Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

araf19

Acemi

  • Konuyu başlatan "araf19"

Mesajlar: 10

Konum: elazığ

Meslek: öğrenci

Hobiler: kitap okumak.

  • Özel mesaj gönder

1

05.01.2006, 12:41

islamiyet'teki mesheplerin farklı oluşunun hikmeti nedir?

Çeşitli kesimler tarafından gündeme getirilen konulardan biri de “mezhep” meselesidir. Mezhep meselesi bir taraftan ıslam’da bir ayrılık unsuru gibi gösterilmeye çalışılırken, diğer taraftan bir takım demagojilerle saf zihinler bulandırılmak istenmektedir. Meselenin üzerine biraz eğildiğimiz zaman mezheplerin bir ihtiyaçtan doğduğu, hiç bir zaman ihtilaf unsuru olmadığı anlaşılacaktır.

ıtikat ve amel diye iki kısımdan meydana gelen ıslam dininde, mezhepler, ameli (pratikte yaşanan) kısımları konu edinir. Birden fazla mezhebin meydana gelmesi, nazari prensiplerin mezhep imamlarınca farklı anlaşılmasından ileri gelmiştir. (Mektubat, 449 )

Mesela Hz. Peygamber (asm.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (ra.) validemiz taşı Peygamber (asm.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber (asm.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı, ımam Azam Ebu Hanife hazretleri ile şafii mezhebi imamı, ımam şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. ımam-ı Azam hazretleri, “Peygamber (asm.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için Resulullah (asm.) efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; şafii hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (ra.) validemizin Peygamber (asm.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır.

Mezheplerin doğuşu

Peygamber (asm.) efendimize kadar itikadi noktalarda aynı olan şeriatlar teferruat kısımlarında değişerek gelmiş, hatta bir asırda ayrı ayrı kavimlere ayrı şeriatlar gönderilmiştir. Ancak Peygamber (asm.) efendimizle birlikte daha başka şeriatlara ihtiyaç kalmamış ve onun dini bütün asırlara kafi gelmiştir. Fakat teferruat meselelerde bir takım mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Hak mezheplerin imamları bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişler ve insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir. Peygamber (asm.) efendimiz bir mucize olarak bu imamların geleceklerini ve büyük bir vazife yapacaklarını daha bunlar gelmeden haber vermiş ve bu mümtaz şahsiyetler de yapmış oldukları hizmetlerle Resulullah (asm.) efendimizi fiilen tasdik etmişlerdir...

ıslam mezhepleri -bir iki cüz’i mesele hariç- hiç bir zaman iç harp ve karışıklıklara yol açmamış ve bu mezheplerin imamları da birbirine daima saygılı olmuşlar, birbirlerini ret ve inkar etmemişlerdir. Ayrıca bir mezhep tesis etmek niyetiyle ortaya iddialı bir şekilde çıkmamışlar, daha sonra bir araya toplanarak bir mezhep haline getirilen içtihatlarını zaman ve ihtiyaç anında ortaya koymuşlardır.

Mesela: ımam-ı Azam (H. 80-150) bir hadise ile ilgili olarak fetva verdikleri zaman, “Bu Numan bin Sabit’in (ımam-ı Azam) reyidir. Çıkarabildiğimiz reylerin en güzeli budur. Kim bundan daha güzelini ileri sürerse, doğruya daha yakın olan odur.” derdi.

ımam Malik (Maliki mezhebi kurucusu. H.93-179), “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim rey ve içtihadımı inceleyiniz. Kitap veya sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir. (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, 33)

Hanbeli mezhebi kurucusu ımam-ı Hanbeli (H. 164-241) ve ımam-ı şafii hazretleri (H. 150 - 204) de hiç bir zaman iddialı konuşmamışlar ve meslektaşlarını rencide edici sözler söylememişlerdir. Daha sonra bu büyük insanların rey ve içtihatları talebeleri ve alimler tarafından bir araya getirilerek Müslümanların gönül huzuru içerisinde ibadet yapmaları temin edilmiştir.

Hak birden fazla olur mu?

Bir zamanlar gazete sütunlarından Müslümanlara meydan okurcasına sorulan ve halen köşe bucak tekrarlanan bir soru vardır: “Hak bir olur; nasıl böyle dört mezhebin ayrı ayrı, bazan birbirine zıt hükümleri hak olabilir?”

Bu soruya Bediüzzaman Said Nursi hazretleri özetle şu cevabı verir: “Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır. Önemli miktarda su kaybeden bir hastaya su içmesi vaciptir, şarttır. Yeni ameliyattan çıkmış bir hastaya zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer bir hastaya kısmen zararlıdır; su içmek ona tıbben mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir, tıbben ona sünnettir. Diğer birisine de ne zarardır ne de menfaattır. Tıbben ona mübahtır afiyetle içsin... ışte burada hak taadüt etti, birden fazla oldu. Beşi de haktır. “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” denilebilir mi?

ışte bunun gibi ılahi hükümler mezheplere uyanlara göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her biri de hak olur, maslahat olur.

Birbirinden farklı gibi görünen mezheplerdeki teferruat meselelerinin hangisini ele alsak, imamların dayandıkları noktaların hak ve hakikat olduğunu görebiliriz. Bu hususta ımam şarani hazretleri “Mizan” isimli bir eser yazmış, mezhep imamları arasında bir mukayese yaparak hangi hükmü nasıl anladıklarını ortaya koymuştur.

Bir misal:

Mezhep imamları ıslami meselelerde değil, uygulanış tarzında kendilerine göre haklı sebeplerle ihtilaf etmişlerdir. Mesela abdest alırken başa meshetmekte bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Ancak meshin tarzında ve miktarında ihtilaf etmişlerdir.

Abdesti bizlere farz kılan Rabbimizin, “Başınıza meshediniz.” emri “bi ruusikum” ibaresiyle gelmiştir. Dillerin en zengini olan Arapça’da çeşitli kelimelerin başına gelen ‘b’ harfi, bazen “güzelleştirmek”, bazan “bazı” manasını vermek, bazan da “bitiştirmek” manasını vermek için gelir. Abdest ayetinin “ruusiküm” kelimesinin başına gelen ‘b’ harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.

Bunun içindir ki ımam-ı Malik hazretleri: “Başa meshederken, başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki ‘b’ harfi kelimeyi güzelleştirmek için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur” der.

ımam-ı Ebu Hanife hazretleri ise: “Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kafi gelir” der.

ımam-ı şafii hazretleri ise: “Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’ dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam olur” der. Hal böyle olunca mezhep imamlarının her birinin hak yolda oldukları, teferruattaki ayrılık gibi görünen hükümlerin bir ihtilaf konusu olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar ve kötü maksatlı olanların iddialarını havada bırakır...

(Ahmed şahin, Hayat ve Biz, 235)



Anahtar Kelimeler : mezhepler,mezhebler,hanifi,şafi,hanbeli,maliki

araf19

Acemi

  • Konuyu başlatan "araf19"

Mesajlar: 10

Konum: elazığ

Meslek: öğrenci

Hobiler: kitap okumak.

  • Özel mesaj gönder

2

05.01.2006, 12:42

ıslami konularda insanların birbirlerinden farklı düşünmeler

Nerede insan varsa orada ihtilaf bulunmaktadır. Zira bu insan yaratılışının bir gereğidir. Aynı kültür içerisinde, aynı maddi ve manevi ortamda yetişen ve hatta eğitici ve öğreticileri bir olan aynı ana ve babanın ikiz iki çocuğu bile bazı konularda ayrılık gösterebilirler. Durum böyle olunca, çok değişik çevrelerde yetişen insanların durumları hayli farklılık arz edecektir. Yaratılış faktörünün yanında diğer nedenler kısaca şunlardır:

ıhtilaf konusu olan meselelerin aslında açık olmayıp kapalı oluşu:
Eflatun’un Fil örneği bu konuyu çok iyi izah eder. Eflatun şöyle der:
”ınsanlar her yönüyle gerçeği idrak edemedikleri gibi ondan tamamen uzak da olamazlar. Her insan gerçeğin bir yönünü idrak eder. şu misal, bunun örneğidir: Bir kaç kör, filin yanına varırlar, her biri, onun bir organını tutar, eliyle kontrol eder ve onun ne olduğunu kendine göre hayal eder. Onun ayağını yakalayan, filin ağaç gövdesine benzeyen uzun ve yuvarlak bir yaratık olduğunu anlatır. Sırtına ulaşan, onun yüksek tepelere benzeyen bir yaratık olduğunu söyler. Kulağını tutan ise, onun, düz, ince, katlanan ve açılan bir yaratık olduğunu söyler. Görüldüğü gibi, bunlardan her biri, gerçeğin sadece bir kısmını idrak edebilmiş, diğer arkadaşlarını yalanlamış, onların Fil’i anlatma konusunda hata ettiklerini iddia etmiştir. Zaten ihtilaflar birçok kerede meselenin kapalı veya zor oluşundan değil, ihtilaf eden taraflardan her birinin, diğerinin görüşünü bilmeyişinden doğar. Bu sebeple Sokrat şöyle der: “Münakaşa konusu olan şey bilindiği taktirde her münakaşa biter”1

Bu maddeyi ıslam Mezhepleri açısından değerlendirecek olursak, Kur’ana bir bütün olarak bakamayan kişiler hatalı sonuçlara varmışlardır. Örneğin, Kur’anda kişinin hür iradesinden bahsedildiği kadar, her türlü iradenin ve gücün Allah’a ait oluşundan da söz edilmektedir. Bu durumda, kulun kendi fiillerini kendisinin yarattığını ve Allah’ın “kulların fiilleri konusunda” bir müdahalesinin söz konusu olmadığını söyleyen Mu’tezile’yi destekler anlamda ayetlerin bulunmasına mukabil, kulun hiçbir iradesinin olmadığını, onun Allah’ın iradesi karşısında rüzgarın önündeki kuru bir yaprak gibi olduğunu ifade eden Cebriyye’yi destekler anlamda ayetler de bulunmaktadır. Eğer aynı ayetlere parçacı bir yaklaşımla değil de bütüncül bir şekilde bakılabilirse gerçek daha iyi anlaşılacaktır. Tabir caiz ise, Fil’e parça parça değil de gören bir göz ile bakıp bütün olarak tanımlamak daha isabetli olduğu gibi, Kur’an ayetlerine de bütüncül bir şekilde bakmak daha doğrudur. Aksi taktirde herkesin ilk bakışta doğru söylediği düşünülebilir, ancak gerçekte ise ulaştığı kanaat hatalı ve eksiktir. Bu bakımdan konuyla ilgili ayetlerin tamamına bakıldığında durum daha iyi anlaşılacaktır. Buna göre, “ınsan irade eder, Allah yaratır. ınsan, kendi irade ettiği işlerde sorumluluktan kurtulamaz.” Böylece iki yönlü gibi görünen konu açıklığa kavuşmuş olur ve aralarında herhangi bir zıtlığın olmadığı görülür.2

Arzuların, heveslerin ve mizaçların değişik olması: Her şahsın arzu, heves ve mizaçları değişik olması nedeniyle ihtilaflar zuhur etmektedir. Bu konuda Spinoza şöyle der: “Bize eşyayı güzel gösteren, basiretimiz değil, arzu ve meyillerimizdir”3

Branşların değişik olması: Çok değişik meslek grupları bulunmaktadır. Bu grupların kendilerine göre ölçü ve prensipleri vardır. Dolayısıyla her meslek grubu kendi prensipleri istikametinde yorum yapacaktır. Sonunda aynı konuda farklı sonuçlara ulaşılacaktır. Mesela, Fıkıhçılar ile Kelamcıların Kur’ana bakışları arasında farklılıklar söz konusudur.

Taklit: ıhtilaf sebeplerinden biri de eskileri taklittir. Zira taklitçilik taassubu doğurur. Taassubun olduğu yerde de aşırı ihtilafların bulunması kadar normal bir şey yoktur. Zira taklit zihniyeti, objektif bakış açısını öldürür ve fikirleri donuklaştırır. Dolayısıyla herkes kendi taklit ettiği kimsenin sözünü doğru olduğu gibi kabul eder. Dolayısıyla da tarihteki ihtilaflar aynen devam eder.

Anlayış kabiliyeti ve algılama güçlerinin farklı oluşu: Ebu Zehra, “ıhvanussafa” adlı teşkilatın risalelerinde bu konuyla ilgili olarak şunların zikredildiğini kaydeder: “Bir çok insan vardır ki, düşünme kabiliyeti güzel, temyiz kabiliyeti çok hassas, tasavvuru süratli ve zekidir. Yine bazıları da vardır ki, geri zekalı, kalbi kör ve şaşkındır. ışte, alimlerin görüş ve mezheplerinde ihtilaf ediş sebeplerinden biri de budur. Zira, insanların anlayış kabiliyetleri farklı olunca görüş ve inançları da ona göre değişik olur”4

Liderlik sevdası ve başkalarına hükmetme arzusu: Böylesi bir arzu, insana kendi dediklerinin mutlak doğru ve karşıdaki fikirlerin kesin yanlış olduğu kanaatini aşılar. Dolayısıyla da düşüncesi yanlış da olsa onda ısrar eder. Böylece ihtilaflar kökleşir.

Kaynaklar:
1- Muhammed Ebû Zehra, ıslam’da Siyasi ıtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, trc. Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, ıstanbul ts., s. 10.
2- Geniş bilgi için bkz. Sayın Dalkıran, ıbn-i Kemal ve Düşünce Tarihimiz, ıstanbul 1997, s. 71-73, 155-176; a. mlf. Osmanlı Devletinde Ehl-i Sünnet’in şii Akidesini Tenkidleri, ıstanbul 2000, s. 83-132, 237-252.
3- Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, s.10.
4- Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, 12.

araf19

Acemi

  • Konuyu başlatan "araf19"

Mesajlar: 10

Konum: elazığ

Meslek: öğrenci

Hobiler: kitap okumak.

  • Özel mesaj gönder

3

05.01.2006, 12:43

Amelî mezhepler nelerdir?

Mezhep,sözlükte, gidilen yol manasına gelir. Ehl-i Sünnet dairesi içerisinde binlerce müçtehit varsa da; bunlar içerisinde kendilerine tabi olunan ve meşhur olan mezhep sahipleri şu on iki imamdır:

On ıki ımam;

1) ımam-ı Azam Ebu Hanife

2) ımam-ı Mâlik

3) ımanı-ı şafiî

4) ımam-ı Ahmed b. Hanbel

5) ımam-ı Evza'î

6) ımam-ı Sufyan b. 'Ûyeyne

7) ımam Sufyan es-Sevrî

8) ımam Davud

9) ımam Muhammed ıbn-ül Cerir et-Taberi

10) ıbn-iHazm

11) ımam-ı Ebu bekir b. Münzir

12) ımam-ı ıshak ıbn-i Rahveyh

Bunlar "Kime hikmet verilmişse, ona hayr-ı kesir verilmiş olur," âyet-i celilesine ve "(Allah) Kime hayır murat ederse O'nu dinde fakih kılar," hadis-i şerifine hakkıyla masadak olmuşlardır.

Bunların ilimdeki ve içtihattaki yüksek makamlarına onlardan sonra gelen alimler yetişememişlerdir. Hak mezheplerinsayısı önceleri on ikiye kadar çıkmış ise de daha sonra diğer sekizinin taraftarları kalmadığından mezhepler dörde inmiştir.

Muhammed Seyyid, "Medhal" adlı eserinde mezheplerin tarihî seyrine geniş yer vermiştir. Bu bölümden bir kısmını günümüz Türkçesi ile aşağıda takdim ediyoruz:

Mezhepler oluşmadan bir kimse bir mesele için her hangi bir fıkıh alimine, bir başka mesele için de başka bir alime müracaat ederdi.

Tabiin devrinin sonuna doğru yavaş yavaş içtihat müessesesi kurumlaşmaya ve fıkıh hususi bir dal olarak öğrenilmeye başlandı.

Müçtehit devri başlayınca, içtihat ile ilgili meslekler tamamen yerleşti ve içtihat bağımsız bir ilim olarak diğer ilimlerden ayrıldı. Iraklıların imamı Ebu Hanife, Hicazlıların imamı ımâm-ı Mâlik, Mısır'ın imamı ımâm-ı şafiî gibi büyük müçtehitler bütün ceht ve gayretlerini sarf ederek âyet ve hadisleri, sahabelerin ve tabiînin eserlerini tamamen incelediler ve kendilerinden önce cevapları verilmiş veya verilmemiş, fıkhi meseleleri tertip ederek hükümlerini tespit ettiler. Bu suretle fıkıh ve usul-ü fıkıh ayrı birer ilim dalı olarak teşekkül etti.

ışte bu suretle teessüs eden fıkıh müesseselerinin her birine MEZHEP ve bunların kurucularına da ıMAM ismi verildi.

Fıkıh ilmi, dolayısıyla mezhepler, dört imam ile başlamış değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, içtihat kapısının açılması ve dolayısıyla mezheplerin teşekkülü tâ asr-ı saadete dayanır. Bu hususta Kevserî'nin beyanlarından bir kısmını aşağıda takdim ediyoruz:

Peygamber (asm.) ashabına fıkıh öğretiyor ve dini kaynaklardan hüküm çıkarma yeteneği hususunda, onları hazırlıyordu. Hatta altı kadar sahabe, Peygamber devrinde fetva veriyorlardı. O'nun (a.s.m) ahirete intikalinden sonra da ashap, bu kişilerden fıkıh öğrenmeye devam ettiler. Onların sahabe ve tabiin arasında, fetvada meşhur arkadaşları vardı. Medine ahalisinden olan tabiinden bir çoğu, fıkıh ve hadis sahasında sahabeden nakledilen, dağınık fetvaları toplamaya başladılar. Medine ehlinden fukaha-i Seb'anın (yedi fıkıh alimi) fıkıh ilminde, yüce makamları vardır.

Hazret-i Faruk, Küfe şehrini inşa etti ve ıbn-i Mes'ûd'u ordaki insanlara fıkıh ilmini öğretmek üzere oraya gönderdi.

Acluni, Irak'ın diğer beldeleri bir yana, sadece Kûfe'de 1500 sahabinin fıkıh tahsil ettiğini ifade eder....

Bütün hak mezhepler, dinin temel meselelerinde ittifak etmekle beraber füruata ait bazı hükümlerde farklı içtihatlarda bulunmuşlardır. Müslümanlar ibadet ve muamelâta ait hükümlerde bu mezheplerden birine tâbi olmuşlardır. Hatta keşif ve keramet sahibi olan bütün veliler, kutuplar ve ilim, irfan sahibi asfiyanın her birisi, bu hak mezheplerden birine bağlanmıştır. Meselâ; ımâm-ı Muhammed, ımâm-ı Ebu Yusuf, Serahsî, Kadıhan, Kııdûri, ıbn-i Abidin, Hanefî mezhebine tabi olmuşlardır. ımâm-ı Gazalî, Rafıi, Nevevî, Fahreddin-i Razi, Taftezani, ımâm-ı Suyutî şafiî mezhebine; ıbnü'l-Hacib, Zerkani, Muhyiddin-i Arabî, Ebu'l-Haseni şazelî Mâliki mezhebine; Abdulkadir-i Geylani, ıbni Kudame, Cevzi ise Hanbelî mezhebine tabîdirler. Aklî ve naklî ilimleri cem edip sayısız eserler veren ve asırlarını layıkıyla tenvir eden nice alimler, nice fakihler, nice büyük zâtlar içtihada heves etmeyerek dört büyük müçtehide tâbi olmayı tercih etmişler ve bunu kendileri için şeref bilmişlerdir. Selamet ve saadetlerini bunlara tabi olmakta, o azim imamların yolundan gitmekte görmüşlerdir. ıslâmiyetin en şanlı devirlerinde yetişen büyük alimler, telif ettikleri eserlerle ve yetiştirdikleri talebeler ile bu dört müçtehidin hayru'l-halefi olmuşlardır.

Böyle muhtelif zamanlarda ve mekanlarda yaşamış, meşrep ve meslekleri ayrı olan binlerce ulema ve mütefekkir ittifakla bu dört imamın mezheplerine intisap etmişler, onların içtihat ettiği meseleleri yaşayıp yaşatmışlardır.

Kelam, tefsir, hadis gibi ilim dallarında mütehassıs nice ilim erbabının müçtehitlere tâbi olmaları, körü körüne bir taklit değildir. Onların bu taklitleri araştırmaya dayanır. Bu taklidin temelinde branşlaşmaya saygı şuuru yatar.

Evet, bu kadar keskin akıl sahibi, ilim ve irfanda kabiliyet kazanmış zâtlar, acaba ihtimal var mıdır ki hakikati olmayan herhangi bir yanlışa bir ömür boyu bağlanıp kalsınlar, körü körüne bu büyük müçtehitlerin arkasından gitsinler? Buna ihtimal verip kabul eden bir akıl düşünülemez.

Bu alimlerin, bu dört mezhep etrafında toplanmaları, o mezheplerin etrafında çekilmiş çelikten bir sur ve Zülkarneyn'in seddi gibi yıkılmaz bir settir. Hiçbir şeytanın nüfuz edemeyeceği, delemeyeceği bir surdur.

Bu zâtlar, büyük müçtehitlerin içtihat ettikleri hükümlerin her birini hakikat kabul etmişler ki, onlara karşı tavır almamışlardır. Meselâ; âlem-i ıslâm'ın her tarafında takdir ve hürmete mazhar olan ımâm-ı Gazali, Hüccetü'l- ıslâm unvanını kazanmış olmasına rağmen içtihat hususunda ımâm-ı şafii Hazretlerine tâbi olmuş ve buyurmuşlardır ki; "Ben içtihat sahasında araştırma ve incelemelerde bulundum, bu sonuçlar beni şafiî mezhebine götürdü.".

Her şeyde muvaffakiyet, ılâhî yardıma bağlıdır. Allah'ın ihsanı bir kimseye yâr ve yaver olmazsa o kimse kendi tedbir ve gayretiyle isteklerinde başarılı olamaz. Elbette, sebeplere müracaat lâzımdır. Fakat esas olan Cenâb-ı Hakk'ın tevfik ve ihsanıdır. Mezheplerin on ikiden dörde inmesi de bu sırra bağlıdır.





Anahtar Kelimeler : içtihad,islamda yenilik,yenilik,hadis ve ayetten hüküm çıkarma,tecdit,şer'i hükümler,müçtehit,ameli mezhepler

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir