Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

05.02.2011, 10:42

Âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz

Âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz
05.02.2011












Dahilî âsâyişi ihlâl suretinde,

yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara

sokmak, adalet-i İlâhiye ve

hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün

kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî

itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.







Mahkeme Reisine,
Pek
çok uzun ve mazlûmâne macera-yı hayatıma dair şu gayet kısa ifademi
dinlemenizi rica ediyorum. Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlerin,
tarassutların, hapislerin ileri sürdükleri sebeplerinden,
Birincisi: Beni “Rejimin aleyhindedir” diye itham etmişler. Buna cevaben deriz ki:
Her
hükûmette muhalifler bulunur. Âsâyişe, emniyete ilişmemek şartıyla
herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile
mes’ul olamaz. Çünkü dininde en mutaassıp ve cebbar bir hükûmet olan
İngilizlerin yüz sene hâkimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade
Müslümanlar, İngilizlerin küfrî rejimlerini Kur’ân ile reddettikleri ve
kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o
cihette ilişmemiştir. Hem bu millette ve bu hükûmet-i İslâmiye içinde
eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasranîler, bu milletin dinine ve
kudsî rejimlerine muhalif ve zıt ve muteriz oldukları halde, hiçbir
zaman mahkeme, kanunlarıyla onlara o cihette ilişmemiştir.
Hem
Hazret-i Ömer (r.a.) hilâfeti zamanında bir âdi Hıristiyanla mahkemede
beraber muhakeme olmuşlar. Halbuki o âdi Hıristiyan, Müslümanların hem
mukaddes rejimlerine, hem dinlerine, hem kanunlarına muhalif iken, o
mahkemede onun hali nazara alınmaması gösteriyor ki, mahkeme hiçbir
cereyana âlet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez ki, Halife-i
Rû-yi Zemin, âdi bir kâfirle muhakeme olmuşlar.
İşte, ben de yüzer
âyât-ı Kur’âniyeye istinaden Kur’ân’ın kudsî kanunlarının yerine,
medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi bolşeviklik
namına istibdad-ı mutlak mânâsında Cumhuriyetteki hürriyet perdesi
altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir
rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir. Hem
muhalefet, hiçbir hükûmette bir suç sayılmıyor.
İkincisi: Âsâyişi bozmak, emniyeti ihlâl etmek ihtimali bahanesiyle otuz sene cezayı bana çektirdiler. Buna cevaben deriz ki:
Mahkemenin
tahkikatıyla hem beş yüz bin fedakâr Nur Talebeleri bulunduğu halde,
hem yirmi sekiz sene zarfında bu kadar zâlimâne ihanetlere mâruz
olduğumuz halde, Nurcularla alâkadar olan altı vilâyet, altı mahkeme
hiçbir vukuatını kaydedememeleri, gösterememeleri ispat ediyor ki,
Nurcular âsâyişin muhafızlarıdırlar. İman dersiyle herkesin kafasında
bir yasakçıyı bırakıyorlar. Âsâyişi muhafaza ediyorlar. Ve üç vilâyetin
insaflı zabıtaları bunu tasdik etmişler.
Üçüncüsü: “Dini siyasete
âlet yapmak istiyor” diye beni suçlu yapıyorlar. Sebilürreşad’ın 116.
sayısındaki “Hakikat Konuşuyor” namındaki makalem buna kat’î bir
cevaptır. O makalenin kısaca hülâsası şudur:
Elcevap: Bütün
dünyasını, hattâ lüzum olsa kendi şahsî âhiretini dine feda etmeye bütün
hayatı şehadet eden ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eden ve beş
mahkeme bu meseleye dair kat’î delil bulamadığı halde seksen yaşını
geçmiş, kabir kapısında, hem dünyada hiçbir şeye mâlik olmayan bir adam
hakkında “dini siyasete âlet yapıyor” diyenler, yerden göğe kadar
haksızdırlar, insafsızdırlar. Hem bu iftiralarıyla beraber, o adam
hakkında güya âsâyişi ve emniyeti ihlâl etmek istiyor, diyorlar. Halbuki
o adamın Kur’ân-ı Hakîmden aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği
ders şudur:
Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni
bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o
haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu
birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi
batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî
âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve
zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle
men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla,
âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.
[b]Emirdağ Lâhikası, s. 738
[/b]

"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

2

07.02.2011, 08:57

Allah’a abd ve asker olmak
07.02.2011












Allah’a abd ve
asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise,
yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah
hesâbiyle vermeli








ibâdetin, çendan, zahirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez.
Çünkü,
âbid, namazında der: “Eşhedü en lâilâheillallah”, yani “Hâlık ve
Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem
Hakîmdir, abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur” diye
itikad ettiğinden, her şeyde bir hazîne-i rahmet kapısını bulur. Duâ ile
çalar. Hem herşeyi kendi Rabbinin emrine musahhar görür. Rabbine ilticâ
eder; tevekkül ile istinad edip, her musîbete karşı tahassun eder.
İmânı ona bir emniyet-i tâmme verir.
Evet, her hakikî hasenât gibi, cesâretin dahi menbaı imândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
Evet,
tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa,
ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi,
lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl
denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı
görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?”
der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi.
Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)
Evet, insan nihayetsiz
şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz
musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Adetâ
sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat
emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali
nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve
zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid,
teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün
bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zararsız yol, zararlı
yola velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki,
meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz
ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazînesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu
ise hattâ fâsıkın itirafiyle dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz
ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür
derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâsın ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir
ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.
Elhâsıl, âhiret
gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise
biz dâimâ, “Elhamdülillâhi ale’t-tâati ve’t-tevfîk” (Emirlerine itaate
ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah’a hamd olsun)
demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
Sözler, Üçüncü Söz, s. 25
***
Helâl
dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.
Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle
lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker
gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve
almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı.
Kusur etse istiğfar etmeli: “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul
kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl.
Amin!” demeli ve O'na yalvarmalı.
[b]Sözler, Altıncı Söz, s. 33

[/b]
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

Bu konuyu değerlendir