Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

11.06.2008, 10:57

Kitabı Kainatı OKuma Mesleği

KıTAB-I KÂıNATI OKUMAK MESLEğı

Kâinatın bir kitab gibi okunması, Kur’anın nazara verdiği marifetullahın yoludur. Çünkü esma-i ılahiye, eserlerinde tezahür eder ve hissedilir. Hem en makbul ve sağlam olan tahkiki imanın yolu budur.


Ezcümle 96. surenın baş kısmı, bu mevzumuz cihetiyle çok manidardır. şöyle ki:

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ

Bu ayette geçen “halak” kelimesi hakkında bir tefsir şöyle izah eder: "halak" kelimesi mutlak olarak kullanılmış ve neyi yarattığı belirtilmemiştir. Çünkü "Yaratan Rabb'inin ismiyle" denmesinden, Kainatı ve içindeki her şeyi yarattığı kendiliğinden anlaşılmaktadır.

Bazı alimlerce mezkür suredeki oku emri olan (ikra) ayetinin ilk gelen ayet olması ve aynı âyette geçen (halaka) kelimesinin mutlak oluşu, yani yaratılan bütün varlıkları oku manasına işaret etmesi; keza, âyette (Allahın ismiyle oku) denmesi, yani kâinatın mana-yı harfiyla okunması ki, marifetullahdır. Mana-yı ismiyle nazara alınması ise, esbab ve tabiat şirkine yol açar.


Keza surenin devamında, Allahın marifetini kazanmada en mükemmel ve binbir esmanın mazhar ve müzhiri olan insanın yaradılış harikalığını nazara vermesi gibi câmi manalarla Kur’anın en ehemmiyetli olan mezkür hususiyetine dikkat çekiliyor.

Risale-i Nur, bu asırda bu yolu takib ediyor. Çünkü geçmiş asırlarda fenler, yani kâinat ilimleri bu zaman kadar gelişmemiş olduğundan, geçmiş asırlardaki büyük alimler, hatta müceddidler, cemiyetin ilim seviyesine göre ders vermişler. Hatta şimdi de bazı hocalar, kâinat fenlerine, marifetullah manasında bakmazlar. Fakat Risale-i Nur, mana-yı harfiyle olmak şartiyle fenlere marifetullah dersleri olarak bakar. Mesela yarı manzum olan şu beyan yeterli bir örnektir:

“şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i ılahî...

Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "ne güzeldir" yerine "ne güzel yapmış Sani', nasıl yapmış o mâhi"

Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maarif-i ılahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigahı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur.” S:723

Keza, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. ıkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. ıftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.” Mü:86 gibi beyanlar nazara alınmalıdır.

ışte bu beyan ve izahlar gibi daha pek çok bahis ve izahları cem’ eden Risale-i Nur, kitab-ı kâinat denilen varlıkların gösterdiği marifetullahı ders verdiği ve bu tarzı esas aldığı anlaşılıyor ki buna cadde-i kübra, velayet-i kübra denilmektedir. Kur’anın öğrettiği esas yol budur.

Evet Kur’an hem aklı çalıştırır ve iman bilgilerini verir, hem kalbdeki din duygularını geliştirir. Yani Kur’an Allahın yarattığı göklerden ve dünyadaki varlıklardan çokça bahseder. Çünkü Kur’an, Allahın varlığını ve birliğini ve sıfatlarını, bu varlıkların harika yaradılışlarıyla isbat eder ve bildirir.

Risale-i Nur’un bazı yerlerinde izah edilen:

Tarikat ve tasavvuf mesleği...

ılm-i kelâm mesleği..

Cadde-i Kübra veya velâyet-i Kübra.

Üç meslek ki, birincisi kalbi; ikincisi akıl ve mantığı; üçüncüsü ise her ikisini hatta insanın Kur’anî tarz ile maddî ve manevi cihazatı ile bütünü ele alır ve tabir olunan ve en mükemmel olan bu talim ve terbiye ile inkişaf ettirir.

Evet Kur’an hem aklı çalıştırır ve iman bilgilerini verir, hem kalbdeki din duygularını geliştirir.

Risale-i Nur Kur’an’ın bu camî mesleğinden gittiği için en alî ve umumî bir meslektir. Bu sebeble her sınıf insan Risale-i Nur’u okumakta ve diğer mesleklere ihtiyaç duymamakta ve ciddi sebat etmektedir.

Evet, “Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvet­ten ge­len, berzah tarikına uğramıyarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikata geçip, akrebiyet-i ilahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu gayet kısa ol­duğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur.” M:50

Çünkü son asrın en büyük fitnesinin ıslahı ile muvazzaf olan Mehdi-i Azamın cereyanı, cami’ meziyetlere sahib olması iktiza ettiği için rahmet-i ılahiye sahib kılmıştır.

Bunun içindir ki Hz Üstad diyor: “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!...” M:427


ittihad

2

11.06.2008, 14:58

Kainata manayı harfi ile bakmak ...

üstadın hayatında 40 sene tahsilinde öğrendiği dört kelimeden birisidir.

mesela güneşe manayı harfiyle bakmak..güneş bir lamba..bu dünya bir saray..bu kainatın sani onu bize lamba yapmış,erzakımızı pişiriyor.

birde böyle düşünelim..acaba güneşin odununu,gazyağını veren kimdir..neden sönmüyor..

bunlar manayı harfi..

ama güneş böyledir şöyledir.ağırlığı böyle..atomu helyum bilmem.ne..bunlarda manayı ismi oluyor.

3

11.06.2008, 15:26

onaltıncı sözde güneşle bu manayıda bize ders veriyor.

manayı harfiyle bakmakla;

Meselâ, şems(güneş) bir cüz'î-yi müşahhas iken, eşyâ-i şeffâfe vâsıtasıyla, öyle küllî hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsâlleriyle, akisleriyle dolduruyor; hattâ katarât ve parlak zerrât adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyâsı ve ziyânın içinde olan yedi renkli elvân-ı seb'ası, herbirisi, mukabilindeki eşyaya muhît, âmm ve şâmil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsâliyle beraber harareti, hem ziyâyı, hem elvân-ı seb'ayı gözbebeğinde saklıyor ve sâfî kalbini ona bir taht yapıyor.

Demek, şems, vâhidiyet haysiyetiyle, ona mukabil umum eşyaya muhît olduğu gibi; Ehadiyet cihetiyle, herbir şeyde güneş çok vasıflarıyla beraber, bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur.
Sözler | On Altıncı Söz | 178

4

11.06.2008, 15:27

Nasıl ki, güneş, kayıtsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle, sana senin ruhun penceresi ve onun aynası olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun için, ondan gayet uzaksın. Onun, yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz'î tecellîleriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir tâife isimleri hükmünde olan şuâlarına ve mazharlarına yanaşabilirsin. Eğer, güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzat doğrudan doğruya güneşin zâtı ile görüşmek istersen, o vakit, pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok merâtib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir. âdetâ, sen, mânen tecerrüd cihetiyle, küre-i arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve kamer kadar yükselip, Bedir gibi mukabil geldikten sonra, bizzat perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dâvâ edebilirsin.

Öyle de, o Celîl-i Pürkemâl, o Cemîl-i Bîmisâl, o Vâcibü'l-Vücud, o Mûcid-i Küll-i Mevcud, o şems-i Sermed, o Sultân-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır; sen Ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa, temsildeki dekâikı tatbik et."
Sözler | On Altıncı Söz | 181

5

11.06.2008, 15:30

Hattâ, eğer sana denilse, "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek"; merakın varsa, vereceksin.

Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz olan o pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.

Sözler | On Dokuzuncu Söz | 217
--------------------------------------------------------------------------- -----

6

11.06.2008, 15:31

Hulusi55 in kulakları çınlasın..

7

11.06.2008, 15:31

Eğer desen: "Acaba neden Kur'ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudâttan bahsettiği gibi etmiyor? Bâzı mesâili mücmel bırakır, bâzısını nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûret-i basitâne-i zâhirânede söylüyor."

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu şaşırmış onun için. Hem, geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i ılâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. ılm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur'ân-ı Mürşid, bütün tabakât-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugâlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir.

Sözler | On Dokuzuncu Söz | 221

8

11.06.2008, 15:34

Meselâ, güneşe der: "Döner bir siracdır, bir lâmbadır." Zîrâ, güneşten güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zenbereği ve nizâmın merkezi olduğundan; intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i mârifeti olduğundan bahsediyor.

Evet, der: -Eşşemsu tecri- "Güneş döner." Bu "döner" tâbiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. ışte, bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem, der: -Vecealeşşemse siraca(Güneşi de bir kandil olarak asmıştır. (Nuh Sûresi: 16.) )- şu "sirac"(lamba) tâbiriyle âlemi bir kasır(saray) sûretinde; içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenât ve mat'umât ve levâzımât olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder.

Sözler | On Dokuzuncu Söz | 221

9

11.06.2008, 15:38

şimdi manayı ismiyle güneşe nasıl bakıyorlar;

şimdi bak; şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: "Güneş, bir kitle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir.(büyük akıcı ateş kütledir) Ondan fırlamış olan seyyârâtı,(gezegenleri) etrafında döndürüp, cesâmeti (büyüklüğü)bu kadar, mahiyeti(özü yani şundan oluşmuş) böyledir, şöyledir." Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan(boş) felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şâşaa-i sûriyesine(gerçek dışı parlaklığına) aldanıp, Kur'ân'ın gayet mu'ciznümâ beyânına karşı hürmetsizlik etme.

Sözler | On Dokuzuncu Söz | 222

10

11.06.2008, 16:07

şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdâniyetine güneş gibi parlak ve nurânî bir penceredir.

Evet, Manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber on iki seyyâre, cirmleri küçüklük büyüklük itibâriyle pekçok muhtelif ve mevkîleri uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefâvit ve sürat-i hareketleri çok mütenevvi' olduğu halde, kemâl-i intizam ve hikmet ile ve kemâl-i mîzan ile ve bir sâniye kadar şaşırmayarak, hareketleri ve deveranları ve güneşle câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u ılâhî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidâları, büyük bir mikyasta, bir azamet-i kudret-i ılâhiyeyi ve vahdâniyet-i Rabbâniyeyi gösterir. Çünkü, o câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mîzan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde, muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünkü, bir dakika tesadüf, birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsâdeme etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin defa büyük cirmlerle müsâdemenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.

Manzume-i şemsiyenin, yani şemsin, me'mûmları ve meyveleri olan on iki seyyârenin acâibini ilm-i muhît-i ılâhîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyâremiz bulunan arza bakıyoruz, görüyoruz ki; bu seyyâremiz bir azamet-i şevket-i Rubûbiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir sûrette, güneşin etrafında emr-i Rabbânî ile, Üçüncü Mektubda beyân edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için, bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak, acâib-i masnuât-ı ılâhiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkât ve hesâbı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakîk hesablarla azîm hikmetlerle ona takılmış; ve o kamere, başka menzillerde, ayrı seyr ü seyahat verilmiş.

ışte bu mübârek seyyâremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehâdetle, bir Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Mâdem şu seyyâremiz böyledir; Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.

Hem şemse, kendi mihveri üstünde, câzibe denilen mânevî ipleri yumak yaptırmak için, dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi bir Kadîr-i Zülcelâlin emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyârâtı ile, saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir süratle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya şemsü'ş-şümûs cânibine sevk etmek, elbette Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle ve emriyledir. Güyâ, haşmet-i rubûbiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan Manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır.


Sözler | Otuz Üçüncü Söz | 614

11

11.06.2008, 16:10

Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi esbâbın eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi sen söyle! Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelâl, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı? Bâhusus kâinatın meyvesi, neticesi, gâyesi, hulâsası olan zîhayatları başka ellere verir mi? Başkasını müdâhale ettirir mi'? Bâhusus o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halîfesi ve o sultanın âyinedar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip, haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi, kemâl-i hikmetini sukut ettirir mi?
Sözler | Otuz Üçüncü Söz | 615

12

11.06.2008, 16:12

şimdide dünyanın ,yerkürenin yaratılışını bakın nasıl anlatıyor..bizde fenleri bu şekilde okumalıyız.

Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki, mâyi haline gelen bir madde-i seyyâleden taş ve taştan toprak halk edilmiş. Mâyi kalsaydı, kâbil-i süknâ olmazdı. O mâyi taş olduktan sonra demir gibi sert olsa idi, kâbil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hâcetlerini gören bir Sâni-i Hakîmin hikmetidir.

Sonra, tabaka-i türâbiye, dağlar direği üzerine atılmış; tâ içindeki dahilî inkılâblardan gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın, hem denizin istilâsından toprağı kurtarsın, hem zîhayatların levâzımât-ı hayatiyesine birer hazîne olsun, hem havayı tarasın, gazât-ı muzırradan tasfiye etsin-tâ teneffüse kâbil olsun-hem suları biriktirip iddihar etsin, hem zîhayata lâzım olan sâir mâdenlere menşe' ve medâr olsun.

ışte, bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîmin vücûb-u vücuduna ve vahdetine gayet katî ve kuvvetli şehâdet eder.

Sözler | Otuz Üçüncü Söz | 615

13

11.06.2008, 16:14

Ey coğrafyacı efendi! Bunu ne ile izah edersin? Hangi tesadüf şu acâib-i masnuât ile dolu sefine-i Rabbâniyeyi bir meşher-i acâib yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede bir senede süratle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?

Hem, zemin yüzündeki acîb san'atlara bak; anâsırlar ne derece hikmetle tavzif edilmişler, bir Kadîr-i Hakîmin emriyle zemin yüzündeki Rahmân misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar.

Hem, acîb ve garip san'atlar içinde rengârenk acîb hikmetli zemin yüzünün sîmâsındaki bu nakışlı çizgilere bak; nasıl sekenelerine enhâr ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri ayrı ayrı mahlûklarına ve ibâdına lâyık birer mesken ve vesâit-i nakliye yapmış. Sonra, yüz binler ecnâs-ı nebâtât ve enva-ı hayvanâtı ile kemâl-i hikmet ve intizam ile doldurup, hayat vererek şenlendirmek, vakit bevakit muntazaman mevt ile terhis ederek boşaltıp yine muntazaman ba'sü ba'de'l-mevt sûretinde doldurmak, bir Kadîr-i Zülcelâlin ve bir Hakîm-i Zülkemâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine yüz binler lisânlarla şehâdet ederler.

Elhâsıl, yüzü acâib-i san'ata bir meşher ve garâib-i mahlûkata bir mahşer ve kafile-i mevcudâta bir memerr ve sufûf-u ibâdına bir mescid ve makarr olan zemin bütün kâinatın kalbi hükmünde olduğundan, kâinat kadar nur-u vahdâniyeti gösterir.

ışte ey coğrafyacı efendi! Bu zemin kafası, yüz bin ağız, herbirinde yüz bin lisân ile Allah'ı tanıttırsa ve sen Onu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün. Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder; bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar,
Her şeyin hüküm ve tasarrufu elinde olan (Yâsin Sûresi: 83.) Allah'a ımân ettim. de


Sözler | Otuz Üçüncü Söz | 616

14

11.06.2008, 16:18

risalede bu tarz okumaların çokluğu var.biz inşaallah diğerlerinide buraya ekliyerek.

manayı harfiyle okumak nasıl olur bunu iyice öğrenmiş olcağız.

sonra bu öğrendiğimiz şekilde fenlere bakıp,manyı harfiyle konuşturacağız kainatı insanlara..

Allah yar ve yardımcımız olsun..devam edecek.

15

11.06.2008, 16:19

Allah razı olsun bekliyoruz inşaallah devamını..

16

12.06.2008, 08:28

Bu konuda bize en güzel örneklerden birisi münacat risalesidir.
Bu münacat risalesinde şunlar vardır;

ÜÇÜNCÜ şUA


Mukaddime


Bu Sekizinci Hüccet-i ımaniye, vücub-u vücuda ve vahdâniyete delâlet ettiği gibi, hem delâil-i katiye ile rububiyetin ihatasına ve kudretinin azametine delâlet eder. Hem hâkimiyetinin ihatasına ve rahmetinin şümulüne dahi delâlet ve ispat eder. Hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve ilminin şümulünü ispat eder.

Elhasıl, bu Sekizinci Hüccet-i ımaniyenin her bir mukaddimesinin sekiz neticesi var. Sekiz mukaddimelerin her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle ispat eder ki, bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i ımaniyede yüksek meziyetler vardır.

Bu Risale-i Münâcât,
hem vücûb-u vücud,
hem vahdet,
hem ehadiyet,
hem haşmet-i rububiyet,
hem azamet-i kudret,
hem vüsat-i rahmet,
hem umumiyet-i hâkimiyet,
hem ihata-i ilim,
hem şümul-ü hikmet

gibi en mühim esasat-ı imaniyeyi hârika bir îcaz içinde fevkalâde bir katiyet ve hâlisiyet ve yakîniyet ile ispat eder. Haşre işârâtı ve bilhassa âhirdeki şiddetli işârâtı çok kuvvetlidir.

17

12.06.2008, 08:33

şimdi diyor münacat risalesinde sekiz mukaddime var yani konuya giriş var.BU her mükaddimede başlangıç konularında diyor.BU

hem vücûb-u vücud,
hem vahdet,
hem ehadiyet,
hem haşmet-i rububiyet,
hem azamet-i kudret,
hem vüsat-i rahmet,
hem umumiyet-i hâkimiyet,
hem ihata-i ilim,
hem şümul-ü hikmet

konular işleniyor.münacatta önce semadan başlıyor.

Bu semada başladığı yerde arz konusuna kadar olan bölümde bu hakikatları ispatlıyor.dikkat eden hem vahdeti hem ehadiyeti,hem kudreti,hem ilmi gibi konuları öğreniyor.

Ama üstad bu konuları kainat kitabını okuyarak bize ders veriyor.

şimdi hep beraber bakalım.

18

12.06.2008, 08:35

Yâ ılâhî ve yâ Rabbî,

Ben imanın gözüyle ve Kur'ân'ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki, semâvâtta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki, böyle intizamıyla Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.

Ve hiçbir ecram-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, Senin rubûbiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.

Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşabehet sikkesiyle Senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdâniyetine işaret ve şehadette bulunmasın.

Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı ulûhiyetine işaret etmesin.


Evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, derece-i bedahette, ey zemin ve gökleri yaratan Yaratıcı, Senin vücub-u vücûduna öyle zâhir şehadet, ve ey zerrâtı muntazam mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren, Senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nuranî bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler.

Hem bu sâfi, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve fevkalâde süratli ecramıyla muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, Senin rububiyetinin haşmetine ve her şeyi icad eden kudretinin azametine zâhir delâlet ve hadsiz semâvâtı ihâta eden hâkimiyetinin ve her bir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret ve bütün mahlûkat-ı semâviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taallûk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her işe şümûlüne şüphesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delâlet o kadar zâhirdir ki, güya yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nuranî delilleridirler.

Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise, mutî neferler, muntazam sefineler, harika tayyareler, acip lâmbalar gibi vaziyetiyle, Senin saltanat-ı ulûhiyetinin şâşaasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla güneşin sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.

şualar | Üçüncü şuâ | 44-45

19

12.06.2008, 08:39

Bu eklediğim yukardaki parçada;

hem vücûb-u vücud,
hem vahdet,
hem ehadiyet,
hem haşmet-i rububiyet,
hem azamet-i kudret,
hem vüsat-i rahmet,
hem umumiyet-i hâkimiyet,
hem ihata-i ilim,
hem şümul-ü hikmet


bu hakikatları açıkça görüyoruz.

değilmi kardeşler.

bu hakikatlar münacat boyunca sonuna kadar devam ediyor.
Bunları bu risalede anlarsak diğer yerlerde geçtiği zaman hemen anlamış olacağız.

20

12.06.2008, 15:38

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, ey Kâdir-i Mutlak,

Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar Senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler. Öyle de, cevv-i semâ, bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra'dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.

Evet, câmid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetinledir; karışık tesadüf karışamaz.

Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevâid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.

Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dat dahi, lisan-ı kàl ile konuşarak Seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.

Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifelerle tavzif edilen rüzgârlar dahi, cevvi âdeta bir hikmete binaen "Levh-i mahv ve isbat" ve "yazar, ifade eder sonra bozar tahtası" suretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine işaret ve Senin vücûduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi, mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle senin vüs'at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.

3.şua/münacat/

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir