Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

81

06.08.2004, 10:52

Aliyyul Karinin Mevzuat adlı eserinde de bu hadisin uydurma olduğu kaydedilir.

Allaha emanet olunuz.

83

09.08.2004, 12:03

misak ayın 12'sine kadar sanırım başka bir şehirde,
bir yerden bana cevap geldi,onu buraya aktarıyorum,

başka bir yerden daha cevap gelirse onu da aktarırım inşa'Allah,

Değerli kardeşim; Bu sözün hadis olduğu bir çok alim kabul ettiği gibi Bediüzzaman da eserlerinde hadis olarak bahseder. Başta bu hadis-i kudsinin kaynağını vereceğiz. Ayrıca bu hadis-i kudsinin manası ve hakikatını vereceğiz. Selam ve dua ile

"Levlâke" hadîsinin kaynakları şudur
El-Leali-l Masnua Suyutî 1/272; ]-el Esrar-ül Merfüa Aliyy-ül Kari sh: 295-296; aynı eser Tahkik Muhammed Said Zalûl sh: 194; El- Feraid-ül Mecmua fevkani sh: 326; Keşf-ül Hafâ-Aclunî 2/164; şerh-üş şifa Aliyy-ül Karî 1/6
Hem El- Hâfız Aclûnî hem de, Aliyy-ül Karî eserlerinde "Levlâke" sözü mânası itibariyla hadîs olmasa dahi, mânası itibarıyla doğru ve haktır demişlerdir. Aynı kanaati ıbn-i Teymiyye dahi fetva kitabı 10/ 96-98'de izhar etmiştir.
Divan ve tasavvufki kitaplarından me'haz olarak bir kaçının da ismini veriyoruz:
Levami-ül Ukul Ni'metullah bin Veli sh: 15: Divaın-ı Mevtana Câmî sh: 4; Divan-ı şeyh Ahmed-i Cezerî 1/190 ve hakeza Divan-ı Mevlâna Hâlid, Mektubat-ı Imam-ı Rabbanî ve bütün bunların yanında umum ümmetin telâkki-i bil-kabulü

şu aıklamaları okumanızı rica ederiz.

Bu pek mühim, çok esrarlı hadîs-i kudsî ahkâm-ı şeriat hakkında vürûd eden sair hadîsler gibi kuvvetli bir senedi yoktur. Kütüb-ü Sitte ile ta'bir olunan altı meşhur ve sahih hadîs kitapları içerisinde de yer almamaktadır. Lakin hiçbir muhaddis (Ibn-ül Cevzî ve Sagani gibi az bazı müteşeddidler hâriç) hu hadîsin doğruluğuna ve hak olan mânasına birşey diyememiş, ilişememişlerdir. Telâkki-i ümmetçe mânasının doğruluğu kat'î olduğu halde, cumhuru muhaddisînce de mânasının doğruluğu teslim edilmiştir. Ancak kuvvetli bir senedinin olmadığını da beyan etmişlerdir. Bunun yanında, ekser mıhaddislerin yanı sıra, bütün evliya-i ümmet ve ümmetin umumunun her zaman lelakki-i bil-kabulü olmuş olan bu hadîsi hak, doğru ve kat'î olarak kabul etmişlerdir. Ayrıca meşhur birçok hadîs kitaplarında da, seneden de bu hadîsi te'yid edecek, şahidi olacak, onun benzeri ve aynı mânasında birçok rivayet ve haberler mevcuddur. Binaenaleyh, bu hadîs, seneden zaif de olsa. onun aynı mealinde vürûd eden sair hadîslerle senedindeki za'fiyet zail olmuş olur. Hiçbir senedi olmasa da, bu durumlarla kuvvetlenmesi der-kârdır.

Hem bu hadîs-i kudsî bir çok sahih hadîslerin müştereken işaret ettikleri gayet yüksek ve derin bir hakikatin pek âlî merkez-i nuranisine- bakmaktadır. Mevzu-u bahis hadislerden her bir hadîs, o merkez-i nuranînin ayrı bir tarafını, ayrı hir köşesini ehli olanlara izhar ederler. Mezkûr hadîsler tek-tek ele alındığında, faraza bazıları senedleri itibariyle zaif de olsalar, aynı hakikatın merkez-i nuranîsine ayrı ayrı parmak işaretleriyle bakmaları cihetiyle, omuz-omuza verir, kuvvetlenirler. Bu husustaki büyük muhaddislerin görüşlerini kitabın "Hadîs ılmi Bölümü"nde kaydetmişiz.

Kaziye şöyle olmak gerektir ki; ya mes'elenin tamamı hakkında gelen hadîslerin hepsi -hâşâ- doğru değil, gayr-i sahihdir.. veyahutta, gelen hadîsler her rivayetiyle tamamı sahih ve doğrudur. Yani; Ya mûcibe-i külliyedir veya salibe-i külliyedir.

Pek derin, yüksek ve çok ince hakikata bakan rivayet ve hadislerin bir tanesi sahih ise, yani mânası doğru ve hak ise, diğer hepsi de sahihdir denilir. Çünkü az sonra kaydedeceğimiz hadîs ve rivayetlerin hepsinin baktıkları hakikat, birdir, müttehiddir, mümtezicdir. Aksini düşünmek için, bütün o rivayet ve hadîslerin hem toptan hem de tek-tek gayri sahihliğinin ispatı gerekir ki, bu mümkin değil, olmamış ve olmayacaktır da… Zira bu hadîslerden seneden bir-ikisi zaif ise de, diğerleri seneden sahih ve sağlamdır. Hiç olmazsa mevzuluktan uzak zaif hadîslerdir. Bu mes'eleyi, hu tarzda sadece Hadis ilmi durumuna göre yazdım. Yoksa ilim, hakikat, tahkik ve keşfiyat-ı sâdıka babında yüz kere, bin kere ispatı yapılmış, ortadadır.
Bahsini ettiğimiz birleşik ve tek ve kudsî olan mes'ele ve hakikata bakan ve işaret eden sair hadîs ve rivayetlerin kaydına geçiyoruz.
l- Resul-i Ekrem (A.S.M.)'ın sahih fermanıyla: Evvelu halekellahu nuri…
Yani: "En evvel Cenab-ı Hak benim nurumu yarattı." Bu hadîsin me'hazleri, 842 no.lu kısımda kayıtlıdır.

2- Kuntu nebiyyen ve ademe beynerruhi velcesedi. Ve aynı mealde daha birçok rivayet ve hadisler…
Yani: "Ben Peygamber iken, Adem (A.S.) henüz ruh ve cesed arasında idi." Bu hadîsin me'hazleri: Miftah-u Künûz-is Sünne sh: 449, 450; El-Fetavi-l Hadîsiye Heysemî sh: 115; Müsned-i Ahmed 4/66, 5/59 ve 379; El-Felh-ül Kebir 2/33 ve 334; Hilyet-ül Evliya, ıbn-i şad ve ıbn-i Hibban'dan nakil; Ed-Dürer-ül Münteşire sh: 126, Ibn-i Hibban ve Hâkim'den nakil; Kenz-ül Ummal 2/409; Tirmizî hadîs no: 3069; Mu'cem-üt Taberanî El-Kebir hadîs no: 12571 ve 12646; Eş-şeriat Acürrî sh:416 ve daha bunlar gibi birçok me'hazler...

3- Evvel uma ğelekellahu cevhereten fenezere ileyha binezerilheybeti fezabet verte’edet min ğavfi rabbiha fesaret maen…
Uzun ve meşhur hadîs...
Yani: ilk evvel Cenab-ı Hak bir cevhereyi yarattı. Sonra ona heybet nazarıyla baktı. O madde ve cevhere Rabbisinin havfından erimeye ve titremeye bağladı. Sonra da su olarak teşekkül etti... ilh.
BU meşhur ve bütün ülema-i ümmetçe makbul ve bir çok ehl-i tefsir
ınnessemavati velarde kaneta retken fefeteknahuma…
Âyetinin tefsirinde kaydettikleri bir hadîs-i şeriftir.

4- Kudsî bir nur halinde sulbden sulbe ve alından alına intikal eden Nur-u Muhammedi hakkındaki hadîs veya hadîslerdir.
Bu hadîs veya hadîslerin numune için sadece iki-üç me'hazini veriyoruz: EI-Havî Lil-Fetavî Suyutî 2/413; El-Metalib-ül Âliye 4/177; Kenz-ül Ummal 12/427; Delâilin Nübüvve Ebu Naim 1/85; Mecma-üz Zevaid 8/215 Eş-şeriat Acürrî sh: 428
ışte mezkûr dört mcs'ele ve hakikat hakkında gelen birçok hadîs-i şerifler, görüldüğü üzere, aynı hakikatin ayrı ayrı köşelerini tarif ediyorlar. Bu dört mes'eleden birisi hakkında gelen hadîslerden birisi sahih ise, diğerleri de sahih olur. Hatta bil-farz, hepsi zait de olsalar, yine de birlik içinde kuvvetlenirler.
şimdi "Levlâke" hadîsinin aynı meâl ve mânasındaki sair hadîslerin me'hazlrrini veriyorum:
Cem'-ül Fevaid 2/442 Taberanî-i Evsai ve Sagir'in Hazret-i Ömer'den (R.A.) tahric ettikleri uzun hadîsin âhirinde Ve levlahu (Ya Muhammed) ... hadîsi; keza, eş-şeriat sh: 427'de Hazret-i Âdem'e (A.S.) (Levlahu ma ğelkuke) .. . hadîsi ve Müsned-ül Firdevs 5/227 Ibn-i Abbas'dan rivayet: Yekulullahu azze ve celle: Ve izzeti ve celali levlake ma ğelektul cennete ve levlake ma ğelektu nare…
Aynı hu hadîsi, ıbn-i Hacer-i Askalanî Tesdid-ül Kavs eserinde de nakleder. ıkinci hadîsin Türkçe meali; Cenah-ı Hak Resul-i Ekrem'e hitaben: "Sen olmasaydın Cennet’i halketmezdim, yine sen olmasaydın Cehennem’i yaratmazdım." buyurmuştur.
Dikkat edilirse, şu üstteki hadîs, Levlake levlake lema ğelektul eflak hadîsinde mâna ve çerçeve itibarıyla daha geniş ve daha kuvvetlidir. Çünki "Sen olmasaydın, sen olmasaydın, ben felekleri, yani gökleri veya kâinatı yaratmazdım" ile. "Sen olmasaydın ben Cennet ve Cehennem’i yaratmazdım" arasında çok fark vardır. Birincisinde maddî âlem-i şehadet ve gökler veya kâinat vardır, ikincisinde âlem-i bekada olan ve kâinatın hilkatinin neticesi ve nihayeti olan Cennet ve Cehennem vardır.
Cennet ve Cehennem'in hilkatinden söz eden hadîsin me'hazleri:
Kenz-ül Ummal hadîs no: 32025’tedir. Bu hadîsi, ıbn-ül Cevzî'nin bu zamanda taklidciliğini yapan şam'lı Nâsirüddin El-Elbanî bile sadece zaif görebilmiş. (Bak: Silsilet-ül Abadîs-i Azzaif No:282)
Yine, aynı mânadaki hadîslerden birisi de: EI-Esrar-ül Merfûa Aliyy-ül Kari sh: 295 ve 296'da ıbn-ül Asakir'in {Tarih-üş şam) eserinden tahric etmiş olduğu uzun hadîsin âhirinde
Levlake levlake lema ğelektul eflak Yani: "Sen ya Muhammed olmasaydın, ben dünyayı halketmezdim."
Bir başka hadîs ise Es-Sîret-ül Halebiyye 1/354 ve 355'de, Hazret-i Adem'in malum hata ile Cennet'ten çıkarıldığı zaman, Hazret-i Mııhummed'in (A.S.M.) ismini şefaatçi alarak, Allah'a yalvarmış, Cenah-ı Allah da O'nu affetmiş. Sonra Âdem'e sormuş: "Muhammed kimdir? Onu nasıl bildin?" Âdem (A.S.): "Ben onun ismini senin isminle birlikle Arş'ın kavaiminde (direklerinde) görmüştüm. Ondan bildim ki; eğer O, senin yanında mahlukatın en sevgilisi olmasaydı, onu kendi ismine ilâve etmezdin" demiş.

Asıl mevzumuz, olan "Levlâke" hadîsinin kaynakları şudur
El-Leali-l Masnua Suyutî 1/272; ]-;i-Esrar-ül Mertüa Aliyy-ül Kari sh: 295-296; aynı eser Tahkik Muhammed Said Zalûl sh: 194; El- Feraid-ül Mecmua fevkani sh: 326; Keşf-ül Hafâ-Aclunî 2/164; şerh-üş şifa Aliyy-ül Karî 1/6
Hem El- Hâfız Aclûnî hem de, Aliyy-ül Karî eserlerinde "Levlâke" sözü mânası itibariyla hadîs olmasa dahi, mânası itibarıyla doğru ve haktır demişlerdir. Aynı kanaati ıbn-i Teymiyye dahi fetva kitabı 10/ 96-98'de izhar etmiştir.
Divan ve tasavvufki kitaplarından me'haz olarak bir kaçının tda ismini veriyoruz:
Levami-ül Ukul Ni'metullah bin Veli sh: 15: Divaın-ı Mevtana Câmî sh: 4; Divan-ı şeyh Ahmed-i Cezerî 1/190 ve hakeza Divan-ı Mevlâna Hâlid, Mektubat-ı Imam-ı Rabbanî ve bütün bunların yanında umum ümmetin telâkki-i bil-kabulü...

Abdulkadir BADILLI (Risale-i Nurun Ulvi Kaynakları)

"Levlâke" hadîsinin hakikatı şudur
değerli kardeşim! Kainattaki bütün kemalatın menşei ve esası nur-u Muhammedidir. Her şey, kemalini ve cemalini O’nunla buldu. Sorduğunuz soruya iki şekilde cevap verilebilir.
1- anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa manasız bir kağıttan ibaret kalır. Allah bu dünyayı ve içindekileri, kendi cemalini ve kemalini görmek ve göstermek için yarattı. Cemalini ve kemalini göstermek istediği şuur sahibi mahlukatın başında da, insan gelmektedir. Kendisi kendine layık bir şekilde cemal ve kemalini tefekkür etmektedir. Fakat insan dediğimiz mahlukun, Allah’ın istediklerini kendi başına anlaması mümkün değildir.

Madem kainat insan için yaratılmış, ve madem insan yalnız başına ılahi hakikatı anlaması mümkün değildir. Öyleyse insanların nazarını mahlukattan ve masivadan çekecek Peygamberler olacaktır. Bu peygamberlik makamı, Allah’ın en çok sevdiği insanlardan oluşacaktır. Bu peygamber dediğimiz seçkin insanların arasında da vahiyde belirtildiği gibi, en sevgili kul ve en şerefli kişi Hz. Muhammed’dir( a.s.m).

2- Hz. Muhammed ( a.s.m)in duası, bu kainatın yaratılması için bir sebeptir. Yani Asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiye “Allah, ezeli ilmiyle Peygamberimizin, kainatın ve cennetin yaratılması hususunda ki ısrarlı ve ihlaslı duasını kabul etti ve bu kainatı halk etti”. ışte O’nun bu duası olmasaydı Allah kainatı ve içindekileri yaratmazdı.

Çünkü O zat (a.s.m) bütün enbiyanın seyyididir, bütün evliyanın reisidir. O geldikten sonra dünya rahata kavuştu. Bu noktadan O’na olan sevgi, başka bir sevgidir. Fakat madem Allah’ın zatı mahlukatın zatına benzemez. Ve hadsiz derecede mükemmel ve alidir. Elbette sıfatları da benzemez. Yani ilmi, iradesi, kudreti ve muhabbeti de mahlukatın sıfatlarına benzemez. Allah’ımızın Peygamberimize olan muhabbetini aklımızla anlamamız mümkün değildir. Çünkü Allah’ın ne sıfatlarını, ne zatını ne de fiillerini aklımız almıyor. Elbette muhabbet-i ilahiyeyi de anlamamız iktidarımız haricindedir.

Size ılm-i heyetimizden Prof. Dr. Alaaddin Başar hocamızın Nur-u Muhammedi hakkında ki bir soru ve cevabını gönderiyoruz. selam ve dua ile.

Soru: “nur-u muhammedî” ne demektir?
Cevap:

“Allah göklerin ve yerin nurudur (onları varlık nuruna kavuşturandır)” (Nur suresi, 35)

Nur, her çeşit karanlığın, zulmetin zıddı.
ılim nurdur; cehalet karanlığını yok eder.
Hidayet ayrı bir nur; dalâlet onunla ortadan kalkar.
ıman da nurdur, küfür karanlıklarını mahveder.
Her nur bir zulmeti giderir ve bir hakikati gösterir.

ışte, bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi. Cenâb-ı hakk lütuf ve ihsanıyla bu karanlığa son verdi ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı. Bu varlık nur-u muhammedî idi

“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur” hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü, bu konuda bir takım yanlış yorumlar yahut yersiz itirazlar eksik olmuyor.
Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı. Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir ilâhî program. Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini, ne yaprağının yeşilliğini, ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz. Dna’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılı, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı. Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut, ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çaba. Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın nur-u muhammedî’den yaratılışını düşünen adam, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanır.

Bizim yaptığımız planlar da bir yönüyle öyle değil mi? Bir evin bütün bölmeleri plandadır, ama plandaki mutfakta yemek pişiremezsiniz.

“nasıl esmada bir ism-i azam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır” ( sözler ) ısm-i azam, bütün isimleri içine aldığı gibi, nakş-ı azam olan insan da bütün varlık âleminde tecelli eden isimlere mazhar. “bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur” kaidesince, insan denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi ve risalet semasının güneşi olan hz. Muhammed (a.s.m.) akla gelir.

Bütün ilâhî isimler ilk defa nur-u muhammedî de tecelli etmişler. Meselâ, onda muhyi isminin tecellisi var ve o nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir. Ama, bütün hayat çeşitleriyle resulullah efendimizin (a.s.m.) o pak ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.
Bir başka misâl: muhafaza etmek, hıfzetmek bir ilâhî fiil.

Nur-u muhammedî de hafiz ismi de tecelli etmiş ve daha sonra yaratılacak “levh-i mahfuza”, “çekirdeklere”, “yumurtalara”, “nutfelere” ve nihayet “hafızalara” bir çekirdek gibi olmuş.

“mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numûnesini ve esasatını câmi' olsun.” (sözler)

Vahdetü’l-vücut meşrebinin sahibi Muhyiddin arabi hazretlerine göre, ebede kadar yaratılacak bütün varlıkların mahiyetleri (kendi ifadesiyle ayan-ı sabiteleri), tâbiri caizse nuranî bir çekirdek halinde, Allah’ın ilminde mevcuttu. Bütün mahiyetleri icmalen taşıyan bu ilk taayyün mertebesini muhyiddin arabî hazretleri, “hakikat-ı muhammediye”, “âlem-i vahdet”, “vücud-u icmâli”, “nur-u muhammedî” gibi isimlerle dile getiriyor.

Buna göre, nur-u muhammedî, bütün mahiyetlerin ortak ismidir ve eşyanın yaratılmasıyla bu mahiyetler ilim dairesinden kudret dairesine geçmişlerdir.
imam-ı rabbanî hazretleri de şöyle buyurur:

“hakikat-i muhammediyeden terakki vaki oldu mânâsında yazdığım cümleye gelince, bu hakikatten murat, o hakikatin zıllıdır ki o hakikat için “hazret-i ilmin icmâlinden ibarettir” demişler ve “vahdet” tabirini kullanmışlardır.”(mektûbat c. 2)

Âlem-i vahdet, muhyiddin arabî hazretlerinin ilk taayyün mertebesine verdiği dört isimden birisi.

Bilindiği gibi vahdet birlik mânâsına geliyor, kesret ise çokluk. Çekirdekte vahdet vardır ve bu vahdetten kesret doğmuştur. Onlarca dal, yüzlerce meyve, binlerle yaprak kesreti ifade ederler ve bu kesret âlemi bir vahdetten doğar. Sonsuz yıldızların kaynaştığı sema, yine sonsuz canlıların oynaştığı yer yüzü, sayısını bilemediğimiz melekler âlemi ve daha nice varlıklar hep kesreti ifade ederler ve bunların tamamı âlem-i vahdetten, nur-u muhammedî’den doğmuşlardır.

Nur külliyatından önemli bir ipucu: “muhakkak, semavat ve arz bitişik idiler, biz onları ayırdık” meâlindeki âyet-i kerime’nin değişik tefsirleri nazara sunulduktan sonra şu mânâya da yer verilir:

“mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: nur-u muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisâl ettirilmesine işarettir.” Mesnevî-i nuriye

Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu hikmet âleminin yaratılış çekirdeği olan nur-u muhammedî’den âlem safha safha yaratılmış. Bütün fizik âleminin, semavat ve arzın yaratılışı da bu kaide çerçevesinde gerçekleşmiş. Bu nurdan, bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz macun, bu şifre mahlûk; göklerin ve yer küremizin yaratılmasında esas olmuş.

“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur” hadis-i şerifinin devamında âlemin yaratılış safhaları sırayla, kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler, yerler... şeklinde ifade edilir. Belki de, göklerin ve yerlerin yaratılmasından önceki safhalarda, yaratılış doğrudan doğruya nur-u muhammedî’den gerçekleştirilmiş, bu safhada ise nur-u muhammedî’den bir öz madde yaratılmış ve göklerin ve yerin yaratılmasında bu çekirdek esas olmuştur. Her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının böylece takdir edilmiş olması ilâhî hikmete en uygun olanıdır.

Maddenin nurdan yaratılması garip karşılanmamalı. Nitekim madde dediğimiz şeyin, aslında, kesifleşmiş bir enerji olduğu bilinmektedir. Atomun, parçalandığında enerjiye dönüşmesi, işin temelinde kuvvet ve kudretin bulunduğunu gösterir. Bunlar ise kesif ve maddî değil, lâtif ve nuranîdirler.
“melekler nurdan yaratıldı. Cinler ise dumanlı alevden yaratıldılar” hâdis-i şerifi cinlerin de nur-u muhammedî’den doğrudan yaratılmayıp bir başka şekilde, yahut bir başka safhada var edildiklerini bize ders verir.

“hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin” meâlindeki âyet-i kerimeye göre, her şey Allah’ı bilmekte, hamd ve tesbih etmektedir. Kâinatın gerek ilâhî ilimdeki ilk icmâline, gerek şehadet âlemine çıkışındaki o çekirdek varlığa “nur-u muhammedî” denilmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebe Allah resulüne (a.s.m ) aittir. Bütün ilâhî isimlerin en ileri mertebesine de, o (a.s.m.) mazhardır. Kâinatın yaratılmasından asıl gaye o’dur. Diğer varlıkların yaptıkları bütün ibadetler, erdikleri bütün marifetler ve zevk ettikleri bütün muhabbetler onun yanında ancak bir gölge gibi kalır.

“hem ism-i âzama mazhar olan resul-i ekrem aleyhissalâtü vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i ilâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.” Sözler

Demek ki, o ilk yaratılışta ruh-u muhammedînin ulviyeti, parlaklığı ve berraklığı diğer bütün mahiyetleri âdeta gölgede bırakmış ve o ilk çekirdek varlığa nur-u muhammedî denilmiş.

84

10.08.2004, 01:12

Alıntı sahibi ""Sebil""

Bediüzzaman’a göre ‘Sen olmasaydın’ hadisi-1 (Süleyman KÖSMENE)

(Yarın inşallah devam edelim)


Bediüzzaman'a göre ‘Sen olmasaydın’ hadisi-2

Diyarbakır’dan Zeynep BERHUNı: “Risâle-i Nûr’a göre, ‘Levlâke, levlâke lemâ halaktü’l-eflâk= Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, Ben âlemleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsinin yorumu nasıldır?”

Bedîüzzaman’a göre, Hazret-i Muhammed’in (asm) nûru ile dünyânın şekli değişmiştir. ınsan ve bütün kâinâtın hakîkî mâhiyetleri ancak o nûr tûfânı ile aydınlanmış ve açıklanmıştır. O’nun (asm) getirdiği nûr ile anlaşılmıştır ki; şu kâinâttaki her şey, Allah’ın isimlerini okutan birer değerli mektup, birer vazîfeli memur, kendisini bekâ âlemine hazırlayan birer kıymetli ve mânâlı varlıktırlar. Eğer o nûr olmasa idi, varlıklar tamamıyla mutlak fenâya mahkûm, kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, boş, karma karışık ve tesâdüf oyuncağı mâhiyetinde evhâm karanlıkları içinde kalacaktı. ışte bu sırdandır ki, akıl sahibi bütün insanlar ve yerlerden göklere kadar bütün varlıklar O’nun (asm) nûruyla iftihâr etmektedirler.1

Eğer o nûr olmazsa kâinâtın da, insanın da, hattâ her şeyin de hiçe ineceğini beyan eden Saîd Nursî Hazretleri, böyle güzel ve eşsiz bir kâinâta, böyle eşsiz bir Zâtın (asm) lâzım olduğunu kaydeder. “Yoksa kâinât da, eflâk da olmamalıdır” der.2

Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîs-i kudsî’yi Resûlullah Efendimiz’in (asm) ibâdeti ve duâsı ile de îzah eder. Zamanın ve mekânın tek ferdi sıfatıyla Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), öyle yüksek bir namazda, insanı ve bütün mahlûkâtı mutlak fenâya düşmekten, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekâya, Cennete, ulvî vazîfeye ve Allah’ın birer mektubu olma makamına çıkarmak için, öyle umûmî bir duâ etmektedir ki, Hazret-i Âdem’den (as) Kıyâmete kadar gelen bütün peygamberler, bütün kâmil ve nûrânî insanlar kendisine uyarak, duâsına “Âmin!” demektedirler. Öyle umûmî bir ihtiyaç için duâ etmektedir ki, değil dünyâ ehli; semâvât ehli ve bütün kâinât dahî O’nun (asm) niyâzına iştirâk edip hal diliyle, “Oh! Evet, Yâ Rabbenâ ver! Duâsını kabul et! Biz de istiyoruz!” diyorlar. Duâsına ve niyâzına bütün mevcûdât, semâvât ve hattâ arş vecde gelip, “Âmin! Allâhümme Âmin!” diyorlar.3

Peygamber Efendimiz’in (asm) ibâdet hayatının ve duâsının insanlık âlemi için ebedî saadetin ve Cennetin varlığının sebebi; peygamberliğinin ve hidâyetinin de ebedî saadete ve Cennete kavuşmanın vesîlesi olduğunu önemle vurgulayan4 Bedîüzzaman Hazretleri, diğer yandan Hazret-i Muhammed’in (asm) peygamberliğinin bu imtihân dünyâsının açılmasına sebep olduğunu, onun ibâdet hayatının ve getirdiği ibâdet prensiplerinin de ebedî saadet yurdu olan âhiretin açılmasına vesîle olduğunu kaydeder. Anlaşılıyor ki, Resûlullah Efendimiz’in (asm) peygamberliğinin hürmetine “dünyâ hayatı”, ibâdetinin ve duâsının hürmetine de “ebedî âhiret hayatı” yaratılmıştır.5

Hazret-i Muhammed’in (asm) kâinâtın “ille-i gâiyesi,” yani kâinâtın biricik varlık sebebi olduğunu ve Yaratıcının O’na bakıp kâinâtı halk etmiş olduğunu belirten ve buradan “Eğer O’nu îcad etmeseydi, kâinâtı dahi îcad etmezdi”6 hükmüne ulaşan Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Hazret-i Muhammed’in (asm) maddî ve mânevî hayatının, kâinâtın ruh ve hayatından süzülmüş bir özün özü olduğunu; peygamberliğinin de kâinâtın his, şuur ve aklından süzülmüş en sâfî bir öz olduğunu kaydeder. Buna göre, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın hayatı, kâinât hayatının hayatıdır. Peygamberliği, kâinât şuurunun şuurudur ve nûrudur. Kur’ân’ın vahyi ise, kâinât hayatının rûhudur ve kâinât şuurunun aklıdır.7

Hazret-i Muhammed’in (asm) maddî ve mânevî hayatı ile kâinât hayatı arasında böylesine “ruh-beden” ilişkisi kuran Üstad Saîd Nursî Hazretleri, ruhun ayrılışı ile bedenin çökeceği misâlinde olduğu gibi; Hazret-i Muhammed’in (asm) “peygamberlik nûrunun” kâinâttan çıkıp gitmesi halinde de kâinâtın vefât edeceğini; Kur’ân’ın gitmesi hâlinde ise kâinâtın dîvâne olacağını, dünyânın da kafasını ve aklını kaybedeceğini; şuursuz kalmış olan başını bir gezegene çarpacağını ve kıyâmeti koparacağını haber verir.8

Bedîüzzaman’ın bu beyanları, hem kıyâmetin kopuşunu haber veren sahih hadislerle örtüşmekte; hem de “Levlâke” hadîsini farklı bir yaklaşımla yorumlayarak, O’nun (asm) nûru olmadığında kâinâtın nasıl ve niçin dağılacağını ve yıkılacağını açıklar mâhiyettedir. Nitekim Kur’ân bu hikmetleri, “Biz Seni ancak âlemlere rahmet olasın diye gönderdik!”9 âyeti ile doğruluyor!

Bu durumda, hiç abartısız olarak denebilir ki: Hazret-i Muhammed (asm) olmasa idi, bütün maksatlar–tüm insanlığın ve tüm kâinâtın var oluş maksatları—beyhûde olacaktı. Nasıl ki, anlaşılmaz ve muallimsiz bir kitap, mânâsız bir kâğıttan farksız oluyor ise, bu kâinât sarayının da, bu dünyâ menzilinin de, bu mevcûdât kitâbının da ya bir tarif edici ve muallim nezâretinde bulunması gerekmektedir.10 Doğrudan vahye mazhar olan bu tarif edici ve muallim ise, Hazret-i Muhammed’den (asm) başkası değildir.


DUÂ

Allah’ım! Bizi dünyada Peygamber Efendimizin (asm) dîninden, yolundan, tarzından, sünnetinden ve hidâyetinden uzak eyleme! Âhirette Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaatinden, muhabbetinden, yakınlığından ve berâberliğinden ayırma! Bize O’nun sünnetini ve getirdiklerini gücümüz yettiğince anlama ve yaşama nimeti lütfet! Bizi O’na (asm) karşı vurdumduymaz ve duyarsız kılma! Bizi O’na ve O’nun eliyle indirdiğin rahmetten mahrum eyleme!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...


Dipnotlar:
1- Sözler, s. 71;
2- Sözler, s. 215;
3- Sözler, s. 70, 218;
4- Sözler, s. 70, 217;
5- Sözler, s. 72; Mesnevî-i Nûriye, s. 38;
6- Mektûbât, s. 191;
7- Lem’alar, s. 329;
8- Lem’alar, s. 329;
9- Enbiyâ Sûresi: 107;
10- Sözler, s. 113

Kaynak: www.fikih.info

85

10.08.2004, 13:44

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""


Bu pek mühim, çok esrarlı hadîs-i kudsî ahkâm-ı şeriat hakkında vürûd eden sair hadîsler gibi kuvvetli bir senedi yoktur. Kütüb-ü Sitte ile ta'bir olunan altı meşhur ve sahih hadîs kitapları içerisinde de yer almamaktadır. Lakin hiçbir muhaddis (Ibn-ül Cevzî ve Sagani gibi az bazı müteşeddidler hâriç) hu hadîsin doğruluğuna ve hak olan mânasına birşey diyememiş, ilişememişlerdir. Telâkki-i ümmetçe mânasının doğruluğu kat'î olduğu halde, cumhuru muhaddisînce de mânasının doğruluğu teslim edilmiştir. Ancak kuvvetli bir senedinin olmadığını da beyan etmişlerdir.


ıslam dini bilindiği üzere kitap ve sünnet üzere kurulmuştur.Bizim haber kaynaklarımız ikisidir.
Yukarıda sizinde belirttiğiniz gibi bu hadis muteber hadis kitaplarında zayıf olsun sahih olsun hiçbir şekilde geçmemektedir.

Ama hernedense tasavvufi ekolün bazı müntesipleri bu hadisi Peygamberimizi yüceltmek için uydurmuşlar ve kaynaklarımızda yer almayan bu hadisi bizlere zorla dikte etmeye çalışmışlardır.

Ümmet içinde Hristiyanlaşma eğiliminin bir sonucu olarak baş gösteren Peygamberi aşırı yüceltmenin birçok örnekleri mevcuttur.

Halbuki Allah Resulü "ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum" derken bizi uyarmaya çalışmıştı.

Söz konusu alimler özellikle bu hadisi gündeme getirerek Peygamberimizi çok sevdiklerini veya Allahın ne akdar sevdiğni göstermeye çalışıyorlar.Halbuki Peygamberin onların yüceltmesine ihtiyacı yoktur.
O yücedir , şereflidir. Allahın en sevgili kuludur.

Ama bu Allahın yaptığı işleri kendi yarattığına bağlamak gibi Allaha mecburiyet isnat eden bir anlayışı doğurduğu nedense göz ardı edilmektedir.

Tarih boyuncaa ümmet arasından nice alimler malesef bunun öncülüğünü yapmıştır,

misal vermek gerekirse , misvak kullanmayan bir kavimle kafirlerle savaştığımız gibi savaşırız diyen alimler dahi çıkabilmiştir.

aynı şekilde suyuti gibi bir alim Peygamberin ölmediğini ve kıyamete akdar yaşayacağını ve aramızda dolaştığını söyleyebilmiştir.
Dikkat edilirse burada tamamen Hristiyanların anlayışına benzeşimler sözkonusudur.

Ümmet gerçekten bu hurafelerden arındırılıp ıslamın saf ve temiz haline döndürülmedikçe biz daha çok uydurma hadisleri kendi kafamızza göre yorumlayamaya çalışacağızdır.

Hurafeler o kadar baışını alıp gitmştir ki , hanefilerin baştacı kitabı olan Fıkhı EKBER dahi bu hurafelerle doludur.
Aliyul Kari Allahın bazı evlyalar tarafından dünya gözüyle görüldüğünü söyleilmiştir.

Bu sözlerimiz hakikati arama çabası içinde olan kardeşlerimize anlayış verecektir. Ama hala taassup içinde said nursi hata yapmaz diyorsanız , bu da sizin anlayış ölçünüzü ortaya çıkaracaktır.

86

10.08.2004, 13:48

ımam-ı Azam'ın Fıkh-ı Ekberi ayrı değil mi?


ımam-ı Suyutî o sözü belki Hz.Hızır (a.s.) ınkine benzer bir şekilde farklı bir öldükten sonra hayat yaşadığını anlatmak için söylemiştir?

87

10.08.2004, 13:53

şuan elimizde bulunan Fıkhı Ekber i Aliyul kari şerhetmiştir.

Suyutinin böyle bir şey demesini akım alamıyor ama insandır oda hata yapmıştır hemde büyük hata, Zira " Muhammed de bir peygamberdir, o ölürse veya öldürülürse ökçelerinizin üzerine geri mi dönceksiniz" ayetini hiç mi okumamış , hiç mi Hz.Ebubekirin Hzz.Ömerle Peygamberimiz vefat ettikten sonra diyaloğunu okumamış.

Hurafe her tarafımızda kardeş önemli olan asli kaynaklardan beslenmektir.

ınsanoğlu tarihte bir peygamberi ya çk aşırı yücelterek sapıtmışlardır(Hzısa ve Hz.Üzeyr), yada yalanlayarak (yahya(a.s) ,salih(a.s) vs.... )

Biz Rabbin buyurduğu gibi vasat(orta yol) bir ümmetiz.

88

10.08.2004, 13:58

tefsir yazmış,hadis kitabı yazmış büyük bir alimin bunları bilmemesi gülünç olur sanırım,

tam olarak ne demiş, ya bahsettiği Hz.Peygamber aleyhissâlatü vesselâm'ın herhangi bir mü'minden farklı bir kabir hayatı geçirdiği ise?

Yavuz Sultan Selim Sina çölünü rekor sürede geçip,sabit topları ile tek yönden gelmesini bekleyen Mısır'a başka yönden girince Mısır'ı almış
çölde ise Hz.Peygamber aleyhissâlatû vesselâm'ın kendisine yol gösterdiğini söylemiş,bu bir hurafe mi ?

89

10.08.2004, 14:03

Tam söylediği şu ; Peygamberimiz ölmemiştir, kıyamate kadar yeryüzünde dolaşacaktır.

Bahsettiğiniz meseleyi bende duymuştum.Ama mesafeli yaklaşıyorum bu tür haberlere.Ayet açık benim için.

Konu dağılmasın inşallah.

tefsir yazmış,hadis kitabı yazmış büyük bir alimin bunları bilmemesi gülünç olur sanırım, demişsiniz,

konu yine insan hata yaparmı yapamaz mı noktasına egliyor.

herkes hata yapar ehli sünnet inancına göre.Peygamberler hariç.

90

10.08.2004, 14:10

ben diyorum ki,bir alimin bu hadiselerden haberdar olmamış olması zor,bile bile böyle muhalif bir şeyi der mi,başka bir şey anlatmak istemiş olmasın?

http://www.yeniasya.org.tr/index.asp?Sec…ektubat&Page=11

Birinci Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise, niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.
Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir.

ıkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve ılyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, "makam-ı Hızır" tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat Bazen o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.

Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i ıdris ve ısâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunurlar. "Âhirzamanda Hazret-i ısâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-i Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek" meâlindeki hadisin sırrı şudur ki:
Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, ısevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip ıslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki ısevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i ısâ Aleyhisselâm, ısevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü tabaka-i hayat: şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân’la, şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.
Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak" diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur. ışte, âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla, şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve katîdir. Hattâ, Seyyidü’ş-şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, mükerrer vakıatla, kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş. Hattâ, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. ışte bu cüz’î rüya, bazı şerâit ve emâratla, geçen hakikate bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.

Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten beka-i ruha dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı delâil-i katiye ile ispat etmiştir.

91

10.08.2004, 14:33

bizim evlerde 9-10 kişi toplandığımız sohbette bir abi anlattı,gerçi o gün herkesin işi vardı,yaklaşık 3-4 kişiydik,


bir kardeşi varmış,buluğ çağına yeni girmiş, galiba göldeydi,yüzerken boğularak vefat etmiş,
Yanarak,boğularak,yüksekten düşerek,(sanırım deprem gibi) enkaz altında kalarak ve sair şekillerde ölenlerin şehitliğini müjdeleyen rivayetler var,
bu abi rüyasında kardeşini görmüş,
kardeşi demiş ki "Abi ben burada çok mutluyum.Melekler bana sorular sordu, hepsini bildim.Annemlere söyle benim için üzülüp ağlamasınlar, durumum iyi."

Çocuk Taziyenamesi adlı 17.Mektubu okurken bunu anlatmıştı,
benim de aklıma geldi şimdi,aktarayım dedim,

92

11.08.2004, 11:08

Aynı kişilere bu kitaplarda uydurma deniyormuş dedim,cevap aşağıda;

Degerli kardesim; Bu zatlar, bu söz hadis olmasa bile manasi dogrudur,
demektedirler. Ancak bunlarin disinda bazi zatlar da hadis oldugunu
söylüyorlar. Bize göre bu söz bir hadistir. Ancak istemeyen kabul
etmez.
Kendi bilecegi bir seydir. Sizin ve bizim vazifemiz kabul ettirmek
degil
anlatmaktir. Selam ve dua ile...


-----------------------------------------------------------

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

Hem El- Hâfız Aclûnî hem de, Aliyy-ül Karî eserlerinde "Levlâke" sözü mânası itibariyla hadîs olmasa dahi, mânası itibarıyla doğru ve haktır demişlerdir. Aynı kanaati ıbn-i Teymiyye dahi fetva kitabı 10/ 96-98'de izhar etmiştir.



Yani o alimler, bu söze hadis denmese bile manası doğrudur demiş, daha önceden aktardığım cevapta ıbn-i Teymiyye'nin dahi benzer kanaati var

93

11.08.2004, 12:56

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

Aynı kişilere bu kitaplarda uydurma deniyormuş dedim,cevap aşağıda;

Degerli kardesim; Bu zatlar, bu söz hadis olmasa bile manasi dogrudur,
demektedirler. Ancak bunlarin disinda bazi zatlar da hadis oldugunu
söylüyorlar. Bize göre bu söz bir hadistir. Ancak istemeyen kabul
etmez.
Kendi bilecegi bir seydir. Sizin ve bizim vazifemiz kabul ettirmek
degil
anlatmaktir. Selam ve dua ile...


-----------------------------------------------------------

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

Hem El- Hâfız Aclûnî hem de, Aliyy-ül Karî eserlerinde "Levlâke" sözü mânası itibariyla hadîs olmasa dahi, mânası itibarıyla doğru ve haktır demişlerdir. Aynı kanaati ıbn-i Teymiyye dahi fetva kitabı 10/ 96-98'de izhar etmiştir.



Yani o alimler, bu söze hadis denmese bile manası doğrudur demiş, daha önceden aktardığım cevapta ıbn-i Teymiyye'nin dahi benzer kanaati var


Kardeşim öncelikle şunu belirteyim ; Bahsi edilen kitapalrdaki bütün rivayetlere uydurma demedim ve asla demem. aama içlerinde birçok uydurma rivayet olduğu açıktır.

Orada cevap veren abinizz ilmi birşey söylememiş , bize göre hadistir diyor ama bunu neye dayanarak söylüyor . Hiçbir hadis kitabında yer almayan bir sözü nasıl hadis kabul ediyor , anlamak mümkün değil.


Seninde belirttiğin gibi bana verdiğiniz kaynaklarda bu sözün hadis olmadığı açıkça ifade edilmektedir.Risalei Nurda bunların kaynak olarak verilmesi hatalıdır.
Anlam yönünden sahihtir denmesi konusu başkadır.

Biz öncelikle böyle bir sözün peygambern ağzından çıkmadığı konusunda
ittiak etmeliyiz ki , yazdıklarınızdan sizinde bunu kabul ettiğiniz anlaşılıyor.

Anlam konusunda tartışmamızı bu zemin üzerine koymamız gerekiyor.Yani bu sözün bir hadis olmadığı zeminine .

Allaha emanet olunuz.

94

11.08.2004, 13:05

Abdulkadir Badıllı'nın açıklamalarını okudun mu,benzer hadislerden bahsediyor,

95

11.08.2004, 13:17

Okudum kardeş , o hadislerin sıhhat derecesini araştırmam lazım , ayrıca verilen kaynaklar genedle tasavvufi kaynaklardır. Muhyiddin arabi gibi çok tartışmalı kişilerin kaynaklarıdır.
Tasavvufta zaten bu aşırı yüceltme olayının ardı arkası gelmez.AAçıkça söylemem gerekirse bu tür rivayetlere daima mesafeli yaklaşırım.
Helde konu tasavvuf ise daha mesafeli yaklaşırım.

96

11.08.2004, 13:19

ıbn-i Hacer el-Askalânî'nin kaynağı da var benzer bir hadiste,

97

11.08.2004, 13:23

kardeş bir araştırmam gerekecek , bütün hadisleri bilmediğim aşikardır. Ama araştırınca cevap yazarım.

98

19.11.2006, 10:52


Download bölümüne Salat-ı Tefriciye proğramı eklendi...

http://www.muhabbetfedaileri.com/viewtopic.php?t=6324
"We are the Warriors of Love, We Have no Time For Enmity"

99

12.08.2007, 13:12

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

http://www.yeniasya.com.tr/2004/08/03/ya…ymankosmene.htm

Mânâsından da anlaşılacağı üzere salât-ı tefrîciye, çözemediğimiz düğümlerin çözülmesi için, kapalı kapıların açılması için, keder, dert, tasa ve sıkıntılarımızın aşılması için, her türlü ihtiyaçlarımızın giderilmesi için, her türlü isteklerimize ve dileklerimize ulaşmamız için, son nefeste îmân ile ruhumuzu teslim etmemiz için, yağmurların yağması ve yeryüzüne rahmet gelmesi için Peygamber Efendimizi (asm) Cenab-ı Hak katında şefaatçi kıldığımız bir geniş salavâttır. Bu salavâtı okuyarak hem Peygamber Efendimize (asm) sayısız şekilde salavat getirmiş, biâtımızı yenilemiş, Ona rahmet duâsı yapmış, Ona selâm göndermiş oluruz, hem de her türlü ihtiyaçlarımızı gidermek ve her türlü sıkıntılarımızı aşmak için Cenâb-ı Allah’a yalvarmış oluruz.

Bir duâyı ne kadar fazla yaparsak, ne kadar içten ve hâlisâne yaparsak, ne kadar gözümüzü isteklerimize yoğunlaştırıp istersek, o derece kabule şâyân olur.
Bu duânın 4444 defa okunması demek, bu duâda geçen isteklerimiz üzerinde şiddetle ve ciddiyetle yoğunlaşmamız demektir. Dört bin dört yüz kırk dört rakamı çokluktan kinâye olarak söylenmiştir. Bu rakam aşılabilir şüphesiz. Aşmanın hiçbir zararı olmaz. Bilakis duâ üzerinde ne kadar ciddiyetle yoğunlaşmış olduğumuzu göstermiş oluruz.

Bu duânın kendi içinde dünyamızı ve âhiretimizi kapsayacak biçimde isteklerimiz zaten sıralanmıştır. Fakat bu duâ ile birlikte biz de daha özel mânâdaki dileklerimizi şüphesiz sıralayabiliriz. Husûsî isteklerimizi ister her duâyı okuyuşumuzda dile getirelim, ister belirli sayılarda okuduktan sonra arz edelim, ister hepsini birden okuduktan sonra sıralayalım, yalvarıp yakaralım; fark etmez. Yeter ki isteklerimizi dile getirelim. Yeter ki dilimiz duâdan ayrılmasın. Yeter ki gözümüz ve gönlümüz Rabb’imizden ummaya devam etsin. ınşallah kabûle karîn olacaktır.

Ancak şu da unutulmamalıdır ki, duâ bir ibadettir. ıbadetin neticesi ise ahirete bakar. Dünyaya ait maksatlarımız, o nevî duânın vakitleridir, yoksa asıl gaye değildir. Asıl gaye ve vazifemiz, tüm acizliğimiz ve fakirliğimizle talep etmekten ibaret olan bir ibadettir. Duâmıza cevap vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir. “Tedbîri O'na bırakmalı; hikmetine îtimat etmeli; rahmetini ittiham etmemeli.”2 O bize hakkımızda en hayırlı olanı verecektir. Buna teslim olmamız gerekir.


Dipnotlar:
1- Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nûriye, s. 110
2- Sözler, s. 287
3- Sözler, s. 288

03.08.2004

E-Posta: fikihgunlugu@yeniasya.com.tr


ben de bunu duymak istiyordum... Bu rakam aşılabilir... Bilakis duâ üzerinde ne kadar ciddiyetle yoğunlaşmış olduğumuzu göstermiş oluruz.
Kâinatın Efendisi;

-SEN YARDIMSIN-

100

31.10.2007, 23:32

Alıntı sahibi ""misak""

Abdulkadir Said kardeşim selatı Tefriciye diye bir dua Kuran ve hadiste yoktur sizin de işaret ettiğiniz gibi.

Kur'an ve Sünnette olmayan duayı, Cevşen içine dahil edermiydi Bediüzzaman r.a.? Etmezdi..
Risale-i Nur, en sağlam Sünnet kaynaklarındandır! Müceddidler, bizim gibi gördüğüne ve bildiğine iktifa etse, bu eserler sadır olmazdı..Adı üstünde, Bediüzzaman! Devrinde hiç kimse, dediğinin aksini ispatlayamamış..Aksini demek için, aynı tarzda münazaralarda, kim gelse mağlup etmek lazım ki, ne gelmiş, ne de gelecek böyle biri..

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir