Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

41

25.10.2006, 13:56

Ufak bir düzeltme yapmak istiyorum kardeşim. Vakıa suresi 57 de ' sizi biz yarattık' diyor, 'Sizi yaratan biziz' demiyor. Birinde fiil birinde isim söz konusu.

Selametle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

42

25.10.2006, 19:18

Vakıa Suresi 57. ayet de Cenab-ı Hakk buyuruyor ki:

"Nahnu halaknakum"

Prof.Dr.Suat Yıldırım bu ibareyi

"Sizi yaratan Biz'iz" diye çeviriyor,

hakeza

Muhammed Esed de çevirirken

"SıZı YARATAN Biziz" (WE who have created you)

demiş

Türkçede genelde fiil vurgulanır.

Mesela "geliyorum" dediğiniz zaman gelenin "ben" olduğu her hangi bir özneye gerek duymadan anlayabilirsiniz türkçede.

Bahsi geçen ayete bakılacak olursa:

Nahnu:Biz

H-l-k :yaratmak manasında kullanılan fiil'in kökü.

na:biz ifadesinin eki

türkçeye kelime kelime çevirecek olursak

"biz yarattık sizi" olur.

Bunu "Sizi biz yarattık" olarak da çevirebilirsiniz"Sizi yaratan biziz"olarakda.

43

26.10.2006, 20:14

Çok özür dilerim kardeşim, ukalalık yapıp güzel yazına perde oldum. Ben sadece Türkçe manalandırmada yanlış anlaşılabilecek bir hususu göstermek istedim. Benim Arapça bilgim yok. Bu konuda seninle haddimi aşıp tartışabilecek değilim. Ancak doğru bildiğimi yinelemek istiyorum:

Meseleye Türkçe manalandırma olarak bakarsak:
"Yarattık" ifadesi bir eylemdir yani fiildir. Fiil varsa o fiili icra eden bir fail vardır. Mesela; "Yaratan" yada Hlk dilinde "Yaradan" ifadesi bir eylemin yada fiilin failini gösterir. "Yaratıcı" ile aynı anlamdadır.
Yani biz ihya ve terkip ile yaratıyoruz, ama Yaratan,Yaratıcı(Halık) Allah'tır, deniyor.
(Burdaki fiilin faili "yaratanlar" olması gerekiyor gibi duruyor. Burda ise seninde yukarda bahsettiğin sırlar devreye giriyor.)
Yani "yarattık" ile "yaratan biziz" aynı -murad edilen manaya ulaşmayı sağlamıyor.

Mesela; suyu gökten indiren Allah'tır. Burda bir kudret ile iş görme söz konusudur.
Ayetin devamı diyorki; o su ile biz araziyi canlandırıyoruz. Burda ise hikmet nazara veriliyor. Perdelere dikkat çekiliyor. Yani, suyu indiren, icat ile halk eden Allah'tır. Bazı perdeler ve terkipler ile o suyun araziyi canlandırması sizin aklınızı çelip sebebi Müsebbibü'l-Esbab yapmasın.

Bazı mealciler bu meseleyi gözden kaçırmış olabilir. :)


Selametle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

44

28.03.2007, 13:00

Bu yazdıklarımı hem düzeltme hem ilave olsun. Hem sizin eleştirinize sunuyorum. Da kimse eleştirmiyor. Öğrenmem gecikiyor. :cry:

Neyse!

Allah kainatta dört unsurla yaratır. ıbda(yoktan yaratma) ıhya, inşa ve tertiptir.

Eğer bir ayette biz yapanız, biz genişleteniz, biz canlandıranız gibi bir ifade varsa bina etme ve terkip etme vardır.

Mesela kainatın yoktan yaratlıması ibdaya örnektir. Ancak onun şekil alması bir düzene oturması inşa ile olur. Onun bir hikmete göre nizam alması ve ölçüler getirilmesi terkiptir

Mesela bir arsa var. Allah oraya bir anda bir bina yaratabilir. Kudretine ters gelmez. Ancak ,Hikmeti Kudretine perde yapar. Hikmet ise sebeplerle gizlenir. oraya bir usta tayin eder, malzemeleri yaratır. O ustalar önce binanın kabasını inşa eder. Sonra ona bir nizam ,bir düzgünlük bir sanat verir terkip eder.

ışte kainatın genişlendirilmesi meselesinde Allah hikmetlerle cereyan eden inşa ve terkipi nazara veriyor. Ordaki hikmet ve hikmete bağlı sebepler göz önüne konuyor. Taki imtihan sırrı bozulmasın ve akla zorlama gelmesin. Herkez mesleğine ,kabiliyetine göre hisse alsın.
Mesela, fizikçi o ayeti başka anlar, astronom başka anlar, kimyacı başka anlar dindar başka anlar. Hepsi doğrudur. Ancak mertebeler vardır.
Mesela fizikçi der. Patlama sonucu maddeler birbirinden kaçar. Bu kanuna göre kainatın genişlemesi gerekir. Dindar bütün perdeleri ve bilimsel sebepleri red etmez ve kabul eder ancak der "Genişlendiren Allah'tır. Genişlemeye sebep olan her şey Allah'ın hikmetidir.Burda bahsi geçen meleklerdir. Taki Kudret ve ızzeti ve Azameti gizlensin." Herkez kabiliyetine göre hisse alsın. Kafirse onu sebeplere verir sebepleri ilah yapar. Dindar bütün o sebepleri yırtar Kudrete ulaşır ve görür

ışte Hikmet ister ki sebepler Kudret ve ızzete perde olsun. Kudret ise o perdeyi yırtan abidler ister taki Kudret ve ızzet gözüksün.
ışte imtihan budur
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

45

28.03.2007, 13:01

Mesela kainatın yoktan yaratlıması ibdaya örnektir.

Eğer ki Kur'an ayetinde "Ben" yada "O" denmişse orda geçen husus ya ihya yada ibda içindir.

Mesela, "O yağmuru yağdırır, biz o yağmurla araziyi canlandırırız"

Ayette "biz" ile terkip ve inşa içinde ihya ,"O" ile terkip ve inşa gösterilmeyerek ibda nazara verilmiş.

Yağmur, ne yapar bitkiler tarafından emilirHayatın devamı için veya meyvenin terkibi için lazım olan mineral vesaire o su ile yada topraktan alınarak meyve inşa edilir.

Oysa o yağmuru hiç yoktan yaratan Allah'tır.(aşağıda burasını açmak istiyorum) Zira, yağmur Rahmettir.Hayat sahiplerinin hayatlarının devamı Rahmet denilen yağmura bağlıdır . Rahmet ise perdelenmek değil gözükmek ister. Aracı veya sebebe tahammül etmez. Hali ile Kur'an direk Rahmeti nazara vermek için yağmurun oluşmasında ki inşa ve tertibi atarak Nazara Rahmeti veriyor. O rahmetin kaynağına işaret ediyor. "Biz" olmaz "O" olur.

Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

46

28.03.2007, 13:10

Oysa o yağmuru hiç yoktan yaratan Allah'tır.

Benim esas anlamak istediğim veya anlayıp anlamadığımı görmek istediğim mesele şu;

Yağmur'un oluşması için gerekli rüzgar, toz, buhar, bulutların çarpışması bir illet midir yoksa iktiran mıdır? Mukarenet mi var?

Mesela, ayette deniyor "Hadi olan Allah'tır", Başka bir ayette "siz dilediğinizi hidayete erdiremessiniz. Ancak o dilediğine hidayet verir".
Buradaki Adalet kısmına temas etmiyorum. Zira konumuzla alakalı değil.
Zahirde baktığımızda Hidayet için vesileler vardır. Hidayet ise -Adalete uygun olarak- Rahmetten gelir ve Allah ayette vesileler nazaradan çekerek Rahmeti göstermek murada ediyor.

Aslında mezhebi olmayan insanlar bu kısmını anlamamış. Vesileyi ve Mehdi gibi zatları ayete göre inkar edip dalalete düşüyor.

Benim sorum şudur. Risale-i Nur hidayete vesilesidir. O zaman Rahmetten geliyor. Said nursi Hazretleri ise onunla mukarenet etmiştir. Öyle mi?
Bu kısmı nasıl anlamalıyız?

Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

47

29.03.2007, 09:53

Hadi ya! Bu meseleyi iyi anlaarsam avlayacağım başka meseleler bekletiyorum.
Aklımdan kaçtı kaçacak.

Biraz acil! :cry:
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

48

29.03.2007, 19:33

Çok muhterem ceka kardeşim,şimdilik Risale-i Nurlardan iki yer ekliyorum.ınşallah devam ederiz.

Esbab bir perdedir. Çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünkü tevhid ve celâl öyle ister. Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı rububiyetinin icraatçıları değildirler, belki dellâlları ve nâzırlarıdırlar. Çünkü, memurlar ve vesaitler, izzet-i kudretini ve haşmet-i rububiyetini izhar içindirler. Yoksa, sultan-ı insanî gibi acz ve ihtiyacı için, memurlarını saltanatına şerik etmiş değildir. Esbab, haksız şekvâlar Âdil-i Mutlaka tevcih edilmemek için vaz edilmiştir.

Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret olsun aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı dâmenkeş, ellerini çeksin tesir-i hakikîden.(Mesnevî-i Nuriye )

Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder.

Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.

Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. ışte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.

Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. ıllet rahmet-i ılâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.

Meselâ, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: "Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir."

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. ıki nimetin illeti de rahmet-i ılâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: "Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?" Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.(On Yedinci Lem'a )

49

29.03.2007, 21:35

Hem hayat o kadar nezîh ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbâbın perdesini vaz' etmeyerek, doğrudan doğruya mübâşeret ediyor. Fakat, sâir şeylerdeki umûr-u hasîseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe' olmak için, esbâb-ı zâhiriyeyi perde etmiştir. (29. Söz)

Muhterem Ceka kardeşim,
Abdülbaki hocamın Mesnevi-i Nuriye'den yaptığı alıntıya ilâve olarak (tamamlayıca mahiyette) bendenizin de 29. sözde geçen yukarıdaki bölüm aklıma geldi. Buradan anladığım kadarıyla Cenab-ı Hakk isterse mahlûkatı sebepsiz, daha doğru bir ifade ile perdesiz de yaratır hiç şüphesiz. Ancak bizlerin nazarında hadiselerin hakiki mahiyeti (gayesi, hikmeti, faideleri, güzellikleri v.s.) gizli kaldığı, bizler tarafından görülüp anlaşılamadığı için, haksız ve insafsız tenkitler Zat-ı Cemîl-i Zülcelâl'e gitmemek için Cenab-ı Hakk, bazı icraat-ı ilâhisinin neticelerini sebeplere bağlamış ve perdelemiş. Ta ki, haksız şekvalar ızzet-i Celâli'ne dokunmasın. Ancak hayat meselesini sebeplere bağlamamış. Zira yukarıda anlatıldığı gibi hayatın her vechi güzeldir. Oradan Cenab-ı Hakk'a gidecek şekva yoktur.
Madem ki Zat-ı Zülcelâl hikmetle iş görür, madem ki bu dünya dâr-ı imtihan ve dâr-ı hikmettir; öyleyse Cenab-ı Hakk'ın ihsanı da, rahmet tecellîleri de, mükâfât ve mücâzâtı da sebepler tahtında, perdeler arkasında cereyan etmektedir. Risale-i Nur gibi bir rahmet hazinesinin de Kur'an'dan mülhem olarak Bediüzzaman'ın eli ile gelmesi de sebepler tahtında cereyan etmektedir. Hem Cenab-ı Hakk'ın bizlere bahşettiği istifade etme ihsanı, hem Bediüzzaman Hazretleri'ne verilen ifade etme kabiliyeti iktiran ederek Zat-ı Zülcelâl'in ihsan, merhamet ve rahmeti tecelli etmiştir şeklinde anlıyorum.
Benim gibi bir âcizin kasır fehmimle anlayabildiği de bu kadarcık işte.
ıstifadeye medar olabilirse ne mutlu!
Selâm ve Muhabbetlerimle...

50

30.03.2007, 17:57

Allah razı olsun Canım Abilerim.

Ben bir yerden yola çıktım hiç ummadığım tevafuklar beni iktiran ve illet meselesine getirdi. Ayırt edemedim.

Verdiğiniz nüktelerin izahı lazım. Gafil kafam anlamıyor. :oops:

Mevlid Kandiliniz mübarek olsun
Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

51

31.03.2007, 11:11

Alıntı sahibi ""Ceka""



Benim sorum şudur. Risale-i Nur hidayete vesilesidir. O zaman Rahmetten geliyor. Said nursi Hazretleri ise onunla mukarenet etmiştir. Öyle mi?
Bu kısmı nasıl anlamalıyız?

Muhabbetle


Muhterem ceka kardeşim,Risale-i Nurların mahiyeti ile ilgili bu sıralar şu iki bölümdeki hakikatler çokça dikkatimi çekti.Belki aklımıza kapılar açabilir ümidi ile sizlerle paylaşmak istedim.
Hem ısm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i ılâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ısm-i Âzam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe bir nebînin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat olamaz.( Yirmi Dördüncü Söz)
Demek ki Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ısm-i Âzama mazhardır.”Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i ılâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.”Bu ifadelere göre hatem’ül enbiya olan Peygamberimiz(asm) külli ilahi feyizlere mazhar olmuştur.” Veraset-i Ahmediye ile ısm-i Âzam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe bir nebînin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat olamaz.”Burada bahsedilen “Veraset-i Ahmediye ile ısm-i Âzam zılli” nedir? Sanırım bu zıll her asırda “Veraset-i Ahmediye ile ısm-i Âzam zılli” sırınca tezahur eden tecditler olmalıdır.ışte son asırda bu zılle en külli bir şekilde mazhar olan ile Risale-i Nurların şahs-ı menevisi olmalıdır.Buna işaret olarak ise aşağıdaki Tiryak’taki bölüm önemlididir.
"Umum esma-i hüsna, âzâmi mertebesiyle Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinde tecelli ettiğinden; bu binler, milyonlar şakirtlerinizin herbiri yüksek bir tecelli ile ayrı birer isim ve o haslet-i memduhalara mazhar ve ayna oldukları bir bahr-i umman veya bir şems-i hakikat olarak bu asrın efkârında, meydanında ve afakında tulû eden bu binler levnleri havi ve binler renklerde aks eden ve binler tarzlarda ve şekillerde çağlayan külli şahs-ı mânevîden birer Said ve o âlemde Saidler çekirdek olup, ondan fışkıran nur ağacının birer dalı, birer meyvesi oldukları gibi; bazı has ve halis talebeleriniz dahi o külli hakikata ve o tecemmu etmiş Saidlere-baştan başa-tam bir aynalık da ediyorlar.(Tiryak)"

şimdi sizin şu sorunuza bu değerlendirmelerle bakabiliriz.
Sorunuz şöyle idi:” Benim sorum şudur. Risale-i Nur hidayete vesilesidir. O zaman Rahmetten geliyor. Said nursi Hazretleri ise onunla mukarenet etmiştir. Öyle mi?
Bu kısmı nasıl anlamalıyız?”
Evet Risale-i Nurlar hidayete vesiledir ve Kur’anın manevi bir dersi ve bizler için ise büyük bir rahmet ve nimettir.Said Nursi ise bu nimete mazhar olmuştur.Çünkü bu insanlar” tecelliyât-ı ılâhiye mazhar ve mâkestir; masdar ve menbâ değildir .”Risale-i Nurların sadece Rahmetten değil,” Umum esma-i hüsna, âzâmi mertebesiyle Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinde tecelli ettiğinden;” sırrınca diğer eserlere nasip olmayan tecelli Risale-i Nurlara nasip olmuştur.Çünkü hatemül enbiya olan Efendimize(asm) “Hergün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ısm-i Âzamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve cami meyvesi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm,(Emirdağ Lahikası)” sırrınca ve “Çünkü, küllî hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem ısm-i Âzamın tecellî-i âzamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.(Emirdağ Lahikası)” hakikatlerine en zirve ile mazhar olduğu bir hakikattir.
Aynen öylede Risale-i Nurlarda “Veraset-i Ahmediye ile ısm-i Âzam zılline mazhar” sırrı ,yani “Veraset-i Ahmediye” gereğince hatemül evliya sırrınca ekmeliyetin tecdit noktasında zirvesine mazhar olması kuvvetle muhtemeldir.
Kardeşim şimdilik bu kadar,bu hakikatlere Mevlid kandili gecesi ulaştım.Rabbim isabet etmemizi nasip etsin ve kusurlarımız varsa affetsin.

52

31.03.2007, 16:38

Alıntı sahibi ""Ceka""

Oysa o yağmuru hiç yoktan yaratan Allah'tır.

Benim esas anlamak istediğim veya anlayıp anlamadığımı görmek istediğim mesele şu;

Yağmur'un oluşması için gerekli rüzgar, toz, buhar, bulutların çarpışması bir illet midir yoksa iktiran mıdır? Mukarenet mi var?

Mesela, ayette deniyor "Hadi olan Allah'tır", Başka bir ayette "siz dilediğinizi hidayete erdiremessiniz. Ancak o dilediğine hidayet verir".
Buradaki Adalet kısmına temas etmiyorum. Zira konumuzla alakalı değil.
Zahirde baktığımızda Hidayet için vesileler vardır. Hidayet ise -Adalete uygun olarak- Rahmetten gelir ve Allah ayette vesileler nazaradan çekerek Rahmeti göstermek murada ediyor.


Muhterem kardeşim,yağmur ile ilgili On Altıncı Lemadan şu bölüm bazı müşküllerimizi çözebilir.Çünkü "Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet vücut, hayat, nur, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i ılâhiye ve meşiet-i hassa-i ılâhiyeye bakar. "sırrı çok hikmetlidir.ışte bu dört şey perdesiz direk Allahın kudretine ve irade-i rabbaniyesine bağlıdır.Sizin bahsettiğiniz "rüzgar, toz, buhar, bulutların çarpışması " ise illet değil sadece "Demek yağmurun mukaddemâtı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaipten çıkıp daha şehadete girmeyen umura vusule bir vesile olur. " hakikatı gereğince o sebepleri şehadet alemine yağmurun mukaddematı olan işaretler olarak bakmak gerekir.şimdi o bahsi ekleyelim ve tefekkürlere devam edelim inşallah."Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar kardeşlerim Hoca Sabri ve Hafız Ali,

Mugayyebât-ı Hamseye dair Sûre-i Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualiniz gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf, şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsait değildir. Yalnız, sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz.

şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkit suretinde, Mugayyebât-ı Hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah'tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki cenînin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek Mugayyebât-ı Hamseye ıttıla kabildir."

Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hassa-i ılâhiye ile bağlı ve hazine-i rahmettenhususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki:

Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet vücut, hayat, nur, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i ılâhiye ve meşiet-i hassa-i ılâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufâtına perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.

Madem vücutta en mühim hakikat rahmet ve hayattır. Yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık dahi meşiet-i hassa-i ılâhiyeyi setretmeyecek. Tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip, şükür ve rica kapısı kapanırdı.

Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı ılâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar. ışte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü Mugayyebât-ı Hamseye ithal ediyor.

Rasathanelerdeki âletle bir yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini tayin etmek gaibi bilmek değil, belki gaipten çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddemâtına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl en hafî umur-u gaybiye vukua geldikte, veyahut vukua yakın olduktan sonra, hiss-i kablelvukuun bir nev'iyle bilinir. O gaybı bilmek değil, belki o, mevcudu veya mukarrebü'l-vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle, yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaipten çıkıp daha şehadete girmeyen umura vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâmü'l-Guyûba mahsustur.(On Altıncı Lem'a )

Bundan sonra illet,mukarenet ve iktiran meselelerinede bakabilirz inşallah.
Selam ve hürmetlerimle.

53

31.03.2007, 17:10

Abi okuyorum. Sanki bazı noktalar belirdi ,ama uzanmaya cesaret edemiyorum.
Sabrın inşaallah geniştir.
Beni hoş gör . şu an soru sormaya bile cesaret edemiyorum. Belki cehlim çıkar , diye...
Sanırım insan bazen tahakküm ediyor, kendi aklına gelen doğru çıksın istiyor. Alışmam lazım.
Allah razı olsun Abi. Duacınım...
Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

54

03.04.2007, 17:06

Kısa ve net;

ıktiranı anlamak istiyorum. :oops:
Mesela,Adalet ve iktiran, Rahmet ve iktiran.
Bilim ve iktiran
Halk etme ve iktiran nereye kadar uzarsa!
Muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

55

07.04.2007, 12:33

1. Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir.(Zahiri sebeplere bakan ve düşkün olan insanları aldatan,iki şeyin veya nimetin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki,buna iktiran tabir edilir.)
2. iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir.(ıki şeyin beraber gelmesi olan iktiran illet olan hakiki sebep ile karıştırılmaktadır.)
3. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir.(Hem bir şeyin yokluğu,bir nimetin madum yani ölü olmasına illet-hakiki sebep olduğundan vehmedilir ki,o şeyin vücut bulması dahi o nimetin vücuduna hakiki illet yani sebeptir.)
4. şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer.(Bu nedenle şükrünü ve minnettarlığını o şeye verir ve hataya düşer.Demek ki bir şeyin vücuda gelmesi için bütün şartlar hazır olması gerekir.Ancak bu şeyin yokluğu için bir şartın eksik olması o şeyin vücuduna hakiki illet yani sebep olur.Bu nedenle yokluk olan vücudun oluşamamasının hakiki sebebi şer olduğu için insana aittir.ınsan bu cihetle mesuldür ve yokluğa sebep olduğu için hakiki illet olmuştur.Çünkü o şeyin vücudu için tüm şartların içtima etmesinden sonra hikmet-i ilahi,irade ve kudret-i rabbani tecelli edecektir.ınşan ise bu şartlardan bir tanesini dahi eksik bırakırsa irade ve kudret-i rabbani tecelli etmez ve insan bu ademi neticenin hakiki illeti ve sebebi olmuş olur.)
5. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder.
6. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.
7. Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor.
8. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir.
9. Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır.(iktiran iki şeyin birlikte gelmesidir. Diyelim ki ben Risale-i Nurları tanırken bana gelen nimet ile bana vesile olan kişiye gelen tanıtma ve ifade nimeti birlikte tayin edilmiş ve iktiran olmuş. Allah tarafından bana tanıma nimeti diğer kişiye ise tanıtma ve ifade nimeti birlikte verilmiş.ışte burada bu iki nimeti de gönderen Yüce Allah olduğu için birbirimize minnet yerine bizlere birlikte yapılan ihsana şükretmek ve birbirimizi bu nimetlere mazhar olduğumuz için tebrik etmek gerekir.Minnettarlık olmaması gerekir,ancak birbirimize duaya vesile olabilir.ıllet ise hakiki sebeptir.hayırlarda hakiki illet yani sebep müessi-i hakiki olan Allahtır.şerlerde ise hakiki illet tahrip ve ademe sebep olup hayırı önlediği için bizim nefsimizdir.Çünkü hayırn terki şerdir ve vücut için gerekli olan şartları terk ettiği için hayır için gerekli olan şartlar eksik kalır ve ırdae ve kudret-i rabbaniye o şeyin vücudunu hikmeti gereğince yaratmaz.Böylece şeytanın da telkiniyle hayırı terk ettiren nefsimiz şerlerde hakiki illet sahibi olur ve mesul olur.)
10. ışte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.
11. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış.(Bir nimet bize gelirken bir insanın bize karşı ihsan iyiylik niyeti o nimete mukarin yani yakın olur.fakat illet olmuyor.Çünkü o kişinin ihsan ve iyiylik yapma niyeti o ihsanın vücudu için sadece bir şattır.Vücudun ortaya çıkacağı hakiki sebep olan illet değildir.)
12. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu.(Evet o adan bu ihsan ve iyilik niyetini yapmasaydı o nimet bizlere gelmezdi,çünkü o nimet için gerekli şartlar esik kalırdı ve o nimetin ademine yani yokluğuna hakiki sebep olurdu.)
13. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.(Demek ki o ihsan meyli,o nimetin yüzer şartından sadece birisidir.Yoksa o nimete o ihsan niyeti hakiki sebep değildir.)14. Meselâ, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. (Burada ise Üstada Allah tarafındav ifade nimeti ile ağabeylere istifade nimeti beraber verilmiş ve bu nimetler yani ifade ve istifade nimeti birbirine yakın kılınmış ve iktiran edilmiş.Yani bu iki nimetin yüzer şartları tamam olmuş ve Allah bu ifade nimeti ile istifade nimetini beraber yakın kılmış ve bundan sonra ise irade ve kudret-i rabbani tecelli ederek bu nimetler yaratılmıştır.)15. Onlar derler ki: "Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir."(Buradan da anlaşılıyor ki ifade ve istifade nimetleri birbirine illet değildir.Ceneb-ı Hak şartlar tahakkuk ettikten sonra ve hikmeti de gerekli gördükten sonra bu nimetleri yaratabilir.Bunun için sebepler tesir edici değildir.Önemli olan nimetlerin yüzer şartlarının tahakkuk etmesi ve ondan sonra irade ve kudret-i Rabbeniyenin hikmetini beklemektir ki zaten ekseriyetle yüzer şartların içtimasından sonra yapılan bu fiili ve kavli dualardan sonra o nimetler de Allahın kudreti ile yaratılıyor.)16. Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. ıki nimetin illeti de rahmet-i ılâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: "Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?" Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.
17. Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.(On Yedinci Lem'a )

56

07.04.2007, 12:38

Bu kısımda ise Risale-i Nurlarda geçen iktiran meselesi ile ilgili yerleri anlamaya çalışalım.

Eğer sevgili Üstadımız “iktiran" tâbir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnettarlıklarımızı kalblerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.( Emirdağ Lâhikası (1))
Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zatlar musırrâne dua etmesi ve bilhassa o şey vaad-i ılâhîye iktiran etmiş ise...( Altıncı şua)
(Yukarıda duaların vaad-i ilhiye iktiran etmesi ilginç.Demek ki bizim dualarımız nimetlere -Risale-i Nurda büyük bir nimettir- vaad-i ilahi cihetinde iktiran ediyor ve Allah bu nimetleri kudreti ve iradesi ile yaratıyor. )

ı'lem ey zikreden ve namaz kılan kardeş! Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve Muhammedün resulullah ve Elhamdü lillâh gibi mübarek kelimelerle ilân ettiğin ve hüküm ve iddia ettiğin bir dâvâ ve işhad ettiğin bir itikad, lisanından çıkar çıkmaz, milyonlarca mü'minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiran eder.( Mesnevî-i Nuriye)

ı'lem eyyühe'l-aziz! "Bazı dualar icabete iktiran etmez" diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir. ıbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Meselâ, şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.

Ve keza, zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksatlar hasıl olursa, zaten nurun alâ nur. Ve illâ, "ıcabet duaya iktiran etmedi" diyemezsin. Ancak, "Henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır" diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakkın duaların icabetine vaad etmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. Duaya herhalde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. Matluba olan is'af ise, Mucîbin hikmetine tâbidir. Meselâ, doktoru çağırdığın zaman, herhalde "Ne istersin?" diye cevap verir. Fakat "Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver" dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülâyim olmadığından vermez.
Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kastıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden, aksülâmel olur. O dua ibadetinde ihlâs kırılır, makbul olmaz.( Mesnevî-i Nuriye)

şimdide Risale-i Nurlardan “mukarenet” ile ilgili yerleri alalım.

Gafletten neş'et eden dalâlet, pek garip ve aciptir. Mukareneti, illiyete kalb eder. ıki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe'nindendir. Halbuki, devamlı mukarenet ,illiyete delil olamaz.( Mesnevî-i Nuriye - Katre)
Hem de istifsar et ki: "şartın târif-i şer'îsi olan, sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder? Halbuki, yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır."( Muhakemat)

Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahlûktur; çünkü san'atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbep gibi, zâhirî sebebi dahi masnudur. Ve madem herşeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti rububiyetine ve icadına teşrik etsin? Hâşâ! Belki doğrudan doğruya, müsebbebi sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza etmiş.( Yirmi Üçüncü Lem'a )

57

11.04.2007, 12:20

Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.
Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü

("Üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin." En'âm Sûresi, 6:121.)âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz" demektir.

O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i ılâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.(On Yedinci Lem'a )

Yukarıdaki bölümde On yedinci lemada mevzumuz ile ilgili yerin hemen üstündeki kısımdır.Bu bölümdende mukarenet ve iktirana bakalım inşallah.
Yukarıya göre bize gönderilen nimetlerde zahiri sebeplere prestiş edilmemesi gerekiyor.Çünkü ihtiyar sahibi olmayan vasıtalarla gelen nimetleri-inek,tavuk,ağaç,bitki gibi-o vasıtalar direk Allah namına verdikleri için manen bismillah diyorlar.Eğer bize gelen nimetler ihtiyar sahibi bir insanın eliyle geliyorsa o ihtiyar sahibi nimeti bize verirken bismillah demeli,bizde alırken bismillah demeliyiz.Bismillah demiyorsa almamalıyız.Ancak almaya MUHTAÇ isek -ki bunun değerlendirmesini her nefis kendisi yapmalıdır-o kişi bismillah demese de bizler onun başının üzerindeki merhamet- ilahinin elini görüp almalıyız ,o eli öpmek gerekir ve bu öpmek manevi bir şükür olur der Üstad.Bundan sonra ise istersen o vasıtaya dua et ;"çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi "diye cümle biter.
Demekki bizlere gelen nimetlerde çok ince sırlar tezahur ediyor ve bizler bunların sıradan yaşandığını zannediyoruz.
Sanırım bu ince sır şöyle oluyor.Diyelim ki ben bir yerden alışveriş yapacağım ve bu alışverişi yapmak mecburiyetindeyim.benim ihtiyaç mecburiyetim ve meylim ile satıcının malını insanlara satma ve ulaştırma meyli bu nimete mukarenet ediyor.Yani iki niyet bu nimetin gelmesine yakın oluyor.Hakiki illet olmuyor.Yüce Allah bu iki niyetin bu nimetlere mukarenetini kabul ediyor ve iktiran dediğimiz iki nimet birden Allah tarafından gönderiliyor.ışte burada bu nimetleri gönderen ve bu fiileri yaratan ise irade ve kudret-i Rabbaniye oluyor.Demekki bizim çok basit gördüğümüz alışverişlerimizde bile bu ince sır tahakkuk ediyor ve dünyada yaşanan bütün alışverişlerde bu ince sırrı düşünmek ne büyük bir Kudret-i Rabbaniye ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor ve bu tevhidi bakışla gafler perdeleri parçalanıyor.
Eğer bizler ihtiyacımız olan ve mecbur olduğumuz nimetler için meyil ve niyet yapmassak o nimetin gelmemesine veya gönderilmemesine hakiki ilet yani sebep oluyor ve yüzer şarttan bir şart eksik kalıyor Yüce Rabbimizin de iradesi ve kudret-i Rabbaniyesi tecelli etmiyor.
Bu nedenle zahiri sebeplere takılmamak gerekir,o sebeplerin yüzer şarttan sadece birisi olduğuna dikkat etmek gerekir ki esbap perestlerin vartalarına düşmeyelim.Zahiri sebeplerin akkasında işleyen irade ve Kudret-i Rabbaniyeyi ve hakiki nimet sahibini görelim.Bizler ise dualarımızla ve niyetlerimizle vede niyet-i ihsanlarımızla bu nimetlere mukarenet edelim Rabbimiz de bu niyetlerimizi kabul edip bu nimetleri iktiran ederek bizlere göndersin.Bazen mecbur olduğumuzda yukarıdaki ifadeye göre bismillah demeyen birinin eliyle dahi Rabbimiz bizlere o nimetleri iktiran ediyor.

58

11.04.2007, 12:21

ıKTıRÂN :Birbirine yakın ve beraber olma, iki şeyin birarada bulunması.
Mukârenet :Bitişme, bitişiklik, bitişkinlik, yaklaşma, kavuşma, birleşme.
Mukarenet ile iktiran meselelerine üst kısımlarda bir takım açılımlar yapmaya gayret ettik.Burada ise Yağmur ve iktiran meselesine bakmaya çalışalım.
Yağmur ve ıktiran
Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet vücut, hayat, nur, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i ılâhiye ve meşiet-i hassa-i ılâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufâtına perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.(On Altıncı Lem'a )
şimdi bu açıklamalara göre yağmur ve iktiran meselesine nasıl bakmamız gerekir?Yağmur doğrudan doğruya perdesiz ve vasıtasız kudret-i ilahiye ve meşiet-i hassa-i ialhiyeye bakıyor.Yağmur genel mana ile rahmet ve büyük bir nimettir.Bu nimete mukarin olan ve iktiran olan ne olabilir.Çünkü yağmur bütün mahlukata birlikte gönderilen çok büyük bir nimet-i ilahidir.Madem yağmurda Yüce Rabbimiz vasıtaları ve sebepleri perde yapmıyor.O zaman bu yağmur nimetine mukarenet olan rahmete muztar olan mahlukatın ızdırar dili ile yaptıkları dualar olması muhtemeldir diye düşünüyorum.Bitkilerin ve hayvanların ızdırar dili ile yaptıkları dualar ile bizlerin hem ızdırar hemde kavli yaptığımız dualar yağmurun gelmesine mukarenet ederek iktiran oluyor ve Yüce Rabbimiz de perdesiz ve vasıtasız yağmuru iktiran ederek bütün mahlukata birlikte gönderiyor diye tefekkür etmeye çalışıyorum.ınşallah isabet ediyorumdur.Bu fikrime şu kısımda kuvvet veriyor diye düşündüm.
"Madem vücutta en mühim hakikat rahmet ve hayattır. Yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık dahi meşiet-i hassa-i ılâhiyeyi setretmeyecek. Tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip, şükür ve rica kapısı kapanırdı. (On Altıncı Lema)

Bu kısımda manidardır.

Duaların vaad-i ialhiye iktiran olması ile ilgili bu bölümde bana çok manidar geldi:"Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zatlar musırrâne dua etmesi ve bilhassa o şey vaad-i ılâhîye iktiran etmiş ise...( Altıncı şua)


Yukarıda duaların vaad-i ilhiye iktiran etmesi ilginç.Demek ki bizim dualarımız nimetlere -Risale-i Nurda büyük bir nimettir- vaad-i ilahi cihetinde iktiran ediyor ve Allah bu nimetleri kudreti ve iradesi ile yaratıyor.
Bundan sonra ise Risale-i Nur ve iktiran meselesine bakabilirz.

59

11.04.2007, 13:24

şimdide Risale-i Nur,mukarenet ve iktiran meselesini anlamaya çalışalım inşallah.Gayret bizlerden muvaffakiyet ise Yüce Allah'(cc)'tandır.

Biliyoruz ki Risale-i Nurlar Kur'anın ve sünnet-i peygamberinin(asm) bu asra bakan manevi bir tefsiri ve mucizesidir.Aynı zamanda Risalei Nurlar beşeriyetin ebedi hayatının kurtulmasında en tesirli bir vesiledir.Kim elini oan atsa kurtulur.O zaman Risale-i Nurlara da büyük bir nimet ve rahmet olarak bakabiliriz.Hakikatte de öyledir.

şimdi şöyle diyebliriz.Risale-i Nurlara mukarenet eden ve bu nimetin bizlere gönderilmesine iktiran olan nedir?Yukarılardaki izah ve Risale-i Nulardan ilgili yerlerden anladığımıza göre Risale-i Nurların zuhurundaki mukarenet eden sır insanlığın ortak vicdanı olsa gerek.Çünkü "Dimağ tadil-i eşgal etsede vicdan etmez.Vicdan nezzardır,kalp penceresidir."der Üstad.Yine bir yerde ise "Herkes uyanık vicdanını dinlese vicdan saniini arar ve bulur der.Çünkü vicdan denilen fıtrat-ı zişuur Allah'ı bize tarif eden dördüncü bir delildir.O zaman bu izahlardan sonra beşeriyetin ortak ızdırar vicdanı Risale-i Nur gibi bir nimetin iktiran olarak gönderilmesinin mukarenetine sebep olmalıdır. Burası meselenin bir ayağıdır.Diğer ayağı ise Hz.Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nurlara mazhariyeti ve duasıdır.ışte beşeriyetin fıtri zişuuru olan vicdani ızdırar ve kavli duaları ile Üstadın bu hakikatlere mazhariyeti ve duası Risale-i Nur hakikatlerinin ihtarat,sunühat ve feyz-i Kur'an'dan zuhuruna mukarenet etmiş ki,Risale-i Nur gibi bir nimet insanlığın gündemine ve hayatına iktiran edilmiştir diyebiliriz.Bizlere bu nimetin istifade ve istifaza ciheti ile Üstada ifade ciheti birlikte iktiran edilmiştir.Bizler ise bu hakikatlere uzak durmayarak ve meylederek irade-i cüziyyemizle mukarenet ederken ,birileride bu hakikatleri bizlere ulaştırmak için niyet-i ihsan ediyor ve bizlere bu nimet böylece iktiran ediliyor.

Ya Risale-i Nur nimetine uzak duranlar ve irade-i cüziyyesi ile meyletmeyenler ve mukarenet etmeyenler ise yüzer şarttan bir şartı yerine getirmedikleri için o nimete mazhar olamıyorlar diyebiliriz.Bizler ne kadar arzu etsekte muhataplarımız istemezse bu nimetin ademine kendileri hakiki sebep olurlar.Sanırım bazı insanların Risale-i Nur gibi Kur'an hakikatlarından feyizlenememelerine en büyük sebep burası olmalıdır.Onun için Üstad;"Risale-i Nurlar herkese nasip olmaz."der.Risale-i Nurlar müşteri aramaz,müşterinin aklı varsa o arasın der.Risale-i Nur yalvarmaz,müşteriler yalvarsın yani istesin ve meyletsin der.
Ben bu dersin tefekküri açılımlarından şu ince dersleride çıkardığımı beyan etmek isterim.Mesela Risale-i Nur dairesinde bulunan kardeşlerin dahi Risale-i Nurlara muhatabiyetlerinde ve hakikatlerin onlara açılmasında dahi bu sırrı düşünüyorum.Yani kim ki Risale-i Nurlara çok yoğunlaşıyor ve mukarenet ediyorsa o kişilere bu hakikatler ve nimetler Rabbimiz tarafından daha fazla iktiran edilerek sırlar çözülüyor.Ben son olarak şöyle düşünüyorum.Kim ki kalbini ve niyetini Risale-i Nurlara açıyorsa çok daha fazla mukarenet ediyor ve Risale-i Nurların da kendisine daha fazla açılmasına iktirana vesile oluyor.
ınşallah devam edeceğiz.

60

18.04.2007, 09:00

Sağolun arkadaşlar hepsini okudum.Ben diyorumki birakalım ateistleri biz kendi atemize yönelelim.Ehl sünnet itikadına göre inancımızı düzeltmişmiyiz?ıslamiyeti günlük hayatta uygulayacak kadar biliyormuyuz?Mesela itikad,mumelat,münekahat ve ukubet gibi konuları ne kadar biliyoruz ? ve belki aramızda zekat vermesi gerekenler vardır zekat konusunu hiçbir imtiyazlı insanın insafına bırakmayacak kadar biliyormuyuz ? 32 farzı bütün detaylarıyla adımızı soyadımızı söyler gibi açıklayabilirmiyiz?Unutmayın bizler ateistleri neden susturmadınız ,onlarla neden tartışmadınız suallerinden önce iman,namaz,haram ve helallerden sorulacaz.Bu konular emribilmarufada girmez...sadece nefsi okşadığı için bize hoş gelir.....

Bu konuyu değerlendir