Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

11.05.2006, 11:00

Ahirete imanın delilleri.

kardeşler burda ahirete imanın delilleri yazalım.kim ne biliyorsa onu yazsın.alıntı yapmayalım.mühim olan ne anladığımız.selam.

2

11.05.2006, 11:02

hangi saltanat varki kendisine itaat edenlere mükafatı,
isyan edenlere cezasını vermez.
Aynen öylede Allahın saltanatıda kendisine uyanlara mükafatı,isyan edenlere cezasını verir..
buda ancak ahiirette olur.

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

3

11.05.2006, 17:12

ONBıRıNCı SURET: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye -ya şarka veya garba, yâni; mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere- binelim. şu mu'cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu'cizeler gösterdiğini görelim. ışte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor. Lâkin san'atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âlî bir adâlet in emârâtı, ne derece vâsi' bir merhametin semeratı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adâletinden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez. Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes'ud raiyyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakikatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek deecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek lâzımgelir. Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef'âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir. Bu ise, hakikatlerin zıdlarına inkılabıdır. Halbuki inkîlâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittiffakıyla muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücûdunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir.
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir Mahkeme-i Kübrâ, bir ma'dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler...


10.söz haşir bahsinden bir bölüm..!

4

12.05.2006, 16:19

Zalim izzetinde mazlum zilletinde burada kalıp gidiyorlar.demek bir mahkemei kübraya bırakılıyor.yoksa bakılmıyor değil.
hakikaten zalim mazluma yapmadığını bırakmıyor.sonra ölüm geliyor ikiside kabirde.mazlumun hakkını kim alacak.
Allah.nerde.vaad ettiği mahkemei kübrada.

5

12.05.2006, 16:23

arıdan şifalı balı,ipek böceğinden en yumuşak kumaşı ve ağaçlardan çeşit çeşit meyveleriyle size böyle şefkat eden bir zat sizi hiç mümkünmüdürki dirilmemek üzere yok etsin.böyle bir şefkatin şefkatsizliğe ınkılabı mümkünmü.elbette hayırç.
evet diyen böyle bir şefkatin olmadığını ispatlasın.madem ispatlanmıyor.demek ebedi srgi yerleri var.sizi bekliyorlar.
haydi kazanmaya.selam

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

6

13.05.2006, 23:55

Kainata dikkatle inceleyen bir mümin ahiretin delilerini bulabiliyor değil mi?
Bir sinekten bir arıdan bir ipek böceğinden tut taa şemsül sümüsa ya da içtimai hayatta bakarak da heryerde ahiretin olduguna delilller bulabiliyor....
Bakıyorsunuz
muhteşem ssüslenmiş bir kainat bir sergi bir ziyafetgah yeri...
ınsanlar hayvanlar bitkiler bi çok mahlukat yaratılmış hepsinin bir gayesi bi amacı var
sonra bunlar yok olsun gitsin ademe gaybolsun
olacak iş mi?
işte yine hem haşri hem ahireti görebiliyoruz

hy120

Profesyonel

  • "hy120" bir erkek

Mesajlar: 654

Konum: usak

Meslek: esnaf

  • Özel mesaj gönder

7

14.05.2006, 23:17

Re: Ahirete imanın delilleri.

Alıntı sahibi ""yunusum""

kardeşler burda ahirete imanın delilleri yazalım.kim ne biliyorsa onu yazsın.alıntı yapmayalım.mühim olan ne anladığımız.selam.


s.a kardesim alıntı yapmayın anladığınızı yazın diyorsun. lakin madem nurcuyuz diyoruz o halde her yazımız muhakkak ki risale-i nur dan olmalı , yani alıntı yapmadan yazmak eger nurcuysak bana biraz sacma geliyor..

8

14.05.2006, 23:23

Bundan kasıt o veya bu hocanın uzun uzun yazılarının buraya kopyalanıp yapıştırılması.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

9

22.05.2006, 10:56

madem kainatın en büyük insanı Muhammed a.s..m dır.
madem kainat onun hürmetine yaratılmış.
madem bu kainatın sahibi en küçük bir duayı bile nazarına alıp kabul ediyor.bir çobanın bir koyununun ayağı yaralansa ona merhem gönderiyor.
bitkilerin ve tüm hayvanların fıtri ihtiyaçlarıyla ettikleri duaları kabul ediliyor.
çok zor durumda olan insanlara yardım edip onların dualarını kabul ediyor.
şimdi hiç mümkünmüdürki bu kainatın sahibi olan Allah kainatı hürmetine yarattığı Muhammed mustafa a.s.m. ahiretle ilgili ebedi yaşamakla ilgili duasını kabul etmesin.akıl buna imkan verebilirmi.kella haşa.

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

10

22.05.2006, 11:02

Cenab-ı Hak hiç bir şeyi zayi etmiyor. "Dünyanın ahiretten bir menzili"ifadesinden de anlaşıldığına göre bu dünyayı ahirette görebileceğiz.
ınsan daha önce yaşadığı menzilleri görmeyi cidden sever. Ehl-i cennet dahi "işte burada şöyle olmuştu" kabilinden yaşadıkları yerleri görmeyi ve oralardaki maceralarını tahattur etmeyi elbette isterler.

Sanal ortamda bunu anlamak çok kolaydır. Mesela, ekran koruyucu olarak kullanılan akvaryumlar adeta canlı gibidir. Bu manada sanal bir dünyanın ahirette olmasına hiç bir engel yoktur. Ama sanal değil de gerçek bir dünya olarak beka aleminden bir menzil olması çok daha hayret verici bir durum olacaktır

11

22.05.2006, 11:29

ışte gel, bak! şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem bir tebligâtta bulunuyor; gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte talik edilmiş ferman-ı âzamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki:

"Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip, merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız - eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz! Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız" gibi tebligâtta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda öyle i’câzkâr bir turra var ki, hiçbir vecihle kâbil-i taklid değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu katî bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes o zâtı, padişahın pek doğru tercümân-ı evâmiri olduğunu yakînen anlar.

Acaba o yâver-i ekrem o ferman-ı âzamla beraber bütün kuvvetiyle dâvâ edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kâbil midir ki, îtiraz kabul etsin? Evet, kâbil değil; illâ ki, bütün bu gördüğümüz Herşeyi inkâr edesin.

12

22.05.2006, 15:29

Beşinci Sûret:

Bak, bu işler içinde, görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü, her musîbetzedenin imdadına koşturuyor, her suâle ve matlûba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hâceti, en ednâ bir raiyyetten görse, şefkatle kazâ ediyor. Bir çobanın bir koyununun bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Gel, gidelim. şu adada büyük bir içtimâ var; bütün memleket eşrâfı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem, bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, "Evet, evet! Biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar.

şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:

"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster; ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme; bizi huzûruna al, bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tâzib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyyetini başıboş bırakıp idâm etme" diyor ve pekçik yalvarıyor; sen de işitiyorsun.

Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir merâmını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu umumun da maksududur; hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adâletinin muktezâsıdır, hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Mâdem numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu; elbette, hakiki hazînelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başıboş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.

13

22.05.2006, 15:30

Beşinci Sûret:

Bak, bu işler içinde, görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü, her musîbetzedenin imdadına koşturuyor, her suâle ve matlûba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hâceti, en ednâ bir raiyyetten görse, şefkatle kazâ ediyor. Bir çobanın bir koyununun bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Gel, gidelim. şu adada büyük bir içtimâ var; bütün memleket eşrâfı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem, bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, "Evet, evet! Biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar.

şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:

"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster; ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme; bizi huzûruna al, bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tâzib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyyetini başıboş bırakıp idâm etme" diyor ve pekçik yalvarıyor; sen de işitiyorsun.

Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir merâmını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu umumun da maksududur; hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adâletinin muktezâsıdır, hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Mâdem numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu; elbette, hakiki hazînelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başıboş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.

14

22.05.2006, 15:31

Hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir hâceti, en ednâ bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle ummadığı yerden is’âf eden; ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden; lisân-ı hal ve kâl ile istenilen her şeye icâbet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab, en büyük bir abdinden, Hâşiye1 en sevgili bir mahlûkundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’âf etmesin, en yüksek duâyı işitip kabul etmesin?

Evet, meselâ hayvanâtın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütuf ve sühûleti gösteriyor ki, şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle Rubûbiyet eder. Rubûbiyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kâbil midir ki, mahlûkatın en efdalinin en güzel duâsını kabul etmesin? Bu hakikati On Dokuzuncu Sözde izah ettiğim vech ile, şurada mükerreren şöyle beyân edelim:

Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: "Bir adada, bir içtimâ var. Bir yâver-i ekrem, bir nutuk okuyor." Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki:

Gel, bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saadete ve hayalen Cezîretü’l-Araba gidiyoruz. Tâ ki, Resûl-i Ekremi (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubûdiyet içinde görüp, ziyâret ederiz.

Bak: O zât nasıl ki risâletiyle, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür; onun gibi, ubûdiyetiyle ve duâsıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennetin vesîle-i icâdıdır.

ışte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibâdet-i ulyâda saadet-i ebediye için duâ ediyor ki, güyâ bu cezîre, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü ubûdiyeti ise, ona ittibâ eden ümmetin ubûdiyetini tazammun ettiği gibi, muvâfakat sırrıyla bütün enbiyânın sırr-ı ubûdiyetini tazammun eder. Hem o, salât-ı kübrâyı öyle bir cemaat-ı uzmâda kılar, niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem’in Hazret-i Âdem’den asrımıza kadar, belki Kıyâmete kadar bütün nurânî ve kâmil insanlar ona tebâiyetle iktidâ edip, duâsına "Âmin" derler. Hâşiye2





Hâşiye1: Evet, bin üç yüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan ziyâde raiyyeti bulunan ve hergün bütün raiyyeti onunla tecdid-i bîat eden ve onun kemâlâtına şehâdet eden ve kemâl-i itaatle evâmirine inkıyad eden; ve arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu o zâtın sıbgı ile sıbgalansa, yani mânevî rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbî-i ervâhı olsa, elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabbin en büyük abdidir.

Hem, ekser enva-ı kâinat o zâtın birer meyve-i mu’cizesini taşımak sûretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette o zât şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlûkudur. Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği bekâ gibi bir hâceti ki, o hâcet ise, insanı esfel-i sâfilînden âlâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Elbette o hâcet en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun nâmına onu Kâdiü’l-Hâcâttan isteyecek.

Hâşiye2: Evet, münâcât-ı Ahmediye (a.s.m.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvâtları onun duâsına bir âmin-i dâimî ve bir iştirâk-i umumidir. Hattâ ona getirilen herbir salâvât dahi onun duâsına birer âmindir ve ümmetinin herbir ferdi, herbir namazın içinde ona salât ve selâm getirmek ve kametten sonra şâfiîlerin ona duâ etmesi, onun saadet-i ebediye hususundaki duâsına gayet kuvvetli ve umumi bir âmindir. ışte bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisân-ı haliyle, bütün kuvvetiyle istediği bekâ ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer nâmına zât-ı Ahmediye (a.s.m.) istiyor ve beşerin nurânî kısmı, onun arkasında "âmin" diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu duâ kabule karîn olmasın?

15

22.05.2006, 20:10

Re: Ahirete imanın delilleri.

Alıntı sahibi ""yunusum""

kardeşler burda ahirete imanın delilleri yazalım.kim ne biliyorsa onu yazsın.alıntı yapmayalım mühim olan ne anladığımız.selam..


Alıntı sahibi ""frtkrkc""

herksin öğrendiği yerden kaynak vermesi daha doğru oldu galiba

16

23.05.2006, 08:43

Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü, ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur.

Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan ımân ile Onu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle kendini Ona sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın?

Hem, hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil, ımân ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?

17

24.05.2006, 09:19

Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı istersin? her şeyde maslahat ve faydalara riâyet etmesidir. Görmüyor musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyrâtında, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor? Hem, her şeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.

Evet, güzel bir çiçeğin dakîk programını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a’mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazâtını küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.

Hem her şeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san’at bulunması, nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmâlarının aynalarını derc etmek, nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir.

şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı Rubûbiyette hâkim bir hikmet, o Rubûbiyetin kanadına ilticâ eden ve ımân ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?

18

26.05.2006, 09:35

Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada, denizde yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî Herşeyi kemâl-i intizam ve mîzan içinde muhâfaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet, insan gibi büyük bir fıtratta, hilâfet-i kübrâ gibi bir rütbede, emânet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin Rubûbiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhâfaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın, şâyeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, aslâ!

19

26.05.2006, 09:36

Acaba, hiç kâbil midir ki, insan, hilâfet ve emânetle mükerrem olsun, Rubûbiyetin külliyât-ı şuûnuna şâhid olarak, kesret dairelerinde, Vahdâniyet-i ılâhiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudâtın tesbihât ve ibâdetlerine müdâhale edip zâbitlik ve müşâhidlik derecesine çıksın da, sonra kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın, küçük büyük her amellerinden suâl edilmesin, mahşere gidip mahkeme-i kübrâyı görmesin? Hayır ve aslâ.

20

29.06.2006, 14:19

Aziz arkadaş! "ıman-ı billâh" ile "âhiret imanı" arasındaki telâzuma geldik. Hazır ol, dinle:

Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahır ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzat menzilleri âhirettir.

Ve keza, yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan, saltanatının şanını kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif ve hâkimiyetinin haşmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bu cihetlerin mühim bir kısmı âhirette olur.

Ve keza, lebâleb dolu hazinelere mâlik ve sehavet-i mutlakaya sahip olan bir sultan için umumî ve daimî bir dâr-ı ziyafet lâzımdır. Ve ayrı ayrı ihtiyaç sahiplerinin devam ve bekalarını ister. Bu da ancak âhirette olur.

Bu konuyu değerlendir