Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

31.10.2006, 09:42

Ruhun varlığına deliller

Ruh'un varlığına deliller nelerdir?

ınsan, beden ve ruhtan meydana gelir. Beden, ruhun bineği ve aletidir. Ruh, bedende tasarruf etmektedir. ımam-ı Gazali, bedeni bir şehre benzetmiş, ruhu bu şehrin padişahı olarak görmüştür.
Ruhun varlığına dair pek çok delil mevcuttur. Yazımızda bu delillerin birkaçını sıralamak istiyoruz.
1 — Her insan sıklıkla kendisinden bahseder. "Görüşüm" der, "şahsiyetim" der, kısacası "ben" der. Bu "ben"in yerini insan vücudunda aradığımızda, insan hücrelerinden başka bir şey göremiyoruz. Bu hücrelerde ise, onlara ait gerçeklerden başka bir şeye rastlamıyoruz. Acaba "ben" nerededir?
2 — ınsan vücudu devamlı değişmektedir. Her an vücudumuzda sayısız hormon ve enzimler yapılmakta, hücreler ölmekte ve yerine yenileri gelmektedir. Aldığımız gıdalarla hücrelerimiz tazelenmekte, aynı zamanda hücre içindeki maddelerin yerine başka maddeler gelmektedir. Böylelikle, sözgelimi birkaç sene sonra insan — zerresine kadar olmak üzere — tamamıyla değişmektedir. şu andaki vücudumuzun bir süre sonra, oraya buraya saçılacağı, kendimizin bambaşka maddeden yeniden oluşacağımız tıbben bir hakikattir.
Gözle görülmeyen zerresine kadar bambaşka olan şahsın "ben"i aynı kalmaktadır. ınsanı maddeden ibaret sayarsak, "ruh"u inkar edersek, izah nasıl olacaktır?
3 — Bir şey yapmak, konuşmak istediğimizde bu fikir zihnimize nereden, nasıl gelmektedir? Kim söylemektedir?
4 — Mesela yürümek istediğimizde, sayısız mekanizma karışık hadiseler zinciri ile harekete geçmekte ve yürümemiz sağlanmaktadır. Biz bu sırada bunların farkında bile olamıyoruz. Acaba bu sayısız olayı düzenleyen, arada en ufak bir aksaklık olmasını önleyen kuvvet nedir?
5 — ınsana hareket sağlayan kuvvet, yani canlılığı devam ettiren güç nedir?
6 — Canlı ile ölü arasındaki fark nedir? Bir kimse öldüğünde; vücudu da, içinde beyni de, kalbi de, bütün sinir sistemi de muhafaza olunduğu halde, niçin bir madde yığınından başka bir şey değildir?
7 — Bir hücrenin çalışmasını düşünelim. Sayısız hadiseler cereyan ediyor. Düzenli bir şekilde hücrede hayat sürüp gidiyor. Her şey ölçülüp biçilmiş gibi, büyük titizlik dikkati çekiyor. Karışıklık ve tehlike meydana gelmiyor. Acaba bu mükemmel işleyişi, bizim farkına bile varamadığımız bu organizasyonu sağlayan nedir?
8 — Hücredeki karışık olaylar nereden yönetilir? Çekirdek (nukleus) diye cevap verebiliriz. Nukleusu ise enzimler ve haberci RNA aracılığı ile DNA içindeki genler idare eder. Kısacası, hücrenin beyni olan DNA'nın en yüksek seviyesi, genlerin bütünü şeklinde düşünülebilir. Fakat bunun nereden yönetildiği aranırsa, cevap ne olacak?
9 — Aynı soruyu insan beyni için soralım. Vücudu beyin idare eder. Beynin de alt merkezleri, üst merkezleri vardır. Bazı merkezler diğerlerinin emrindedir. En yüksek merkez, en yüksek seviye hangisidir? Korteks mi (beyin kabuğu)? Belki evet. Çünkü şuurlu çalışmamız ve irademiz kortekse bağlıdır. Fakat burası da en yüksek seviye olamaz. Çünkü retiküler formasyonda bir bozukluk olunca, korteks sağlam olsa bile insan uyku veya narkoz halinde olmakta, duyumlar meydana gelmemektedir.
Buna göre beyinde en yüksek seviye, kati olarak belirtilemez. Beynin en yüksek seviyesi, onun bütünüdür gibi yuvarlak bir sonuca varılır. Gerçekten ancak her bölümü normal ve sağlıklı olduğu zaman, her bir bölümü kendi görevini en mükemmel bir şekilde yapabilir. Peki, beyni idare eden en yüksek seviye nedir?

ınsan, beden ve ruhdan meydana gelmiştir. Ruhun bedeni terk etmesiyle ölüm olur ve ruh asıl vatanına kavuşur. Bu vatanı da, ruhun dünyada tasarruf sahibi olduğu bedeni nasıl kullandığı belirler.
Erzurumlu ıbrahim Hakkı Hazretleri'nin dediği gibi:
"Eğer Allahu Teala, seni bu beden memleketinde padişah etmese idi ve saltanat işlerini sana ısmarlamasa, bırakmasa idi sen cihanın sultanını nasıl tanıyabilirdin?"



Sefa Saygılı (Doç. Dr.)

http://www.sorularlarisaleinur.com/moduller.php?modul=cumle_oku&id=119

2

31.10.2006, 09:43

ruhla ilgili delili olan buraya aktarma yapsın.tefekkür edelim ya.

3

31.10.2006, 09:45

"Ruhun ispatı yapılabilir mi?"

Ruh, pozitif bir alanın objesi değildir. Elle tutulmaz, gözle görülmez. Laboratuarda deneyle tespit ve ispat imkânı yoktur. Ağırlığı, boyu, miktarı, hacmi, kütlesi vs. maddî değerlerden yoksundur. Ruhu madde plânına, görülür şeyler ortamına, şehâdet edilenler plâtformuna indirgeyerek görmek, işitmek, dokunmak, koklamak ve onunla konuşmak isteyenler veya madde ölçütüyle ispat arayanlar, ya da bunlardan yoksunluğu cihetiyle inkâra kalkışanlar, boşa kürek çekiyorlar.

Her şeyden önce, ruhun yokluğunu ispat etmek, varlığını ispat etmekten daha zordur; hattâ imkânsızdır. ınsan, bir çok varlık değerlerine gözünü yumarak ``yoktur" diyebilir belki ama, bunun ispâtını yapamaz; yapmaya kalksa, kimseyi, hattâ eğer akl-ı selîm sahibiyse kendisini bile iknâ edemez.
Zîrâ en ilkelinden, en medenîsine kadar bütün beşeriyet kendisini yalanlar. Başta ıslâmiyet olmak üzere bütün dinler kendisini tekzip eder. Başta psikoloji olmak üzere bütün ruh bilimleri kendisine güler geçer. Dahası, ruhun varlığını pozitif ilimler de tanımak zorundalar. Söz gelişi biyoloji veya tıp ilimlerinin, ruhu devre dışı bırakarak ölümü îzah etmeleri mümkün mü?

Ruhun mevcudiyeti hakkında Kur'ân'da ve Kur'ân peygamberi Hazret-i Muhammed'in (asm) hadislerinde hiç şüphesiz deliller vardır. Kur'ân, rûhu şu âyetle bildirir: ``Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki, ``Rûh, Rabb'imin emrindendir. Bu hususta size pek az bir ilim verilmiştir."1
Peygamber Efendimiz de (asm) bir hadislerinde insanın yaratılış evresini ve bu esnada ruhun verilişini şöyle beyan eder: ``Sizler yaratılış başlangıcında ana rahminde kırk günde toplanırsınız. Sonra ikinci kırk gün içinde katı bir kan pıhtısı olursunuz. Sonra bir diğer kırk gün içinde de mudga (bir tutam et parçası) olursunuz. Bundan sonra Allah bir melek gönderir ve ona dört kelimeyi yazmasını emreder. Meleğe, onun amelini, rızkını, ecelini, mutlu mu, mutsuz mu olacağını yaz, denilir. Sonra ona ruh üflenir."2

Îman esaslarımız içinde yer alan ``Meleklere îman" akîdesi, esasen ruhun varlığına inanmamızı da kapsar. Nitekim Kur'ân Cebrâil'i bazı âyetlerde ``rûh" olarak niteler3; meleklerle rûhu aynı kefede tavsif eder: ``Melâike ile rûh o gece içinde yer yüzüne inerler."4
Bu verdiğimiz âyetleri rûhun, melâikenin ve Haşrin ``bekâsına" tahsis ettiği Yirmi Dokuzuncu Söz'de tefsir eden Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî, konuyla ilgili olarak pozitif değerlere de bir hayli gönderme yapmaktadır. Melâike'nin ve rûhâniyâtın varlığını ispat ile başladığı Mukaddime'yi, melek ve rûh kavramının ne kadar mâkul ve lâzım olduğunu ispat ettiği Esas'lar takip etmekte; melekleri, cinleri ve ruhları kavram olarak aynı kategoride temellendirmektedir.

Meleklerin vücudu ve rûhânîlerin sübûtu ile ilgili bütün akıl ve nakil ehlinin ittifak ettiğini bildirdiği ıkinci Esas'ta Bedîüzzaman Hazretleri, en maddeperest felsefecilerin dahî, varlıkların her bir nev'inde var olduğuna hükmetmek zorunda kaldıkları ``mücerret rûhânî mâhiyet"in, gerçekte ``melâike"den ibâret olduğunu; yalnız yanlış olarak ``on akıl" veya ``kuvve-i sâriye", yani ``cereyan eden kuvvetler" tarzında isimlendirdiklerini vurgular.5
ıkinci Maksad'daki Esas'larda ise Üstad Hazretleri, cesedin gelip geçici, rûhun ise bâki olduğunu herkesin kendi hayatıyla anlayacağını, yani herkesin hayatı müddetince defalarca cesed elbisesini değiştirdiği halde, rûhunun bâkî kaldığını hissettiğini kaydeder. Bedîüzzaman, ruhun esas olduğunu, cesedin ruh ile kâim olduğunu; ruhun cesetle kâim olmadığını, ruhun kendi kendine kâim ve hâkim olduğunu; cesedin dağılıp toplanmasının ruhun istiklâliyetine zarar vermediğini, ölüm esnasında ruhun ceset hânesini terk edip gideceğini, cesedinse cansız olarak yığılıp kalacağını belirtir. 6
Binâenaleyh, bu kudsî kaynaklar incelenirse rûhânî âleme bir seyahat yapmak bile mümkün olabilmektedir.

Dipnot:
1-ısrâ Sûresi, 17/85;
2-Buhârî, Bed'il-Halk, 1324;
3-Nebe' Sûresi, 78/38;
4-Kadir Sûresi, 97/4;
5-Sözler, s. 470;
6-Sözler, s. 477.

Kaynak: www.fikih.info
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

4

31.10.2006, 09:48

“Üstad Hazretleri semâyı şenlendiren melekler ve rûhâniyât olduğunu buyuruyor. Bu rûhâniyât dediği bizim dünyaya gelmeden intizar salonu denilen yerde bekleyen ruhlarımız mıdır? Yoksa bizim ruhlarımız haricinde, rûhânî diye tesmiye edilen Allah’ın başka mahlûkâtı mıdır?

Meleklere îmân, ıslâmiyet’in îmân esaslarından ikincisidir. Yerler ve gökler meleklerle doludur. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle; yeryüzünün küçüklüğüyle birlikte hayat ve şuur sahibi mahlûklarla cıvıl cıvıl doldurulmuş âdetâ bir hayvanlar mahşeri hüviyetinde olması, ulvî ve yüksek burçlar sahibi olan gökyüzünün de hayat, şuur ve idrâk sahibi mahlûklarla dolu olduğunu bize gösteriyor.

Üstad Hazretlerine göre, adına ister melâikeler diyelim, ister rûhânîler diyelim; o şuur, idrâk ve hayat sahibi mahlûklar, insanlar ve cinler gibi şu âlem sarayının seyircileri, okuyucuları ve Rubûbiyet saltanatının dellallarıdırlar. Çünkü kâinât denilen bu âlem sarayı had ve hesaba gelmeyen güzellikler, süslemeler ve nakışlarla donatılmıştır. Böyle bir kâinât; mütefekkir, takdir edici ve kadir kıymet bilen varlıklar tarafından sonsuz şekilde tefekkür edilmeye lâyıktır. Öyle ya, güzellik elbette âşık ister. Yemek de aç olana verilir.

ınsanlarla cinler ise bu sonsuz vazifenin, şu görkemli tefekkürün ve bu geniş ibâdetin hakkını verememekte; milyondan ancak birisini yapabilmektedirler. Demek bu sonsuz ve çeşitli vazifelere ve ibâdetlere sonsuz melâike nevileri ve rûhânî sınıfları lâzımdır. Nitekim yıldızlar, gezegenler ve gök taşlarından, tâ yağmur damlalarına kadar tüm varlıklar, çeşit çeşit melâikenin ve rûhânî mahlûkların bineği ve meskenidirler. Onlar bu bineklere Allah’ın izniyle binerler ve şehâdet âlemini seyredip gezerler. Yeşil kuşlar ve Cennet kuşlarından sineklere kadar her bir hayvan, cins cins rûhânî varlıkların tayyâreleridirler. Onlar bunların içinde Allah’ın emri ve izni ile, cismânî âlemleri gezerler, o cesetlerdeki duyguların pencereleriyle cismânî fıtrat mu’cizelerini izlerler ve tefekkür ederler.

Öyleyse anlaşılmalıdır ki, şu yeryüzünün karanlık toprağından ve bulanık suyundan, hiç durmadan letâfetli hayatı ve nûrlu idrak sahibi mahlûkları yaratan Hâlık Teâlâ’nın, elbette rûha ve hayata münâsip göklerdeki şu ışık denizinden ve şu karanlık okyanusundan, çok muhtelif şuur sahibi varlıkları vardır; hem çok yoğun biçimde vardır. Gökler, burçlarına, yıldızlarına ve peyklerine varıncaya kadar şuur sahibi, hayat sahibi ve ruh sahibi mahlûklarla doludur.1

Göklerin ve yerlerin meleklerle dolu olduğunu Peygamber Efendimiz’den (asm) dinleyelim: “Ben sizin görmediklerinizi görüyorum, işitmediklerinizi işitiyorum. Gökyüzü gıcırdadı! Gıcırdamak onun hakkıdır! Çünkü gökyüzünde dört parmaklık bir yer yoktur ki, bir melek alnını koyarak orada secdeye kapanmamış olsun!” 2

Cisimlerin muhtelif cinsleri ve karakterleri gibi, cinlerin, meleklerin ve rûhânî varlıkların da çok farklı cinslerden olduklarını ve çok değişik karakterler sergilediklerini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, meselâ bir damla yağmura bakan meleğin, güneşte görevli melek cinsinden olmadığını kaydeder. Hazret-i Üstad, ateşten, ışıktan, nurdan, nardan, zulmetten, karanlıktan, havadan, sudan, sesten, kokulardan, esîrden, elektrikten ve sâir latîf ve akıcı maddelerden yaratılmış olan hayat, şuur ve ruh sahibi mahlûkları Kur’ân’ın, “melâike, cin ve rûhânî” olarak adlandırdığını bildirir.3

ınsanın dünyaya gelmezden önce sonsuzluk tarafında zerreler âleminde ruhlar veya zerreler halinde yaratıldığı ve Cenab-ı Hakkın “Elestü birabbiküm?” (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?) sorusuna muhatap olduğunu ve “Belâ!” (Evet; Rabb’imizsin yâ Rabbi!) diye cevap verdiğini bize Kur’ân söylüyor. 4 Yolculuğuna ruhlar âleminden başlayan insan rûhunun,5 dünya hayatından sonra uğradığı ve mahşer için bir bekleme salonu hükmünde olan berzah âleminde—eğer sâlih ruhlardan ise—Allah’ın izniyle göklerde ve yıldızlarda gezdiği de doğrudur.6

Diğer taraftan Kur’ân’da Hazret-i Cebrâil’in (as) bazen “ruh” 7, bazan “rûhu’l-emîn”8 ve bazan “rûhu’l-kudüs”9 sıfatlarıyla anıldığı da bir gerçektir.
Binâenaleyh, “rûhâniyât” tabirinden yalnız insanların ruhlarını değil; insanlarla birlikte dumansız ateşten, ışıktan, nurdan, karanlıktan, sesten, kokulardan, elektrikten, havadan, esîrden ve bilmediğimiz akıcı ve hoş maddelerden yaratılan ve cismânî olmayan mahlûkları anlıyoruz. Bu kavramın içine insan ruhu girebileceği gibi, muhtelif cinsleriyle melekler ve cinler de girmektedirler.

Dipnot:
1-Sözler, s. 162, 163, 467, 469;
2-Tirmizî, Zühd, 7;
3-Sözler, s. 469;
4-A’râf Sûresi, 7/172 (Tefsîri için bakınız: Sözler, s. 105);
5-Sözler, s. 35;
6-Lem’alar, s. 230;
7-Kadr Sûresi, 97/4;

Kaynak: www.fikih.info
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

5

31.10.2006, 09:52

Bunları oku ya Yunusum! Tefekküre devam inşallah...
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

6

31.10.2006, 09:52

maşallah abicim maşaallah.
devam inşaallah.

böylece küfrün beli bu forumda birer birer kırılıyor.

hadi daha çok kıralım...

saygılarımla..

7

31.10.2006, 09:57

“Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’e (as) kendi ruhundan üflediğini beyan ediyor. Bu ne demektir? Allah kendi rûhuna Cehennem’de nasıl azap verecek?”

Kur’ân, elle tutulmayan soyut kavramları işlerken, îcâz ve şefkati gereği, indiği toplumca bilinen kelime ve mânâları kullanır. Çünkü insanoğlunun soyut kavramları başka türlü kavraması mümkün değildir. Fakat bu îcaz ve şefkat, Cenâb-ı Hakk’a mahlûkâtın sıfatlarını vermeyi hiçbir zaman gerektirmez.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’in (as) yaratılması esnasında meleklere; “Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın!” demişti.” Kur’ân’da, benzer bir ifâde Hazret-i Îsâ (as) için de kullanılır: “Nâmusunu koruyan Meryem’e rûhumuzdan üfledik, onu ve oğlunu âlemler için bir mu’cize kıldık.” Cenâb-ı Hakk’ın, Cebrâil’i de (as) bazen ruh tâbiri ile andığını görüyoruz: “Ona ruhumuzu göndermiştik de, tam bir insan olarak ona görünmüştü.” Kur’ân’da bazen de vahye ve ilâhi emirlere “ruh” denmektedir: “Allah dilediği kimseye, emrinden bir ruh ile (vahiy ile) melekleri gönderir.”

Halk arasında en yaygın şekliyle insan rûhu için kullanılan “ruh” kelimesi, Arapça’da, “gidiş veya akşam üzeri geri dönüş” mânâlarına gelen “r-v-h” kökünden türeyen bir isimdir. Rüzgâr, rüzgârın esişi, sevinç ve Allah’ın rahmeti gibi muhtelif mânâlarda kullanılmış olan “ravh” ismi de aynı kökten türemiştir.

ınsan ruhuna, köküyle irtibatlı bir mânâ vermemiz gerekirse; Bediüzzaman Hazretlerinin tanımını hatırlayarak; ruhun, “hayat sahibi, şuur sahibi, nurânî, haricî bir vücud giydirilmiş, husûsî bir şahsiyet verilmiş, geniş, hakikatli, kapsamlı, gezmeye, gelişmeye ve açılım kazanmaya müsâit, Allah’ın emrine ait bir kânûn ve bir nâmûs” olduğu söylenebilir. Cenâb-ı Hakk’ın ruhu kavramından ise, “mülkiyet, teşrif, azamet ve saltanat ifâde eden ılâhî emir ve irâde” mânâsı anlaşılmalıdır.

Bu tanımlamalardan sonra insan rûhunun yaratılmış ve mahlûk olduğunu; Cenâb-ı Hakk’ın “ruhum” sözünde ifadesini bulan rûhun ise Cenâb-ı Hakk’ın hâkimiyetini, azametini, ulviyetini, emrini ve irâdesini tanımladığını söyleyebiliriz.

Öyleyse insan ruhu, Cenâb-ı Hakk’ın emrinin kendisinde tecelli ettiği mahlûk ve mülkünden başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak mahlûku ve mülkü üzerinde ise, dilediği gibi tasarruf eder. Öğretir, terbiye eder, sorumlu tutar, imtihân eder, günah ve sevaplarını yazar, huzuruna alır, hesap sorar, ödüllendirir, cezâ verir, Cennetine alır veya Cehenneme atar. Cenâb-ı Hak cismi neye maruz bırakırsa, rûhu da ona mâruz bırakır. Çünkü mahlûkiyet, yani yaratılmışlık bakımından insan cismiyle insan ruhu arasında hiçbir fark yoktur. Ruhun daha latîf, daha nezîh, daha soyut oluşu yaratılmışlığı ile çelişmez. Yani ruh soyut ve basît şekliyle; cisim ise unsurlardan, maddelerden, kesif, bileşenli ve terkip edilmiş haliyle olmak üzere, her ikisi de yaratılmıştır.

“Ruhumdan üfledim” âyetlerinden hareketle, rûha ılâhî bir boyut vermek ve –hâşâ- rûhu “Allah’ın bir parçası” gibi düşünmek ise mümkün değildir. “Ruhumdan üfledim” âyetlerinden bu mânâ aslâ çıkmaz ve bu tarz bir düşünce Tevhid inancıyla da bağdaşmaz. Allah’ın Zâtının bölünmekten, bölümlere, kısımlara ve parçalara ayrılmaktan uzak olduğu zaten bizim îman esaslarımızın temelini teşkil eder. Binâenaleyh, Allah’ın bir mahluku ve mülkünden ibâret olan insan rûhunun Cehennemde yanması ve azap görmesi akıl ile çelişmez. Cisim gibi, rûh da azap görür.

Kaynak: www.fikih.info
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

8

31.10.2006, 09:59

Alıntı sahibi ""yunusum""

maşallah abicim maşaallah.
devam inşaallah.

böylece küfrün beli bu forumda birer birer kırılıyor.

hadi daha çok kıralım...

saygılarımla..


Bugünlük yeter abicim yoksa fazla alıntı ekliyoruz diye ihtar alıcaz... :D

Hele bir okuyun, devamı gelecek inşallah. Damlaya damlaya göl olacak küfrün başına tufan kopacak.
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

9

31.10.2006, 10:09

Peygamber Efendimiz de (asm) bir hadislerinde insanın yaratılış evresini ve bu esnada ruhun verilişini şöyle beyan eder: ``Sizler yaratılış başlangıcında ana rahminde kırk günde toplanırsınız. Sonra ikinci kırk gün içinde katı bir kan pıhtısı olursunuz. Sonra bir diğer kırk gün içinde de mudga (bir tutam et parçası) olursunuz. Bundan sonra Allah bir melek gönderir ve ona dört kelimeyi yazmasını emreder. Meleğe, onun amelini, rızkını, ecelini, mutlu mu, mutsuz mu olacağını yaz, denilir. Sonra ona ruh üflenir."2


abdullah kardeş bu alıntıda 120 gün sonra ruha üflendiğini efendimiz söylüyor.bu tamam.


ınsanın dünyaya gelmezden önce sonsuzluk tarafında zerreler âleminde ruhlar veya zerreler halinde yaratıldığı ve Cenab-ı Hakkın “Elestü birabbiküm?” (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?) sorusuna muhatap olduğunu ve “Belâ!” (Evet; Rabb’imizsin yâ Rabbi!) diye cevap verdiğini bize Kur’ân söylüyor. 4 Yolculuğuna ruhlar âleminden başlayan insan rûhunun,5 dünya hayatından sonra uğradığı ve mahşer için bir bekleme salonu hükmünde olan berzah âleminde—eğer sâlih ruhlardan ise—Allah’ın izniyle göklerde ve yıldızlarda gezdiği de doğrudur.6


bu alıntıda da ruhun ruhlar aleminde yaratıldığı vurgulanıyor.

bu ikisi arasında ne bağ vardır.selam.

120 gün sonra insan ruhun üflendiğini efendimiz söylüyor.

amma ruhlar aleminde yaratılmışız.evet rabbimizsin sözünü açıklayıcı hadis yokmu.

bu çelişki anlamam lazım.

10

31.10.2006, 10:22

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’e (as) kendi ruhundan üflediğini beyan ediyor. Bu ne demektir? Allah kendi rûhuna Cehennem’de nasıl azap verecek?”

bu soruyada risaleden anladığım kadarıyla bir cevapda söyledir;

ruhun mahiyeti mahluk değildir.barla lahikasında var.

mahlukiyeti yani yaratılmışı harici vucud giydiği zaman oluyor.yani mahlukdur.

cehennemdede bu mahluk olan ruh yanıyor azap çekiyor.

harici vücud giymemiş olanın mahiyeti mahluk olmadığından azap çekmiyor.çünkü mahluk değil.azapda mahluk olanlar içindir.ezli ebedi olduğundan sonradan yaratılmış olan cehennem onu yakmaz.
çünkü o kirlenmemiş,o Allaha aittir.

amma yanan ruh insanın kötüye kullanmasıyla kirlenmiş olanıdır.

zaten cehennemin vazifesi azapla ruhların tertemiz olması içindir.adem alemlerinin pisliklerini temizliyor.adem alemleride günahlar,şerler dir.şirkdir,küfürdür.

işte cehennem böyle temizliyerek,cehennemdekilerde tertemiz oluyorlar.hepsi Allaha şerikşiz iman etmiş oluyorlar.

amma dünyada iken yapılan emirleri yapmadıklarından,imanla kabre girmediklerinden,namaz kılmadıklarından ,oradan çıkacağı bir taksileride olmadığından orda ebeden kalıyorlar..

11

01.11.2006, 11:04

Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın tâifeleri, birbirinden bahsi ve muhâveresi ve rivâyeti gibi, melâikelerle muhâvere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivâyet etmesine icmâ etmişlerdir. Acaba, hiçbir ferd melâikelerden, bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddit eşhâsın vücudu katî bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ ve ittifak devam etsin; ve böyle müspet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevâtüren, o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umuminin menşei, mebâdi-i zarûriye ve bedihî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede bütün akâid-i insaniyede istimrâr etsin, bekâ bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın bu icmâ-ı azîmin senedi, bir hads-i katî olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i katî, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zarûriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve ruhânîlerin rü'yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zarûriyedir, esâsât-ı katiyedir.

sözler.29.söz.472

12

01.11.2006, 11:06

Ve bilhassa kâinat semâsında dâim parlayan ve hiçbir vakit gurûb etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü'ş-şümûsu olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın ihbarâtı ve risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kâbil midir ki, bir şüphe kabul etsin? Mâdem tek bir ruhâniyâtın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nevin umumen tahakkukunu gösteriyor; ve mâdem şu nevin vücudu tahakkuk ediyor; elbette, onların sûret-i tahakkukunun en ahseni, en mâkulü en makbulü, şeriatın şerh ettiği gibidir, Kur'ân'ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi'racın gördüğü gibidir.
29.söz/472

13

01.11.2006, 11:17

Birinci Esas

Ruh, katiyen bâkîdir. Birinci Maksaddaki melâike ve ruhânîlerin vücudlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan bekâ-i ruha dahi delildirler. Bence mesele o kadar katîdir ki, fazla beyân abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervâhta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mâbeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Hadd ü hesâba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfe'l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhâbereleri ve umumun da rüyâ-i sâdıkada onlarla münâsebet peydâ etmeleri, muzaaf tevâtürler sûretinde âdetâ beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. ışte şöyle vesveseleri izâle için hads-i kalbînin ve iz'ân-ı aklînin pek çok menbalarından bir Mukaddime ile Dört Menbaına işaret edeceğiz.


sözler/29.söz/477

14

01.11.2006, 19:16

Allah razı olsun ya
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

15

01.11.2006, 19:43


Allah razı olsun...devamını bekliyoruz...

17

08.11.2006, 10:27

Mukaddime: Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedar müştâkının ebediyetini ve bekâsını ister. Hem, kusursuz, ebedî bir kemâl-i san'at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem, nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tenâumlarını iktizâ eder.

ışte, o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü'l-âbâd yolunda, o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat edecek, bâkî kalacaktır.
sözler/29.söz/477

18

08.11.2006, 10:27

Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde ispat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakât-ı mevcudât dahi, fenâ için yaratılmamışlar, bir nevi bekâya mazhardırlar. Hattâ, ruhsuz ehemmiyetsiz bir çiçek dahi vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekâya mazhardır. Çünkü, sûreti hadsiz hâfızalarda bâkî kalır, kanun-u teşekkülâtı yüzer tohumcuklarında bekâ bulup devam eder. Mâdem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsâl-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibkâ ediliyor, dağdağalı inkılâblar içinde kemâl-i intizam ile zerrecikler gibi tohumlarında muhâfaza ediliyor; bâkî kalır. Elbette, gayet cemiyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurânî kanun-u emrî olan ruh-u beşer ne derece katiyetle bekâya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl "Zîşuur bir insanım" diyebilirsin?

Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülâtını bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhâfaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâl hakkında, "Vefât edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder?" denilir mi?

sözler/477/29.söz

19

07.12.2006, 09:19

Birinci Menba: Enfüsîdir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâkî kalmıştır. Öyle ise, mâdem, cesed, gelip geçicidir; mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekâsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor; mevtte ise birden soyunur. Gayet katî bir hads ile belki müşâhede ile sabittir ki, cesed ruh ile kâimdir.
Öyle ise, ruh onun ile kâim değildir; belki, ruh binefsihî kâim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.

http://www.risaleara.com/oku.asp?kid=1&sayfano=477&tur=sayfa
Bugün ne kadar risalei nur okudum acaba?

Okumamışsam karlımıyım acaba?

20

07.12.2006, 09:21

ıkinci Menba: Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşâhedât ve müteaddit vâkıat ve kerrât ile münâsebâttan neş'et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun ba'de'l-memât bekâsı anlaşılsa, şu ruh nevinin külliyetle bekâsını istilzam eder. Zîrâ fenn-i mantıkça katîdir ki, zâtî bir hâssa, Bir tek ferdde görünse, bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir. Çünkü, zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki, değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesâba, hasra gelmez müşâhedâta istinad eden âsâr ve bekâ-i ervâha delâlet eden emârât o derece katîdir ki; bize, nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervâhta, ölmüş, vefât etmiş insanların ervâhı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nurânî feyizleri de bizlere geliyor.

Hem, hads-i katî ile vicdânen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkîdir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle mâruz değil. Çünkü, basîttir, vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe'nidir. Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekâya sebebiyet verir. Demek, vahdet ve bekâ, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirâyet eder.

Rûhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idâm iledir. ıdâm ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.

http://www.risaleara.com/oku.asp?id=468&t=&b=&s=&l=&p=14
Bugün ne kadar risalei nur okudum acaba?

Okumamışsam karlımıyım acaba?

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir