Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

21

30.06.2006, 15:59

Ve keza, bir cemal sahibi, dâima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise âhiretin vücudunu ister. Çünkü daimî bir cemal, zâil ve muvakkat bir müştaka râzı olmaz, onun da devamını ister. Bu da âhireti ister.

Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda, pek rahîmâne bir şefkat sahibi olan bir sultan-ki ednâ bir mahlûkun ednâ bir isteğini derhal yapar, verir-elbette bütün mahlûkatın en büyük bir ihtiyacını kemal-i suhuletle yapar. Böyle umumî ve en mühim bir ihtiyaç ancak âhirettir.

Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek harika bir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin içtimâları için yalnız dar bir misafirhane yapılmış; dâimî olarak milleti istiâb edemez, daima dolar boşalır. Ve bir imtihan meydanı var; her vakit değişir, tebeddül eder. Ve sultanın bazı âsâr-ı san’atına ve ihsanatına bazı nümuneler göstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül eder. Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meşherden sonra daimî bir menzil, sabit saraylar, açık hazineler bulunup ve sakinleri sabit ve daimî kalacaklarına bilbedâhe delâlet eder.

Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün a’mallerini, ef’allerini, hizmetlerini, hâcetlerini tamamıyla yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden herbir hadise ve herbir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit ve hıfz ederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücâzâtın vukua geleceğine kat’î bir surette delâlet eder.

Ve keza, mükâfat ve mücâzat hakkında tekrarla pek çok vaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ve vaîd edilen şeyler kudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilâf olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, kudretin izzetine zıttır.

Ve keza, hadd-i tevatüre bâliğ olan muhbirlerin ittifak ve icmâlarına göre, o muhteşem ve azîm saltanatın medarı ve cevelangâhı ancak âhiret memleketidir. Bu küçük menziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân olamaz. Çünkü, bu gibi zâil, mütebeddil şeyler, o müstakar saltanata makar olamaz.

22

07.07.2006, 10:21

Ey esbabperest insan! Acaba, garip cevherlerden yapılmış bir acip kasrı görsen ki yapılıyor. Onun binasında sarf edilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs’te, bir kısmı Yemen’de, bir kısmı Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında, aynı günde şark, şimal, garp, cenuptan o cevherli taşlar kolaylıkla celb olup yapıldığını görsen, hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün küre-i arza hükmeden bir hâkim-i mu’cizekârdır?
ışte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı ılâhîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semâvat ve arzın aktârında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış bir saray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.
ışte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zat olabilir ki, dünya ve âhiret birer menzil, arz ve semâ birer sayfa, ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir Zat olabilir. Öyleyse, insanın mâbûdu ve melcei ve halâskârı O olabilir ki, arz ve semâya hükmeder, dünya ve ukbâ dizginlerine mâliktir.

23

13.07.2006, 09:58

Evet, o Sultan şu küçük menzilde ve meydanda çok şeyleri, içtimâları, iftirakları gösteriyor. Fakat, bizzat maksat o şeyler değildir. Ancak âhiretin meydan-ı ekberinde vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerini göstermektir.Çünkü, o mahşer-i azîmde yapılacak muameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyan edecektir. Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller, o âlemde bâki ve daimî semereler verecektir.

Evet, o Sultanın şu fâni menzillerde ve korkunç meydanlarda gösterdiği hikmet, inayet, adalet, rahmet ve şefkatin fevkinde bir derecenin tasavvuru imkân hâricidir. Elbette bu kadar yüksek ve geniş harika san’atlar, daimî mekânları, sabit meskenleri ve zevalsiz sakinleri isterler ki, o büyük hikmet ve adaletin hakikatlerine mazhar olsunlar. Ve illâ, şu görünen hikmet, inayet ve merhametin inkârı lâzım gelir. Ve aynı zamanda, bu kadar hikmetinden ve inayetinden zuhur eden fiiller sahibinin-hâşâ!-zâlim, gaddar, sefih olduğuna zehab edilir. Bu ise, inkılâb-ı hakâiki istilzam eder.

Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, bürhanlar vardır. Maahaza, bu âlemi icad edip öteki âlemi icad etmemek ve bu kâinatı vücuda getirip öteki kâinatı getirmemek, bu dünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamak imkânı yoktur. Çünkü rububiyetin saltanatı mükâfat ve mücâzatı ister.

Ve keza, Sâni-i Âlemin herşeyi içine almış ve herşeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır. Validelerin, hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir. O bahr-i rahmetin azametiyle, şu fâni dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet ve belâlarla karışık, zâil ve gayr-ı sabit olan şu nimetler ve ebedî bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur. Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb eder.

Ve keza, âlemde görünen tasarrufattan anlaşılıyor ki, Sâni-i Âlemin pek yüksek, celâlli, izzetli bir haysiyeti vardır ki, ubudiyetle Sânii tâzim etmeyenlerin veya istihfaf edenlerin tediplerini, tehir ve imhal etse bile, ihmal etmez.

Ve keza, o Sultanın emirlerini, nehiylerini kıymetsiz görüp imanla imtisal etmeyenler ve ibadetle kendilerini sevdirmeyenler ve şükranla hürmette bulunmayanlar için rububiyetin ebedî karargâhında elbette bir dâr-ı mükâfat ve mücâzat olacaktır.

Ve keza, bütün mahlûkatta görünen hüsn-ü san’atlar, intizamlar ve ihtimamlardan ve herşeyde takip edilmekte olan maslahat ve faydalardan anlaşılıyor ki, kâinat taht-ı tasarrufunda bulunan Sâni-i Zülcelâlde pek büyük bir hikmet-i âmme vardır ki, itaat ve iltica edenlerin büyük taltif ve in’amlara mazhar olacakları o hikmet-i âmmenin iktizasındandır.

24

19.07.2006, 09:56

ahirete iman ,Allaha imandan sonra en çok kıymetli olandır.
çünkü Efendimiz asm tevhidden sonra haşri çok anlatmıştır.

burda görüşü olan yokmu.

yoksa bu konu kıymetli değilmi.

25

19.07.2006, 10:04

Ahirete şeksiz şüphesiz imanımız tamdır. Her kışın ardında bir bahar vardır. Bu da ahiretin delilidir.

Siz yazın biz okuyacağız inşaallah

Selametle

26

19.07.2006, 10:06

şu ana kadar yazılanları ve eklenenleri okuyun.
sorunuz varsa sorun.ilmi müzakere ortaya çıksın.selam.

27

25.07.2006, 09:14

hiç mümkünmüdür ki Allah 124 bin peygamberin haber verdiği Ahireti yaratmasın.

hiç mimkünmüdür ki Allah Muhammed a.s.m. efendimizin yaptığı duayı kabul etmesin.Kendisine ve ümmetine ebedi saadeti istiyen, Habibullah olarakm onu a.s.m. öven Allahın o'nun duasını kabul etmemesinin imkanı varmı.

Hiç Allah ahireti getirmiyerek kafirleri ve müşrikleri tasdik edermi.

Hiç Allah ahireti getirmiyerek bütün elçilerini rezil edermi.Haşa ve kella.


Bu dünyayı yaratanın ömür dünyayı yaratmamasının imkanı varmı.

bugünü yaratan yarını yarata bildiği gibi,dünyayı yaratan ahiretide yaratır.

amenna ve saddakna.

28

25.07.2006, 19:56

Kardeşler Rabbimiz Peygamberimiz Hz.Muhammed (sav)i çok seviyor Kuranı kerimde Onu övüyor..''Sen olmasaydın habibim, kainatı yaratmazdım''diye buyuruyor ..Bence buda ahiretin olduğuna yani baki bir hayatın olduğuna delildir.Çünkü seven sevdiği ile beraber olmak ister Rabbimizde Habibiyle ebedi bir alemde olmak ister hiç bukadar çok sevdiği habibinin yok olmasını ister mi? demek ki baki bir aleme gideceğiz!

29

28.07.2006, 14:25

Ve keza, görünüyor ki, herşey lâyık mevkiine vaz ediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin hâceti, istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerin matlupları-bilhassa istidat lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun-cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübrâ lâzımdır ki, rububiyetin hâkimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünkü, fâni olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz. Öyleyse, o büyük Sultan-ı Âdil için bir Cennet-i bâkiye, bir cehennem-i dâime lâzımdır.

Ve keza, görünüyor ki, bu âlemin Sahibi, yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle, harika bir sehavete sahip olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereleriyle hâmile eşcar ve ağaçlar misilli pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedî sehavet, tükenmez servet ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devamla muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder. Zira, nihayet bir sehavet, harika bir kerem, daima halka ihsan ve in’am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in’amlara minnettar ve muhtaç olanların devam-ı vücutlarını ister.

Ve keza, şu mucizeli ve hikmetli ef’âl-i kerîmânenin tezahüratından anlaşılıyor ki, Sâni-i Fâilin pek gizli kemalâtı vardır. Ve daima o kemâlâtı, enzar-ı âleme arz ve teşhir etmek ister. Çünkü, daimî bir kemal, daimî bir tezahürle takdir edicilerin devam-ı vücutlarını iktiza eder. Çünkü, adem-i mutlaka namzet olan insan, kemâlâta kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tahkir eder.

Ve keza, bu güzel, müzeyyen, münevver masnûatın Sânii için mücerred mânevî bir cemal vardır. Ve Onun, o mahfî hüsün ve cemal için pek çok mehâsin ve letâifi vardır ki, kısa akıllarımızla idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemalin kesif aynalarından biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecellî etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar eder.

Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor. Binaenaleyh, cemal sermedî ve dâim olursa, behemehal onun inceliklerini gösteren aynalarının de ebedî ve dâimî olması zarurîdir. Çünkü, bâki bir hüsn fâni bir müştaka razı olamaz. Ve zâil ve fâni bir âşıkın, ebedî ve bâki olan mahbubuna muhabbeti adavete kalb olur. Evet insan, eli veya fehmi yetişmediği güzel birşeyi, kendisini tesellî için takbih eder. Bu itibarla, bu âlem Sânii istilzam ettiği gibi, Sâni de âlem-i âhireti istilzam eder.

Ve keza, bu âlemin Sâniinde pek rahîmâne bir şefkat vardır. Zîra görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemal-i sür’atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve hâceti kabul ediliyor. ışte böyle bir şefkat sahibi, nev-i beşerin en büyük, en lâzım, en zarurî, şedit bir hâceti hakkında, bütün insanlar namına yaptığı duada istediği Cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve ba’sü ba’del mevti yapacaktır. Bilhassa, o reis-i muhteremin şu umumî duasına, bütün zevilhayat, bütün mahlûkat "Âmin! Âmin!" diyorlar.

Bak, o zat öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i sâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten, âlâ-yı illiyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.

30

28.07.2006, 14:27

Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdatkârâneyle istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâneyle yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvâta, arşa işittirip, vecde getirip, duasına "Âmin, Allahümme, âmin!" dedirtiyor.

Acaba bütün benî Âdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat aynalarında cemallerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i ılâhiyeyle beraber istiyor, o esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun.

Eğer, âhiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, delâil-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti. Demek, nasıl ki, o zâtın risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, -1- sırrına mazhar oldu; onun gibi, ubudiyeti dahi, öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.

-2-


Ve keza, bu âlemin geliş ve gidişatında ve bütün mahlûkatın bir hedefe sevkinde ve semâvî, süflî bütün ecramın bir kudrete bağlı ve musahhar olmasında pek büyük bir saltanat eseri görünüyor. Ve bundan anlaşılıyor ki, bu mevcudatta tasarruf eden Sâniin azîm rububiyetinde harika bir saltanatı vardır. Halbuki, bu dünya menzili tahavvülâta, zevale mâruzdur. Sanki misafirler için yapılmış bir handır ki daima dolup boşalıyor. Ne kendisinin sabit bir şekli vardır ve ne de içinde oturanların bir kararı vardır. Ve Sâni-i Âlemin garip ve acip san’atlarının nümunelerini teşhir ve ilân için tahavvülden hâli kalmayan bir meşherdir. Bu itibarla o handa ve o meşherde içtimâ eden insanlar sabit kalacak değiller. Çünkü meskenleri sâbit değildir.

ışte bu hal ve şu vaziyet, bu fâni menzilden sonra o sermedî saltanata karargâh olmak üzere, sabit, bâkî, ebedî, sermedî saadetlerin, Cennetlerin ve sarayların olacağına kat’î bir delâletle şehadet eder. Çünkü, fâni, bâkiye makam ve medar olamaz.




1- Hadis-i kudsi. "Sen olmasıydın ben alemleri yaratmazdım." Ali el-Kari, şerhü’ş-şifa, 1:6; el-Acluni, Keşfü’l-Hafa, 2:164.
2- Allahım, her iki dünyanın efendisi, iki alemin medar-ı fahri, dünya ve ahiretin hayatı, iki cihan saadetinin vesilesi, zülcenaheyn ve cin ve insin resulü olan şu Habibine, onun bütün al ve ashabına ve onun enbiya ve mürselin kardeşlerine salat ve selam et. Âmin.

31

28.07.2006, 14:27

Evet, bir melikin gelip giden misafirleri için yolda yaptığı şu menzile ve o menzilde oturan misafirlere bakıldığı zaman görülüyor ki, milyonlarca lirayla yapılan o menzil, pek az bir zaman içindir. Ve ondaki ziynetler, kıymetli şeyler, hep suret ve örneklerdir. Ve misafirler o nefis taam ve yemeklerin yalnız tadına bakıp, karınlarını doyuracak derecede yemiyorlar. Ve herbir misafir, hususî makinesiyle o menzildeki zînetlerin resimlerini alırlar. Ve melikin de gizli memurları onların bütün harekât, ef’al ve muamelelerini yazıyorlar. Ve o melik her mevsimde milyonlarca o ziynetleri, o güzel şeyleri yeni gelecek misafirler için tahrip ve tecdit ediyor. Ve hakeza, pek çok garip ve acip şeyler görünüyor.

ışte bu vaziyet gösterir ki, o muvakkat menzil sahibinin pek yüksek kıymetli menzilleri, daireleri ve ebedî, sermedî sarayları vardır. Bu küçük menzilde görünen şeyler, haller, misafirleri ebedî menzillerdeki yüksek şeylere teşvik için gösterilen nümunelerdir.

Kezalik, bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.

Maahaza, o lezzetlerden hiç kimse tam mânâsıyla muradına nail olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Ancak, o lezzetler ve o nefîs şeyler ibret ve şükre sevk içindir. Çünkü, onlar Cenab-ı Hakkın ehl-i ımân için Cennetlerde ihzar ettiği hakikî nimetlere nümunelerdir.

Ve o müzeyyen masnuat-ı fâniye, fena ve adem için değildir. Ancak, onların suretleri ve misalleri, mânâları, neticeleri alınır; âlem-i bekada, ehl-i beka için ebedî manzaraların yapılmasına medar olurlar. Yahut ebedî âlemde Sâni-i Ebedî istediği şekillere sokar. Çünkü, o masnûat, beka içindir. Onları o zahirî ölüm ve fenâları, vazifelerinden terhistir, idam değildir.

Evet, onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalır. Meselâ, kudret-i Ezeliyyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak: Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince mânâları kalır. Kezalik, o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiyle hâmile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekası için birer menzildir.

32

28.07.2006, 18:54

Alıntı



inşirah demişki

Cenab-ı Hak hiç bir şeyi zayi etmiyor. "Dünyanın ahiretten bir menzili"ifadesinden de anlaşıldığına göre bu dünyayı ahirette görebileceğiz.
ınsan daha önce yaşadığı menzilleri görmeyi cidden sever. Ehl-i cennet dahi "işte burada şöyle olmuştu" kabilinden yaşadıkları yerleri görmeyi ve oralardaki maceralarını tahattur etmeyi elbette isterler.

Sanal ortamda bunu anlamak çok kolaydır. Mesela, ekran koruyucu olarak kullanılan akvaryumlar adeta canlı gibidir. Bu manada sanal bir dünyanın ahirette olmasına hiç bir engel yoktur. Ama sanal değil de gerçek bir dünya olarak beka aleminden bir menzil olması çok daha hayret verici bir durum olacaktır



kardeşim üstad devamı olmayan şeylerde lezzet yoktur buyuruyor belki çok

menfaatciyim dostlarımı ebedi alemde görme arzusu onlara beni dahada

yakınlaştırıyor inşallah imanla terki diyar ederiz hepimiz.

paylaşımın ruhumu

aydınlattı güzel konuydu Allah razı olsun

33

30.07.2006, 12:08

şu hakikata, şu temsil dûrbîniyle bak ki:

Meselâ, sen yolda gidiyorsun Görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin, bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altunlar sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o ni’metlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar.

Fakat her misafir; kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin sûretlerini alıyorlar. Hem, o büyük Zâtın hizmetkârlârı da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gayet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar.

Hem, görüyorsun ki; O Zât, her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki: Bu yolda bu hanı yapan zâtın; daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehâveti vardır. şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hâzırladığı hediyelere, rağbetlerini uyandırıyor. Aynen onun gibi, şu misafirhâne-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen; şu dokuz esası anlarsın:

Birinci Esas: Anlarsın ki; o han gibi bu dünya dahi kendi için değil... Kendi kendine de bu sûreti alması muhaldir. Belki, kafile-i mahlûkatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

ıkinci Esas: Hem anlarsın ki; şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerîm'i, onları Dâr-üs Selâm'a davet eder.

Üçüncü Esas: Hem anlarsın ki; şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünki; bir zaman lezzet verse, firakıyla bir çok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünki; ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat, ibret içindir (Haşiye) . şükür içindir.Usûl-i daimîsine teşvik içindir. Başka gayet ulvî gayeler içindir.

Dördüncü Esas: Hem anlarsın ki; şu dünyadaki müzeyyenat ise (Haşiye) Cennet'te ehl-i îmân için rahmet-i Rahmân'la iddihar olunan ni’metlerin nümûneleri, sûretleri hükmündedir.

Beşinci esas: Hem anlarsın ki; şu fani masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki, vücûdda kısa bir zaman toplanıp, matlûb bir vaziyet alıp; tâ sûretleri alınsın, timsalleri tutulsun, mânâları bilinsin, neticeleri zabtedilsin...

Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem, âlem-i bekada başka gayelere medâr olsun. Eşya beka için yaratıldığını, fena için olmadığını; belki sûreten fena ise de, tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki; fâni bir şey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır.

Meselâ; kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar. Derakab fena perdesinde saklanır. Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi o gider, fakat binler misâllerini kulaklara tevdi' eder. Dinleyen akıllar adedince, mânâlarını akıllarda ibka eder. Çünki; vazifesi olan ifade-i mânâ bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında zâhirî sûretini ve herbir tohumunda mânevî mâhiyetini bırakıp öyle gidiyor. Gûya her hâfıza ile her tohum; hıfz-ı zîneti için birer fotoğraf ve devam-ı bekası için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bâkiyye sahibi olan insân; ne kadar beka ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebâtatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sûreti; zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizâmla, dağdağalı inkılâblar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gayet cem'iyyetli ve yüksek bir mâhiyete mâlik, haricî bir vücûd giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanûn-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır.

Altıncı Esas: Hem anlarsın ki; insân, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin sûretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.

Yedinci Esas: Hem anlarsın ki; güz mevsiminde yaz, bahar âleminin güzel mahlûkatının tahribatı, îdam değil. Belki, vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır (Haşiye) . Hem, yeni baharda gelecek mahlûkata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedârlar gelip konacak ve vazifedâr mevcûdâtın gelmesine yer hâzırlamaktır ve ihzârattır.
Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ıkazât-ı Sübhaniyyedir.

Sekizinci Esas: Hem anlarsın ki; şu fâni âlemin sermedî Sânii için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdını oraya sevk ve ona teşvik eder.

Dokuzuncu Esas: Hem anlarsın ki; öyle bir Rahmân, öyle bir âlemde, öyle has ibâdına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutûr etmiştir. Âmenna...

10.Söz 6.Hakikat'den


Allah razı ve hoşnut olsun Üstadımızdan güneş kadar açık öyle değil mi! elbette başka yerde bir mahkeme-i kübra var,biz burada misafiriz misarirliğimizi layıkıyla yerine getip göçmek nasip etsin Rabbim!nekadar şükretsek az Rabbim bu hakikatleri görmeyi nasip etmiş bize :D çoooook şükretmemiz lazmm canm kardeşlerim..

34

09.08.2006, 15:19

Bir zaman Kastamonu’da "Hâlıkımızı bize tanıttır" diyen lise talebelerine sâbık Altıncı Meselede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye aldıklarından, âhirete bir iştiyak hissedip, "Bize âhiretimizi de tam bildir. Tâ ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın" dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin ve sabıkan Altıncı Meseleyi okuyanların arzularıyla, âhiret rüknünün dahi bir hülâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur’dan bir kısacık hülâsa ile derim:
Nasıl ki, Altıncı Meselede biz Hâlıkımızı arzdan, semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleriyle, güneş gibi Hâlıkımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’ân’ımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, sonra kâinattan soracağız.

1 Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır. Nahl Sûresi: 16:77.
Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. Lokman Sûresi: 31:28.
şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunun yapan, elbette ölüleri de öylece dilirtecektir; O herşeye hakkıyla kâdirdir. Rum Sûresi

35

09.08.2006, 15:20

ışte, birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla, "Evet, âhiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum" ferman ediyor. Onuncu Söz, on iki parlak ve kat’î hakikatlerle, bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifaen gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet, madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Elbette rububiyet-i mutlaka mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, o saltanata ımân ile intisap ve tâat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücazatı; o rahmet ve cemâle, o izzet ve celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbü’l-âlemin ve Sultanü’d-Deyyân isimleri cevap veriyorlar.

36

09.08.2006, 18:06

Ahirete imanın önemini belirten ayetlerden bazıları şunlardır:

Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkarcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır. (Nahl 22)

Ancak onlardan ilimde derinleşenler ile mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar; işte bunlar, Biz bunlara büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa 162)

Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o. (Nisa 38)

Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı? ( Araf 147)


" Allah'a karşı yalan mı düzüp uyduruyor, yoksa kendisinde bir delilik mi var?" Hayır, ahirete inanmayanlar, azabta ve uzak bir sapıklık içindedirler. (Sebe 8)

37

12.08.2006, 17:52

Madem Allah var, elbette âhiret vardır... (Sözler sh: 104)

Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı ulûhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. (Sözler sh: 104)

Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ. (Sözler sh: 108)


Evet, dünya öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan Zat, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. (Sözler sh: 533)


Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse , saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahır ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzat menzilleri âhirettir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 38)


Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zâyi ettiğiniz evlât ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz. (şualar sh: 225)

38

14.08.2006, 15:35

Kıyamet koptuğunda biz dirilip bir daha ölmeyecek miyiz? Başka imtihanlardan da geçecek miyiz?

Ölüm, ölüm hadisesinin de sonudur. Doğan insan bir daha doğmayacağı gibi, ölen insan da bir daha ölmeyecektir. Bu dünyadan ahirete doğmak demek olan ölüm hadisesini tadan bir insan, bu hadiseyi bir daha tatmayacaktır.

Ahirette imtihan yoktur. ımtihan dünyası bu alemdir. Mahşerde imtihan değil, sorguya çekilme söz konusudur. Bu safhayı takiben saadet veya azap menzillerine gidilecektir. O menzillerde de imtihan söz konusu değildir.

Okunma Sayısı : 94

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

39

14.08.2006, 15:36

Hayvanlar da haşir meydanına çıkacaklar mı? Onların ahiret hayatından nasipleri nasıl olacak?

Bu dünya tarlasının verdiği bütün insan ve hayvan mahsulleri mahşer meydanında toplanacaktır. şu var ki, hayvanların bedenleri hesap safhasından sonra toprak olacaklar, ama ruhları baki kalacaktır. Dünya hayatında her hayvan kendisine takdir edilen vazifesi aksatmadan yerine getirmesinin mükafatını ahirette ruhani bir lezzet olarak tadacaktır. Bu lezzetin mahiyetin bilmemiz elbette imkansızdır. Zira bu dünyada hangi hayvanın bu hayattan ne gibi haz duyduğunu, nasıl lezzet aldığını da bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey varsa o da ahiretin bu dünyadan üstünlüğü nispetinde orada alınacak lezzetlerin ve duyulacak hazların da çok ileri bir seviyede olacağıdır.

Canlılar içinde insanlar ve cinler sorumlu varlıklardır. Allah ın emir ve yasaklarına uymakla görevlidirler; hayatları boyu bir imtihana tabi tutulurlar. Ölünce de ya cennete veya cehenneme girerler. Hayvanlar ise akıldan mahrum olduklarından, günah - sevap, hayır - şer, cennet - cehennem gibi kavramlar onlar için söz konusu değildir.Esas itibariyle ruhun kendisi bakidir, ölmez, yok olmaz, bozulmaz. Ruhun geçici olarak misafir olduğu vücut ise ölür, dağılır. Mahşerde iki sınıf mahluk diriltilecek, hesaba çekildikten sonra sonra cennete yahut cehenneme sevk edileceklerdir.. Bunlar insanlar ve cinlerdir.

"Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında…" (Tekvir Suresi, 5) ayeti, hayvanların da mahşer meydanına çıkarılacaklarını haber vermektedir. "O öyle bir gündür ki, insan kendi eliyle işlediklerine bakar. Kafir de, "ne olurdu" der, "ben bir toprak olsaydım." (Nebe Suresi, 40) ayeti ise hayvanların mahşer meydanında karşılıklı olarak hesap verdikten sonra bedenlerinin toprak olacağını haber verir.

Abdullah bin Ömer, Ebu Hureyre ve ımam Mücahid in bu ayetin tefsirlerine göre, Cenabı Hak mahşer gününde hayvanları alıp ödeştirecek, sonra da onlara, "Toprak olun." buyuracak, sonunda onların hepsinin bedenleri toprak olacak, ruhları ise bakı kalacaktır. Hayvanların cehennem azabından kurtulmalarına gıpta ile bakan kâfirler, kendilerinin de toprak olmalarını arzu edeceklerdir.

Bir hadiste peygamber efendimiz, "Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas suretiyle hakkı alınacaktır" buyurarak ahirette hiçbir haksızlığın karşılıksız kalmayacağını bildirir.

Nur Külliyatında, hayvanların yaratılış gayeleri ne ise onu en güzel şekilde icra edecek tarzda bir terbiyeden geçirildiklerine ve her türlü meşakkate katlanarak görevlerini ömürleri boyunca yerine getirdiklerine dikkat çekilerek ahiret hayatında onların da kendilerine mahsus bir mükafat görecekleri şu ifadelerler nazara verilir:


"... Sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar."
Sözler, 203



Okunma Sayısı : 76

Gerçeğe Doğru

40

14.08.2006, 15:37

Ba’s ne demektir ? Öldükten sonra yeniden diriliş nasıl olacaktır?

Ba’s, öldükten sonra tekrar diriliş, kabir âleminden mahşere çıkış demektir. Ba’s, bir başka doğumun adıdır. Kabir âlemindeki ruhların bir anda ceset giyerek ahiret âlemine doğuşları, haşir meydanına çıkışları.Bakara Sûresi’nde, insanoğluna, bir ilâhî sitem vardır:“Siz Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz bir zamanlar ölüler idiniz de sizi o diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve en sonunda Ona döndürüleceksiniz.” (Bakara Suresi, 28)

Biz, hepimiz, bütün bir beşeriyet bir ölü devre yaşadık. Bu devre, âdem babamız için “balçık” devresiydi. Topraktan süzülen bir sülaleye, kim bilir belki de bir ilâhî programa veya bir genetik yapıya, Cenabı Hakk’ın ruh vermesiyle ortaya çıkan bir diriliş, meleklerin nazarına sunulmuştu. Cansız toprak canlanmıştı. Bu olay, daha sonraki insanlarda bir kademe perdeli olarak sergilendi. Bir sebzeyi yiyen insanda, bir süre sonra beyaz kan dediğimiz insan tohumu teşekkül ediyor, ölüler diriliyor. Anne karnında dört ay yarı canlı olarak büyüyen ve bir bakıma ölü hükmünde olan insan bedeni, âdem babamıza ruh verilmesinin bir başka misaline sahne oluyor ve o rahim karanlığında ruha kavuşuyor, hayatla aydınlanıyor.

Ana rahminde ölülere hayat vermenin bir numunesini böylece sergileyen ilâhî kudret ve hikmet, nice cansızları cana kavuşturarak bitki yahut hayvan haline getiriyor ve o çocuğun annesine gıda yapıyordu. Böyle nice diriliş tecellileriyle beslenip büyüyen insanoğlu, belli bir yaşa gelince imtihan sırrı olarak, şeytanın hücumuna hedef oluyor ve kalbine diriliş hakkında şüpheler atılıyordu: “ınsan öldükten sonra nasıl dirilecekmiş”, diye...Bu ve benzeri bütün şüphelerin cevapları, Kur’an-ı Kerim’de insana öğretiliyor ve insan, Kur’an’a tâbi olmakla şeytana uymak arasında bir imtihan geçiriyordu.

Meryem sûresi 66-67. Âyetler: “ınsan der ki: ben öldüğüm zaman mı tekrar diri olarak çıkarılacağım? ınsan hiç düşünmez mi ki, kendisi önceden hiçbir şey değilken biz yarattık onu.”

Etrafımızı saran varlıklar âleminden sadece üç varlığı, nutfeyi, çekirdeği ve yumurtayı şöyle bir düşünelim: Birincisinin kâinatla olan münasebetine rahim vasıta olmuş. Bu âlemin mahsûlleri annenin midesine akıyor, oradan da nutfenin imdadına koşuyor.

Yumurtada böyle bir alışveriş yok. O, âlemden alacağını âdetâ depo etmiş. Kuş olup uçmak için tek arzusu, belli bir süre ve belli seviyede ısı. Çekirdekte ise durum daha farklı. O, bu âlemin bir parçası olan toprağa, doğrudan bırakıyor kendini. Kâinatla alışverişini böylece yapıyor.ınsan, yaratılma denince sadece baba sulbünden ana rahmine geçmeyi ve orada dokuz ay olgunlaştıktan sonra dünya yüzüne çıkmayı anlıyor. Ve kendisine ahirette yeniden ve bir anda yaratılacağı haber verildiğinde, bu gerçeği dar zihnine sığdıramıyor. Halbuki, nutfe, yumurta, çekirdek üçlüsüne bir bakabilse, bu dünyada bu farklı kanunları koyanın, mahşerde bir dördüncü tip yaratmayı da sergileyebileceğini hiç de akıldan uzak görmez. Resulûllah Efendimizin (asm.) insanoğlunun beş şeyini hayretle karşıladığını ifade buyurduğu meşhur bir hadis-i şerifleri var. Bu beş şeyden birisini de şöyle ifade buyuruyor: “şuna da şaşılır ki, her gün, her gece ölüp dirilip dururken ba’si (yeniden dirilmeyi) inkâr eder.”Gerçekten uyku ölümün bir çeşidi. Ayaklarımız yatakta uzanıyor ama yürüyemiyor. Kulaklarımız açık ama bize bir şey duyuramıyor. Rüya âlemiyle başka âlemlerle alâka kuruyoruz. Bu uyku hâdisesini Allah yaratıyor. Beşerin buna takati yetmez. His âlemimizi bu âlemden çekip bizi başka diyarlarda o gezdiriyor. Uyanma bir başka harika. Onun da yaratıcısı Allah. Bizi o gaybi âlemlerden çekip, yeniden bu dünyanın işlerine, onun seslerine, onun renklerine o döndürüyor.

ınsanoğlu her gün ölüp ertesi gün dirilmekle ömrünün günleri sayısınca, ölümün ve dirilişin numunelerini yaşıyor.ışte bu insanın, yeniden dirilmeyi, mahşere çıkmayı, hesap vermeyi inkâr etmesini, Resulûllah Efendimiz (asm.) hayretle karşılıyorlar.şeytanın diriliş hakkındaki vesveselerinden uzak kalmak istiyorsak nefsimize şu mesajı sıkça tekrarlamalıyız: “Uyumaya ve uyanmaya gücü yetmeyen sen, nasıl dirileceğini düşünüyor, buna güç yetiremeyeceğini ölçü alarak dirilişi inkâra kalkışıyorsun. Seni uyutan öldürecek ve uyandıran diriltecek. Seni dünya yüzünden ölüm kanunu ile sildiğinde, onun iradesine karşı koyamayacağın gibi, onun diriltmesine de karşı çıkamayacaksın?”ınsanın her gün yaşadığı bu ölüp dirilme hâdisesini, üzerinde yaşadığımız arz küremiz de her yıl yaşıyor.

Bu büyük hâdiseyi Kur’an-ı kerim şöylece nazarımıza veriyor: “Ölüden diriyi, diriden ölüyü o çıkarıyor. Yeryüzünü ölümden sonra o canlandırıyor. ışte siz de böyle çıkarılacaksınız.” (Rum Suresi, 19)



Okunma Sayısı : 85

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

Bu konuyu değerlendir