Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

21

10.07.2006, 16:54

cevabı dini içerikli forumda
kadere iman eden kederden emin olur başlıkta onu baştan sona oku.tatmin olmazsan daha güzel birşey ilave edeceğiz.hem kader isimli başlıktada biraz var.
oaraya müracaat et.
selam.

22

10.07.2006, 16:58

Değerli Kardeşimiz;


1- Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum inkar ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kurandan öğrendiğimize göre Hz. ıbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da Allahım inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2- Kaderin esas anlamı Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim;

Peygamberimiz ıstanbulun fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. şimdi, ıstanbul Peygamberimiz dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı. Demek ki Allah Fatihin çalışıp ıstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygambere bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz. Biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. ışte buna kader diyoruz.





3- Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. ınsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne sonsuz seçenekler koymuştur.

ınsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir.



Bu meselede şöyle bir örnek verilir: Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edin. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, içindeki kişinin iradesine bırakılmıştır.

ınsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin günah, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu bildirmiştir. ınsan ise kendi iradesiyle, örnekteki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsaittir.

Hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Evlilik de böyledir. Evlenecek insanın önünde çok sayıda seçenekler vardır. Nasıl birisini istemek sizin elinizde. Tercihinize göre Cenabı Hak da yaratır. Allah’ın bilmesi böyle bir tercihte bulunmanızı zorlamaz.



Gayr-i müslim birisiyle evlenmede islam’ın getirdiği ölçü şöyle: Müslüman bir erkek ehl-i kitab olan Musevi ve Hristiyan bir kadınla evlenebilirken, ehl-i kitab olmayan gayr-i müslim bir kadınla evlenemez.

Bunun yanında, Müslüman bir kadının ehl-i kitab da olsa gayr-i müslim bir erkekle evlenmesine izin vermiyor.


4- Kaderi ikiye ayırabiliriz: ızdırari kader, ihtiyari kader.

"ızdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

ıkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soruda bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah’ta sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Sizde bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Alah’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

ınsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

ınsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; cenab-ı hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. ınsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.
Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “benim ne suçum var” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

ınsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.



5- Duanın çeşitleri var. Mesela sizin yarın bir imtihanınız var. Bu imtihanın duası çalışmaktır. Buna fiili dua denir. Çalışmayı yaptıktan sonra ellerinizi kaldırır “ ya rabbi bana hayırlısını nasip et” demeniz sözlü bir duadır. Safi ve halis bir şekilde ve neticeye kanaat ederek dua etmek gerekir. Çünkü, bazen istediğimiz bir şeyin hakkımızda hayırlı olmayacağını Allah bilir fakat biz bilemeyiz. Sonsuz rahmet sahibi Allah’ımızda bunun hayırlı olmayacağını bildiğinden dolayı, farklı bir şekilde kabul eder. Hazreti Meryem validemizin doğma vaktinde annesi O’nu mescide adar. Ve O’nun erkek değil kız olduğunu görünce epey şaşırır ve üzülür. Alimlerimiz bu durumu misal getirerek derler ki, Allah muhakkak yaptığımız duaları kabul eder. Bazen daha farklı ve daha güzel bir surette kabul eder. ışte Hz. Meryem 100 erkek değerinde bir kız. Allah annesinin duasını kabul etmedi denilmemeli. Aksine daha güzel bir surette kabul etti denilmelidir. Bazen de dünyada hiç kabul edilmedi zannedilir. Fakat cennette daha ulvi ve güzel şekilde kabul edilir.



Bu açıklamalara göre hayırlı eş için hem dini ölçülere göre araştırmak hem de dua etmek bizim görevimizdir.



Selam ve dua ile...

Editör
www.sorularlaislamiyet.com

23

10.07.2006, 17:00

"Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?" sorusuna nasıl cevap vermeliyiz ?

Bu soruyu soranlardan bazıları, hem samimi değil, hem de Türkçe bilmiyor... Bu iki hususu açıkladıktan sonra sorunun cevabına geçmek istiyorum.

Soru sahibi niçin samimi değil? Önce onu açıklayayım: her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusu. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allahtan. Yâni, biz cüzi irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak Cenâb-ı hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. ıkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hak. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

ışte soru sahibi bu iki fiili bir sayma gafleti içinde. Gelelim asıl büyük hataya: Adam, yaptığı bütün müspet işlere sahip çıkıyor, “ben yaptım, ben kazandım” diye göğsünü gere gere anlatıyor bunları... Ama, sıra işlediği günahlara, yaptığı hatalara, ettiği zulümlere gelince kadere yapışıyor: kaderimde bu varmış, diye işin içinden çıkmaya çalışıyor. Evine giren hırsızı mahkemeye verirken kaderi unutuyor.

“Bu adam” diyor, “Benim evime girdi, şuyumu çaldı, buyumu gasp etti.” Hırsızın: “Ben masumum. Benim kaderimde soymak, bu zatın kaderinde de soyulmak varmış.” şeklindeki müdafaasına kızıyor, köpürüyor, çıldıracak hâle geliyor!.. Ama, sıra kendi işlediği günahlara gelince, utanmadan ve sıkılmadan o hırsızın müdafaasına sarılabiliyor!..

Böyle birisiyle, kader konusunu ciddî mânâda konuşmak mümkün mü? Gerçek şu: Biz her türlü işimizde, fiilimizde kaderin mahkûmu değiliz. ıhtiyarî fiillerde, yani kendi irademizle yaptığımız işlerde serbest bırakılmışız. Bunu vicdanen biliyoruz. Bu fiillerde isteyen biziz, yaratan ise Cenâb-ı hak...

Zaten dünyaya imtihan için gönderilmiş olmamız da bunu gerektirmiyor mu? ımtihana giren bir aday dilediği salonda imtihan olamaz. ımtihanı istediği saatte başlatamaz ve sona erdiremez. Soruların puanlamasını kendi tayin edemez. Bütün bunlar, onu imtihan eden kimsenin tayini ve tespiti iledir. Fakat, imtihan başladıktan sonra, cevapları dilediği gibi verir. ımtihan süresince kendisine müdahale edilmez. Aksi hâlde buna imtihan denmez.

şimdi, şu sorunun cevabını arayalım: ınsanlar bu dünyada kendi amel defterlerini diledikleri gibi doldurmuyorlar mı? ılâhî emir ve yasaklara uyup uymama konusunda serbest değiller mi? O hâlde, bu adamlar neyin davasını görüyorlar?!.. Bir yandan, işledikleri günahların sorumluluğundan kurtulmak için iradelerini inkâra kalkışıyor; diğer yandan, meselâ, pencerelerini taşlayan ve Allahın sorumlu bile tutmadığı, küçük bir çocuğu dövmekten de geri durmuyorlar. Bu sahne onları sorumlu kılmaya ve utandırmaya yetmiyor mu?

Bu soruyu soranlardan bazılarının Türkçe bilmediğinden söz etmiştik. Geliniz bu soruyu dilbilgisi yönünden inceleyelim: “Mâdem Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”

Bu cümlede iki tane fiil geçiyor: biri, “yapmak”, diğeri “bilmek”. Yapmak fiilinin öznesi: ben. Bilmek fiilinin öznesi: Cenâb-ı Hak. Yâni soru sahibi, “Ben yapıyorum, Allah da biliyor.” diyor. Ve sonra bize soruyor: Benim kabahatim ne? Ona nazikane şu cevabı veriyoruz: “Senin kabahatin o işi yapmak.”

Bu konuda Nur Risalelerinden Sözler adlı eserde şu tespit yapılır: “kader, ilim nevindendir. ılim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.” ılim, “bilmek” ya da “bilgi” mânâsına geliyor. Malûm, “bilinen”, âlim ise “bilen”, yahut “bilgin”. Bu kaideyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Meselâ, ben bir gencin fen fakültesinde okuduğunu bilmiş olayım. Bu bilgim ilimdir. Malûm ise, o gencin o fakültede öğrenci olduğu. ışte, benim ilmim bu malûma tâbidir. Yani o genç fen fakültesinde okuduğu için, ben de onu öylece bilirim.

Misâller çoğaltılabilir.

“Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor,” denilmekle, Allahın âlim olduğu, soru sahibinin ise, o fiili yapacağı peşinen kabul edilmiştir. ışte o adamın, söz konusu fiili işlemesi malûm, Allahın, bunu ezelî ilmiyle bilmesi ise ilimdir. Ve bu ilim, malûma tâbidir.

Yukarıda, Sözlerden naklettiğimiz cümlelerin devamında da şöyle buyurulur:


“Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinat eder.”



Bilindiği gibi, bir şeyi, bir hâdiseyi yahut bir fiili bilmek, onun fâili olmak için yeterli değildir. Bir misâl: Konuşmayı herkes bilir. Ama, bir insan bu işe teşebbüs etmedikçe ve konuşma fiilini işlemedikçe onun konuştuğundan söz edebilir miyiz?

Bir başka misâl: Allah Resulü (a.s.m.) ıstanbulun fethini müjdelemiştir. Ama, “fetih” fiilini sultan Mehmet işlediği için “fatih” unvanını o padişaha veririz. ıstanbulu, peygamber Efendimizin(a.s.m.) fethettiği gibi bir iddiada bulunmayız.

Demek ki, fâil olmak için fiili bilmek yetmiyor. Onu irade etmek, bizzat teşebbüs etmek ve işlemek gerekiyor. ışte Allah, insanın bütün amellerini, bütün fiillerini bilir. Ama, iradesini ve kuvvetini sarf ederek o işi yapan insandır ve her türlü sorumluluk da ona aittir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi; kul, kendi cüzi iradesini, -hayır olsun, şer olsun- hangi işe sarf ederse, Cenâb-ı Hak onu yaratır. ıstemek kuldan, yaratmak Allahtandır. Fakat, bütün fiilleri Allahın yaratması, insanı sorumluluktan kurtarmaz... ınsana kuvvet ihsan eden, her türlü imkânı bağışlayan Allahtır. Kul bu imkânı, bu kuvveti onun rızasına aykırı olarak kullanırsa elbette sorumlu olur, suçlu olur.

şöyle bir düşünelim: Bir emniyet mensubu, yetkisini ve silâhını kötüye kullanarak birisini haksız yere vursa, devlete mi katil denilecektir, yoksa o görevliye mi? şüphesiz, katil o görevlidir!.. şimdi bu görevli, “Ben o suçu devletin imkânlarıyla işledim. Ne kendi silâhımı kullandım, ne de kendi mermimi.” şeklinde bir özür beyan edebilir mi?

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

24

10.07.2006, 19:59

ılk yazı çok güzel ve yeterli gibi. Ben gerekli ilaveleri yaparak yollamayı düşünüyorum.
Allah Razı olsun
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

25

10.07.2006, 21:07

ıkinci soruları şöyle;

ıslam inancına göre mükemmel bir kitap olan Kuran'da yazım bozuklukları buna bağlı olarakda anlatım bozuklukları vardır. bu nedenle birçok ayette meallerde "de ki - ey müminler- ey muhammed vs" gibi kurandan olmayan eklemeleri parantez içinde yazarlar.Bu konuda bunlara değil başka anlatım bozukluklarına değinmek istedim.

Mü'minun 14. Sonra bu az suyu "alaka" haline getirdik. Alakayı da "mudga" yaptık. Bu "mudga"yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!

Yaratanların en güzelinin Allah olduğu ayette açıkça bildiriliyor. Bu ayete göre sayısı 1'den çok yaratan var ve bu yaratanlar arasında en güzeli allahdır.
Bu ayetteki anlatım bozukluğunun nedeni tekil-çoğul hatasıdır.ayette Yaratanın tek olduğunu hesaba katılmadan "yaratanlar" kullanılmış ve sanki çok yaratıcı varmış gibi yaratıcılar güzellik olarak birbiri ile kıyaslanıp allahın en güzel yaratıcı olduğu anlatılmış.

Mü-minun 18. Biz gökten belli bir ölçüde su indirdik de (faydalanmanız için) onu yeryüzünde tuttuk. Bizim onu tamamen gidermeye de muhakkak gücümüz yeter
Zuhruf 11. O gökten bir ölçüye göre yağmur indirendir. Biz onunla ölü araziyi canlandırdık. ışte siz de, böyle diriltileceksiniz.

Müslümanlar alıştıkları için bu ayetlerdeki yazım hatalarını artık görmüyorlar bile. ayetlerde Allahtan bahsedilirken zamir kullanılırken sıklıkla "Biz" çoğul zamirinin arapça karşılığı da kullanılıyor, "O" tekil zamirinin arapça karşılığıda kullanılıyor.aynı konuyu anlatan ayetlerde zamirler karışık kullanılmış.
gökten su indiren(ler) Müminun 18'e göre "Biz" zamiri , Zuhruf 11'e göre "O" zamiri ile tarif edilmiş.halbuki ikiside aynı kişi. yani allah.

Zuhruf 11 ayeti anlam bozukluğu açısından çok güzel bir örnek.
"O gökten su indiriyor ve Biz o su ile araziyi canlandırıyoruz."
"O" kim , allah olmalı.
Peki "Biz" kim ? Bu da allah olmalı.
ama "o gökten su indiriyor . biz o su ile araziyi suluyoruz" denilirken iki farklı kişilerden bahsediliyor gibi. Bir kişi gökten su indiriyor. Diğer kişilerde o su ile arazi suluyor.
burada anlam bozukluğunun nedeni Allahın hem tekil hemde çoğul zamire sahip olup zuhruf 11 deki gibi iki zamirinde aynı ayet içinde kullanılarak anlam bozukluğu yaratılmış olmasıdır.
Allah'ın neden çoğul zamiri ile konuştuğuda ayrı bir konu. Neden "ben" demiyorda "biz" diyor. Bazı alimler buradaki biz kelimesinin "allah ve melekler" anlamına geldiğini söylesede diğer ayetlere bakıldığında sadece allah olmalı.Güçlü vurgu yapılmak için "biz" deniyor olabilir.ama kuranın tamamında çoğul zamir kullansa sorun olmayacak. Bazı yerlerde de tekil zamir olarak "O" kullanılıyor.Hem tekil hemde çoğul kullanılıyor yani.
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

26

10.07.2006, 23:51

O çok bilmişlere tek cevabım şu:
Bilmediğiniz işe burnunuzu sokmayın, sonra rezil kepaze olursunuz.

Kur'an'daki belagatın açık beyanını isteyen, ışarat el-ıcaz adlı eserine baksın Bediüzzaman'ın. Sonra dönsün bir daha düşünsün, meâl üzerinden veya yarım Arapçasıyla kendi kafasından yorum yapmasın.

Ben onların hayatlarını ve fikirlerini irdeleyecek olsam, çok daha fazla paradigma bulurum, onların ıslamiyete isnad ettikleri solda sıfır kalır. Bunun adı iltibastır, batıla, hakikat libası, elbisesi giydirmektir.

Bunlara cevap vereceksin, öbür gün başka birşeyler çıkacaklar, hep böyle sürüp gidiyor bu.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

hy120

Profesyonel

  • "hy120" bir erkek

Mesajlar: 654

Konum: usak

Meslek: esnaf

  • Özel mesaj gönder

27

11.07.2006, 11:59

bu zamanda risalelerle beslenmeyenler kendilerini alim zannetmekte fakat malesef hariciler gibi din adına dine zarar vermekteler. çünkü işaretül icazı okuyan kişi bu soruya takılmaz.

28

11.07.2006, 13:35

birinci sorunun cevabı;
Üçüncü Maksad
Umum ehl-i dalâletin vekili, ikinci suâline Hâşiye karşı, katî ve muknî ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir suâl ediyor, diyor ki:
"Kur’ân’da, ahsenul halıkın -1- erhamurrahimin-2- gibi kelimât, başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş’âr eder.
Elcevap: Beş ışaret ile cevap veririz:
BıRıNCı ışARET: Kur’ân baştan başa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i katîdir ki; Kur’ân-ı Hakîmin o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki, Ahsenü’l-Hâlıkîn demesi, "Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir" demektir ki, başka hâlık bulunduğuna hiç delâleti yok. Belki, hâlıkıyetin, sâir sıfatlar gibi, çok merâtibi var. Ahsenü’l-Hâlıkîn demek, "Merâtib-i Hâlıkıyetin en güzel, en müntehâ mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelâldir" demektir.
ıKıNCı ışARET: Ahsenü’l-Hâlıkîn gibi tâbirler, hâlıkların taaddüdüne bakmıyor; belki, mahlûkıyetin envaına bakıyor. Yani, "Herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır." Nasıl ki, şu mânâyı, - O herşeyi en güzel şekilde yarattı. (Secde Sûresi:- gibi âyetler ifade eder.
ÜÇÜNCÜ ışARET: Ahsenü’l-Hâlıkîn, Allahü Ekber, Hayrü’l-Fâsılîn, Hayrü’l-Muhsinîn gibi tâbirâttaki muvâzene, Cenâb-ı Hakkın vâki’deki sıfât ve ef’âli, sâir o sıfât ve ef’âlin numûnelerine mâlik olanlarla muvâzene ve tafdil değildir. Çünkü, bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemâlât, Onun kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir. Nasıl muvâzeneye gelebilir? Belki muvâzene, insanların ve bâhusus ehl-i gafletin nazarına göredir.
Meselâ, nasıl ki bir nefer, onbaşısına karşı kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekkürâtını onbaşıya veriyor. ışte böyle bir nefere karşı denilir: "Yâhu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et." şimdi şu söz, vâki’deki padişahın haşmetli hakiki kumandanlığıyla, onbaşısının cüz’î, sûrî kumandanlığını muvâzene değil. Çünkü, o muvâzene ve tafdil, mânâsızdır. Belki, neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibâtına göredir ki; onbaşısını tercih eder, teşekkürâtını ona verir, yalnız onu sever.
ışte bunun gibi, hâlık ve mün’im tevehhüm olunan zâhirî esbâb, ehl-i gafletin nazarında Mün’im-i Hakikîye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı onlardan bilir; medih ve senâlarını, onlara verir. Kur’ân der ki: "Cenâb-ı Hak, daha büyüktür, daha güzel bir Hâlıktır, daha iyi bir Muhsîndir; Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz."
DÖRDÜNCÜ ışARET: Muvâzene ve tafdil, vâki’ mevcudlar içinde olduğu gibi, imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasıl ki ekser mahiyetlerde, müteaddit merâtib bulunur. Öyle de, esmâ-i ılâhiye ve Sıfât-ı Kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibâriyle hadsiz merâtib bulunabilir. Halbuki Cenâb-ı Hak, o sıfât ve esmânın mümkîn ve mutasavver bütün merâtibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemâlâtıyla bu hakikate şâhiddir. - En güzel isimler Onundur. (Haşir Sûresi: 24.) -, bütün esmâsını ahseniyet ile tavsif, şu mânâyı ifade ediyor.
BEşıNCı ışARET: şu muvâzene ve müfâdale; Cenâb-ı Hakkın, mâsivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyât ile sıfâtı var.
Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesâit ve esbâb perdesi altında ve bir kanun-u umumi sûretinde tasarrufâtıdır.
ıkincisi: Ehadiyet sırrıyla, perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir teveccüh ile tasarruftur.
ışte, ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyâsı ise, vesâit ve esbâbın mezâhiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyâsından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ, nasıl bir padişahın-fakat velî bir padişahın-ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufât ve icraatı iki çeşittir:
Birisi, umumi bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların sûretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.
ıkincisi, umumi kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanât-ı şâhânesi ve icraatı; daha güzel, daha yüksek denilebilir.
Öyle de, Sultân-ı Ezel ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesâit ve esbâbı icraatına perde yapmış, haşmet-i rubûbiyetini göstermiş. Fakat, ibâdının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki, esbâbı arkada bırakıp, doğrudan doğruya Ona teveccüh etmek için, ubûdiyet-i hâssa ile mükellef edip, -Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.)- deyiniz diye, kâinattan yüzlerini Kendine çevirir.
ışte, Ahsenü’l-Hâlıkîn, Erhamü’r-Râhimîn, Allahü ekber maânîsi, şu mânâya da bakıyor

29

11.07.2006, 13:40

Kale ,Kalu(3 Dediler-dedi.) tabirleri- mukavele ve muhavere şeklinde müşavere üslubunu insanlara öğretmek içindir. Yoksa Cenab-ı Hak, müşavereden münezzehtir

30

11.07.2006, 14:30

ikinci soruna cevap

halk ve icad fiillerinde vasıta bulunmadığı için ben diyor.

kelam ve hitap fiillerinde vasıta bulunduğu için biz diyor.

işaretül icazda risaleara.com.da sayfa 249 bak.orda izah ediliyor.

sıradaki sorun.

31

11.07.2006, 17:40

Yahu niye azarlıyorsunuz ki; ben onları münazaraya davet ettim. Hem araştırır kendimizi geliştirir,hem Risale-i Nur'un gücünü tartışmanın gözcüsü sair Müslüman kardeşlerimize gösteririz, dedim.
Hem Allah bu dini bir kafirle ,münafıklada ihya eder. Ateistleri takıldığım diğer forumda münazaraya davet ettikten sonra farklı meşrepteki müslümanlar kavgayı bırakıp bir olup gerçek düşmanlara hücüm ettiler. Forumdaki ısaviye bile fazla ilişmiyorlar.
Bende biliyorum Ateistler uslanmaz. Onları küfürleri devam edecek. Lakin, kendini çok bilmiş zanneden bazı Müslümanların gururu çok incindi. Başka mesleklere hucumun anlamsızlığını anladı gibi oldu. Hem ben sizden izin aldım. Artık Yunusum Kardeşime özelden sorarım. Merak etmeyin!
vesselam
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

32

11.07.2006, 17:59

Haşa, azarlamıyoruz. Dediklerinde haklılık payın var, ama Allah rızası için söyle, dönüp dolaşıp işi hep aynı noktaya getirmiyor mu bunlar, o kadar çok dinledim ki bu adamları, bütün dedikleri birbirinin kopyası gibi şeyler. Artık belli bir noktadan sonra bende mide bulantısı yapıyor bu adamlar.


Alıntı sahibi ""[url=http://www.risaleara.com/oku.asp?id=318"

Üstad, 25.Söz olan Mu'cizat-ı Kur'aniye risalesinde[/url]"]

ışte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’câzın lemeâtı ve belâgat-ı Kur’âniyenin kemâlâtının menşe’leri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı katî verilmiş.



Artık bu sözlerin üstüne şerh düşmeyeceğim, herkes kendisine bir pay çıkarır. Benim nefsime çıkardığım pay, insanlara şüpheleri anlatmanın, bulantı vermek olduğu, her zihnin bunun altından kalkamayacağı, bulandırdıktan sonra ise hakikati anlatmak ve idrak ettirmenin daha güç olacağı.

Yine de cevap yazmak isteyen, sorularınıza cevap yazar, engellemeyiz. Ben şahsî kanaatimi belirttim. Ama geriye dönüp bakıyorum da, birbirinin fotokopisi meseleler bunlar. Sürekli Kur'an'daki çelişkiler diyorlar, ama nato mermer, nato kafaları bunun başka birşey olduğunu anlayamıyor. Biz de onlara izah edeceğiz diye, sinir sistemimizi yıpratıyoruz. Ben bunu anlamıyorum, en azından benim bünyem artık kaldırmıyor, isteyenin yolu açık, hatta yardım da ederiz.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

33

12.07.2006, 13:22

Doğru söylüyorsun kardeşim. Sesimi yükselttiğim için özür dilerim.ılk yazını iyi okumadan peşin hüküm vermişim. ıkinci yazın beni uyandırdı inşaallah. Hakkını helal et.
Selam dua ve muhabbetle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

34

12.07.2006, 13:25

est. ,
bákî selâmlar...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

35

26.07.2006, 11:23

Ateistin sorduğu sorunu cevabı. Soru şu:

Mü'minun 14. Sonra bu az suyu "alaka" haline getirdik. Alakayı da "mudga" yaptık. Bu "mudga"yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!

Yaratanların en güzelinin Allah olduğu ayette açıkça bildiriliyor. Bu ayete göre sayısı 1'den çok yaratan var ve bu yaratanlar arasında en güzeli allahdır.
Bu ayetteki anlatım bozukluğunun nedeni tekil-çoğul hatasıdır.ayette Yaratanın tek olduğunu hesaba katılmadan "yaratanlar" kullanılmış ve sanki çok yaratıcı varmış gibi yaratıcılar güzellik olarak birbiri ile kıyaslanıp allahın en güzel yaratıcı olduğu anlatılmış.

ınsanların ekseri sebeplerden korkar ve sever. Sebeplere bir nevi ilahlık verir.Hatta; Allah’ın varlığını inkar eden mülhidler bile bilmeden dev gibi ıncir ağacının fihristesini içinde taşıyan çekirdeğini başı boş ilan ederek, o incir çekirdeğinin içinde bir nevi şuurlu, akıllı bir fabrikatörün bir fabrikası var addederek onun için gerekli olan tüm anasırı,elementleri tam oranlarda bilen bir ilah gibi bir yaratıcı gibi gösterir. O incir çekirdeği için gerekli suyu tam zamanında veren şuursuz bulutu götüren rüzgarada bir çeşit ilahlık vermiş olur. Üstelik bunu tüm tohumların içinde olarak kabuletmiş olur. Aslında Allah yok diyen ya şuursuz tabiata ilah demiş olur veya her zerrenin görevinin bilen zerreler adedince ilahlar dava etmiş olur. Bu da kendini akıllı sanan insanlar için bir hüsrandır. Bu hakaretin cezası ebedi idamdır. Nasıl adi bir padişah sana bir yardımcısını gönderip ödüllendirse. Sen bu hediyeyi o yardımcıdan görüp ve bilip ona minnet etsen, onun emrine musahhar olsan ihanetle suçlanırsın .O yardımcı bile seni reddeder. ışte aynen öyle kör,sağır, şuursuz insana bir yardımcı olarak gönderilmiş tabiata, zerrelere minnet edip, her şeyi onlara versen tüm kainatın Sultan’ının seni idam etmesine sözün olamaz.

ışte insan kainattaki harika düzeni kör tabiata dayandırır,tesadüfe bağlar, veyahut kendisinde üstün bir güç tahayyül ederek putlar edinir. Gider güneşe tapar,tabiata tapar, Put yapar ve acıkınca yer. Yada bazen bilmeden mahlukattan korkarak onu putlaştırır.
ınsan tüm kainatla alakalıdır. Bir mikrop onu korkuttuğu gibi gider bir serseri gök taşından korkar. Arjantinde aç kalmış bir pelikana üzüldüğü gibi, antartikada derisi için avlanan bir su samuruna bile üzülür. Yada Amerikada haksızca elektriği kesilmiş bir insan için endişe eder. ınsanın korkuları hayal edilemiyecek kadar fazladır. Bir de bakar ki bu korkularından onu kurtuluş sahiline atacak kendi cüzzi iradesinden başak bir koruyucu yok. Bir de tembel iş gücü vardır. Bir yardımcı ,bir kurtarıcı arar. Bir de bu korkularının yanında arzuları ve ihtiyaçları vardır. ıhtiyaçları ise hayalin ötesindedir. Tüm dünya ona verilse yetmez olduğunu anlar. Allah’ı da tanımamaktadır. Döner güçlü, isteklerinin hiç değilse bir kısmını yerine getirecek varlıklar arar. ışte çok sevdiği bir siyasetçi vardır. O bir kahramandır. Beklentilerini onun karşılayabileceğine inanır. Alın size bir Firavun doğmuştur artık. Sair putları siz anlayın.
ışte Allah konu olan bu ayetlerde insanların bu özelliğini nazara verir. Önce ayetler tevhidi ıspatlar, sonra döner derki; sizin dostluk kurduğunuz, korktuğunuz, güçlü ve adil gördüğünüz o kendine bile yararı olmayan, belki şuursuz, bir kanuna bağlı icraatları olan o ilahlar Rab değildir, belki bir görevlidir, bir emir altında hareket ediyor. Onların bir sahibi var. O tohumu çatlatan filizlendiren tüm unsurlara bedel ,onlardan daha güzel daha büyük daha güçlü bir Falık , tohumları çatlatan Allah var.
Yani der; senin yaratıcı olarak gördüğün (kabul etsende etmesende böyle), tabiata bedel “Yaratıcılık merebelerinin en güzelinde olan Allah var” Burda kesret yani çokluk hissetmek en hafif deyişle ilm-i kelam yada edebiyat bilgisinden mahrum bir kişiyi ispat eder.
Çünkü; ilm-i kelemce mukarrerdir ki; sözü hedef kitlenin veya kişinin duygusuna belki inancına göre söylemektir. Burda hiç bir zaman o inanacı kabul etmek söz konusu değildir. Yanlış anlamış bir echel sözü söyleyen kişiyi azarlayamaz. Dönüpte sende benim gibi düşünüyorsun diyemez.
Hem Allah Kur’an’da benzer sözler söylemiştir. Her asırda her dönemde yaşamış bir milyardan fazla insan, ister Müslüman ister gayrımüslim burda böyle murad edilmiş, ikiden fazla Allah var;şeklinde bir şey dememiş. Sadece senin gibi kısır fehmi olan bir kaç inatçı mülhid ortalığı bulandırmak için bazen böyle iftiralarda bulunur.
Mesela;Kur'an Allah en büyüktür ;der. Yani senin büyük gördüğün, padişahından, ilahından, putundan daha büyük her şeye gücü yeten Allah var. Çokluk bunun nersinde var.
Mesela; En yüce sıfatlar Allah’ındır. Daha En güzel isimler onundur. Yani burada başka isimleri Allah yerine mi koymuş?

ışte ey mülhid gördün ve anladın ki Kur’an’da hata diye vehmettiğin şey senin hatanmış. Senin kusurunmuş Teveb et. Allah hem Cabbar ve Kahhar hem Rahim ve Affüv’dür
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

36

26.07.2006, 11:31

Bu başlığın ikinci sayfasında ateistin sorduğu sorunu devamı. Diliyen sorunun tamamını okusun. Zaten; Abdülkadir Said Kardeşim kötü kötü bakıyor.:D

Allah'ın neden çoğul zamiri ile konuştuğuda ayrı bir konu. Neden "ben" demiyorda "biz" diyor. Bazı alimler buradaki biz kelimesinin "allah ve melekler" anlamına geldiğini söylesede diğer ayetlere bakıldığında sadece allah olmalı.Güçlü vurgu yapılmak için "biz" deniyor olabilir.ama kuranın tamamında çoğul zamir kullansa sorun olmayacak. Bazı yerlerde de tekil zamir olarak "O" kullanılıyor.Hem tekil hemde çoğul kullanılıyor yani.

Cevabı şöyle olsa gerek:

Bir sözün anlaşılmaz halde söylenmesi ve anlamda zorlaştırma bir kaç türlü olur. Ya söyleyişin,lafların ve uslubun perişanlığından doğar –ki bu kısım Beyanı apaçık Kur’an’a yanaşmamıştır. Yada bu zorlaştırma ve anlaşılmaz halde söyleme maksadı; mananın ince, derin veyahut kıymettar veyahut alışılmışın dışında, fazla kullanılmayan olmasından, güya anlayışa karşı nazlanmak ve şevki artırmak için kendini hemen göstermemek ve kıymet ve önem verdirmek içindir. Bu istenir. Kur’an’daki zorlaştırma bu kısımdandır.

Her ayetin birer görünen yani harici ve gizli yani dahili manaları ve harici ve dahili mananın birer sınır ve anlama ucu ve her sınır ve anlama ucunun çok dalları ve filizleri vardır. ıslam ilimleri buna şahittir. Bu mertebelerin her birinin birer dercesi, birer kıymeti, birer makamı vardır. Vasıflandırmak ve ayırt etmek lazımdır. Lakin, zahmet yoktur. Fakat; mana örgüsünde kolay farkedilmez derecede bir benzeme söz konusudur. Nasıl sebep dairesi,idare ile kanun dairesi karıştırılırsa ya tevekkül(Allah’a güven) adıyla bir tembellik veya sebeplere müracat adıyla, Kaderi inkar edip Mutezile’yi netice verir; öyle de bu sebepler dairesi, idare dairesi ve kanun gibi farklı daireler ve mertebeler ayırt edilmezse böyle neticeler verir. (Fiil ile fiili icra eden yani fail birbirine karışır. Kanunu uygulayan ile kanun koyucu iltibas edilip karıştırılır.)


şimdi senin müşkülatında bu sınıftan. Yani; Allah Kur’an’da kendi ısimisıfat, özellik ve fiillerinin dairelerini ve mertebelerini ve perdelerini zikreder. Senin iltibasın burda başlar.
Çok basit bir lisanla izah etmeye çalışayım:
Mesela; Mü’minun 18’de idare dairesi söz konusudur.ıdarenin sebepleri sevk etmesinden meydana gelen fiil nazara verilmiştir. ındirme eylemi yapılmaktadır. ındirme işi ise bir kanuna göre cereyan etmektedir;pek çok perde ve sebepler vasıtası ile ve bir kanunla yapılmaktadır. Burda bu perdeler nazara verilmiştir.
Zaten ; ayet biz indiriyoruz demiş, indireniz dememiştir. ındirme fiile, indiren faile işaret eder. Ama; fiilde bir yardım yoktur.Allah burda Kudretini ve ızzetini gizlemekte ve Hikmeti ön plana çıkarmaktadır. Hikmet dahi Kudretin bir perdesidir. Melekler ise o icraatın ortağı yardımcısı değildir.
Allah, Mikail denilen ve yağmur meleği olarak anılan Melek’in vasıtası ile yağmuru indirendir. Mikail ise yine Allah’ın koyduğu kanunlara göre yağmuru sevk ederek belilenmiş bir ölçüde yeryüzüne inmesine sebep olandır. Sebep ise kanun değil kanunun geçit yeridir. Allah bunu kast ederek “ındiriyoruz “;der
Allah üstte yazıldığı gibi; imtihan gereği olarak ve şevki ve ilgiyi artırmak için perde içinde perde yaratmıştır. Taki aklı zorlamasın. Kudret hemen nazara gelmeyip Hikmet gözüksün. Evet Melek Allah’ın yardımcısı ,ortağı değildir. Sadece perdelerden bir perdedir ki; açılınca Allah’ın Kudret’inin gözüktüğü en uç perdedir.
Zuhruf 11’de ise Allah indiren konumundadır. Yani faildir. ındirme fiili nazara alınmamış, gizlenmiş fiili icra eden yaratıcı ön plana alınmıştır. Hemen devamındaki söz olan “canlandırma “ ise bir fiildir. Birinde kanun koyucu, icra eden, idare eden,perdesiz vasıtasız yartıcı Kudret nazara alınmışken, birinde kanun, icraat ve idare eden bir perde ve vasıta ile yapılan fiiller nazara alınarak Hikmet nazara verilmiştir. Yani; hem Kudret ve Hem Hikmet hem Halık isimleri zikredilmektedir.

Mesela; şura 11’de der ki; O gökleri ve yeri yoktan yaratandır.”
Mü’minun 17’de ise “Biz sizin üzerinizde üst üste yedi gök yarattık” der
Bu meselemiz açısından çok açık ve net bir örnektir.
şura Suresinde “yaratandır” deniyor. “Biz yaratanız” demiş olsa davanda haklısın.
Yoktan yaratma perdesiz olmaktadır. Hiç bir vasıta ve sebep yoktur. Oysa hayat sahiplerinin, imtihana tabii olacakların nazarını Hikmete çevirmek için bir süreç ve kanunla yaratıldığını göstermek için “biz”,der. Yani Allah’ın yoktan yaratması öyle bir şekilde olsun ki, ne akıl bütün bütün bir Yartıcını varlığını inkar edebilsin nede akla zorlama yapıp bütün bütün perdesiz Yaratıcı görünsün. Ebu Cehil gibi kömür ruhlu ile Ebubekir (r.a) gibi elmas kalpliler ayırt edilsin. Yoksa Ebu Cehil yaratılışı perdesiz görse inkar edemez bir hale gelecekti. Yanlış anlaşılamsın burda iş Kader meselesine sıçrıyor yoksa Allah Ebu Cehilin cehenneme gitmesini başlangıçta murad etmiş demek değildir.


Bu cevaptan sonra tek kelime diyememiştir.Ona demiştim; Risale-i Nurla baş edemezsin.
Selametle
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

37

26.07.2006, 11:33

cevat onu cevabını daha önce alıntı yapmıştım.32.sözden okumadınmı.yeniden aktarıyorum.cevabını dikkatli oku.


Üçüncü Maksad
Umum ehl-i dalâletin vekili, ikinci suâline Hâşiye karşı, katî ve muknî ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir suâl ediyor, diyor ki:
"Kur’ân’da, ahsenul halıkın -1- erhamurrahimin-2- gibi kelimât, başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş’âr eder.
Elcevap: Beş ışaret ile cevap veririz:
BıRıNCı ışARET: Kur’ân baştan başa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i katîdir ki; Kur’ân-ı Hakîmin o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki, Ahsenü’l-Hâlıkîn demesi, "Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir" demektir ki, başka hâlık bulunduğuna hiç delâleti yok. Belki, hâlıkıyetin, sâir sıfatlar gibi, çok merâtibi var. Ahsenü’l-Hâlıkîn demek, "Merâtib-i Hâlıkıyetin en güzel, en müntehâ mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelâldir" demektir.
ıKıNCı ışARET: Ahsenü’l-Hâlıkîn gibi tâbirler, hâlıkların taaddüdüne bakmıyor; belki, mahlûkıyetin envaına bakıyor. Yani, "Herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır." Nasıl ki, şu mânâyı, - O herşeyi en güzel şekilde yarattı. (Secde Sûresi:- gibi âyetler ifade eder.
ÜÇÜNCÜ ışARET: Ahsenü’l-Hâlıkîn, Allahü Ekber, Hayrü’l-Fâsılîn, Hayrü’l-Muhsinîn gibi tâbirâttaki muvâzene, Cenâb-ı Hakkın vâki’deki sıfât ve ef’âli, sâir o sıfât ve ef’âlin numûnelerine mâlik olanlarla muvâzene ve tafdil değildir. Çünkü, bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemâlât, Onun kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir. Nasıl muvâzeneye gelebilir? Belki muvâzene, insanların ve bâhusus ehl-i gafletin nazarına göredir.
Meselâ, nasıl ki bir nefer, onbaşısına karşı kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekkürâtını onbaşıya veriyor. ışte böyle bir nefere karşı denilir: "Yâhu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et." şimdi şu söz, vâki’deki padişahın haşmetli hakiki kumandanlığıyla, onbaşısının cüz’î, sûrî kumandanlığını muvâzene değil. Çünkü, o muvâzene ve tafdil, mânâsızdır. Belki, neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibâtına göredir ki; onbaşısını tercih eder, teşekkürâtını ona verir, yalnız onu sever.
ışte bunun gibi, hâlık ve mün’im tevehhüm olunan zâhirî esbâb, ehl-i gafletin nazarında Mün’im-i Hakikîye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı onlardan bilir; medih ve senâlarını, onlara verir. Kur’ân der ki: "Cenâb-ı Hak, daha büyüktür, daha güzel bir Hâlıktır, daha iyi bir Muhsîndir; Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz."
DÖRDÜNCÜ ışARET: Muvâzene ve tafdil, vâki’ mevcudlar içinde olduğu gibi, imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasıl ki ekser mahiyetlerde, müteaddit merâtib bulunur. Öyle de, esmâ-i ılâhiye ve Sıfât-ı Kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibâriyle hadsiz merâtib bulunabilir. Halbuki Cenâb-ı Hak, o sıfât ve esmânın mümkîn ve mutasavver bütün merâtibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemâlâtıyla bu hakikate şâhiddir. - En güzel isimler Onundur. (Haşir Sûresi: 24.) -, bütün esmâsını ahseniyet ile tavsif, şu mânâyı ifade ediyor.
BEşıNCı ışARET: şu muvâzene ve müfâdale; Cenâb-ı Hakkın, mâsivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyât ile sıfâtı var.
Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesâit ve esbâb perdesi altında ve bir kanun-u umumi sûretinde tasarrufâtıdır.
ıkincisi: Ehadiyet sırrıyla, perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir teveccüh ile tasarruftur.
ışte, ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyâsı ise, vesâit ve esbâbın mezâhiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyâsından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ, nasıl bir padişahın-fakat velî bir padişahın-ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufât ve icraatı iki çeşittir:
Birisi, umumi bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların sûretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.
ıkincisi, umumi kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanât-ı şâhânesi ve icraatı; daha güzel, daha yüksek denilebilir.
Öyle de, Sultân-ı Ezel ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesâit ve esbâbı icraatına perde yapmış, haşmet-i rubûbiyetini göstermiş. Fakat, ibâdının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki, esbâbı arkada bırakıp, doğrudan doğruya Ona teveccüh etmek için, ubûdiyet-i hâssa ile mükellef edip, -Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.)- deyiniz diye, kâinattan yüzlerini Kendine çevirir.
ışte, Ahsenü’l

38

26.07.2006, 11:39

Yunusum Kardeşim; dikkat edersen ben senin cevaplarını nazara alarak kendim bir metin oluşturdum. Aslında amacım öğrenmektir. Siz benim öğretmenim olmanız sebebi ile dersime iyi çalışıp çalışmadığımı sormak istedim.
Yoksa senin yazdıklarına karşılık haddim değildir.
Selam ve muhabbetle canım kardeşlerim
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

39

26.07.2006, 11:56

Çoğul ifade eden zamir, Arapça'da bir sanattır, Türkçeye'de geçmiştir. Manası azamet ve kibriya ve saygınlık ifade etmektir.

Meselâ, yaşça büyük ve olgun birisi, bir gence tavsiye verirken şöyle der,
"Demedik mi sana, şöyle yapsan daha iyi olurdu diye."

Buradaki çoğul eki, birden çok kişiyi belirtmez.

Ayrıca çoğu zaman saygı icabı, tekil bir şahsa "siz" demişsinizdir, değil mi?

Hem ıngilizce'de you (sen) ve you (siz) aynıdır. Sen ise "ya" dır ama pek kullanılmaz, argo, sokak ağzı olarak geçer. Yazılı konuşmada tercih edilmez, en fazla arkadaşlar arasında, samimi ortamda kullanılır.

Meâlden belagat çekişmesine girmesinler...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

40

25.10.2006, 11:58

Kur’ân-ı hakim’de, Cenab-ı Hakkın ‘Ben’ zamiriyle olduğu kadar, ‘Biz’ diye de ferman buyurduğunu görürüz. Bilhassa kâinata ve mevcudata dikkat çeken âyetlerde, ‘Biz’ zamiri sık sık karşımıza çıkar. “Sizi yaratan Biziz” (Vâkıa, 56:57), Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina edip süsledik” (Kâf, 50:6), “Andolsun ki, insanı Biz yarattık” (Kâf: 50:16), “Biz demiri de indirdik” (Hadid, 57:25), “Biz gökten de bir su indirdik” (Lokman, 31:10), “Gece ile gündüzü de Biz iki âyet olarak yarattık” (ısrâ, 17:12) âyetlerinde görüleceği gibi, Kelâm-ı Ezelî’nin hemen her sayfasında, bizatihî Kadir-i Zülcelâl’e izafeten ‘Biz’ zamiri kullanılır.
Hem, yalnızca kevnî âyetlere dikkat çekilirken sözkonusu olan bir durum da değildir bu. Peygamberler ve kitab gönderilmesine, inkârda ayak direten kavimlere azap gelişine, ilâhî emir ve yasaklara, Kıyamete, Hesap Gününe... dair âyetlerde de, ‘Biz’ zamiriyle muhakkak karşılaşırız.
Bu ise, hemen her Kur’ân muhatabını şu soruya sevkeder: O’nun bir, tek, şeriksiz ve nazirsiz olduğu Kur’ân’da tekrar be tekrar vurgulandığı halde; teklikten kinâye olan ‘Ben’ ve ‘O’ zamirinin yanında, niye çokluğu ima eden ‘Biz’ zamiri kullanılıyor? Meselâ, “Sizi yaratan Benim” yahut “Sizi yaratan O’dur” yerine “Sizi yaratan Biziz” denilmesi ile ne murad ediliyor?
Gerçekten, ‘Biz’ ile, nedir kasdolunan?

şükür ki, bu zamirden hareketle, hâşâ, bir şirk yorumu çıkaran aklıevvellere rastlanmıyor. Zaten, Kur’ân’a iman etmiyor olan Mekke müşrikleri dahi, ‘Biz’ zamirinden böyle bir anlam çıkarmamış bulunuyor. Zira, en birinci dâvâsı tevhid olan, ‘Biz’ zamirinin geçtiği âyetlerde de esasen tevhidi ders veren Kur’ân, âfâktan ve enfüsten getirdiği deliller ve de meseller ile tevhidi kesin bir biçimde isbat etmiş bulunuyor.

Öyleyse, neden ‘Biz?’ Neden Mütekellim-i Ezelî, Kur’ân’ında, Kendine izafeten ‘Ben’ ve ‘O’nun yanısıra, ‘Biz’ zamirini de kullanıyor?

Kur’ân’a muhatap olan mü’minlerin çağlar boyu bu soruya cevap sadedinde çıkardığı anlamlar ve hikmetler, birer hakikat olarak, tefsirlerde yerini almış bulunuyor. Ve bu bindörtyüz yıllık birikimden anlayabildiğimiz kadarıyla, ‘Ben’ ve ‘O’nun yanında ‘Biz’ zamirinin de varlığı ile, önümüze ‘marifetullah’ yolunun en kritik basamaklarından biri açılıyor.
şöyle ki: ‘en güzel isimler O’nun olan’ (bkz. ısrâ, 17:110; Tâhâ, 20:8 vd.) Zât-ı Zülcelâl’i bütün güzel isimleriyle tanıyabilmek için, bazı denklemleri kavrayıp bazı basamakları geçmemiz gerekiyor. Vâhidiyet-ehadiyet denklemi, bunlardan biri. Yani, Allah’ı herşeyi yaratan olarak tanımakla kalmayıp; bu vâhidiyet içinde ehadiyeti de görmek ve göstermek gerekiyor. Allahı her bir şeyi yaratan ve her bir şeyde bütün isimlerini cilvelendiren Biri olarak tanımak; diğer bir deyişle, her bir şeyin O’nun bütün kâinatı kuşatan mutlak isim ve sıfatları ile var olduğunu ve varlığını devam ettirdiğini kavramak icab ediyor.
Marifetullah yolundaki en önemli basamaklardan bir başkasını ise, celâl-cemal denklemi teşkil ediyor. Gerçekte, O’nun bazı isimlerinde celâl, bazı isimlerinde ise cemal boyutunun tezahürünü görüyoruz. Meselâ Kadîr, Kahhâr, Cebbâr, Azîz, Azîm gibi isimler celâlî isimler cümlesinde yer alırken; Rahmân, Rahîm, Rezzâk, Cemîl, Vedûd, Hannân, Mennân gibi isimler denklemin cemal tarafına düşüyor. Hem, mahlûkatın da esma-i hüsnadaki bu celâl-cemal cilvesiyle farklılaştığına şahit oluyoruz. Meselâ çiçekte, kelebekte, arıda, meyvede, bebekte cemal öne çıkarken; dağlar, denizler, deprem, şimşek, gökgürültüsü ve gökyüzü bize öncelikle celâli bildiriyor.
Ancak, bu celâl-cemal basamağında kalmayıp, celâlin içinde cemalin, cemalin içinde celâlin gizli olduğu manâsını yüklü ‘kemal’ basamağına da çıkmak gerekiyor. Meselâ cemal yüklü tek bir kar tanesine mukabil, o kar tanelerinin birleşmesiyle kapanan yollar, duran iş hayatı vs. karşısında ‘cemal içinde celâl’i okuyoruz. Diğer taraftan, azamet ve celâl yüklü dağları yeryüzünün hazineli direkleri olarak toprağı tutup suyu depolamaktan rüzgârların sevkine bin türlü cemal ve rahmet cilvesini barındırıyor rüzgarların sevkine bin türlü cemal ve rahmet cilvesini barındırıyor oluşu karşısında ‘celâl içinde cemal’i okuyoruz. Birbirine zıt gibi görünen cemal ve celâli, rahmet ve azameti, lutuf ve kahrı böylece birleştiren ve buluşturan Rabb-ı rahim’i Celîl-i Zülcemal ve Cemîl-i Zülcelâl olarak tanıdığımızda ise, O’nu her türlü kusur ve noksandan münezzeh tam bir kemal ve kibriya sahibi olarak tanımanın eşiğine ayak basmış oluyoruz.
ışte bunlar gibi, Cenab-ı Hakkı esma, sıfat ve şuunatıyla tanıma-marifetullah- yolundaki en kritik basamaklardan bir diğerini ‘uluhiyet-rububiyet’ denklemi teşkil ediyor. Çok kısaca ifade etmek gerekirse, uluhiyet o Sultan-ı Ezelî’nin saltanatında şirki, rububiyet ise icraatında şirki red ve tard ediyor. Bir diğer açıdan, uluhiyeti cihetinde Allah’tan başka hiçbir şeyin ilahlık vasfına lâyık olmadığını; dolayısıyla, ibadet edilmeye lâyık yegâne Varlığın O olduğunu kavrıyoruz. Rububiyeti cihetinde ise, değişik renkler, veçheler, biçimler, sûretler, hikmetler ve maslahatlar donanmış mevcutlar üzerinden, O’nun her bir ismini ve her bir ismin de değişik mertebelerini tanıyoruz.
Daha açık ifade etmek gerekirse, uluhiyet O’nun esma ve sıfatının mutlak ve sınırsız olduğunun ifadesi olurken, rububiyet sırrınca -bizim anlayabilmemiz için- her bir isim ayrı ayrı mertebelerde tecelli ediyor.
Bir örnek vermek gerekirse, montajı tamamlanmış bir filmi hızlandırıp iki dakikada göstermek filmi yapan için mümkün olduğu halde, böylesi bir durumda bizim ilgili filmdeki konuyu ve mesajı kavramamız -bizim kabiliyet ve algılarımızın darlığı yüzünden- mümkün olamıyor. Bu yüzden de, içindeki mesajı kavramamız için, ilmin kareleri iki saate yayılan bir zaman dahilinde yavaş yavaş geçiyor önümüzden. Aynı şekilde, çok kuvvetli bir ışığa maruz kalınca gözümüz ‘ışık körlüğü’ yaşıyor; kamaşıp, hiçbir şeyi göremiyor. Bizim kavrayabilmemiz için, ışığın belli bir derecede tecelli etmesi gerekiyor.
Aynen bu misaller gibi, Rabb-ı Rahim, dört mevsimi bir anda var etmeye, bütün kâinatı bir anda yaratıp yok etmeye ve bütün isimlerini mutlak sûrette cilvelendirmeye kâdir olduğu halde (uluhiyet), kabiliyeti sınırlı biz kullarının tanıyıp bilmesi için, esmâ ve sıfatını mertebeler ve dereceler ile tecelli ettiriyor (rububiyet). Böylece, meselâ Hâlik ismini önce kendi varoluşumuza bakıp, “Beni yaratan O’dur” makamında; sonra sair insanların da O’nun mahlûku olduğunu kavrayıp, “Bütün insanları yaratan O’dur” makamında kavrıyoruz. O’nu kâinatı -içindeki her şey ile- her an yaratan anlamında Hâlik isminin en azamî mertebesinde tanıma noktasına, ancak bu şekilde, adım adım erişiyoruz. Diğer bütün isimler için de aynı kademeleri geçtiğimiz gibi, O’nun her bir isminin birbirini nasıl gerektirdiğini kavrama noktasında da aynı süreci yaşıyoruz.

ışte, Zât-ı Zülcelâl Kur’ân- Hakîm’de öncelikle Zâtına bakan ‘uluhiyet’i cihetiyle ‘Ben’ buyururken, öncelikle ef’aline, yani kâinata bakan ‘rububiyet’i cihetiyle ‘Biz’ buyuruyor. Ve, bu ‘Biz’in içini bizim O’nun bütün isimlerini en azami mertebeleriyle kapsayacak derecede doldurmamız gerekiyor. Meselâ “ınsanı Biz yarattık” âyetine muhatap olduğumuzda, şunu idrak etmemiz icab ediyor: Demek, insanın yaratılışına dikkatle bakabilsem, orada O’nun bütün isimlerinin tecellisini görüp, insan aynasında O’nun esmâ-i hüsnâsının tamamını okuyabilirim. Hem, meselâ “Gece ile gündüzü de Biz iki âyet kıldık” âyetine muhatap olduğumuzda, aynı şekilde, gece ve gündüze şu nazarla bakmamız lâzım geliyor: Demek, gece ve gündüzü O’nun bütün isimlerini azamî mertebesiyle bildiren şahitler olarak okumalıyım.
Öte yandan, “Muhakkak ki bu kitabı insanlar için Biz sana hak ile indirdik” mealindeki Zümer âyeti gibi âyetlere muhatap olduğumuzda da, Kur’an’ı, ‘bütün isimlerin azamî mertebesinden gelen’ bir Mu’cizu’l-Beyan olarak kavramamız icab ediyor. Aynı şekilde, ‘Biz’ hitabı ile gelen bir emri Kur’ânî karşısında şöyle düşünmemiz gerekiyor: Demek, O’nun küllî rububiyetine karşı küllî bir ubudiyet sergileyip Allah’ı bütün isimleriyle tanıyabilmem için, bu ilâhî emre uymam lâzım geliyor.
Sözün kısası, ‘Ben’ zamiri yüklü âyetler uluhiyet dersini bize verirken: ‘Biz’ zamiri yüklü âyetler O’nun rububiyetine ve bizim terbiyemize bakıyor. O’nu bütün isimleriyle tanımaya ve küllî bir ubudiyetle bütün isimlerini hayatımızda yansıtmaya bizi davet eden remizler ve işaretler barındırıyor.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir