Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

22.05.2005, 20:01

Kafir

As selamu aleykum aziz kardeslerim.

Sual:Müslümanken kafir nasil olunur?
Ne sartlar lazimki kafir olasin?veyahut dinden cikasin?

hamdi

Stajyer

Mesajlar: 60

Konum: türkiye

Meslek: öğrenci

Hobiler: spor,bilgisayar

  • Özel mesaj gönder

2

22.05.2005, 22:41

kardeşim yanlış anlamada ya nerden buldun böylesi bir soruyu ya :D
yani kırkyıl düşünsem böyle birsoru aklıma gelmez inan... :?:
zalimi sevemem
zûlmü alkışlayamam
gelenin keyfi için
kalkıp geçmişime sövemem

3

22.05.2005, 23:44

Abi öyle deme, bu sorunun cevabını ezbere bilmemiz gerek. Haramları, hele iman rükünleri konusunda haramları bilmezsek, Allahu Teâlâ muhafaza buyursun, imansız gitmek tehlikesi var.

Bilgisayarımdaki dosyada olduğundan ötürü, link vermek yerine uzun alıntı yapacağım, kusura bakmayın.

Alıntı

KÂFıR



ıslâm'ı inkâr eden, nimete nankörlük eden, uzak kalan, kaçınan, örten kimse. "Kefere" fiilinin ism-i fâili. Terim olarak, imanı olmayan kimseye verilen isimdir. Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü'min görünene "münâfık *", müslümanlığından sonra dinden dönene "mürted*" denir. ıki ve daha çok ilâh olduğunu söyleyen, Allah'a başkasını ortak koşan kimseye "müşrik*", yahudilik veya hristiyanlık dinine bağlı olanlara "kitabî" veya "ehl-i kitap" adı verilir (et-Teftazâni, şerhu'l-Makâsıd, ıstanbul, t.y. II, 268 vd.).

Kur'ân-ı Kerîm'de "küfür" terimi ve türevleri pek çok âyette geçer ve imansız kimselerin nitelikleri, karşı karşıya bulundukları tehlikeler açıklanır. Yahudilerin ıslâm'a çağrıldığı bir âyette şöyle buyurulur: "Elinizdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğin Kur'ân'a iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değişmeyin. Ve yalnız Ben'den korkun." (el-Bakara, 2/41). Allah'a ortak koşanların durumu da şöyle açıklanır: Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da, zarar da vermeyen şeye taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır." (el-Furkân, 25/55).

Yahudi ve hristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düşmeleri hakkında şöyle buyurulur: "şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu ısa Mesih'tir", diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Muhammed! Deki: "Allah, Meryemoğlu ısa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir" (el-Mâide, 5/17) "şüphesiz, Meryemoğlu Mesih (ısâ), Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demiştir: "Ey ısrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü kim Allah'a eş koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar" (el-Maide, 5/72). "Allah, şüphesiz üçün (üç Tanrının) biridir" diyenler kafir olmuştur. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur" (el-Mâide, 5/73).

Yahudi ve hristiyanların ilâh inancının, inkârcıları taklitten ibaret olduğu şöyle belirtilir: "Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: "Mesih (ısa) Allah'ı n oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar" (et- Tevbe, 9/ 30).

Yukarıdaki âyetlerde, Allâhu Teâlâ hakkında küfrü gerektiren başı bozuk akîde veya inkâr halleri belirlenmiştir. Buna göre; Allah'ı inkâr etmek, O'na şirk koşmak, Allah'ın oğlu olduğuna inanmak, O'nun sıfatlarından birini bilerek inkâr etmek, kişiyi küfre düşürür. Allah'a şirk küfrün en büyüğüdür. Çünkü Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. ıhlâs sûresinde Cenab-ı Allah: "De ki: O, Allah'tır, bir tektir. O Allah'tır. Herkes ve her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamıştır, doğrulmamıştır. Hiçbir şey, O'nun dengi ve benzeri değildir" (el-ihlas, 112/1-4) şeklinde tanımlar. şirk'in af kapsamı dışında bırakıldığı şöyle belirlenir: "şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a eş tutarsa, şüphesiz pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur" (en-Nisâ, 4/48). Diğer yandan şirki bırakarak tevbe ve istiğfar eden, akidesini sağlamlaştıran kimsenin ise affedilebileceğinden şüphe yoktur. Çünkü böyle bir kimse artık "müşrik" sıfatından kurtularak mü'min sayılır.

Allahü Teâlâ'yı yüceliğine uygun olmayan bir şekilde nitelemek, isim veya emirlerinden birisiyle alay etmek, hafife almak veya Allah'a noksanlık isnat etmek kişiyi dinin sınırları dışına çıkarır (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, II, 258).

Ebû Hanîfe'ye (ö. 150/767) göre, Allahü Teâlâ'nın sıfatları kadim (evveli bulunmayan) olup, sonradan olma ve yaratılmış (mahlûk) değildir. Bu yüzden O'nun sıfatlarının yaratılmış olduğunu söylemek veya bu konuda şüpheye düşmek kişiyi dinden çıkarır (Ali el-Kârî, şerhu'l-Fıkhı'l- Ekber, Mısır 1323 h. s. 22). ımam şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, Allah'ın ilmini inkâr eden kimse kâfir olur (ıbn Teymiyye, Mecmau'l Fetâva, Riyad 1381-1386 h. XXIII, s. 349). Diğer yandan, Allah'ın rahmetinden ümit kesen ve azabından emin olduğuna inanan da küfre düşer. Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur. "şüphesiz, kâfirlerden başkası, Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf, 12/87), "De ki: Ey kendileri aleyhinde sınırı aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları yarlığar. şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir" (ez-Zümer, 39/53). "Büyük zararı göze alanlar gürûhundan başkası, Allah'ın azabı geciktirmesinden emin olmaz" (el-A'raf, 7/99).

Bu şekilde akîde bozukluğu olan kimse, kelime-i tevhid veya kelime-i şehâdet getirmekle, ıslâm'ın sınırları içine girmiş olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "ınsanlarla onlar, Lâ ilâhe illallâh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman, haklı durumlar dışında kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Artık onların işi Allah'a kalmış bulunur" (eş-şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 197, vd.; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 379).

Peygamberlik müessesesini kökten kabul etmemek veya herhangi bir peygamberin nübüvvetini inkâr da küfürdür. Bu yüzden diğer peygamberleri kabul etmekle birlikte Hz. ısa ve Hz. Muhammed'i Allah elçisi olarak kabul etmeyen yahudiler, yine Hz. Muhammed'in peygamberliğini tanımayan hristiyanlar küfre düşmüşlerdir (Alîel-Kârî, a.g.e, s. 50; el-Fetâvâ'l Hindiyye, II, 263; el-Gazzâlî, el ıktisad, Mısır, t.y. s. 112).

Peygamberlik müessesesini inkâr edenler, yalnız "Allah'tan başka ilâh yoktur" kelime-i tevhîdini söylemekle ıslâm'a girmiş olmazlar. "Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim" anlamındaki kelime-i şehadeti de ilâve etmeleri gerekir. Yahudi ve hristiyanlar gibi başka bir dine mensup olanların ise ıslâm'a girebilmeleri için inanarak kelime-i şehadet getirme yanında önceki dini ile bir ilişkisinin kalmadığını da ifade etmesi gerekir. Bu gibi kimselerin; "Ben mü'minim ben müslümanım, inandım ve ıslam'a girdim" gibi sözleri yeterli olmaz.

Çünkü bu sözleri kendi dinlerini sürdürürken de söylemiş olabilirler. Bu takdirde hem yahudi, hem müslüman veya hem hristiyan hem de müslüman tipi ortaya çıkar ki, bu durum ıslâm'ın özü ile bağdaşır nitelikte değildir, (el-Zühaylî, el-Fıkhu'l-ıslâmî ve Edilletüh, Dımaşk, 1404/1984, VI, 427).

Bir peygambere ilâhlık isnat etmek de küfürdür. Nitekim hristiyanlar Hz. ısa'nın Allah olduğunu söyledikleri için kâfir sayılmışlardır (bk. el-Mâide 5/17, 72).

Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını, bir sûre, bir âyetini veya bir hükmünü, bir emir ve yasağını inkâr etmek küfürdür. Yine Kur'an'dan oluşu konusunda icmâ (ittifak) bulunan bir kelimeyi veya tevâtür yoluyla sâbit olan bir okuyuş tarzını inkâr etmek, Kur'ân'a bir şey ilâve etmek küfürdür. Kur'ân'ı Kerim'in kendisi, -bir sûresi veya bir âyeti ile alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da, kişiyi dinin sınırları dışına çıkaran hallerdendir (Ali el-Kârî, a.g.e s. 151; el-Fetâvâ'l Hindiyye, II, 266; A.Saim Kılavuz, ıman Küfür Sınırı, ıstanbul 1982, s. 114-115).

ıslâm'da iman konuları bir bütündür. ınanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek bütünü inkâr anlamına gelir. Allah'la, Rasûlünün arasını ayırmak, Kur'ân'ın bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr ederek (el-Bakara, 2/85) müslümanlığını sürdürmek mümkün olmaz. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Allâh'ı ve peygamberini inkâr ederek kâfir olan, biz bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız diyerek Allah ve Rasûlü'nün arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler, gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır" (en-Nisâ, 4/155 151). Allahü Teâlâ bu âyetlerle, kendisini ve peygamberlerini inkâr eden yahudi ve hristiyanları tehdit etmektedir. Çünkü onlar Allah'la elçilerinin iman konusunda arasını ayırmaktadırlar. Bazı peygamberlere inanırken, bazılarını da tanımamaktadırlar. Bu, sırf atalarını bu inanç üzere bulmaktan ve duygusal düşüncelerden kaynaklanan, delilsiz, hevâ ve hevese dayalı kanaatlerden ibarettir. Bunun sonucu olarak yahudiler Hz. ısa ve Hz. Muhammed'e iman etmediler. Hristiyanlar da kendilerinden sonra gelen Hz. Muhammed'i kabul etmediler. Halbuki peygamberlik müessesesine iman, Allah'ın yeryüzüne gönderdiği bütün peygamberlere imanı gerektirir. (ıbn Kesir, Tefsir, ıstanbul 1985, II, 396-397). ıslâm'ın çıkışı sırasında Hicaz'da yaşayan yahudiler, Hz. Muhammed'in büyük bir peygamber olarak gönderilişini kıskandılar, bu yüzden ona karşı çıkarak, yalanladılar, hatta Medîne döneminde onunla savaş yaptılar. Ancak yenildiler ve daha sonra Hicaz bölgesinden sürgün edilerek uzaklaştırıldılar. Onların daha önceki peygamberlere olan eziyet, zulüm hatta öldürme hareketleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle anılır:

"Hanisiz; "Ey Musa, biz yalnız bir çeşit yemeğe sabredemeyiz, bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden, bakla, salatalık, mercimek soğan çıkarsın" demiştiniz. Dedi ki: "Size daha hayırlı olanı, böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise Mısır'a çekip gidin, istediğiniz şeyler orada bulunur". Onlara zillet ve meskenet vuruldu, Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere (Zekeriya, Yahyâ ve şuayb'ı ve diğer) peygamberleri öldürmelerinden dolayı başlarına geldi. Bu, onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı idi" (el- Bakara, 2/61).

ıslâm ümmeti Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne gönderdiği, Kur'an'da ismi zikredilen veya edilmeyen tüm peygamberlere inanır. Bu yüzden, önceki semavî dinlerin peygamberleri olan Hz. Davud, Hz. Musa ve Hz. ısa gibi peygamberlere ve onlara verilen ilâhî kitapların bozulmamış asıllarının vahiy ürünü olduğuna inanmak mü'min sayılmanın gereğidir. Bunlardan birisini meselâ Hz. ısa'nın peygamberliğini veya ona inen ıncil'i inkâr eden bir müslüman, dinin sınırları dışına çıkar. Durum böyle olunca ıslâm inancı evrensel niteliklere sahiptir. Kökende yahudi ve hristiyanlığın bozulmamış orjinal şekillerini de kapsamına almaktadır. Zaten Kur'an-ı Kerim pekçok âyetlerde ıncil ve Tevrat'ta sonradan yapılan değişiklikleri ve bu dinlere sokulan hurafe ve inanç bozukluklarını haber vermektedir. Buna aşağıdaki âyeti örnek verebiliriz: "şüphesiz; "Meryem oğlu mesih (ısa) gerçekten Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih (ısa) şöyle demişti: "Ey ısrail oğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü Teâlâ'ya ibadet edin""Kim ki, Allahü Teâlâ'ya eş koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmedenlerin de onları ateşten kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur" (el-Mâide, 5/72).

Kur'ân-ı Kerim'de veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilâf bulunmayan ıslâmi emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. ıçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Ancak "büyük günah (kebîre)" denilen haramları işlemenin kişiyi dinden çıkarıp çıkarmayacağı ıslâm'ın ilk asırlarında bilginler arasında tartışılan bir konudur. ıbn Ömer'den (r.a) büyük günahların dokuz tane olduğu rivâyet edilmiştir. Bunlar şunlardır: Allah'a şirk koşmak, haksız yere bir insanı öldürmek, namuslu kadına zina iftirası yapmak, savaştan kaçmak, sihir yapmak, yetim malı yemek, müslüman olan ana-babaya itaatsizlik yapmak, haramda ısrar etmek. Ebû Hureyre buna faiz yemeyi, Hz. Ali ise şarap içmeyi eklemiştir. Bu arada; zararı yukarıda sayılanlar kadar veya daha büyük olan her günahı kebîre sayanlar olduğu gibi, Allah ve Rasûlü'nün karşılığında ceza koyduğu her yasağı büyük günah kabul edenler de olmuştur. Bu konuda ez-Zehebî (ö. 748/1437), özel bir eser kaleme alarak yetmiş tane büyük günahın açıklamasını yapmıştır (ez-Zehebî, Kitâbu'l-Kebâir, Beyrut, 1355/1933).

Hz. Ali'nin halîfeliği sırasında ortaya çıkan hâricî fırkası, amel'i imandan sayarak, büyük günah işleyenin dinden çıkacağını söylemiştir. Mu'tezile fırkası da amel'i imandan bir parça kabul etmiş, bu yüzden büyük günahın insanı mü'min olmaktan çıkaracağını, ancak hâricîlerden farklı olarak kâfir de yapmayacağını söylemiştir. Onlara göre, bu kimse "fâsık" adını alır, tevbe edinceye kadar imanla küfür arasında "menzile beyne'l menzileteyn" de kalır. Eğer tevbe ederek ölürse müslüman olarak, tevbe etmeden ölürse kâfir olarak ölmüş bulunur (Taftazânî, şerhu'l-Akaid, terc. Süleyman Uludağ, ıstanbul 1980, s. 262 vd.).

Ehl-i sünnet bilginlerine göre ise, büyük günah işlemek, inkâr bulunmadığı sürece kişiyi dinden çıkarmaz. Onların bu konuda dayandığı deliller şunlardır: ıman kalbin tasdikidir. Bu sıfat devam ettiği sürece, sırf şehveti, geçici arzu ve istek, kıskançlık ve tembellik gibi etkilerin altında işlenen büyük bir günah kalbteki tasdike aykırı olmaz. Ancak bu, "haramı helâl sayma ve haram ve helâlı hafife alma" inanç ve duyguları içinde yapılırsa küfür olur. Diğer yandan âyet ve hadisler, âsî ve günahkâr olanlara "mü'min" ismini vermektedir. şu âyetler buna örnek verilebilir:

"Ey mü'minler, Allah'a nasûh tevbesiyle tevbe edin" (et-Tahrîm, 66/8). "Ey iman edenler, sizin üzerinize kısas farz kılındı" (el-Bakara, 2/178)."Eğer mü'minlerden iki grup birbirini öldürürlerse aralarını bulunuz" (el-Hucurât, 49/9). Bu âyetlerde sözü edilen eylemler büyük günah niteliğindedir. Buna rağmen bu fiili işleyenlere Cenab-ı Hakk "mü'min" sıfatıyla hitabetmiştir.

Ehl-i kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesinlikle bilinen kimselerin cenaze namazının kılınacağı ve bunlar için Allah'tan mağfiret dilenilebileceği Hz. Peygamber'den günümüze kadar, üzerinde görüş birliği bulunan bir konudur.

Kur'an-ı Kerim'de mü'minler büyük günaha karşı şöyle uyarılır: "Eğer nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin diğer günahlarınızı mağfiret eder, örteriz. Ve sizi şerefli bir yere (cennete) sokarız" (en-Nisâ 4/31; ayrıca bk. eş-şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32). Bu âyette, büyük günahların af kapsamı dışında tutulması, onlar hakkında bazı dünyevî cezaların bulunması ve buna ek olarak uhrevî günahı için özel tevbe ve istiğfarın gerekli olması yüzündendir. Küçük günahların çoğu ise, özel bir tevbe ve istiğfara gerek kalmaksızın, namaz, oruç, hac, zekât, insanlara yapılan iyilikler, hayır ve hasenât gibi salih amellerin bir sonucu olarak kendiliğinden affedilmesi mümkündür (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 229). Hatta hac ibadeti, bazı büyük günahların da affedilmesine vesile olur. Çünkü, eksiksiz hac yapanın annesinden doğduğu gündeki gibi geçmiş günahlarının affedileceğine dair hadis-i şerifler vardır (Buharî, Muhsar, 9, 10; Nesâî, Hacc, 4; ıbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 410, 483, 494).

Kısaca Allah'ın emir ve yasaklarını, bütün ıslamî hükümlerini kabul ederek ıslam'ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını red etmek veya ıslâm'ın çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürüp bir hükmünü bile olsa red eden kimseler kâfir olur.

Hamdi DÖNDÜREN



Alıntı

ıNKÂR



ınkâr etmek, bilmemek, hoş görmemek, nehy etmek. Kur'an-ı Kerîme ait bir terim olarak, imanın zıddı olan küfür ve tekzib, inkârla eş anlamlıdır. Küfr veya kefr, bir şeyi örtmek demektir. Kalbindeki inancını örten kişiye "kafir" dendiği gibi "münkir" de denir. Tövbe ve ibadet niteliği taşıyan bazı oruç ve maddî tasadduk gibi cezalar da, günahları örttüğü için "keffaret" diye adlandırılmıştır (el-Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, ıstanbul 1346/1928, s. 248; ez-Zühaylî, e/Fıkhu'l-ıslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, III, 388 vd.).

Küfür terimi bazen nimeti inkâr anlamında kullanılır. Ayette şöyle buyurulur: "Öyleyse Ben'i anın ki, Ben de sizi anayım. Bana şükredin ve Bana nankörlük etmeyin" (el-Bakara, 2/152). Abdullah b. Abbas'ın naklettiği bir hadiste Allah elçisi şöyle buyurur: "Cehennem bana gösterildi. Orada bulunanların büyük çoğunluğunun küfreden (inkâr eden) kadınların oluşturduğunu gördüm". Bunun üzerine; Allah'ı inkâr eden kadınlar mı? denildi. Hz. Peygamber (s.a.s) cevaben: "Kocalarını ve kocalarının yaptığı iyilikleri inkâr edenler. Sen onlardan birisine ömür boyu iyilikte bulunsan, hoşuna gitmeyen bir davranışını görünce; "Senden hiçbir iyilik görmedim" der (Buhârî, ımân, 20; Müslim, Küsûf, 3; Nesaî, Küsûf, 17; Ahmed b. Hanbel, I, 298) buyurdu.

Eş'arî ve Mâturîdî kelâmcılarının çoğunluğuna göre, zarûrât-ı diniyyeden* olduğu kesinlikle bilinen şeylerin tamamını veya bir bölümünü kalben tasdik etmeyen kimseye "kâfir" veya "münkir" denir. Eş'arî kelâmcısı el-Âmidî (ö. 631/1233), müminle münkir arasında dünyevî hükümlerdeki farklılığı dikkate alarak şöyle tarif etmiştir: "Kişiyi, hâkimlik, devlet başkanlığı, şahitlik, ganîmetlerden yararlanma, cenaze namazının kılınması, müslüman mezarlığına gömülmesi gibi, müslümanlara mahsus hallerden mahrum bırakan bir hükümdür" (el-Âmidî, Ebkâru'l-Efkâr, vr. 265a; el-Taftâzânî, şerhu'l-Makâsıd, ıstanbul t.y., II, 267; el-Cürcânî, şerhu'l-Mevâkıf, ıstanbul 1311 H. III, 253; el-Gazzâlî, el-ıktisâd, Mısır t.y., s. 112; Ahmed Saim Kılavuz, ıman-Küfür Sınırı, ıstanbul 1982, s. 56).

ınkâr edildiği zaman sahibini dinden çıkaran veya dine girişini engelleyen "zarûrât-ı diniyye"; Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği, tevâtür yoluyla sabit olan, derin bir düşünce ve muhâkemeye ihtiyaç duymaksızın halkta kesin bir bilgi sonucu meydana gelen ve yine müslüman toplumun zarûrî ilim diye bilinen bir bilgi ile benimseyip kabul ettiği, tevhit dininin ana inanç konularıdır.

Kalbiyle tasdik ederek, kelime-i şehadet adı verilen; "Allâh'tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim" sözünü söyleyen kimse "mümin" sıfatını kazanır. Buna "icmali iman" denilir. Bundan sonra, "âmentü" de ifadesini buları iman esasları gelir. Altı iman esası şunlardır: Allâh'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna iman etmek (Buhârî, ıman, 37).

Ehl-i sünnet bilginlerine göre, bir şeyin iman esası olabilmesi için Kur'an-ı Kerîm veya mütevâtir hadise dayanması gerekir. Meşhur veya âhad haberler, kesin bilgi vermedikleri için inanç konusunda delil kabul edilmezler. Ancak ıslâm hukukçularının çoğunluğu, meşhur hadîsi inkârın, kişiyi sapıklık (dalâlet) içine düşüreceği görüşündedir. Bu arada, meşhur hadisi inkârın mütevâtir hadisi inkâr gibi sonuç doğuracağını söyleyenler de olmuştur (Alî el-Kârî, şerhu'l Fıkhı'l-Ekber, Mısır 1323 H., s. 149; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310 H., II, 265).

ımam er-Rabbânî (ö. 1034/1625) inanılması zarûrî olan ve inkâr edilmesi hâlinde kişiyi dinin dışına çıkaran "zârûrât-ı diniyye" adı verilen esasları sınıflara ayırır ve bunlara ayrı ayrı imanın farz olduğunu belirtir. Bu esaslar şunlardır:

1. Allah'ın varlığına ve birliğine iman, indirilmiş olan semâvî kitapların ve sahîfelerin hak olduğuna iman, peygamberlere, meleklere, ahiret gününe, kıyamet günü uzuvların toplanacağına yani insanların yeniden diriltileceğine, cennet ve cehennemde mükâfat ve azabın sonsuzluğuna, gök düzeninin bozulacağına, yıldızların dökülüp, yer ve dağların paramparça olacağına... iman.

2. Beş vakit namazın farz olduğuna, rek'atlerin sayısına, zekât, ramazan orucu ve hacc'ın farz olduğuna iman,

3. şarap içmenin, haksız yere adam öldürmenin, ana-babaya karşı gelmenin, hırsızlık, zina, yetim malı yemek, faiz yemek ve benzeri yasakların haram olduğuna imandır. Bu sayılanlar, tevâtür yoluyla sabit olup, dinden oldukları konusunda hiçbir şüphe yoktur.

Yukarıda belirtilen zarûrât-ı diniyye kapsamına giren itikâdî, ameli veya ahlâkî hükümlerin tamamını veya bir bölümünü yahut da içlerinden bir tanesini kabul etmemek, kişiyi inkârcı durumuna düşürür.

Küfür, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri bakımından dört kısma ayrılır.

1. Küfr-i inkârî: Allâh'ı, Hz. Peygamber'i ve onun getirdiği esasları inkâr etmek gibi."Ey Muhammed! şüphesiz, inkârcıları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler" (el-Bakara, 2/6) ayetinde sözü edilen zümre bu gruba girer.

2. Küfr-i cühûd: Allâh'ın varlığını kalben bildiği halde; kibri, gururu sebebiyle ikrar etmemesi ve diliyle inkâr etmesidir. şeytan ve benzeri kişiler bu gruba girer. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Bir zamanlar meleklere: Âdem'e secde edin " demiştik. Bunun üzerine onlar Âdem'e secde ettiler, ıblis hâriç. O diretti, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu" (el-Bakara, 2/34; bk. Sâd, 37/74; el-Kasas, 28/39). "ışte kendilerine bildikleri (bekledikleri o Kur'an) gelince, onu inkâr ettiler" (el-Bakara, 2/89).

3. Küfr-i ınâdî: Kişinin, hakikatı kalben bilmesine ve zaman zaman diliyle de ikrar etmesine rağmen; sapıklık, kıskançlık, kapris, şan, şöhret, makam ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle ıslâm'ı bir din olarak kabullenmemesidir. Buna, düşünce arkadaşlarından, dost ve hısımlarından utanıp, gurur yüzünden küfre düştüğü için "küfr-i ârî" de denilmiştir. Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in (ö. 619 m.) küfrü böyledir. Rasûlüllah (s.a.s) çeşitli zamanlarda amcasını ıslâm'a davet etmesine ve amcasının da bu daveti hoş karşılamasına rağmen, sırf arkasından "Ebû Tâlib ölümden korktu da atalarının dininden döndü" sözünü söyletmemek için Ebû Tâlib, müslüman olma şerefine erişememiştir (Buhârî, et-Tefsîr, Sûre, 28; Müslim, ımân, 9; Tirmizî, et-Tefsîr, 29; Nesaî, Cenâiz, 102).

4. Küfr-i nifâk: Kişinin, inanılması gereken şeyleri diliyle ikrar etmesi, fakat kalbiyle tasdik etmemesidir. Münafıkların inkârı böyledir. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:"Bir kısım insanlar vardır ki:"Biz Allâh'a ve ahiret gününe iman ettik" derler. Halbuki onlar inanmış değillerdir. Allâh'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat bunun farkında değillerdir. Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah, bu hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı onlar için can yakıcı bir azap vardır" (el-Bakara, 2/8-10).

Münkir ve müşrik terimleri arasında da bazı farklar vardır. şirk sözlükte, ortak kabul etmek demektir. Terim olarak ise; Allahu Teâlâ'nın ilâhlıkta, sıfat ve fiillerinde esi, benzeri ve ortağı bulunduğuna inanmaktır. Bu inançta olana da müşrik denir. şirk, sadece Allah'a ortak koşmakla meydana gelir. ınkâr ve küfür ise; küfür sayıları inançlara sahip olmak veya zarûrât-ı diniyyeyi kabul etmemekle gerçekleşir. Ebû Hanîfe'ye göre, küfür şirkten daha genel olup, şirki de kapsamına almaktadır. Bu anlamda her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Kur'an-ı Kerîm'de kâfir sayıları ehl-i kitapla müşrikler ayrı ayrı zikredilmiştir. "Ehl-i kitaptan ve müşriklerden kâf r olanlar kendilerine apaçık bir huccet, içinde en doğru hükümler yazılı temiz sahifeleri okuyacak, Allah'tan bir peygamber gelinceye kadar (gûya dinlerinden) ayrılacak değillerdir" (el-Beyyine, 98/1 vd.)."Meryem oğlu ısa Mesih Allah'tır" diyenler, şüphesiz kâfir olmuştur" (el-Mâide, 5/17). Bazı âlimlere göre ise, küfür ve şirk eş anlamlıdır. Çünkü hristiyanlar baba, oğul ve rûhu'l-Kudüs'ten oluşan üçlü ilâh (teslîs) inancıyla şirke düşmüşlerdir. Yahûdîler de, hahamlarını sân' ve rab yerine koyarak Allâh'a şirk koşmuşlardır (ıbn Hazm, el-Fasl fi'l Milel, Beyrut 1395/1975,III, 222 vd.).

Mürted ile kâfir arasında da fark vardır. Kâfir veya münkir bastan itibaren küfür içinde kalmış ve ıslâm'ı kabul etmemiş kimsedir. Mürted ise, bir süre müslüman olarak yaşadıktan sonra ıslâm'ı terkeden kimseye denir. Ayette şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, onların yerine kendisinin onları, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise, güçlü ve şerefli olan, Allah yolunda cihat eden ve kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir" (el-Mâide, 5/54).

Küfür anlamında inkârla, irtidâd, ıslâm hukukunda farklı hükümlere tabidir. Kişinin küfürden kurtulup, iman sahibi olması toplumda mümin muâmelesi görmesini gerektirir. Müslüman olduğunu ikrar ve ilân etmekle, malını, canını, ırzını her türlü saldırıdan korumuş olur.

Küfürden kurtulup ıslâm'a girme şu şekillerde olabilir:

1. ıslâm'a girdiğini açıkça ilân etmesi: Bu, ya kelime-i sehâdeti ifade etmekle ya da eski inancından vazgeçtiğini belirterek, kelime-i şehadeti okumasıyla gerçekleşir. Bu konuda küfür ehli dört sınıfa ayrılır a) Allah'ın varlığını inkâr edenler. b) Dehriyye gibi. Allah'ın birliğine inkar edenler. Putperestler ve ateşe tapanlar gibi. c) Allah'ın varlığına ve birliğine inandığı halde nübüvvet ve risâleti inkâr edenler. d) Yalnız Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr edenler.

Birinci ve ikinci sınıfa dahil olan münkirlerin, müslüman sayılması için, "lâ ilâhe illâllâh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur)" veya "Eşhedü enne Muhammedu'r-Resulullah (Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet ederim)" cümlelerini kalben inanarak söylemesi yeterlidir. Böylece kişi, toplumda sosyal statü değiştirmiş olur. "ınsanlarla "Lâ ilâhe illâllah" deyinceye kadar savaş yapmakla emrolundum. Bunu söyleyince haklı durumlar dışında canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Artık onların hesabı Allah'a kalmış bulunur" (Müslim, ıman, 32-36; Buhârı, ıman, 7, 28, Salât, 28; Zekât, 1, ı'tisâm, 2, 28; Ebû Dâvud, Cihâd, 95; Tirmizi, Tefsiru Sûre, 88; Nesâî, &kât, 3; ıbn Mâce, Fiten, 1-3), Bunu tamamlayıcı nitelikteki başka bir hadiste de şöyle buyurulur: "Kim "Lâ ilâhe illâllâh" der ve Allah'tan başka taptıklarını terkederse, malı ve canı haram olur (konuma altına girer). Onun hesabı artık Allah'a kalmıştır" (Müslim, ımân, 37; Ahmed b. Hanbel, III, 472).

Temelde peygamberlik müessesini inkâr edenin, yalnız "Lâ ılâhe ıllallah" demesi, müslüman sayılması için yeterli değildir. Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul ederse, müslümanlığına hükmedilir. Yalnız Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden yahudi ve hristiyanların ıslâm'a girebilmesi için kelime-i şehadet yanında, önceki dinlerini terkettiklerini de kalben inanarak ifade etmeleri gerekir. Onların müslümanlığı; "Ben müminin", "Ben müslümanım", "Ben iman ettim" veya "ıslâm'a girdim" gibi mücerred sözlerle gerçekleşmez. Çünkü onlar, bu ifadeleri kendi içlerinde ve kendi dinleriyle ilgili olarak da kullanmış olabilirler. Ancak daha sonraki asırlarda şartların ve kavramların değişikliğe uğraması sonucu, ehl-i kitaptan birisi "Ben müslümanım" derse, onun müslüman olduğuna hükmedilmiştir. Fetvâ da bu son görüşle verilmiştir (ıbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, t.y., III, 315).

Allah'a şirk koşanın "Ben müslüman oldum" vb. sözleriyle ıslâm'a girdiğine hükmedilir. Delil şu hadistir: Mikdâd b. el-Esved (r.a) şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisi, şu konuda ne dersiniz?; kâfirlerden bir adama rastladım. Benimle savaştı ve kılıçla vurarak bir elimi kesti, sonra da benden kaçarak bir ağacın arkasına sığındı ve "Ben Allah için müslüman oldum" dedi. Bunu söyledikten sonra onu öldürebilir miydim? Hz. peygamber (s.a.s); "Onu öldürme" buyurdu" (Müslim, ıman, 155; Ebû Dâvud, Cihât, 95).

2. Zimnen ıslâm'a girmiş sayılma: Bir hristiyan, yahudi veya müşriğin, müslüman cemaate katılarak onlarla birlikte namaz kılması, müslüman olduğunu gösterir. Çünkü namaz, ıslâm'daki şekliyle önceki dinlerde yoktur. Ancak şâfiîler, mücerred namazın, ıslâm'a girmiş sayılmak için yeterli olmadığı görüşündedir.

3. Tebean ıslâm'a girmiş sayılma: Küçük çocuk, ana-babaya tabi olarak ıslâm'a girmiş sayılır. Ebeveyn'den yalnız birisi ıslâm'a girmiş bulunursa çocuk ona tabi olur. Hadiste; "ıslâm yücedir, onun üzerine yücelinmez"(Buhârî, Cenâiz, 79)buyurulur.

Diğer yandan, savaş sırasında yakalanıp, ıslâm ülkesine getirilen esir çocuklar da, ülkeye (dâr) tebean müslüman sayılır (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's Sanâyi: Beyrut 1328/1910; VII, 102 vd.; ıbn Âbidîn, a.g.e, III, 316; ıbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire t.y., VIII, 143; Zühaylî, el-Fıkhu'l-ıslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VI, 428).

Ehl-i küfrün, mallarını ve canlarını koruması, ıslâm ordusu onları zorla yenmeden önce müslüman olmaları şartıyla mümkündür. Bu takdirde onlar öldürülmez ve malları kendilerinde bırakılır. "ınsanlarla Lâ ılâhe ıllallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum..." hadisi ile "Kim bir malı varken müslüman olursa o mal kendisinde kalır" (eş-şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 11; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 310) hadisi bunun delilidir.

ıslâm ordusu küfür ehli olan düşmanı yendikten sonra, ıslâm'ı kabul eden erkeklere ait menkul ve gayrimenkuller, kadınlar ve büyük çocuklar müslümanların fey'i (ganimet) olur. Burada kadın kâfir harbî sayıldığı gün, ıslâm'a giren kocasına tabi olmaz. Büyük çocuklar da kâfir harbî hükmüne tabi olurlar.

Çoğunluk ıslâm hukukçularına göre, ıslâm; anne veya baba, dâru'l harpte olsun veya dâru'l-ıslâm'da bulunsun ıslâm'a girince, küçük çocukları korur. Çünkü küçük çocuk dinî bakımdan ana-babadan en hayırlı olana tabi olur. Bu konuda ittifak vardır. Kur'an'ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "ıman edip de, zürriyetleri de iman ile kendilerine tabi olanlar (yok mu) biz onların nesillerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amelinden bir şey de eksiltmedik. Herkes kazancı karşılığında bir rehindir" (et-Tûr, 52/21).

Hanefilere göre, bir küfür ehli, dâru'l-ıslâm'da ıslâm'a girdiği zaman, dâru'l-harp'te bulunan küçük çocukları, babalarının müslüman olmasıyla, müslüman olmuş sayılmaz. Burada ülke ayrılığı yüzünden aralarındaki birinin diğerine tabi oluşu kesilmiştir. Kadın ve büyük çocukların ise müslüman veya küfür ehli sayılması için koca veya ana-babaya bağımlı olmadığı konusunda görüş birliği vardır (el-Kâsânî, a.g.e, VII, 102 vd.; ıbn Abidîn, a.g.e., III, 316; ıbn Kudâme, a.g.e., VIII, 143). Herkes prensip olarak büluğ çağından sonra bağımsız velayet sahibidir, ıslâmî emir ve yasakların muhatabıdır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Herkesin kazandığı kendisinden başkasına ait değildir" (el-En'âm, 6/164).

"Herkes kazancı karşılığında bir rehindir" (et-Tûr, 52/21).

Hamdi DÖNDÜREN





Alıntı

ıMAN



Güvenme, verilen bir habere kalbten inanma, haberi getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde düşmeksizin inanma; Allah'a, ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve Resulu olduğuna, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanma (Buhârî, iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15).

"ıman" kelimesi; Arapça'da "if'al" vezninde olup, aslı "emn" kökünden gelir. Dillere göre, korkunun zıddı olan "emn-ü emân=emniyet, güven" manasında, "âmene" fiilinin masdarıdır. Kelimenin aslı "emn" de "emân" idi. Başına "elif" gelince, "e'mene" oldu; sonra arapça gramer kaidesine göre "imân" okundu. Kelimenin başındaki "hemze" Arap diline göre "ta'diye" için "geçişli" olursa, "eman vermek, emin kılmak" manasına gelir ki; "esmâüllah = Allah'ın isimleri"nden olan "Mümin" bu manadan alınmıştır. Sayrûret (olmak) için kullanılırsa, iman; "emin olma, kalbi güven ve sükûna kavuşturma" manasına gelir. Buna lisanımızda "inanma" denir.

Bütün dilcilerin örfünde imanın hakikati; "mutlak tasdik"dir. Yani, bir şahsa, bir habere veya bir hükme, kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, onu doğrulamak, sözünü doğru kabul etmektir. Tasdik eden, tasdik ettiği şahsı tekzip edilmekten emin kılmış veya bizzat kendisi yalandan emin ve mutmain olmuştur. ıman kelimesi, ya "âmenehu" da olduğu gibi doğrudan, veya "âmene bihi" ve "âmene lehu" da olduğu gibi, (be) veya (lâm) ile mef'ul alır. (be) ile olursa, "ıkrar ve itiraf"; (lâm) ile olursa, "iz'an ve kabul" manası ifade eder (Râgıb el-isfahanî: El-Mutredâd; Asım Efendi, Kamüsü'l-Mühit tercemesi, ıstanbul 1272 H., III, 593-594; ıbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mısır 1303, XVII 160-163).

Bu esasa göre sözlükteki iman, mantık ilmindeki "tasavvur"un karşılığı olan "tasdik" ten ibaret olup, kavramındaki iki unsur vardır: Biri "bilgi=marifet" unsuru; diğeri, irade ve ihtiyar (kesb)" unsuru. Çünkü, önce neye, niçin ve nasıl inanılacağı bilinmeden, bir şeye iman ve onu tasdik mümkün olmaz. Bu yönden "marifet" unsurunun rolü açık; imanın akıl, fikir, düşünce ve nazar ile ilgisi aşîkârdır. ırade ve ihtiyar unsuru ise, bilinen bir şeyin tasdik edilerek iman haline gelmesi, terim ifadesiyle "iz'an ve kabulü" için şarttır. Diğer bir deyimle; bilinen ve iman konusu olan husus, baskı ve korkudan uzak, samimi bir gönülle içten benimsenmeli, tam bir teslimiyet ile kabul ve itiraf edilmelidir. O halde imanda; bilgiye dayanan iradeli bir tasdik, kesb ve ihtiyar lâzımdır. Her şeyi çok iyi bilen şeytanın kâfir sayılması, bu ikinci unsurun bulunmamasındandır. O halde, yalnız "marifet" ile iman olmaz. Çünkü kesb ve ihtiyar olmadan kalbde hasıl olan şey, tasdik değil, marifettir. Zira bir bilginin. imanda aslolan "tasdik" derecesinde sayılabilmesi için onda, irade ve ihtiyara dayanan kalp rızası ve teslimiyet şarttır. Ancak, tasdikte aranan iz'an'ın, "itikad-ı câzim" denilen kesin olarak yakîn ifade etmesi şart koşulmadığından; "zann-ı gâlib" denilen avam müslümanların tasdiki, yani "mukallidin imam" Ehl-i Sünnete göre kâfi ne makbul sayılmıştır. Bu gibi tasdiklere "iman-ı hükmî" denir. Aklı ve naklî delillere dayanarak elde edilen kuvvetli imana ise, "tahkîki iman" adı verilir. Bu yola (delil ve istidlâle) gücü yettiğince başvurmak farz olduğundan, bunu terkeden bir mü'min günahkâr olur (bk.Ali Arslan Aydın, ıslâm ınançları (ilm-i Kelâm), ıstanbul 1984, I, 148-150).

Tasdikin Derece ve Türleri:

Mutlak tasdikin derece ve türleri vardır. Her tasdik, meselâ, "Allah'a iman ettim", "Hz. Muhammed (s.a)'e, Kitabullah'a ve ahirete inandım" cümleleri, ayrı ayrı kariyeler (önermeler) olarak farklı hükümler ifade eder. Her birinde tasdik ve hüküm bulunan bu iman nevileri, taalluk ettiği şeylere göre çeşitli manalara gelmekte, hepsi de, "kabul ve itiraf" manası ifade etmektedir. Tasdikte aslolan, söylenen sözün veya haberin doğru ve sâdık olmasıdır. Sözün sadık olması ise, verilen hükmün sadık olmasında, yani o hükmün gerçeğe mutabık olmasındandır. Mutabık ise, o hükmün doğru ve sadık; değilse, yalan ve yanlıştır.

Tasdik edilerek inanılan şey, görülen ve bilfiil mevcut olan bir şey ise, bu tasdike "tasdik-i şuhûdî"; gözle görülmediği halde, varlığına delâlet eden bir delil veya eser vasıtasıyla biliniyorsa, bu gibi tasdiklere de "tasdik-i gaybı" denir. Bu yönden, imanın içerdiği mutlak tasdik, dilciler nazarında; a) Ya kavlî, yani sözle, b) Veya fiilî, yani iş ve amel ile olur. Kavlî olan da, biri kalbî (kalp diliyle), diğeri de lisanî (dil ile) olmak üzere iki türlüdür. O halde, dilcilere göre tasdikin üç türü ve derecesi vardır. Bunlar;

a) Kalb ile yapılan tasdik: Bir kimsenin herhangi bir şahsı veya hükmü kalbiyle kabul ve itiraf etmesidir.

b) Bizzat dil ile yapılan tasdik: Bu da, insanın, inandığı şeyin hak ve gerçek olduğunu başkası duyacak şekilde söyleyip ilân etmesidir. Dil ile yapılan bu tasdik de iki türlüdür: a) Hakîkî, b) Zahirî, Hakîkî anlamda; dil ile ikrar edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani dil ile kalb tasdikte birleşir. Böyle bir tasdike sahip olan kimse, hakîkaten inanmış bir "mü'min"dir. Zâhirî alanda ise dil ile tasdik olunan şey, kalp ile tekzip olunur. Yani dili ve zahiri başka, kalbi ve batını başkadır. Kalbi, dilinin söylediğini inkar ve reddetmektedir. Bu gibi zahiri tasdik sahiplerine, dinî literatürde "münafık" adı verilir. Bunlar zahiren mümin; hakîkatta ve Allah katında kafir sayılırlar.

c) Organlarla yapılan fiili tasdik: Söylenen sözün gereğini bilfiil ima etmek süretiyle yapılan tasdik şeklidir ki, bunun makbul olanı; işlenen fiilin, hem dil, hem de kalp ile yapılan bir tasdike dayanmasıdır. şayet yalnız dil ile ikrarın eseri ise, yapılan iş, riyadan başka bir şey değildir ve nifak alametidir (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, I, 179).

ıslam Istılahında ımanın Manası, Hakîkati ve Rükûnleri

ıslami ıstılah olarak "iman", Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah (c.c.) tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamını iz'an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir. Yani Allah'a, Hz. Muhammed'in son Peygamber olduğuna ve "Zarûrât-ı diniyye" diye bilinen ıslâmî esaslara, hükümlere ve haberlere, kesin olarak inanmak, tamamını kabul ve itiraf etmektir. Zarûrât-i diniyye; Peygamberimizden tevâtür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatının hak olduğu; namaz, oruç, zekât ve Hac gibi ibadetlerin farz; zinanın, şarabın, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olduğu gibi ıslâmî esas, hüküm ve haberlerdir. Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her müslümanın tereddütsüz inanması gerekir. Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha genel ve şümullüdür.

ıman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi olduğuna göre; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken tasdiktir. Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? ımanın hakîkatını teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? ışte bu hususta ıslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır.

a) Ehl-i Sünnet'ten bazılarına göre şer'î iman; Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan "kalp ile tasdik", hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen "aslî rükün"dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan "zâid rükün" dür. Aslî rükün sayıları kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz. Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (en-Nahl, 16/106). "Kavl-i Meşhur" olarak şöhret buları bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından şemsü'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-ıslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta ımam-ı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir (Fıkh-ı Ekber Aliyyu'l-Kâri şerhi, s. 76-77; şerhu'l-Makâred, II, 182, şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, s. 436438).

b) Ehl-i Sünnet'ten "cumhuru muhakkikîn" e göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir. O halde şer'; imanın yegane rüknü, kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir. Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde mü'min midir, değil midir? bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katında mü'min sayılırlar. Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir: "Allah işte bunların kalbine imanı yazdı" (el-Mücadele, 58/22); "ıman henüz kalblerine girmedi" (el-Hucurât, 49/14 ve en-Nahl, 16/106 gibi). ımam Ebu Mansur el-Maturîdi'nin tercihi de budur. Özellikle, ımam Ebu'l-Hasan el-Eş'ârî ile ımamu'l-Haremeyn el-Cüveynî ve ımam Fahru'd-Din er-Râzî bu görüştedirler (Ali Arslan Aydın ıslâm ınançları, I, 164-165).

c) Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu ise rivayete göre, ımam Mâlik, ımâm şâfiî ve ımam Ahmet (r.a)'a göre şer'î ıman; "ıkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkân"dır. Yani, "dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amel" Fakat bu görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri "fâsıkâsî" saymışlarsa da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir. Ayrıca, abid ve zahid müslümanlara tatbik edilmekte olan dini ahkâmın, ameli terkeden fâsıklara da uygulanacağını söylemişlerdir. Nitekim tatbikatta hep böyle olagelmiştir. Bu zevata göre şer'î imanın hakîkatı iki şekilde mütâlaa edilmektedir. Biri; er geç Cennete girme imkânını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder. Diğeri ise, müslümanı cehennemin azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren "Kemâl-i iman", yani imanın kâmil olmasıdır. şüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kaçınmak, imanın kemalinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir. Sonuç olarak, yukarıdaki tarif gerçekte, "imanın aslını ve hakikatı"nın değil, "kemâl-i iman" yani iman olgunluğunun tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı hadisçilerin görüşü, Mu'tezile ve haricilerin katı görüşleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir görüştür (Ali Arslan Aydın, a.g.e, I, 160-161 ve orada zikredilen ana kaynaklar).

d) Havâriç ve Mu'tezile ise şer'î imanın; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka, bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi. Bunlara göre imanın hakikatı hem "fiil-i kalp, hem fiil-i lisan, hem de fiil-i cevârih" dir. Yani şer'î imanın "üç rüknü" vardır. Bunlar; Resulullah'ın Allah Teâlâ'dan vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilâhî esasları ve şer'î hükümleri; "a) Kalp ile tasdik, b) Dil ile ile ikrar, c) Azalarla tatbik etmek"tir. O kadar ki, bu üç rükünden birine sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında "kafir", Mu'tezile nazarında ise, "ne mümin ne de kafirdir", fakat imanın hakîkatından olan bir cüz'ü, yani ameli terkettiği için "fâsık" sayılır. Bu esasa göre Mu'tezile, "günâh-ı Kebâûr" den, yani büyük günahlardan birini işleyen veya "vâcipler"den birini terkeden kimseyi mümin olarak kabul etmez. Bu gibiler için meşhur "el-Menziletü beyne'l-menzileteyn" tezini ileri sürer, bunların Cennet ile Cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder. Bu görüşlerini isbat için bir çok nassları te'vil eder. Bu mesele, Ehl-i Sünnet'in red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir. Hâricîlerin ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece kat bir iddia olup, mesnetsiz ve akl-ı selimden uzaktır.

Bu müfsit görüşün karşısında "tefrid" sayılan diğer bir iddia ise, "Kerrâmiyye" adıyla anılanların şu görüşüdür: şer'î imanın tek bir rüknü vardır. O da "tasdik-i kavlî" denilen "dil ile ikrar" dan ibarettir. Yani kalbiyle inandığı halde, bu inancını diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse, "mü'min değildir ama ölünce Cennete girebilir". Bu iddiaya göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, diliyle inanmış gözüken münafıkların da mü'min olmaları gerekir. Halbuki bu gibilerin mü'min olmadıkları, Kur'an-ı Kerim'de açık olarak belirtilmiştir: "ınsanlardan öyleleri vardır ki; Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler; Halbuki onlar mü'min değillerdir" (el-Bakara, 2/8, bk. ımamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Kitabu'l-ırşad. 396, Ali Arslan Aydın, a.g.e, 158-167 ve arada kaydedilen eserler ve aykırı görüşleri reddeden deliller).

ıcmali ve Tafsili ıman: Ehl-i Sünnet'e göre -yukarda açıklanan- şer'î iman iki surette teşekkül eder. ıcmali veya tafsilî. Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tebliği ettiği dini esas ve ilâhî hükümlerin tamamına, tafsilat gözetmeden topluca inanmaya icmali iman denir. Bunun da en özlü ifadesi; "Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna" kesin olarak inanmaktır. Bu iman, "Kelime-i Tevhid" ve "Kelime-i şehadet" diye bilinen kesin "Lâ ilâhe illallah, Muhammedu'r-Resulullah" demek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur. Bu, şer'i imanın ilk mertebesi ve ıslâm binasına girmenin ilk şartıdır. Çünkü bu cümlede, ıslâm'ın iki ana rüknü ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatların esası ve özü toplu olarak vardır. Zira Allah Tealâ'nın yegane hâlık ve tek mabud; Hz. Muhammed (s.a.s)'in de Allah'ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği bütün dinî esaslara ve ilâhî hükümlere topluca inanmak demektir. Ancak, bu dinî hükümlerin tamamını tek tek hemen öğrenemeden, hepsine birden topluca iman edildiği için, bu tür imana "ıcmali iman" denmiştir. Akıl ve baliğ olan (akıllı ve erginlik cağına gelen) her şahsa, "icmali iman"a sahip olmak şart ve farz ise de; mümine yarasan imanın bu ilk kademesinde ve ıslâm'ın ana kapısında kalmayıp, dinin diğer iman ve ibadet esaslarını, amelî ve ahlâkî hükümlerini -gücü ve takati nisbetinde- öğrenmesi ve bunlara ayrı ayrı tafsili olarak iman etmesidir.

Tafsili ımanın Dereceleri ve ıman Esasları: Tafsili imanın birinci derecesi şu üç büyük esasa inanmaktır: a) Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, yegane yaratıcı ve tek Ma'bûd olduğuna, b) Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve son Peygamberi olduğuna, c) Ölümden sonra dirilmenin (ba'sü ba'de'l-mevt), ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve oradaki diğer gerçeklerin) hak ve gerçek olduğuna yakınen inanmaktır.

Tafsili imanın ikinci derecesi; "Âmentü'de ifadesini buları altı iman esasına; Allah'a, Meleklerine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah'dan- O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar, Kur'an-ı Kerim'de birçok ayetlerde belirtilmiştir (el-Bakara, 2/177, 285; en-Nisâ, 4/ 136). Hz. Ömer (r.a)'ın Peygamberimiz (s.a.s.)'den naklettiği meşhur "ıman, ıslâm ve ıhsan" hakkındaki uzun hadisinde "Kaza ve Kadere iman" ayrıca zikredilmiştir. Bu hadis, -Sünen-i Ebû Dâvud hâriç- Kütübü Sitte'de mevcut olup, tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan bütün ıslâm âlimlerince "Kaza ve Kadere ıman", iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yeralmıştır.

ıman Esasları: (bk. "Allah'a iman," "Meleklere iman", "Kitaplara iman ", "Peygamberlere iman," "Ahirete iman" ve "Kaza-kadere iman" maddeleri).

Tafsili imanın üçüncü ve en yüksek derecesi, Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah Teâlâ tarafından "Kitap" ve "Sünnet" ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha açık bir deyimle; Allah kelâmı olduğu tevâtür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü emir ve yasakları, iman. amel ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcip, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek, ıslâm'da tafsili iman derecelerinin en yükseğidir. Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasib olur. O halde tafsili imanın dereceleri, her müslümanın imkân ve yeteneklerine göre değişir. Gerçekte her şahıs, sahip olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef ve sorumludur. Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılman iman, imanın ilk derecesi sayıları "ıcmali iman"dır. Zira, ıslâm dairesine ancak bu ana kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, ıslâm inançlarının ana unsurları olan iman esaslarını güç oranında öğrenmek, onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde yükselmek her müslüman için gereklidir. Böyle olan kimseler, takvâ yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar.

ıman ile Amel Arasındaki Münasebet:

Yukarda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında "imanın hakikatı"; Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir. Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, "iman" kelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:

a. "ışte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı" (el-Mücadele, 58/22)

b. "ıman henüz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)..." (el-Hucurât, 49/14).

c. "... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduğu halde... " (en-Nahl, 16/106).

Peygamberimiz (s.a.s) ise; "Lâ ilâhe illallah" demesine rağmen "kâfirdir" diye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; "Kelime-i Tevhid'i" söylediği halde, onu niçin öldürdün?" diye sormuş, "o bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi" cevabını alınca: "Onun kalbini yarıp ta (imanı var mı diye) baktın mı?" buyurmuşlardır (Tirmizî, Kader, 7; ıbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed ıbn Hanbel, II, 4).

Aynı âlimlere göre "dil ile ikrar"da, yukarda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin müslüman olduğunu bilmek ve ona ıslâm'ın dünyevi ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır.

ıslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet etmektedir:

a. "Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kılındı" (el-Bakara, 2/183). Bu ve benzeri ayetlerde (bk. el-Bakara, 2/153, 187; Âlu ımrân 3/59; el-Enfâl, 8/20, 27; en-Nûr, 24/21; el-Ahzâb, 33/70; el-Cum'a, 62/9). Önce "iman edenler" diye hitap edilmiş, sonra müminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.

b. "ıman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri Cennetimize koruz" (en-Nisâ, 9/57). Bu ve benzeri ayetlerde (el-Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8; Fussilet 41/8; el-Buruç, 85/ 11; el-Beyyine, 98/7; el-Ankebut, 29/7, 9, 58; el-Fâtır, 35/7; eş-şûrâ, 42/22) salih amel imana atfediliyor ki; arapça gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtıf işlemi, "ma'tû" ile "ma'tûfun aleyh"in başka başka manada olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cüz değildir.

c. "Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse..." (Tâhâ, 20/ 112). Bu âyet-i kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman ve amel. ayrı ayrı şeylerdir.

d. "Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz..." (el-Hucurât, 49/9). Bu ayet-i kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri "mü'min" diye anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir.

Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, ıslâm âlimleri arasında icma vardır. Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir. ınanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir.

Yukarda zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. (Fazla bilgi için bk. Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l-Karî şerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, I, 249; şerhu'l-Makâsıd, II, 187; şerh-i Mevâkıf, c. III, s. 248).

Her ne kadar imandan bir cüz ve rükün değil ise de, ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır. Allah Teâlâ'nın vadettiği ve Resulullah (s.a.s)'ın müjdelediği ebedî nimetleri ve rıza-i ilâhîyi kazandırır. O halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Çünkü eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir. Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır. Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalı olmak ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah Teâlâ'nın rızası ise, yalnız -bir kalp ve vicdan işi olan- iman ile değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir. Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz. Çünkü bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır. ışte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah'a ibadetle, Salih amel adıyla anıları iyi ve doğru işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifâk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan iman da kâfi değildir. Öyle ise, imanı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak; yani salih amel lâzımdır. ışte ancak bu gibiler, Allah'ın rızasına ve sonsuz saadete ererler. Bunun içindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemâlinden olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan, yukarda belirtildiği gibi- Selef uleması, hadisçiler ve bazı mezhep imamları, ameli imandan, yani kemâlinden saymışlardır. Bu görüş, doğru ve isabetli bir görüştür.



>>>>>



Hayat, kurgudan daha acayiptir.

4

23.05.2005, 23:14

Alıntı

"kardeşim yanlış anlamada ya nerden buldun böylesi bir soruyu ya
yani kırkyıl düşünsem böyle birsoru aklıma gelmez inan... "

ahki,sen galiba öyle problemler yasamamisin.
Yani bazi arakdaslar anlarlan nedemek istedigimi.

Alkan

Usta

Mesajlar: 1,694

Hobiler: Risale-i Nur, Kur'an dinlemek

  • Özel mesaj gönder

5

23.05.2005, 23:31

selamın aleykum

Birde risalelerde geçiyordu..aklımda kaldığı kadarıyla...üstad daire-i islam dan çıkan birinin artık hiçbir kemalatın ruhunda kalmayacağını muzır bir hayvan gibi olur diyor...hristiyan da olamaz diyor...hiç bir peygamberi tanımaz..diyor... selametle
"ey bedbaht nefsim! acaba ömrün ebedi midir? hiç kat'i senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

6

24.05.2005, 00:44

ıslam'dan çıkan başka bir din tanımaz diyordu galiba. Mesela hıristiyan vs. olmaz.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir