyiliği işleyene de on iyilik yazılır. Her kim de bir kötülük ederse, o kötülüğü meydana getirmedikçe ona bir şey yazılmaz. Eğer o kötülüğü yaparsa ona bir kötülük yazılır. denildi..

4

16.07.2008, 10:10

Miracın, “velâyet-i Ahmediyenin keramet-i kübrası, hem mertebe-i ulyâsı,” olması ne demektir?

Velâyet, Peygamber Efendimizin(asm.) kulluk cihetidir; risâlet ise tebliğ cephesi. O’nun kulluk şuurundaki akıl almaz mertebesi, Allah’a iman, muhabbet ve havf sahasındaki hayallerin ulaşamayacağı yücelik ve derinlik, ibadetlerden aldığı feyz, duyduğu haz, ahlâkındaki o eşsiz güzellikler hep velâyet cihetidir.

Miraç, O zâtın bütün velâyetlerin üstündeki o büyük velâyet makamının büyük bir kerametidir. Yani o büyük velayet makamına Allah’ın hususî bir ihsanıdır.

ilmi heyet

5

16.07.2008, 10:10

Mirac bahsinde geçen “nur, anahtar, emanet” neye karşılık geliyor?

"Bu abdin, bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir.
Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için..."

Üstadın bu cümlesinde geçen emanet, kanaatimizce Peygamber efendimizin alemlere rahmet olmasıyla alakalıdır. Onun bu miracı şahsi bir yükseliş olmakla beraber, bütün varlık alemini ilgilendirmektedir. Çünkü O, dergah-ı ılahide ümmetin elçisidir.

Nur ise, iman nuru, hakikat nuru şeklinde anlaşılabilir. Miracın semeratında bu nur ile alemin şeklinin nasıl değiştiği anlatılmaktadır. Anahtar ise, iman ve namaz gibi esaslar olarak görülebilir.

Bir başka açıdan, iman ve ıslam hakikatlerinin tümü, hem birer emanet, hem birer nur, hem de birer anahtar şeklinde anlaşılabilir.

6

16.07.2008, 10:11

Kab-ı Kavseyn ne demektir?
Kab-ı Kavseyn, miraç mucizesinin en son ve en ileri safhasında, Peygamber Efendimizin(asm.) rüyete mazhar olduğu manevî makamın ismidir. Kavseyn iki yay demektir. Bu ifade mecazîdir. Nur Külliyatında, Kab-ı Kavseyn için, “imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makam,” denilmektedir.

Buna göre söz konusu teşbihteki yaylardan birisi imkan diğeri ise vücub olmaktadır. ımkân, bütün mahlukat âlemini, vücub ise, zât, şuunat, sıfat, efal ve esmânın tümünü ifade eder.

Mahlukatın varlığı “mümkin,” Allah’ın varlığı ise vaciptir. Mümkin, “olup olmaması eşit bulunan” şeklinde tarif edilir. Bütün mahlukat bu gruba girer. Yaratılan her mahlukun, var olması yoklukta kalmasına tercih edilmiş demektir.

Allah’ın varlığı ise vaciptir, yani varlığı zâtındandır ve olmaması muhaldir. ışte miraç hadisesinde, Vacibü’l Vücut olan Allah, mümkinat âleminin sultanını (a.s.m) rüyetine ve sohbetine müşerref kılmıştır.

7

16.07.2008, 10:11

Miraç Risalesinde, miracın hakikatıyla ilgili olarak “Zât-ı Ahmediyenin (asm) meratib-i kemâlâtta seyr-ü sülûkünden ibarettir” deniliyor. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Bu hikmet saçan cümlede çoklarının sorduğu bir sorunun da cevabını bulmuş oluyoruz: “Cenâb-ı Hak mekândan münezzeh olduğuna göre, O’nunla görüşmek için böyle uzun bir yolculuğun gereği var mı?”

Demek ki, miraçda esas olan, Hz. Peygamber’in manevî terakkisidir. Bununla ilgili olarak bir misâl verelim: Güneşle dünya arasındaki yüz elli milyon kilometreye yakın mesafeyi ışığın yaklaşık sekiz dakikada aldığı göz önünde bulundurularak, henüz ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızlar bulunduğunu düşünürsek sema âleminin ne kadar geniş olduğunu hayal âlemimizde bir derece canlandırabiliriz.

Allah Resulü(asm.) yerde iken de Allah’ı “Semavat ve arzın Rabbi” olarak biliyordu. Ama, bu muhteşem âlemi bütün tabakalarıyla geçtikten sonra Allah’ın semavat ve arzın Rabbi olduğuna dair imanında akıl almaz derecede bir inkişaf olduğu muhakkaktır.

Sema âlemine, kürsiyi, arşı, cennet ve cehennemi eklediğimizde bu yüksek makamlarda ve bu sonsuz menzillerde seyahat eden bir zatın kazandığı marifetin ne kadar ileri bir noktaya vardığını hayal etmemiz bile mümkün değildir.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk, o en sevgili kulunu rüyetine mazhar kılmakla şereflendirmek dilediğinde, onu böyle bir terakki ve tekâmül yolculuğuna çıkardı. Burada Cenâb-ı Hakk’ı bir makamda görmek söz konusu değil, bütün mekânları ve makamları geride bırakan ulvî bir mertebede O’nunla görüşmek söz konusudur. ışte miracın hakikati, bu terakkinin ve bu tekâmülün gerçekleşmesidir.
ilmi heyet

8

16.07.2008, 10:12

Hz. Peygamber miraç’ta iken cennet ve cehennemdekileri nasıl gördü?

Ehl-i sünnetin kabulüne göre, mekân olarak cennet ve cehennem yaratılmışlardır ve mevcutturlar. Ancak şu anda her ikisinde de insanlar yoktur. Kıyametin kopması ve herkesin hesabının görülmesinden sonra, her biri kendine münasip sakinlerine kavuşacaktır.

Peygamber Efendimizin Miraç’ta cennet ve cehennem ehillerini görmesi ise, (Allahu a’lem) Bunların gelecekteki hallerinin kendisine gösterilmesinden ibarettir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan bir ilmi vardır. Bir kısım bilim kurgu filmlerinde, geleceğin dünyası hayali bir tarzda gözler önüne serildiği gibi, bu olayda da cennet ve cehennemin gelecekteki halleri peygamber efendimize birer manzara şeklinde gösterilmiştir.

Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman şeklindeki bir ayırım, zaman ve mekanlarla kayıtlı olan biz insanlara göredir. Zamanı ve mekanı yaratan Zat’a nispetle ise, böyle bir ayırım söz konusu değildir.

9

16.07.2008, 10:13

Peygamberimizin mi’raca velayeti ile çıkıp, risaleti ile dönmesini açıklar mısınız?

Öncelikle şunu ifade edelim: Peygamber efendimiz (asm) mi’raca giderken de peygamber idi. şu var ki, Peygamber efendimizin (asm) miraca gidişi (veya çıkışı) velayet cihetiyledir. Yani peygamberimiz mi’raca kul olarak, kulluk sıfatıyla ve bütün müminleri temsilen çıkmıştır.

Mi’rac, Üstadımızın ifadesiyle “Zat-ı Ahmediyenin (asm) meratibi kemalatta seyr-i süluku”dur.

Cenâb-ı Hakk, o en sevgili kulunu rüyetine mazhar kılmakla şereflendirmek dilediğinde, onu mi’rac mucizesiyle bir terakki ve tekâmül yolculuğuna çıkardı. Burada Cenâb-ı Hakk’ı bir makamda görmek söz konusu değil, bütün mekânları ve makamları geride bırakan ulvî bir mertebede O’nunla görüşmek söz konusudur.

ışte bu ulvi yolculuk Allah Resulünün velayet cihetinin bir kerametidir. Dönüşünde ise insanlara Allah’ın ilçisi, emirlerinin tebliğ edicisi sıfatıyla dünmüş ve “namazın beş vakit olması” olmak üzere bir takım hediyeler getirmiş ve bunları insanlara tebliğ etmiştir.

10

16.07.2008, 10:14

Nur-u Muhammedî ifadesini biraz açıklar mısınız? Nur-u Muhammedî, mahlûkat âleminin ilk çekirdeğidir. Nur, her çeşit karanlığın, zulmetin zıddıdır. ılim nurdur; cehalet karanlığını yok eder. Hidayet ayrı bir nur; dalâlet onunla ortadan kalkar. ıman da nurdur, küfür karanlıklarını mahveder.

Her nur bir zulmeti giderir ve bir hakikati gösterir. ışte, bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi. Cenâb-ı Hakk lütuf ve ihsanıyla bu karanlığa son verdi ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı. Bu varlık Nur-u Muhammedî idi.

“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.” hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü bu konuda bir takım yanlış yorumlar yapılıyor. Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı. Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir ılâhî programdır. Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini, ne yaprağının yeşilliğini, ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz.

DNA’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılıdır, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı. Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcuttur, ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çabadır. Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın nur-u Muhammedî'den yaratılışını düşünenler, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanırlar.

“Bir şey mutlak zikredilince kemaline masruftur.” kaidesince, insan denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi ve risalet semasının güneşi olan Hz. Muhammed (asm.) akla gelir. Bütün ılâhî isimler ilk defa nur-u Muhammedî'de tecelli etmişler. Meselâ, onda Muhyi isminin tecellisi var ve “o nur hayat sahibi”. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir. Ama, bütün hayat çeşitleriyle Resulûllah Efendimizin (a.s.m) o pak ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.

“Mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümûnesini ve esasatını câmi’ olsun.” (Sözler)

Vahdetü’l-Vücud meşrebinin sahibi Muhyiddin Arabi hazretlerine göre, ebede kadar yaratılacak bütün varlıkların mahiyetleri (kendi ifadesiyle ayan-ı sabiteleri), tâbiri caizse nuranî bir çekirdek halinde, Allah’ın ilminde mevcuttu.

Bütün mahiyetleri icmalen taşıyan bu ilk taayyün mertebesini Muhyiddin Arabî hazretleri, “hakikat-ı Muhammediye”, “âlem-i vahdet”, “vücud-u icmâli”, “nur-u Muhammedî” gibi isimlerle dile getiriyor. Buna göre, nur-u Muhammedî, bütün mahiyetlerin ortak ismidir ve eşyanın yaratılmasıyla bu mahiyetler ilim dairesinden kudret dairesine geçmişlerdir.

ımam-ı Rabbanî hazretleri de Mektûbat'ında şöyle buyurur:

“Hakikat-i Muhammediye'den terakki vaki oldu mânâsında yazdığım cümleye gelince, bu hakikatten murat, o hakikatın zıllıdır ki o hakikat için “hazret-i ilmin icmâlinden ibarettir” demişler ve “Vahdet” tabirini kullanmışlardır.”
Âlem-i Vahdet, Muhyiddin Arabî hazretlerinin ilk taayyün mertebesine verdiği dört isimden birisidir. Bilindiği gibi vahdet birlik mânâsına geliyor, kesret ise çokluk. Çekirdekte vahdet vardır ve bu vahdetten kesret doğmuştur.

Yüzlerce meyve, binlerle yaprak kesreti ifade ederler ve bu kesret âlemi bir vahdetten doğar. Sonsuz yıldızların kaynaştığı sema, yine sonsuz canlıların oynaştığı yer yüzü, sayısını bilemediğimiz melekler âlemi ve daha nice varlıklar hep kesreti ifade ederler ve bunların tamamı âlem-i Vahdetten, Nur-u Muhammedî'den doğmuşlardır.

Mesnevî-i Nuriye’de, “Muhakkak, semavat ve arz bitişik idiler, biz onları ayırdık.” meâlindeki âyet-i kerime’nin değişik tefsirleri nazara sunulduktan sonra şu mânâya da yer verilir:

“Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: Nur-u Muhammediye’den (a.s.m) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisâl ettirilmesine işarettir.” (Mesnevî-i Nuriye)

Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu hikmet âleminin yaratılış çekirdeği olan nur-u Muhammedîden âlem safha safha yaratılmıştır. Bütün fizik âleminin, semavat ve arzın yaratılışı da bu kaide çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu nurdan, Üstadın ifadesiyle bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz macun, bu şifre mahlûk göklerin ve yer küremizin yaratılmasında esas olmuştur.
“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur” hadis-i şerifinin devamında âlemin yaratılış safhaları sırayla, “kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler, yerler...” şeklinde ifade edilir.

Belki de, göklerin ve yerlerin yaratılmasından önceki safhalarda, yaratılış doğrudan doğruya nur-u Muhammedîden gerçekleştirilmiş, bu safhada ise nur-u Muhammedîden “madde-i aciniye”,yani bir öz madde yaratılmış ve göklerin ve yerin yaratılmasında bu çekirdek esas olmuştur.

Her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının böylece takdir edilmiş olması ılâhî hikmete muvafık düşmektedir. Maddenin nurdan yaratılması garip karşılanmamalıdır.

Nitekim madde dediğimiz şeyin, aslında, kesifleşmiş bir enerji olduğu bilinmektedir. Atomun, parçalandığında enerjiye dönüşmesi, işin temelinde kuvvet ve kudretin bulunduğunu gösterir. Bunlar ise kesif ve maddî değil, lâtif ve nuranîdirler.

ilmi heyet -sorularlarisaleinur

11

16.07.2008, 10:16

kardeşlerimin istifadelerine sunuyorum..

mirac gecesi gelmeden,31.sözdeki mirac risalesiyle beraber okuyalım..

bunları yazıcıdan çıkaralım..kardeşlerimizle paylaşalım..

ve kardeşlerimizinde paylaşımlara katılmalarını bekliyoruz..

canı gönülden..

12

16.07.2008, 19:45

Allah razı olsun abi, hizmetiniz daim olsun. Rabbim sıratı müstakimden ayırmasın. Herkesin istifadesine sunmak lazım.
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

13

17.07.2008, 11:22

Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü`l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe`n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, faka

Üstad; Cenab-ı Hakkın mahlukatla muamele ve idaresini nazara verirken, bir sultanın kendi emrinde çalışan muhtelif resmi muamelesini misal olarak gösteriyor.

Mesela bir sultanın hükümetin dairelerinde ayrı ayrı namları, vasıfları, nişanları ve alametleri vardır. Adliyede en büyük hâkimdir. Fakat bu adliye dairesi bir çok alt şubeleri vardır. O sultan aynı zamanda bütün orduların komutanıdır. Kumandanlık sıfatıyla o sultanın bir onbaşılıktan ta Genelkurmay başkanlığına kadar makam ve mertebelere hükmetmektedir. ılmiyeyi, mülkiyeyi, sıhhiyeyi... aynı şekilde değerlendirebiliriz.

Bu daire ve mertebelerde ki icraatlar birbirine bakar, birbirini ikmal eder, birbirine kuvvet verir ve birbirini ispat eder. Kainattaki rububiyet tecellilerine örnek olarak bir insandaki Rububiyet cilvelerine kısaca nazar edelim. ınsanda rububiyet yani Allah’ın terbiye ediciliği çok farklı dairelerde ve birbirinden çok farklı şekilde tecelli etmektedir.

Allah, insan ruhunu terbiye etmiştir. Bu ruh sultanı bütün aza ve cihazatı idare eder. Her bir aza da ayrı bir terbiyeden geçmiştir. Göz görecek şekilde, kulak işitecek şekilde terbiye edilirken, eller tutmaya, ayaklar da yürümeye müsait şekilde terbiye görmüşlerdir. Bütün bu farklı terbiyeler birbirine bakarlar, birbirini tamamlarlar, birbirine yardım ederler.

Bu terbiyeler sonunda, insan göz ile görür, kulak ile işitir, ayak ile yürür, beyin ile düşünür, kalp ile sever vs. Her bir aza ve latifenin kendine ait hususiyetleri ve faaliyetleri vardır. Fakat bunlar birlikte çalışırlar. Bedendeki bu nizam, ruh sultanının varlığı, her bir duygu latife ve azalarda başka nam ve vasıflarla bulunması, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenmesiyle gerçekleşebilir.

Küçük alem olan insandaki bu ılahi terbiyeler büyük insan olan kainatta da bir başka şekilde kendini gösterir. Güneşin, ayın, havanın, suyun, yıldızların, arşın, kürsinin, levh-i mahfuzun terbiyeleri de birbirinden ayrıdır; ama bütünü birbirine bakarlar ve kâinat ağacında yahut fabrikasında her biri kendine verilen vazifeyi en güzel şekilde icra ederler.

14

17.07.2008, 11:22

Rüyet nedir?
Rüyet, Cennette müminlerin Cenâbı Hakk’ın cemâlini seyretme lütfuna ermeleridir. Bir ömür boyu, onun yarattığı şu kâinattan yine onun ihsan ettiği beden ile istifade eden ve her biri ayrı bir ilâhî ihsan olan akıl, kalp ve hissiyatıyla nice hakikatlere muhatap olan insanoğlu, kendisini bu kadar lütuflara gark eden rabbini görmeyi elbette aşk derecesinde arzu ediyor.

ınsan kalbine yerleştirilen bu arzunun cevabı, cennette verilecek ve insan, cennet lezzetlerini çok gerilerde bırakan en ileri ihsana böylece ermiş olacaktır. Rüyet hakkında çok münakaşalar cereyan etmiştir. Ana hatlarıyla, ehl-i sünnet alimleri rüyetin hak ve câiz olduğunda, mahiyetinin ise bilinemeyeceğinde ittifak etmişlerdir. Dalâlet fırkalarından olan Mutezile mezhebinde ise rüyet kabul edilmez.

Her şeyi akılla halletmeye çalışan insanoğlu bu büyük tecellinin nasıl olacağına da az kafa yormuş değildir. Gerçekte bu saha aklın değil kalbin, düşüncenin değil zevkin sahasıdır. Ama akıl uzaktan uzağa da olsa bir şeyler anlamak, bazı ipuçları yakalamak ve tatmin olmak istiyor. Allah Resulünün (asm.) ifadesiyle, "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine gelmemiş" bir âlem olan cenneti ve en büyük bir ilâhî rahmet olan rüyeti, bu dünyada nasıl anlayabilir ve nasıl kavrayabiliriz!

Nur Külliyatından Sözlerde "Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." buyurulmakla, ruhun başka âlemleri bu göze muhtaç olmadan da seyredebileceğine işaret edilir. Bunun en güzel misâli rüya hadisesidir. Mesnevî-i Nuriye de ise "Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri, sürat-ı ruh mizanıyla cereyan eder." buyrulur. Bilindiği gibi, cihet ve yön ancak beden için söz konusu. Ruh için ön, arka, sağ sol gibi kelimeler kullanılmaz.

O halde, ruh bedene galip olunca yön ve cihet devreden çıkar ve ruh, her tarafı birlikte ve beraber görebilir. Nitekim Allah Resulü (a.s.m), arkadan gelenleri de aynen öndekiler gibi rahatlıkla görürdü. Ehl-i cennetin ruhları bedenlerine galiptir. Bir anda birçok mekânda birlikte bulanabilirler. Ve yine cennet ehlinin görmeleri de bu dünyadakinden çok ileri bir seviyededir. Aralarında gölge ile asıl kadar fark vardır. Dünyada sadece maddi eşyayı görebilen insan gözü kabirden itibaren artık melekleri görmeye başlayacaktır.

Buna bir de, rüyetteki ilâhî yakınlığın nuru eklendiğinde, o kâmil ruh, o anda bir feyze gark olacak ve Rabbini cihetten, mesafeden ve şekilden münezzeh bir keyfiyetle seyrederek kendinden geçecek ve kalbi nice mânevî zevklerin cevelan ettiği bir ummana dönecek ve o bahtiyar kul, cennetten edindiği zevkle kıyaslanmayacak kadar ileri bir hazzı, Rabbinin rüyetiyle tadacak, mest olacaktır.

Üstad Bediüzzaman hazretleri, vahdetül-vücut meşrebi için, "Tevhitte istiğraktır." buyurur. Bu fâni âlemdeki görme, işitme, yeme, içme kısacası her şey, ebediyet yurdundakilere göre ancak gölge derecesinde kaldığı gibi, bu dünyadaki istiğrak hâlinin aslı da tariflere sığmaz bir ulviyet ile, rüyet hadisesinde kendini gösterecektir.

Rüyeti müjdeleyen bir âyet-i kerime: "Nice yüzler o gün ışıldar, parlar; rabbine nâzır (onun cemâline bakmaktadır)." (Kıyamet Suresi, 22)

Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur: "Ehl-i sünnet, bu bakışı, rüyet mânâsıyla anlayarak ahirette müminlerin Cemâlullahı rüyetini ispat etmişlerdir. ‘lenterani’ye (sen beni göremezsin ) ayetine sarılan Mutezile bu bakışı intizar (bekleme) mânâsına haml eylemişlerdir. Halbuki gayeye ermeyen intizarın neticesi neşe değil, inkısar-ı hayal ve elem(dir)"

Lenterani, "sen beni göremezsin” mânâsına geliyor. Cenâb-ı hakk’tan, rüyet talebinde bulunan Musa aleyhisselâma bu ilâhî kelamla karşılık verilmiş. Füsus şarihi, değerli bilim ve fikir adamı Ahmed Avni bey , Musa alehisselâmın rüyet talep etmesini rüyete delil olduğunu beyan eder ve buyurur ki: "Rüyet muhâl olsaydı, Musa (a.s.) böyle bir talepte bulunmazdı."
Ahmed Avni Bey, rüyet halinde kişinin kendinden geçeceğini, kendisinde varlık namına bir şey kalmayacağını, ilâhî tecelliye ve yakınlığa gark olacağını ifade ederek cennetteki rüyet için önemli işaretler verir.

"ıyi davrananlar için daha güzel karşılık, bir de ziyade vardır." (Yunus suresi, 26) ayetinde geçen "ziyade" kelimesini, Allah Resulü (asm.), "Rahmanın cemaline nazar" şeklinde tefsir etmişlerdir.

15

17.07.2008, 11:23

Mı’RAC

Yükselme aleti. Merdiven. Asansör.

Mi’rac, yükselme aleti demektir ve Türkçe’ye, merdiven, yahut asansör olarak tercüme edilmiştir.

Kâmil iman, takva ve salih amel manevî terakkinin birer basamağı gibidirler; insanın ruh ve kalbi bunlarla terakki eder ve Allah’a yaklaşır.

“Namaz müminin m’iracıdır.” (Hadis-i şerif)

Nur Külliyatı’ndan Mirac Risalesinde, “Hakikat-ı Mi’rac nedir?” sorusuna, “Zât-ı Ahmediyenin (asm) meratib-i kemâlâtta seyr-ü sülûkünden ibarettir,” şeklinde veciz bir cevap verilmiş ve daha sonra bu cevabın geniş bir açıklaması yapılmıştır.

Bu cümlede çoklarının sorduğu bir sorunun da cevabını bulmuş oluyoruz: “Cenâb-ı Hak mekândan münezzeh olduğuna göre, O’nunla görüşmek için böyle uzun bir yolculuğun gereği var mı?”

Demek ki, mi’racta esas olan, Hz. Peygamber’in (asm) manevî terakkisidir.
Güneşle dünya arasındaki yüz elli milyon kilometreye yakın mesafeyi ışığın yaklaşık sekiz dakikada aldığı göz önünde bulundurularak, henüz ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızlar bulunduğunu düşünürsek sema âleminin ne kadar geniş olduğunu hayal âlemimizde bir derece canlandırabiliriz. Allah Resulü (asm) bu muhteşem âlemi bütün tabakalarıyla geçtikten sonra Allah’ın ‘semavat ve arzın Rabbi olduğuna’ dair imanında akıl almaz derecede bir inkişaf olduğu muhakkaktır.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk, o en sevgili kulunu rüyetine mazhar kılmakla şereflendirmek dilediğinde, onu böyle bir terakki ve tekâmül yolculuğuna çıkardı. Burada Cenâb-ı Hakk’ı bir makamda görmek söz konusu değil, bütün mekânları ve makamları geride bırakan ulvî bir mertebeye çıkarak O’nunla görüşmek söz konusudur.

16

17.07.2008, 11:24

SoruCennet-i Mev`a gövdesi olan Sidretilmünteha. Bunu nasil anlamali?

cevap;
Bir izafet terkibi olup "müntehâ sidresi", yani sidrenin sonu, nihayeti demektir.

Müntehâ kelimesi son, nihayet, bitiş anlamlarına gelmektedir. Sidre kelimesi de, ağaç anlamındadır. Mütercim Âsun Efendi meşhur Kamus'unda "Sidre" kelimesini şöyle açıklamaktadır: "Sidre, Arabistan kirazı denilen bir ağaca verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın cinsindendir, gölgesi gayet koyu ve latifdir."

Sidretül-müntehâ şeklinde Kur'ân-ı Kerim'de Necm suresinin 14. âyetinde geçmektedir. Ayrıca Peygamberimiz Hz. Muhammed'in Mirac'ını anlatan ve bir çok sahabeden rivayet edilen Hadis-i şerifte de geçmektedir. Hem Kur'ân'ın Necm suresinde, hem de Hz. Peygamberin Mirac'ını bütün ayrıntılarıyla anlatan hadis-i şerifte geçen Sidretül-Müntehâ', "Cennetin uçlarındandır, üzerinde Sündüs ve ıstebrekın Cennetlerinin etekleri vardır" diye açıklanmış, keşşâf'ta da Sidretül-Müntehâ' Cennetin nihayetinde ve sonundadır, diye geçmektedir.

Ayrıca Sidretül-Müntehâ' "Allahu Teâlâ'nın zât âlemi demektir ki, buraya ne meleklerin büyükleri, ne de Peygamberlerin büyükleri dâhil olabilir. Nitekim hadis-i şerifte de Hz. Peygambere refakat eden Cebrâil aleyhisselâm da Peygamberimizi buraya kadar götürmüş, buradan ileriye geçmeye izinli olmadığını ifade ederek, bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın daveti sebebiyle Hz. Peygamberin yalnızca gideceğini bildirmiştir. ışte bu yüzden bu terkib "son sınır, son hudud veya sınırın sonu" diye anlaşılmıştır.

Hadis-i şeriflerde ise belirttiğimiz gibi daha çok mi'rac hadisesi ile ilgili kısımlarda geçmekte ve meşhur hadis kitaplarının; hemen hemen hepsinde sözkonusu edilmektedir: "...Sonra beni Sidretül-Müntehaya götürdü. Bir de gördüm ki, sidr ağacının yaprakları fillerin kulakları gibidir, yemişleri ise (Yemenin) Hecer (kasabası) testilerine benzer. Allah'ın emrinden her şeyi bürümekte olan şey Sidre yi tamamiyle bürüyünce bana başka bir hal oldu. Artık Allah'ın mahluklarından onun güzelliğinin bir kısmını bile anlatmaya gücü yetebilecek hiç bir kimse yoktur... " (Müslim, ımân, 259)

ıbn Mesud (r.a) dan gelen rivayette de "Rasûlüllah (s.a.s) Sidretül-Müntehâ'ya varınca yer yüzünden çıkan ve yukarıdan inen burada son buluyor"dedi. Allah orada ona kendisinden önce gelen hiç bir peygambere vermediği üç şeyi verdi: Namazlar beş (vakit) olarak farz kılındı. Kendisine Bakara sûresinin son âyetleri verildi ve Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmadıkları müddetçe ümmetine büyük günahlar da bağışlandı. ıbn Mesud, "Sidre'nin dört bir tarafı (meleklerle) çevrili iken" (en-Necm, 53/16) âyetini okudu ve "Sidre, altıncı göktedir" dedi. Süfyân "Altından Pervaneler!" dedi ve eliyle işaret edip elini titretti. Malik b. Mağfel'den başkası da şöyle diyor: "Yaratıkların ilmi "sidre'de" son bulur ve bunun üstü hakkında bilgileri yoktur" (Tirmizi, T. Suver 53).

Mürre'nin Abdullah'tan rivayetine göre "Rasulullah (s.a.s) ısrâ gecesinde Sidretü'l-Müntehâ'ya götürüldü ki, sidre altıncı göktedir..." (Müslim'den naklen, Kurtubî, XVII, 94).

Enes'in rivayetine göre Rasulullah (s.a.s) şöyle buyuruyor: "Ben Sidretü'l-Müntehâya götürüldüm. O, yedinci göktedir. Yemişi Hecer (kasabasının) testileri, yaprakları da fil kulaklarına benziyordu. Dibinden iki zâhir, iki hâtın olmak üzere dört nehir çıkıyordu. "Ya Cibril bu da ne?"dedim. Cibril: "Bâtın olanlar Cennettedir; zâhir olanlar ise Fırat ve Nil'dir" diye cevap verdi" (Kurtubî (Darekütnî'nin lafzıyla Müslim'den naklen), XVII, 94).

Bu iki hadisi sahih kabul edenler onları şöyle telif etmişlerdir: Kökü altıncı gökte, dalları yedinci göktedir (et-Tehanevi, Keşşafu ıstılâhati'l fünün, ıstanbul 1984, I, s. 728; Kurtubî, a.g.e., aynı yer).

Sidr denilen bu ağaç Cennetin en üst kısmındadır. Eskilerin ve yenilerin ilminin ulaştığı son noktadır. Arşın sağında yer almaktadır. Mi'rac gecesinde bu mevkiye vardıklarında Cibril geride kalmış; Rasulullah (s.a.s) geri kalmasının sebebini sormuş, Cibril şöyle cevap vermiştir: "Bu makam dostun dostta kalacağı bir makamdır. Eğer kıl kadar ileri gidersem yanar kül olurum. Bundan sonrasını geçmek sadece sana bahşedilmiştir..." (Keşşafu ıstilâhati'l-Fünun, "Sidretü'l-Müntehâ" maddesi).

Sidretü'l-Müntehâ' denilmesinin sebebi, buraya hem büyük meleklerin, hem de büyük peygamberlerin geçememesi ve burası hakkında bilgilerin yeterli olmamasıdır. Bunun için bu tabir kullanılmış ve beşerî, yani insanlara ait ilmin son sınırı diye de açıklanmıştır. Gerek peygamberlerin, gerekse diğer yaratılmışlardan her âlimin ilmi burada son bulur, ondan ileri geçemez.

Ayrıca büyük müfessirlerden Fahruddîn er-Râzî, Sidretü'l Müntehâ'yı, buraya kadar zikredilen mânâlarını yanı sıra, "hayret-i küsvâ" diye açıklamıştır ki, akılların hayretle kaldığı, bundan daha şiddetli bir hayretin tasavvur edilemeyeceği, insanın son derecede hayrete düştüğü bir makam olarak tavsif ettikten sonra; sadece, Hz. Peygamberin hayrette kalmadığını, şaşmadığın, gördüklerini açıkça gördüğünü kaydetmektedir.

Öyleyse biz âciz insanların Sidretü'l-Müntehâ'yı kesin olarak "şudur veya budur" diye açıklamamız mümkün görülmemektedir. Necm suresinin 9. âyetine ve hadis-i şerifteki rivayete göre, sadece Peygamberimize "Kâb-ı Kavseyne" kadar yaklaşmasına müsaade edilmiştir. Sidretü'l Müntehâ'dan ilerisi gayb âlemidir ki, Allahü Teâlâ'dan başka hiç kimsenin ilmine ve bilgisine giremez, yani insanî ilmin son sınırıdır. Buradan ötesi Allahü Teâlâ'nın "Zât Âlemi" diye adlandırıldığı için, bu deyimi açık ve seçik bir tarzda ortaya koymamız mümkün değildir.

sorularla risaleinur.com.

17

17.07.2008, 11:25

Soru
BıRıSı ALTMIş DEFA DAHA GENış BıR DAıRE ıÇı NDE SANıYELERı,DığERı ALTMIş DEFA DAHA GENış BıR DAıREDE SALıSELERı,VE HAKEZA RABıA,HAMıSELERı,SADıSE ,SABıA,SAMıNE,TASıA ,AşıRELERı SAYACAK AZıM BıR DAıREDE BıR ıBRE FARZ EDıYORUZ CÜMLESıNDE NE DEMEK ıSTENMışTıR?SABıA,SAMıNE,TASıA,AşıRE GıBı SAATLE ıLGıLı KAVRAMLAR BıLıMSEL OLARAK VAR MIDIR ıSBAT EDıLMış MıDıR?

Cevabımız

Değerli Kardeşimiz;


"Saniye, dakikanın altmışta biri; salise saniyeninin altmışta biri..."

Bu bir temsildir, Bu temsil ilmen de bilimsel olarakta şu anda zaten uygulanıyor. Mesela iki kişi aynı anda Diyarbakırdan, ıstanbula gelmek üzere yola çıkıyor olsun. Biri taksiyle diğeri uçakla. Taksiyle gelen daha şanlıurfaya varmadan, uçakla yola çıkan istanbula varmış olacaktır. Bunlardan birini saatin ibresine bindirmiş olsak (yani taksiye) diğerini de saatin aşiresine (uçağa) bindirmiş olalım. O zaman ikincisi bırakın istanbulu belki kinatın etrafında tur atar. ışte bu iki şahıs zaman itibariyle aynı zamanı kullanmışlar ama gittikleri mesafe ve gördükleri şeyler noktasından çok farklı manzaralarla karşılaşmışlardır.

Bu hikmet saçan cümlede çoklarının sorduğu bir sorunun da cevabını bulmuş oluyoruz: “Cenâb-ı Hak mekândan münezzeh olduğuna göre, O’nunla görüşmek için böyle uzun bir yolculuğun gereği var mı?”

Demek ki, miracda esas olan, Hz. Peygamber’in manevî terakkisidir. Bununla ilgili olarak bir misâl verelim:

Allah Resulü (a.s.m.) yerde iken de Allah’ı “Semavat ve arzın Rabbi” olarak biliyordu. Ama, güneşle dünya arasındaki yüz elli milyon kilometreye yakın mesafeyi ışığın yaklaşık sekiz dakikada aldığı göz önünde bulundurularak, henüz ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızlar bulunduğunu düşünürsek sema âleminin ne kadar geniş olduğunu hayal âlemimizde bir derece canlandırabiliriz. Allah Resulü bu muhteşem âlemi bütün tabakalarıyla geçtikten sonra Allah’ın semavat ve arzın Rabbi olduğuna dair imanında akıl almaz derecede bir inkişaf olduğu muhakkaktır. Sema âlemine, kürsiyi, arşı, cennet ve cehennemi eklediğimizde bu yüksek makamlarda ve bu sonsuz menzillerde seyahat eden bir zatın kazandığı marifetin ne kadar ileri bir noktaya vardığını hayal etmemiz bile mümkün değildir.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk, o en sevgili kulunu rüyetine mazhar kılmakla şereflendirmek dilediğinde, onu böyle bir terakki ve tekâmül yolculuğuna çıkardı. Burada Cenâb-ı Hakk’ı bir makamda görmek söz konusu değil, bütün mekânları ve makamları geride bırakan ulvî bir mertebede O’nunla görüşmek söz konusu.

ışte miracın hakikati, bu terakkinin ve bu tekâmülün gerçekleşmesidir.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale-i Nur Editör

18

17.07.2008, 11:26

http://video.google.com/videoplay?do...79572899276613

buna bakarak insanın kainattaki yerini tefekkür edelim...

ve bu gözle miraca bakalım

19

18.07.2008, 09:17

Miraç nasıl oldu?Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, ılâhî huzura yükselmesidir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.
Bir rivayette Hz. ısa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi.

Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. ıdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. ıbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.
Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.
Hz. Cebrail'in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.
Süleyman Çelebi'nin dediği gibi

“Aşikâre gördü Rabbü'l-izzeti/Âhirette öyle görür ümmeti” ınşaallah...
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.

Hz. Musa'nın, “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.

Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.

Sabah olunca Kabe'nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı. Onlar Peygamberimizden delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.

Ama yine de Peygamberimizden üst üste Miraça çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “Bir ayda gidilebilen Bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize soru yönelttiler.
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”

Bunun üzerine müşrikler:
“Vallahi dos doğru tarif ettin” dediler, ama yine de iman etmediler.

O esnada Hz. Ebû Bekir çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir, “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız seksiz şüphesiz doğrudur” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.

hanımlar com

20

18.07.2008, 09:18

Peygamberimiz neden mirac’a çıktı?
Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.
Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz'i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz'i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.

Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbi, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi mi'râcin bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.

Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. ıbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi...

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir