Giriş yapmadınız.

1

10.03.2005, 21:50

Başörtüsü savunmasının yöntemi ve haklılık delilleri

Değerli gördüğüm bazı yazıları - sabit diskimin hasar görmesi ihtimaline karşı ve bazı diğer sebeplerle - kendi adresime e-mail ile atarım, arşivlerim. Bu da onlardan biridir. Hatta mümkünse çıktı alıp, onu da fotokopiyle çoğaltıp eşe, dosta veya ilgilenebileceğini düşündüklerinize vermenizi öneririm. Sözde demokratların suratına bir tokattır ki, imkanımız olduğu hâlde bunca zaman atmamışız. Dikkatle okumanızı tavsiye ederim. Hele; siyasi bir sembol dahi olsa, demokrasilerde muhalefet hakkı vardır, bizim -yani- hem muhalefet, hem din ve vicdan özgürlüğü hakkımız var. Hem eğer elin kızı mini etek giyme özgürlüğünü kendinde buluyorsa -ki ABD 'de dahi bazı eyaletlerde düşük bel pantolon vb. yasaklandı- , bizim niye örtünme özgürlüğümüz yok. Onlar soyunarak maneviyatımızı yaralıyorlar, daha nice şeylere sebep oluyorlar, biz ise giyindiğimiz takdirde onlara böyle bir zarar vermiyoruz, hem madem giyim kuşamımızı sevmiyorlar, evet, belki sevmemek hakkını mimsiz medeniyet kanunu onlara tanımış, fakat aynı kanun fikir hürriyetini de tanımış. Onlar korkuyorlar ki, kendi seyyiatları bizim tarzımızdan ötürü göze batacak, hem toplumdaki fertler bu sayede onların çirkefliklerini görüp bizden olacak. Korktukça istibdat yapıyorlar...Ben de çıldırıyorum... Siz yazıyı okuyun... Dikkat: "C. Başörtüsü ve "Mini Etek" Hürriyeti" kısmını okumadım zannetmeyin. Ben burada fikrimi sizinle paylaşıyorum, olayın ayrıca başka yönüne dem vuruyorum.


Enstitü Sayfası




Başörtüsü savunmasının yöntemi ve haklılık delilleri

Ey hâkimler!

Gençlik Rehberi'nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri, ehl-i vukuf raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa, (…) bu millete, bin yıllık tarihine, an'anesine idarî ve örfî kanunlarına, bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes ıslâmiyet hakikatlerine, kudsî Kur'ân derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak ıslâmî medeniyeti kemâl-i şâşaa ile dünyaya ilân eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, mâneviyatına savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lâzımdır. (…) Yoksa, adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif değildir.

Emirdağ Lahikası, s. 364-365.

Başörtüsü, çok eski tartışmalara konu olmakla birlikte, son yirmi yılda üzerinde en çok konuşulan konulardan birisidir. Bu kadar yoğun tartışmalara konu olduğu için başörtüsünü birçok açıdan inceleyen çalışmalar yayınlanmıştır. Ancak, hâlâ tartışılmaya devam edilmektedir. Bütün bunlara rağmen, toplumsal bir konsensüse ulaşabilmek için hâlâ seviyeli tartışmalara ihtiyaç vardır.

Başörtüsünü gündelik hayatlarının bir parçası olarak gören insanlar, karşılaştıkları sıkıntılar üzerine, tabii olarak kendilerini savunma ihtiyacı hissetmektedirler. ışte, bu noktada bazı problemler yaşanmaktadır. Çünkü, bazen insanlar kendilerini savunurken, yanlış yöntemler kullanabilmektedirler. Bu durumlar sıkıntıların devam etmesine neden olmaktadır.

ışte, bu makalede, insanların yaşama biçimlerini savunurken düştükleri bazı hatalara dikkat çekilecektir. Bu durum yeni yöntem önerilerini de beraberinde getirecektir. Bütün bunların yanında bu çalışma, otoriter eğilimlerle insanın en tabii hakkı olan kıyafet özgürlüğüne yasak getirmenin ne kadar tutarsız bir davranış olduğunu da ortaya koymaktadır.1

A. Başörtüsü Namus ılişkisi

Başörtüsü takmanın, "namus" kavramıyla doğrudan bir ilişkisi vardır. Yani edep, haya, doğruluk ve güvenilirlik gibi faziletlerin sonucu olan ve yüksek değer taşıyan hasletler ve ahlaki ölçülerle ilgilidir. Bu durum, başörtüsü kullananlar için, çoğu kez unutulmakt
adır. Üstelik, bu unutmada sadece devletin değil, kamuoyunun da katkısı vardır.2 şöyle ki, başörtüsü namus ilişkisini gündeme getiren bir kişi, "başı örtülü olanlar namuslu da başı açık olanlar namussuz mu!" gibi bir bakış açısına sahip olabilmektedir. Aslında, bu bakış açısı tutarlı değildir. Çünkü, herkes için farklı da olsa, kıyafete ilişkin bir namus ölçüsü mutlaka vardır. Kimisi için saçının görünmesi, kimisi için omzunun görünmesi namusuna zarar verir iken, bir başkası için de sadece avret yerinin görünmesi namus anlayışına aykırı olabilir. Ama her halde, kıyafetin/örtünmenin namus ile ilgisi gözardı edilemez.3

Bütün bunlardan dolayı, başörtüsü sadece temel hak ve hürriyetler açısından değil, aynı zamanda namusun korunması için de savunulması gerekmektedir.

B. Otoriter Devlete Karşı Hürriyet Mücadelesi

Başörtüsüne karşı çıkanların önemli bir kısmı, başörtüsünün siyasal simge olarak kullanıldığını savunmaktadır. Peki böyle bir yaklaşım çok mu yanlıştır? Bu tutumu sorgulamak amacıyla bir an için bu iddianın doğru olduğunu varsayalım ve anlamaya çalışalım.

"Başörtüsü takanların çoğu, bunu belli bir siyasi görüşü ve bu görüştekilerin partisine desteği ifade etmek üzere takıyorlar. Sokakta dilediklerini yapsınlar, ama kamusal alanda siyaset yapmak olmaz, bu nedenle memura da öğrenciye de başörtüsü yasaklanmalıdır."4

Başörtüsü takanlar bir partiye oy verdikleri için başörtülü değillerdir. Aksine başörtülüler, son on beş yıl içinde başörtüsü hürriyetini getireceği ümidiyle birçok partiye oy vermişlerdir. Başörtüsü yasağının kalkmasını önemli gören dindarların oy verdikleri partilerin kendilerine göre ortak özelliği, bu yasağın, devlet tarafından "muhafazakâr millete" dayatılan bir yasak olduğu ve milletin de iktidara gelerek bu yasağı kaldıracağı ümididir.

Dindarlar ve başörtüsü yasağının kalkmasını isteyenler farklı partilere de oy verseler, aslında bunların ortak özelliği devletin başörtüsüne karşı takındığı tavrı değiştirebilme çabasıdır. Bundan dolayı başörtüsüne hürriyet isteyenler, başka savunma sebeplerinden önce, bu temel sebebi açıkça nazara almalıdırlar. Diğer ifadeyle başörtüsü, bir taraftan, din ve vicdan hürriyetinin sonucu olarak, diğer taraftan da devletin resmi ideolojisine karşı durma hakkının bir gereği olarak savunulmalıdır.

Aslında, demokratik devletlerde devletin resmi ideolojisi olmaz, devrimle bir hayat biçimi de dayatılmaz. Bundan dolayı, resmi ideolojiden farklı görüşlere sahip olan insanların sindirilmeye çalışılması, demokrasinin en genel tanımlarına göre yanlış ve çağdışıdır.

Burada bireysel hürriyetlerle başörtüsünü savunmak ile "devlet otoritesinin dayattığı dünya görüşüne muhalefet edebilme hakkı" açısından başörtüsünü savunmak arasındaki farka dikkat çekmek istiyoruz.

Din ve vicdan hürriyeti bireysel hürriyetlerdendir. Gelişmiş ülkelerde dahi, kamu düzeninin ve din seçme hürriyetinin korunabilmesi için, başkalarına dinî telkin yapma hakkının sınırlandırılması yoluna gidilmiştir. Oysa, devlet otoritesinin dayattığı dünya görüşüne muhalefet edebilme hakkı, demokrasinin ta kendisidir ve insan haklarının başlangıcıdır. Demokratik devletin "ideolojik devlet" olamayacağı prensibi nedeniyle, ideoloji dayatmaya başlayan her devlete karşı hak aramak ve bu anlamda siyasal hürriyet istemek, din hürriyetinden daha geniş bir hak ve hürriyettir.

O halde, başörtüsünün "karşı-ideolojik bir tavrı" yansıttığı kabul edildiği takdirde; bu tavır, din hürriyetine dayalı tavırlara nazaran daha kesin ve daha korunmaya layıktır. Zira, ikincisi birincisinin sonucudur. Muhalefet hakkı olmayan bir ülkede din hürriyetinden bahsedilemez. Diğer ifadeyle, başörtüsünün otoriter devlet tarafından baskı nedeniyle bilinçli olarak siyasallaştırılmış olması, otoriter devletin savunduğunun aksine, başörtüsünün savunulmasını zorlaştırmamakta, aksine daha kolaylaştırmaktadır.

Bu durumda akla şu soru gelebilir: Otoriter devlete muhalefet etme hakkının, "kamusal alana" yönelik bir sınırı olmayacak mıdır? Okulda ya da devlet dairesinde bu hakkı savunmaya kalkmak, okula ya da devlet kurumlarına siyaset sokmak anlamına gelmez mi?

Elbette hayır. Başörtüsünün memurlar ve öğrenciler için serbest olması, ideolojik ayrımcılık değil, aksine, devrimlerle başlatılmış çağdaş-çağdışı ayrımın sona erdirilmesidir. Yanlışlık nerede ve kimin üzerinde yapılıyorsa, doğrusu da önce orada uygulanmalıdır.

C. Başörtüsü ve "Mini Etek" Hürriyeti

Başörtüsü müdafaası sırasında sık duyulan savunma mekanizmalarından birisi de, "Devlet mini etek giyene karışmadığı gibi, başörtüsü takana da karışmasın." cümlesidir. Bu cümle mini etek giyen bir bayan tarafından söylendiğinde, "benim dilediğim kıyafeti seçme hakkım varsa sizin de bu hakkınız olmalı" anlamına gelen, anlaşılabilir bir cümledir. Ve başörtülülere, muhtemelen insan hakları namına verilmiş bir destektir.5

Buna karşılık, salt bir hürriyet talebi gibi görülmesine rağmen, dindarlar tarafından söylendiğinde, başka bir anlama gelmektedir. Gerçekten dindarlar için, mini etek günahkarca ve ahlâken zayıflık ölçüsü olan bir kıyafeti temsil eder. Çünkü, dinen yasaklanmıştır. Savunma için, mini etek-başörtüsü karşılaştırması yapan bir dindar, aslında zihnindeki bu kayıt nedeniyle şunu söylemek istemektedir: "Devlet ahlâksızlık yapana karışmadığı gibi, dinî inancının gereğini yerine getirmeye çalışana da karışmasın." Böyle bir karşılaştırma doğru değildir. Karşılaştırmada mini etek yerine başka bir kıyafet konulmuş olsaydı, daha sağlıklı bir karşılaştırma olurdu. Mesela, "isteyen sarı kazak giyebiliyorsa, başörtüsü de takabilmelidir" ya da "devlet toka takana karışmadığı gibi başörtüsü takana da karışmasın" denilseydi yanlış olmazdı. Çünkü, dinî kıyafetle ahlaka aykırı kıyafeti mukayese etmek çelişkili ve yanlış bir savunma yöntemidir.

Zira, başörtüsü "takma davranışının" ahlâki standartlarla hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen ve sadece kültür ve din hürriyeti ile ilgilidir. Devlet açısından da olsa olsa devrimlerle ve laiklik ilkesiyle ilişkilendirilebilir. Oysa, mini etekle/açık-saçık kıyafetle sokağa çıkmanın din hürriyeti ile ilgisi yoktur; insanlar benimsedikleri herhangi bir inancın gereği olarak mini etek giymemektedirler. Bilakis, bu davranış, devletin korumaya çalıştığı kamu düzenini ihlal eder. Bu nedenledir ki, "alenen hayasızca hareket" her ülkede ve ülkemizde suçtur.

O halde, mini etek adı altında ahlâka aykırı kıyafete hürriyetle, başörtüsü hürriyetini karşılaştırmak ve birbirine eş görmek, başörtüsünü savunmayı daha da zorlaştırmakta ve bu yoldaki hak aramalarını yanlış yöne sevketmektedir.

Mecelle'nin, "Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır" kuralı, burada uygulanmalıdır. Kötülüğü önlemek de iyiliği sağlamak da önemlidir, şayet bir öncelik gerekiyorsa, kötülüğü önlemek önce gelmelidir. Oysa, başörtüsü-mini etek kıyaslamasıyla bu kural çiğnenmektedir. Halbuki, dindarlar yukarıdaki savunma biçimiyle, kötülüğü/ahlâksızlığı önlemeyi geriye bırakıp, hatta görmezden gelip, iyiliği/din hürriyetini ön plana almaya yönelmektedirler. Kanaatimizce böyle bir öncelik zorunlu değildir. ınsanlar bir yandan ahlâksızlığı önlemek için çalışmalı, diğer yandan da devletin her türlü hürriyeti ve başörtüsü hürriyetini kabul etmesini istemelidir. Ahlâksızlık hürriyet değil, suçtur; suç işleme hürriyeti şeklinde bir hürriyet ise hiç bir zaman olmamıştır.

Kıyafet tercihleri arasında mukayese yapılacaksa cümle şu şekilde olmalıdır: "Devlet başını açana karışmadığı gibi, başını örtene de karışmamalıdır."

D. Diğer Hususlar

Başörtüsü savunması sırasında yapılan, ama zaten basında çok işlendiği için burada ayrıntılarına girmeye gerek duymadığımız diğer bazı yanlışlıklarla ilgili değerlendirmelerimiz ise şunlardır:

1. Başı örten örtünün adı, rengi, boyu önemli değildir. Önemli olan örtünmenin ruhudur. Yani kişinin emrolunduğu gibi örtünebilmesidir. Zira, başörtüsü hürriyetine karşı olanlar için, başörtüsünün her türlüsü "çağdışı"dır.

2. Başörtüsünü yasaklayan bir kanunun olup olmadığı da nihai planda önemsizdir. Zira, herhangi bir biçimde, başörtme hakkını sınırlandıran bir kanun çıkarılmış olsa dahi, bu yasağın meşruiyeti sonucunu doğurmaz. Aksine, mücadelenin biraz daha şiddetleneceği anlamına gelir.

Bununla birlikte bu bilgi, otoriter devletin bu amaçla bir kanun dahi çıkaramamış olduğunu göstermek bakımından faydalı olabilir.

3. Anayasa'da ve kanunlarda tanımı bulunmayan "kamusal alan" kavramına, başörtüsüne hürriyet arayışları kapsamında ihtiyaç yoktur. Dinin yaşanması neticesinde, dini teamüllerin toplumsal hayatın her safhasında kendini hissettirdiği Türkiye gibi ülkelerde, dar bir kamusal alan tanımlaması yapmak, toplumun dinsizleştirilmesini gerekli kılacağından bu tekliflerin pratik değeri yoktur. Kamusal alan yaklaşımlarıyla dini yaşama biçimlerini sınırlamaya kalkmak, din hürriyetini sınırlayacağından demokrasiyle bağdaşmaz.

Hukukun temel ilkelerinde, başörtüsü hürriyeti zaten korunmaktadır. Buna rağmen, savunmada, "kamusal alan" kavramına ve "hizmet alan, hizmet veren" ayrımına güvenmek ya da bu ayrımı geçerli saymak yanlış bir tercihtir. Zira, otoriter devletin baskı için kullandığı bir çok kavram gibi kamusal alan kavramı da hukuki/anayasal kavram değildir.

4. "Kamusal alan" kavramı çerçevesinde yapılan tartışmalarda gündeme gelen, öğrencilerin ve hastaların başörtüsü takabileceği, ancak öğretmen vb. kamu görevlilerinin takamayacağı yönündeki görüşler de tutarsızdır.

Kamu hizmeti veren öğretmenin başörtülü olması halinde tarafsızlığın bozulacağı görüşü, öğrencinin başörtülü olması halinde sözkonusu değil midir? Yani öğrencinin başörtülü olması halinde tarafsızlık bozulmayacak mıdır? Bu açıdan bakılınca, öğretmen öğrencisinin başörtüsüne "karşı" olabilir, başı açık bir doktor başörtülü hastasına karşı yanlı davranabilir.

Yanlı davranış gösteren kamu görevlilerini, bu tutumlarından dolayı cezalandırmak mümkün iken, niçin toptancı bir yaklaşımla bütün başörtülü kamu görevlileri töhmet altında bulundurulmaktadır. Bu durum büyük bir haksızlıktır.

Aslında, başörtülülerin tarafsız olamayacağı tezi, otoriter devletin toplumun bir kısmından yana olduğunu gösteren işari bir manaya da sahiptir. Hür ve demokratik bir ortamda böyle bir ihtimal sözkonusu değildir. Çünkü, devlet halkının hepsine eşit uzaklıkta bir hizmetle sorumludur. Zira, devletin tarafsızlığı sayesinde, başörtmenin ya da örtmemenin bir avantaj olmaktan çıktığı bir toplumda, başörtülü ya da başörtüsüz olmak bir siyasetin değil, salt bir dinin ya da dünya görüşünün ifadesi olarak ortaya çıkacaktır.

5. Mustafa Kemal'in ve yakın arkadaşlarının başörtüsüne karşı olmadıklarını savunmak başörtüsünü savunmanın doğru bir yolu değildir. Zira, yapılmış devrimlere objektif bakıldığında, aslında başörtüsüz toplum projesinin de yapılacak devrimler sıralamasına konulduğu sonucuna varılacaktır. Gerçekten de Tek Parti döneminin ve sonrasının bütün ders kitaplarındaki resimlerde, toplumda yapılmak istenen bu devrim, aile fertlerinin görüntüsüne kadar götürülmüştür. Resimlerde büyükanne başörtülü, anne başı açık, çocuk başı açık/"çağdaş" olarak tasvir edilmiştir. Bu tarz yaklaşımlar, aslında, safların netleşmesini önlemekte ve dolayısıyla problemin kangren haline gelmesine yol açmaktadır.

6. Dinin başörtüsü konusundaki emrinin mahiyetinin, kapsamının ve sınırlarının bu tartışmada önemi yoktur.6 Devletin, başörtüsü yasağını, başörtüsünün farz olmadığını ileri süren bir din yorumuna dayanarak sürdürmesi ne kadar yanlışsa, dindarların devletin bir kurumunun vereceği fetvaya dayanarak başörtüsü savunması yapması da o kadar yanlıştır. Bu alan, "güya laik" devletin içtihat alanı değil, kişilerin inanç ve kültür alanıdır. Ayrıca devletin, bu fetvayı verecek resmi bir "alimler kurulu" kurmayacağını da kimse garanti edemez.

7. Başörtüsü mücadelesinde hürriyetten yana olanların, hangi dünya görüşüne sahip olduğu, hangi partiye mensup olduğu, yasak karşısında fiilen hangi tavrı takındığı/başını açıp açmadığının da önemi yoktur. En önemlisi, şayet aktif siyasetin içindelerse yasağın kalkmasını isterken bunu siyasi bir malzeme olarak kullanmayı düşünüp düşünmedikleri önemli değildir. Dinin siyasallaştırılması ve siyasete alet edilmesi, zannedildiği gibi, toplumun dinî taleplerini dile getirmek ve bunlar üzerinden siyaset yapmak değildir. Aksine, demokraside her siyasi hareket, kendi şablonu içinde, toplumun dinî taleplerini de düşünür, tartışır ve iktidar olursa uygulamaya geçirir ve bununla halkın karşısına çıkıp oy ister.

Bu nedenle bu mücadelede, mücadele niyetinin, mücadele saikinin ve mücadele sebebinin fazlaca bir önemi yoktur. Önemli olan, doğru taraftakilerin, kendince doğru yöntemleri uygulayarak ve doğru deliller yardımıyla hareket edip etmediklerdir. Hatta aslolan, buğzu küllendirmeden mücadeleye devam etmektir.

Tevekkül zorunlu olduğuna göre, netice alıp almamanın da bu mücadelede fazla bir önemi yoktur. Diğer ifadeyle, müsbet hareket etmek ve vazife-i ılahiyeye karışmamak en önemli prensiptir.

8. Problemin çözümü için, "devleti ele geçirmek" gibi tepeden inmeci yöntemlerin faydası yoktur. Zira aslolan, salt başörtüsünü takmak değil, onu belirli bir dinî şuur ile takmaktır. Bu şuurun edinilmesi için ise, devletin, hürriyetleri genişletmesi yeterlidir. Diğer ifadeyle devletin tam demokratik devlet olması yeterlidir ve toplumun muhafazakârlığı arttıkça devletin de muhafazakâr demokratik bir devlet olması kaçınılmazdır.

O halde bize düşen asıl görev, Bediüzzaman Said Nursi'nin 13. Mektup'ta dediği gibi, toplumun halinden şikayetçi (mütehayyir) olan % 80'lik kesimine nur göstererek, selametli bir yolu bulması için yardımcı olmaktır. Devletten istememiz gereken ise, başı kapatma yasağını ve nasihatin önündeki diğer her tür yasağı kaldırarak (bu arada başı açma yasağı da koymayarak), hürriyetin, sırr-ı teklifin ve insaniyetin, yani ıslamiyet'in önünü açmasıdır. Zira, bir devletin bir dine hürmeti, aslında o dine en iyi hizmetidir.

Dipnotlar

1. Bu yazıda "başörtüsü" kavramını başı örten örtülerden sadece biri için değil, genel olarak "başörtüleri" için kullanacağız.

2. Başörtüsünün çeşitli yasaklardan dolayı aç-kapa usulüyle kullanılması da ilk bakışta bu olumsuzluğa katkı yapıyor gibi görünebilir. Zira, bunlar başlarını açmaktan rahatsızlık duymakla birlikte, başlarını açmak zorunda kaldıklarında kendilerini "namusu zedelenmiş" kişiler olarak gördüklerini söylemek zordur, namus daha ağır bir kavramdır. Ancak kanaatimizce bunlar özgür bırakılsalar bu uygulamadan vazgeçeceklerine göre, kendi özgür iradelerinin ürünü olmayan bu uygulamanın olumsuz sonuçlarından sorumlu tutulmaları, kanaatimizce ahlâken doğru değildir.

3. Nitekim başörtüsü takan, ancak bunu namusu ile ilgili görmeyen bayanların hemen hemen hepsi, plaj kıyafetiyle yabancılara görünmeyi, hiç tereddütsüz, kendi namus anlayışına aykırı bulur. Aynı şekilde, plajda yabancı erkeklere görünmeyi namus anlayışı yönünden mahzurlu görmeyen bayanların hemen hemen tümü, kendi evinde plaj kıyafetine yakın kıyafetle otururken bir yabancının perdenin açık kalan kısmından kendisini gözetlemiş olmasını namusuna sataşma olarak görür.

4. Bu görüşü kabul edenlerin bu teorisine göre, memurların ve öğrencilerin siyasal görüş ifade etmeleri yasak ise bunun tabii sonucu olarak, milletvekillerinin, siyasal görüşlerini ifade etmek üzere, -hatta TBMM dışında takmıyor olsalar dahi- TBMM'de başörtüsü takmaya hakları olmalıdır. Ama, onlar görüşlerinde böyle bir çelişki görmemektedirler. Çünkü, bu kişiler, kendileri tam farkında olmasalar da aslında TBMM'nin adının, "Türkiye Büyük Devlet Meclisi" olması gerektiğini, milletvekillerinin de devlet memuru olması gerektiğini savunmaktadırlar. Zaten, otoriter devlet, 1923'te yapılan baskın seçimle ve merkezden listelemeyle oluşturulan ıkinci Meclisinden itibaren, meclisi, gerçekte devletin meclisi olarak görmüştür. Başörtüsü mücadelesi ise, otoriter devlet-muhafazakar millet mücadelesinin, bu güne yansıyan ve bayanlar üzerinden sürdürülen bir biçimidir.

5. Başörtülülerin böyle bir desteğe ihtiyaçlarının olup olmadığı ve bu desteğin, başörtülüler yönünden mini etek giyenlere karşı lüzumsuz bir yumuşamaya yol açıp açmadığı hususları, muhtemelen ilginç olabilecek ayrı bir tartışma konusudur.

6. Aşırı bir görüşe göre, başörtüsü ile saçı kapatmak farz değildir, asıl farz olan, bu örtü ile yakanın kapatılmasıdır. Gariptir ki, bir yandan, -başörtüsünün saçı örtmesinin gerekmediğini düşünenler de dahil olmak üzere- bütün din adamları başörtüsünün yakayı örtmesi gerektiğini söylemekte, ama diğer taraftan, başörten gençler, başörtüsüyle saçlarını kapatmakla birlikte -gittikçe çoğalan biçimde- yakalarını açmaktadırlar.

Kaynak
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

2

10.03.2005, 22:43

Yani öyle ki; ileride, belki para verip bilhassa bunu profesyönellerce başka dillere çevirttiririm. Güzel kafa yormuşlar, Allah ebeden razı olsun.

Dikkat: 1, 2, ... diye numaralandırmalar var, bunların bir kısmı dipnot, bir kısmı diğer hususların maddelendirilmiş hali. Verilen linkten doğru orjinal yerinde okursanız dipnotların küçük karakter olduğunu görürsünüz.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

3

19.09.2007, 16:22

Sorularla ıslamiyet'ten alıntıdır, uzun ama okunursa gayet istifadeli olacağı fikrindeyim.

Soru
1- Allahın emri olması dışında, başörtüsünün kadına kazandırdıkları nedir? Kuranda emirler kesin bir dille ifade edilmişken (namaz emri, oruç gibi) neden tesettür emri ile ilgili delil olarak gosterilen ayet kesin bir dil kullanmamıştır ki hakkında yorumlar yapılıp bu ayette açıkça başörtüsünden söz edilmediğine dayanarak bir çok modern din adamı baş örtüsünün farz olmadığını savunuyor? Bir çok gayri müslim kadın sırf başörtüsü yüzünden islamı ilkel bir din görüp arastırma yapma gereği bile duymuyor?

Cevabımız

Değerli Kardeşimiz;

1- ıslam Kaynaklarında Örtünme

Giriş

Müslümanların takvimine göre Medine'ye hicretten bu yana on dört asrı geride bıraktık. Bu uzun zaman dilimi içinde Müslümanlar Kur'an'ı okudular, Sünnet ve Sîret'in (Hz. Peygamberin açıklamaları ve uygulamalarının) da yardımıyla onu anladılar, hayatlarına uyguladılar; bir hidayet, bir rehber olarak gönderilen Kur'an bu vazifesini yerine getirdi. Hicretten sonra uzunca bir süre (yedi, sekiz yıl) içinde parça parça indirilen Nur sûresinde iki âyet örtünme ve iffeti koruma vazifesi ile ilgili idi. Bu sûre iner inmez ıslam kadınları başörtülerini, boyun ve gerdanlarını da örtecek şekilde bağladılar, on dört asır hiçbir âlim örtünme emrini farklı anlamadı; yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun, uygun giysilerle örtülmesinin farz olduğu hükmünde ittifak edildi (icmâ meydana geldi). Son birkaç asırda oryantalizm, sömürgecilik ve kültür istilası bazı Müslümanların kafalarını karıştırdı; kendi değerlerinin evrensellik veya geçerliğinden şüphe etmeye başladılar; bunları başka düşünce ve kültürlerin değerleriyle değiştirmenin zorunlu olduğuna inandılar; bunu yapabilmek için yine dine dayanmak gerektiğinden usule uygun olmayan, zorlamalara ve saptırmalara dayanan içtihatlara(!) kalkıştılar. Bu yeni, zorlama ve uyarlama (kitabına uydurma) amacına yönelik içtihatların son yirmi, otuz yıl içinde yöneldiği hedeflerden biri de örtünme oldu. Yeni yorumcular on dört asırlık uygulamayı, Kur'an âyetlerini, hadisleri, fıkıh âlimlerinin icmâını bir yana bırakarak önce "madem ki, uygar dünya örtünmüyor; güzel ve doğru olan budur, biz de böyle yapmalıyız" fikrine geldiler, sonra bu fikri zorla uygulamaya koyanların işini kolaylaştırmak için mûteber olmayan okuma ve yorumlama yollarına saptılar.

Türkiye altmışlı yılların sonlarına doğru başörtüsünü üniversitelerde (önce Ankara Üniversitesi ılahiyat Fakültesi'nde) yasakladı, sonra bütün fakülteler yasak kaplamına alındı, derken sıra ılahiyat Fakültelerine ve ımam Hatip okullarına geldi. Buralarda okuyan ve dini uygulamalar bakımından daha hassas olan kızlarımız yasağa karşı direnmeye başlayınca bir yandan ceza uyguladılar, öğrenim haklarını ellerinden aldılar, "ya kırk katır, ya kırk satır" dediler, insanları en tabiî iki hak ve taleplerinden birini diğeri için feda etmek (ya örtünmeyi, ya okumayı ve çalışmayı seçmek) durumunda bıraktılar, bir yandan da örtünmeyi dini bir gereklilik olmaktan çıkarmak için ilahiyatçılardan yetkisiz, bilgisiz, duyarsız, uyumlu olan bazı kimseleri devreye soktular. şimdi onlar her gün yeni bir şey bulduklarını zannederek (veya iddia ederek) yirmi otuz yıl önce söylenmiş ve cevaplandırılmış "argümanlarını" tekrarlıyorlar. Biz bu yazıda, sekiz on yıl önce bana, Ezher Üniversitesi'ne ve Diyanet'e, (bir dergi adına Dr. Fahri Demir tarafından) sorulmuş sorular ile bunlara tarafımdan verilmiş cevapları okuyacaksınız. Sonunda göreceksiniz ki, bugün söylenenler yeni değildir ve insaflı olanlar için ikna edici açıklamalar yapılmış, cevaplar da verilmiştir.

Hollanda'da neşredilen Arayış ve ıslâm Dergisi, T.C. Diyanet ışleri Başkanlığı'na, Mısır Müftülüğü'ne ve şahsıma 17 (on yedi) sorudan oluşan bir yazı göndermiş, bu yazıda özellikle yurtdışında bulunan Müslümanların örtünme anlayış ve uygulamalarından kaynaklanan güçlükleri ve olumsuzlukları dile getirmiş, örtünme emrinin dindeki yerinin incelenmesini, eğer bu emir kesin, olmazsa olmaz kabilinden değil ise -ki, yazıda bu hüküm, üstü kapalı olarak benimsenmiş gözükmektedir- bu hususun ilgililer tarafından ortaya konulmasını istemiştir.

"Bölüm-I"de, Arayış ve ıslâm Dergisi'nin ileri sürdüğü görüşlere yer verilecek ve bunlar hakkında değerlendirmelerde bulunulacak, "Bölüm-II"de sorulara özlü cevaplar verilecek, görüşler tartışılacaktır.


Bölüm-I:

"ıçinde yaşadığımız toplumda, "ıSLAM" adı, "şerîat Devleti" ve "Başörtüsü" gibi bazı kavramlarla özdeşleştiriliyor. Ayrıca, değişik kültür çevresinde yaşayan ve millî ve manevî değerleri korumayı hayatî bir mesele olarak kabul eden vatandaşlarımızdan önemli bir kısmı da başörtüsünü, namazdan da zekâttan da önde bir namus meselesi olarak görüyor; çocuğunun, büyüdükten sonra başörtüsünü takmayacağını, dolayısıyla temel dinî değerlerinden kopmuş olacağını düşünerek, çocuğunun okul çağından, hattâ ilkokul sıralarından itibaren başını örtmek istiyor ve onu buna zorluyor. Buna ilaveten, Hollanda'daki okullarda okuyan çocuklarımızın din dersine, burada görevli dinî öğrenim görmüş resmî din görevlilerinin ders verme istekleri, kısmen kabul ediliyor ise de, ilkokul için gerekli pedagojik formasyon ve dil (Hollandaca) eksikliği sebebiyle çoğunlukla reddediliyor. Bu konuların, kuruluşlarımız çapında müzakere edildiği bir toplantıda şöyle bir tecrübe intikal etti: Hollanda'nın Tilburg kentindeki kuruluşumuz, resmî din görevlilerinin okuldaki din derslerine girebilmesi için gereken teşebbüslerde bulunmuş. Önlerine çıkan engelleri aştıktan sonra, isteği kabul durumuna gelen okul yönetimi demiş ki; "peki madem öyle istiyorsunuz, hocanız okulumuza din dersine gelsin; fakat bir şartla: Uzun görüşmeler sırasında bizim edindiğimiz intiba odur ki, çocuklarınız hocanızın din dersine gelmesini istemeyeceklerdir. Çocuklarınıza soralım. Onlar arasında bir anket yapalım. şayet çocuklarınız, hocanızın derse girmesini isterlerse, biz de yönetim olarak bunu kabul edeceğiz." Buradaki kuruluşumuz sekreterinin naklettiğine göre, çocuklarımız arasında anket yapılmış, camideki hocalarının kendilerine din dersine gelmesini isteyip istemediklerini sormuşlar. Alınan sonuç çok ilginç. Çocuklarımız demişler ki: "Hoca bizim kılık-kıyafetimize karışmayacaksa, hoca bizim başörtümüze karışmayacaksa, hoca bizim sporumuza karışmayacaksa, hoca bizim bazı haklarımızı engellemeyecekse gelmesini isteriz. Değilse gelmesin." Bir diğer husus da, bu ülkede bir çocuk başını örter de okula giderse, okul arkadaşları ona "dilenci" gözü ile bakmakta, hattâ bazan ona "dilenci" dedikleri bile olmaktadır. Bu tecrübe de, camiye Kur'an Kursu niteliğindeki öğrenim için gelen çocuklara, hocalarının başörtüsünün gereğini anlatmaları sırasında çocukların anlattıkları olaylardan elde edilmiştir. ışin diğer yönü ise, Avrupa insanınca, örf ve âdetin tesiri ile olacak ki, başörtüsünün "dinin vazgeçilmez gereği (zarûrat-ı dîniyyeden)" sayılmasının sebep ve hikmeti anlaşılmamakta, dolayısıyla ıslâm'ın, mânâsı anlaşılmaz, pratiği olmayan bir din olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. Eğer başörtüsü, maslahat-ı dünya gereği olarak emredilmemiş de ahiret sevabına müteallik vazgeçilemez dinî bir emir (zarûrat-ı dîniyyeden) ise, her şeye rağmen, onu, bizzat dinimizi nasıl savunuyorsak öylece savunmak boynumuzun borcudur. şayet, Kur'ân-ı Kerîm'deki başörtüsü emri, örf ve âdet şartlarına bağlı, maslahat-ı dünya gereği bir irşad emri ise o zaman: a) Bir yandan, vatandaşlarımızı, içinde yaşadıkları değişik kültür muhitinde karşılaştıkları zorluklardan kurtarmak, b) Öbür yandan gayr-i müslimlere mübîn olan Kur'an emirlerini "anlaşılmaz" olarak göstermiş olmamak için, konuyu dergimiz vasıtasıyla herkese bildirmek istiyoruz. Eğer sonuç bu son şıktaki gibi tecelli ederse, bu ülkemizde nerede ise içinden çıkılmaz halini alan "başörtüsü" problemine de bir ışık tutmuş olur."

***

Soru-cevap kısmına geçmeden önce yukarida ileri sürülen görüşler ve tesbitler konusunda bazı açıklamalar yapmayı faydalı buluyoruz:

a) ıslâm adının, şerîat devleti ve başörtüsü ile özdeşleştirilmesinden maksat "ıslâm eşittir başörtüsü ve şerîat devletidir." demek ise, başka bir ifade ile şerîat devleti ve başörtüsü yoksa ıslâm da yoktur denmek isteniyorsa, bu anlayış isabetli değildir. Sünnî anlayışa, ehl-i Sünnet Müslümanlığına göre, gerek başörtüsü ve gerekse şerîat devleti "amel"e dahildir; bunlar dinin iman kısmı değil de amel, uygulama kısmı içinde yer alırlar. Amel imandan cüz olmadığına göre, "Başını örtmeyen kimse, şerîat devletini gerçekleştirmeyen toplum mü'min değildir, Müslüman değildir." denemez. Nitekim, namaz kılmayan, oruç tutmayan, farz olduğu halde zekât vermeyen, hacca gitmeyen, haram olduğu halde faiz yiyen, alkollü içki kullanan kimselere de, eğer imanları varsa, bütün bunların dinî hükümlerine inanıyor, farzı farz, haramı haram olarak biliyor ve kabul ediyorlarsa kâfir denemez. Bunların vasfı "fâsık mü'min"dir; yani bunlar imanı olan, fakat ameli olmayan, amel bakımından kusurlu ve günahkâr sayılan Müslümanlardır. Ancak yukarida sayılan hususların imanın bir parçası, vazgeçilmez bir unsuru olmaması, önemsiz olduklarını ifade etmez. Amel bir yandan imanın güçlenmesini ve korunmasını sağlamakta, diğer yandan, iman edenlerin en yüce emelleri olan Allah rızasını kazanmaya vesile teşkil etmektedir. Bu iki yönüyle amel, ıslâm'da vazgeçilmez bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bunları korumak, bir bakıma ıslâm'ı korumak, dinin hayatiyetini sağlamak mânâsına gelmektedir. Çünkü, uzun süre amelsiz olarak gayr-i müslim bir çevrede yaşamak, önce imanın zayıflamasına, sonra da sönüp gitmesine sebep olabilmektedir.

b) Bir kısım vatandaşımızın başörtüsünü, namazdan ve zekâttan önde bir namus meselesi olarak görmesi tartışılabilir; ancak ilk nazarda yanlış görülmez. Kişinin iman ve kimliğinin korunmasında bazen kılık-kıyafet, namaz ve zekâttan önemli olabilir. Bu, "Namaz kılmayalım, zekât vermeyelim, yalnızca başımızı örtelim." demek değildir. "Onları da yapalım, ancak öncelikle başımızı örtelim" demektir. Öncelik değerlendirmesi de içinde yaşanan şartların zorlamasıyla oluşabilir. Başörtüsü ile namusun ilgisine gelince; şüphesiz başını örtmeyen kadınlarımıza namussuz demek mümkün ve caiz değildir; ayrıca her başını örten kadına da namuslu demek isabetli olmayabilir. Cinsî hayatta namusu, "meşrû olmayan cinsî tatminden kalben ve bedenen uzak kalmak" mânâsında alırsak; bunun, başörtüsü ile "birbirinden ayrılmaz" bir ilişkisi yoktur. Başını örten ve örtmeyen kadınlar arasında namuslu ve iffetli olanlar bulunduğu gibi, namus ve iffetten yoksun olanlar da bulunabilir. Ancak meseleye ıslâm ahlâkı ve ahkâmı açısından bakarsak, hüküm bir ölçüde değişmektedir. ıslâm, ileride isbat edileceği üzere, kadın ve erkeğin vücudunda bazı yerlerin avret olduğunu, bunların yabancılara (nâmahrem olanlara) gösterilmemesi gerektiğini bildirmiş, insanların gözleri ve elleri ile de zina yapabileceklerine işaret etmiştir. (Buhârî, ıstîzân, 12; Müslim, Kader, 20) Gözün zinası kadına ve erkeğe şehvetle, cinsî arzu ile bakmaktır; elin zinası da cinsî arzu ile dokunmaktır. Toplum içinde kadının ve erkeğin avret yerlerine şehvetle bakacak insanlar her zaman ve her yerde bulunabileceğine göre, bunu bilen bir Müslümanın avret yerlerini açarak dışarı çıkması, ıslâmî namus ve iffet kavramını zedeleyen bir davranış olmaktadır. Çocuğunun ileride örtünmesi gerektiğine inanan bir Müslümanın, küçük yaşında onu örtünmeye alıştırması, örtünme eğitimi vermesi de yadırganacak bir husus değildir.

Burada yanlış olan zorlamadır. Henüz örtünme ve ibadet ile yükümlü olmamış çocukları, ibadet ve örtünmeye zorlamak, eğitim kaidelerine aykırıdır ve caiz değildir. ıleride çocukların, örtünme ve ibadetten nefret etmelerine sebep olabileceği için bu davranıştan mutlaka uzak durulmalı, zorlama yerine teşvik ve sevdirme çarelerine başvurulmalıdır.

c) Hollanda'da anılan okulda yapılan anket sonucu çocukların, cami hocasını ancak "kılık kıyafetlerine ve sporlarına karışmaması" şartıyla din derslerine kabul ettikleri anlaşılmaktadır. Bu sonuca bakarak hemen başörtüsünü suçlamak, bu gelişmeye başörtüsünün sebep olduğunu îmâ etmek uygun olmasa gerektir. Burada bir kusur vardır; ancak bu kusur başörtüsü emrine değil, taraflardan birine aittir; ya cami hocası iyi niyetli olmasına rağmen ehliyetsizdir, öğretmenlik formasyonu eksiktir, kaş yapayım derken göz çıkarmıştır, çocukların nefretini kazanmıştır; yahut da çocuklar ıslâmî eğitim açısından uygun olmayan bir çevrede olumsuz yönde şartlandırılmışlardır, peşin olarak ıslâmî hayat onlara itici gelmeye başlamıştır. Ayrıca, çocukların ileri sürdükleri şartlar içinde ilgi çekenleri, üzerinde durulması gerekenleri var. Hiçbir hoca çocukların normal, ıslâmî âdâb ve ahkâm ile çalışmayan sporlarına karışmaz, kimsenin meşrû haklarını da engellemez. Fakat, Batı'da, bazı ülkelerde ve okullarda spor dersi içinde yüzme de vardır. Okullardaki veya okul dışında bulunan spor salonlarındaki yüzme havuzlarına çocuklar ve gençler, kızlı erkekli mayolar giyerek girmekte, yarı çıplak bir vaziyette yüzmektedirler. Bunu hangi Müslüman caiz görür ki, cami imamı, yahut din bilgisi öğretmeni caiz görsün! Gençlerin mahrum edildiklerini söyledikleri hakları, kızlarla düşüp kalkmak, ıslâm'ın haram kıldığı bazı davranışlarda bulunmaksa, din bilgisi hocasının bu konuda onları uyarması, bunların günah olduğunu söylemesi hâtâ mıdır? Hakları engellemek midir? Hür ve demokrat ülkelerde kanunları, nizamları çiğneyen kimseler uyarılmıyor mu, bu davranışlarında ısrar edenler engellenmiyor mu? Bir Müslüman'a göre ilâhî emir ve yasaklar kanun kuvvetinde olduğundan, bunlara riâyet etmek, bunları korumaya çalışmak niçin hak engellemek şeklinde değerlendirilmekte ve kınanmaktadır?

d) Eğer bir çevrede dilenciler başlarını örtüyorlarsa ve bu sebeple başlarını örten çocuklara, gençlere dilenci gözü ile bakılıyorsa bunun, örtünme karşısında bir zorluk, hattâ bir engel oluşturacağı düşünülebilir. Ancak buna karşı alınacak tedbir, başörtüsünden vazgeçmek değil, başını inancı gereği örtenleri, dilenmek için örtenlerden ayıran modalar, şekiller, renkler, kıyafetler bulmaktır. Ben, Batı'da gördüğüm yerlerde dilenci kızların başlarını örttüklerine şahit olmadım. Bunun çok yaygın bir âdet olduğunu sanmıyorum. Bu sebeple "başörtüsü-dilencilik" ilişkisinde bir hile, bir propaganda seziyorum. Hepimiz biliyoruz ki, günümüzde, ıslâm'ı içlerine sindirememiş çevreler, dinini yaşayan Müslüman'a gerici, helal-haram konusunda titiz davranana mutaassıp ve bağnaz, faiz yemeyene, rüşvet kabul etmeyene ahmak, kadın-erkek ilişkilerinde ıslâm'ın koyduğu sınırlara riayet edene hasta... diyorlar. Onlar böyle diyorlar diye Müslümanların da kendilerini öyle sanmaları, yahut aşağılık duygusuna kapılmaları beklenemez; Müslümanlara yakışan davranış ve tavır alış, makul, dengeli ve faydalı davranışları ile aksini isbat etmek, başkalarını kendilerine imrendirmektir.

e) Avrupa insanının, başörtüsünü dinin vazgeçilmez bir gereği olarak anlamakta güçlük çekmeleri tabiîdir. Çünkü, onların modern gelenekleri, âdetleri, felsefeleri ve hayat görüşleri içinde "dinî bir emir olarak başörtüsünün" yeri yoktur. Eğer, Avrupa insanına başörtüsünün dindeki yerini anlatmak gerekiyorsa, işe, bir bütün olarak ıslâm'ı anlatmakla başlamalıdır. Batı, ıslâm'ı, ıslâm'da kadın-erkek ilişkilerinin sınırlarını, bu sınırların dayandığı gerçekleri anlayınca başörtüsünün dindeki yerini de anlamakta, makul karşılamakta, ıslâm bütünü içinde tutarlı bulmaktadır. Meseleye bizim problemimiz açısından bakıldığında, Avrupa insanının başörtüsü emrini anlaması gerekmemektedir. Onlara göre önemli olan, bu konuda Müslümanların neye inandığı, nasıl davrandıklarıdır. Laik, hür ve demokrat Avrupalı, bir insanın belli bir davranışı, inancı gereği yaptığını bilirse, bunu anlarsa ona saygı duyar, imkân ve hürriyet tanır; bu davranışın kendi inanç ve kafasına sığıp sığmadığına bakmaz. Eğer meseleye tebliğ açısından bakılıyor ve başörtüsünün bu bakımdan Avrupalı için itici, caydırıcı olduğu düşünülüyorsa, bu "itici ve caydırıcı davranışlar" listesine daha birçok vazgeçilmez dinî davranışı eklemek gerekecektir. Avrupalı muhtemelen domuz, içki, reşitlerin rızalarıyla yaptıkları zina, faiz, usulüne göre öldürülmemiş hayvan etini yeme yasaklarının da hikmetini anlamayacak, bunların dinin vazgeçilmez talimatı olmasını kafasına sığdıramayacaktır. Onların Müslüman olmalarını sağlamak için bunlardan vazgeçilemeyeceğine göre, Müslümanların yapacağı, dinlerini bir bütün halinde yaşamak, ıslâm'ın âlemlere rahmet olduğunu davranışları ile ispat etmek, gayr-i müslimlere sevgi, merhamet, anlayış ve iyilikle yaklaşmak, şahıslarında ıslâm'ın sevilmesini sağlamaktır. Anlaşılan sayısız kural ve talîmatı ile ıslâm benimsendikçe, anlaşılmaz sanılan kısımlar da anlaşılır olacaktır.

f) Bize göre, ıslam'ın örtünme emri ve bu arada başı örtmek, "maslahat-ı dünya gereği bir irşat emri" değildir; örf, âdet ve fayda-zarar (maslahat) anlayışı değişti diye değiştirilemez bir dinî emirdir. Başını, kol ve bacaklarını, boyun ve gerdanını örtmeyen kadınlar Müslüman olsalar dahi bu davranışları ile günah işlemiş olurlar, şüphesiz günah ve kusur sahibi Müslümanlar da Allah'ın kullarıdır; Allah dilerse onların günahlarını bağışlar, dilerse cezalandırır. ıslâm âliminin vazifesi insanları Cennet veya Cehenneme göndermek değildir; onun görevi ıslâm gerçeklerini insanlara ulaştırmak, anlatmak, yani tebliğ etmektir. Biz de karınca kararınca bunu yapmaya çalışacağız.


Bölüm-II:

— Gazzâlî'ye ait ifadeden (el-Mustasfâ, c. I, s. 434-435) delile, emrin tavsiye için olduğunu değil, vücûb için olduğunu söyleyenin muhtaç olduğu anlaşılmıyor mu? Gazzâlî'nin koyduğu bu ölçüde ilmî bir tereddüt var mı? Gazzâlî'nin koyduğu bu ölçüde mutabık isek, başörtüsü emrinin vücûb ifade ettiğinin delili nedir?

— Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîslerde geçen emirlerin bağlayıcı olup olmadıkları (vücûb ifade edip etmedikleri) hükmünü Gazzâlî'nin açıklama ve anlayışına dayandırmak istiyorsak, "bu hüküm, açık ve kesin olarak tevakkuftur; yani emrin gereklerinden birini belirlemek için başka delil ve işaret (karîneler) aramaktır; bunları bulmadıkça da durmak, bir hükme varmamaktır." Buna göre "emrin tavsiye için olduğunu" söyleyen de buna delil bulacak, "bağlayıcı olduğunu" söyleyen de buna delil bulacaktır. Gazzâlî'nin görüşü tevakkuf olduğuna göre, bunu tek taraflı alıp "emrin bağlayıcı olduğunu söyleyenin, Gazzâlî'ye göre, delil bulması gerekir" demek yanılgıdır; bu yanılgının sebebi de peşin hükümdür; önce bir şeyi hissî veya gayr-i dinî sebeplerle benimsemek, sonra da buna akıl ve nakil yönlerinden delil aramaya kalkışmaktır. Eğer, Gazzâlî taklit olunacaksa onun kitaplarına bakarak, doğrudan bu konuda (başı örtme, başörtüsü kullanma konusunda) ne dediğini araştırmak gerekmez mi? Biz Gazzâlî'nin bu konuda ümmetin icmâından ayrılmadığını, hür kadınların başlarının ve saçlarının avret olduğu görüşünde olduğunu biliyoruz ve bu sebeple de kadınların başlarını örtmeleri gerektiğini savunuyoruz. Bunu gereksiz bulanların, örtünme emrinin (bu emir bir bütündür, başı diğer yerlerden ayırmamıştır) tavsiye için olduğunu ileri sürenlerin buna delil bulmaları gerekecektir. Örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu gösteren delilleri ise biz aşağıda diğer sorulara cevap verirken sunmuş olacağız.

— Başörtüsü emrinin (mutlak tesettür başka), vücûb için olduğunu Cumhûr nerede söylüyor? Cumhûrun bu görüşü nerede naklediliyor? 20'nci asırdan önce, herhangi bir devirde bu emrin vücûb mu nedb mi ifade ettiği tartışılmış mıdır? Kim ne demiştir?

— "Mutlak tesettür (örtünme)" ile başörtüsü aynı âyetlerde ve aynı üslûb içinde hükme bağlanmıştır. Örtünme emrinin kadının başını da içine alıp almadığı bütün devirlerde konuşulmuş ve hür Müslüman kadının baş ve saçlarının avret olduğunda, örtülmesi gerekli bulunduğunda, örtünme emrinin bu uzuvları da içine aldığında ittifak edilmiştir. Bu hüküm, bütün fıkıh kitaplarının namaz bahsi ile helal-haram konularına ayrılan "kerâhiye, hazr ve ibâha" bahislerinde yazılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîslerde baş dahil olmak üzere avret yerlerinin örtülmesi ile ilgili emir ve talîmatın bağlayıcı (vücûb için) olduğunda ittifak edildiğini, "özellikle ittifaklı meseleleri toplayan" icmâ kitaplarında da görmek mümkündür. Burada birkaç icmâ kitabından nakiller yapmakta fayda görüyoruz: "Ergenlik çağına gelmiş hür ve Müslüman bir kadının namaz kılarken başını örtmesi gerektiğinde ve başı tamamen açık olarak namazını kılmış olması halinde namazı iade etmesinin gerekli bulunduğunda müçtehitler ittifak etmişlerdir." (ıbnu'l-Munzir, el-ıcmâ', s. 41) Bu ifadede "namaz kılarken" kaydı vardır, bu kayıt bizi yanılgıya düşürmemelidir; çünkü meselemiz, kadının avret yerlerinin tesbitidir, namazda örtülen yerler avret yerleridir ve yukaridaki ifade başın avret olduğunu açıklar ve kesin olarak ortaya koymaktadır. (Ayrıca bak. Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 316) "Kadının eli ve yüzü müstesna olmak üzere bedeni ve saçının avret (kapatılması gerekli uzuv) olduğunda fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir. Kadının yüzü, elleri, hattâ tırnaklarının avret olup olmadığı konusunda ise görüş farkları (ihtilâf) vardır." (ıbn Hazm, Merâtibu'l-icmâ, s. 29) "ılim sahipleri, namaz kılarken kadının başını örtmesi gerektiği, başı tamamen açık olarak kıldığı namazı yeniden kılması icabettiği hususunda ittifak etmişlerdir." (ıbn Kudâme, el-Muğnî, c. I, s. 633) "Alimler, avret yerlerinin mutlak olarak (namaz dışında ve içinde) örtülmesinin farz olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak bu örtünmenin namazın sıhhat şartı olup olmadığı konusu ile avret yerlerinin sınırlandırılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. ... Kadının el ve yüzü hariç bütün vücudunun avret olduğu ulemâ çoğunluğunun görüşüdür. (Geriye kalan müçtehitlerden) Ebû Hanîfe'ye göre ayakları da avret değildir, Ebû Bekr b. Abdurrahman ve Ahmed b. Hanbel'e göre kadının bütün vücudu avrettir." (ıbn Rüşd, Bidâye, c. I, s. 98-90) Bu nakillerde, kadının saçları avret değildir diyen bir âlimin bulunmadığı, başka bir deyişle kadının başının örtülmesi gerektiğinde ittifak ve icmâ bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu icmâ ve ittifakın dayanağı âyet olsun, hadîs olsun fark etmemektedir; icmâ bu nasların delâlet ve hükmüne kesinlik kazandırmaktadır. Hicrî üçüncü asrın ikinci yarısında yaşayan Taberî (v. 33210/992), dördüncü asırda yaşayan Ebû Bekri'r-Râzî el-Cessâs (v. 370/980), beşinci asırda yaşayan şâfiî mezhebinden el-Keyâ el-Herrâsî (v. 504/1110), çağdaşı, Mâlikî mezhebinden ıbnu'l-Arabî (v. 543/1148) gibi birinci veya ikinci dereceden müçtehit veya mezhebe bağlı âlimlerin, ahkâm âyetleri ile ilgili tefsirleri elimizdedir. Bu tefsirlerde örtünme ile ilgili âyetlerin mânâ ve hükümleri incelenmiş, üzerinde birleşilen noktalar ile ihtilâf edilen hususlar açıkça kaydedilmiştir. Bunlara dayanarak, konunun ne zamandan beri tartışıldığını ve kimin ne dediğini tesbit etmek kolaylıkla mümkün bulunmaktadır. Bizim tesbitlerimize göre Sahâbe müfessirlerinden günümüze kadar her asırda yapılan ve kısmen yazılan tefsirlerde "hür, Müslüman kadınların, el, yüz ve ayakları hariç, bütün vücutlarının avret olduğu, örtülmesi gerektiği" konusunda sözbirliği ve görüş beraberliği vardır. Nûr ve Ahzâb sûrelerinde yer alan âyetleri ile bunları açıklayan hadîslerin, "yüz, el ve ayaklar" dışında kalan yerlerin örtülmesi gerektiğini kesin ve bağlayıcı olarak ifade ettiğinde birleşilmiştir. Hiçbir fakîh "Başın veya örtülmesi gereken diğer yerlerin, dünya hayatında faydası bulunduğu için ve âdete dayalı olarak örtülmesi tavsiye edilmiştir, fayda ve âdet değişirse örtülmeyebilir." şeklinde bir görüş ileri sürmemiş, müçtehitler bu konudaki talîmatın devamlı ve bağlayıcı olduğunda birleşmişlerdir. (Örnek olarak bak.: Taberî, Câmi'u'l-beyân, c. XVIII, s. 82 vd; Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 314 vd.) Kadının saçı ve başı dahil olmak üzere örtünmesinin gerekli ve bu konudaki emir ve talîmatın bağlayıcı olduğunu müfessir ve fıkıhçılar nereden çıkarmışlardır? Bir kere "Emir vücûb içindir, bağlayıcıdır; aksine bir işaret bulunmadıkça böyle yorumlanır." diyen usulcülere göre ortada bir problem yoktur; Allah ve Rasûlü kadın ve erkeğin belli yerlerinin örtülmesini emretmiş ve istemişlerdir; baş ve saç da örtülmesi gereken yerler içindedir, bu emirler de bağlayıcı olduğuna göre örtünmek (başörtüsü, türban... kullanmak) gereklidir, farzdır, dinin vazgeçilmez bir isteğidir. ımam Gazzâlî gibi "Emrin bağlayıcı olup olmadığı belli değildir, bunun için ayrıca bir delil, karîne ve işarete ihtiyaç vardır, meselâ oruç emri bağlayıcıdır; çünkü seferde ve hastalık yüzünden tutamayanların nasıl tutacakları anlatılmış, böylece bağlayıcı olduğuna işaret edilmiştir..." diyenlere göre de bu konuda bir kapalılık ve problem yoktur. Çünkü, Allah Teâlâ örtünme ile ilgili âyetlerde şöyle bir seyir takip etmiş ve arka arkaya açıklamalar getirmiştir:

a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını, iffetlerine sahip olmalarını istemiş, ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağını bildirmiştir.

b) Kadınların da gözlerini haramdan (cinsî arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmalarını, iffetlerini korumalarını emretmiş, hemen bunun arkasından zarûrî olarak açıkta kalanlar (eller, ayaklar ve yüz) müstesnâ bütün vücudu kapatmalarını, güzel ve çekici yerlerini (zînet) nâmahreme açıp göstermemelerini istemiştir.

c) Başörtülerini boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamalarını emretmiştir.

d) Örtülecek ve açıkta bırakılacak yerleri sınırladığı gibi vücudunu kimlere karşı örteceğini ve kimlere karşı açabileceğini ayrıntılı olarak açıklamıştır.

e) Son âyetin sonunu "Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz!" şeklinde getirmiştir; bu ifade, gerek daha önceki davranışlar ve gerekse bu âyet geldikten sonra ona uymayan hareketlerin günah olduğuna, bunlardan kurtulmak için Allah'a tövbe edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. (Nûr: 24/29-31)

f) Bu âyetler nâzil olunca Müslüman kadınlar, bulundukları yerden ayrılmadan, etekliklerinin uygun yerlerini yırtarak başörtülerini bununla bağlamışlar ve bundan sonra hiç aksatmadan bu emri yerine getirmişler, Hz. Peygamber (s.a.) de bu âyetin uygulanmasını titizlikle takip etmiştir. Bütün bu karîne, delil ve işaretler, konumuz olan örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu emir âdete de bağlı değildir; çünkü o zaman cârî olan âdeti olduğu gibi bırakmak için değil, değiştirmek ve ıslâh etmek için gelmiştir, başörtülerini omuzlarından arkaya atarak boyun ve göğüslerini açıkta bırakan cahiliye kadınlarına yeni bir örtünme şekli öğretmiş, ıslâmî örtüyü tarif etmiştir.

— Bir âyette aynı sîgalarla ifade edilen her konunun hükmü, aynı mertebede mi kabul edilmek icab eder? Böyle bir prensip hangi usul ve kavaidde mevcuttur? Usul ve kavâidde olması şart değil, âlim olmak da şart değil, akıl var yakîn var diyecek isek, o takdirde, Bakara, 177. âyetinde, birr-ü takva'ya ermenin şartları olarak iman, ibadet ve infak konuları aynı sîgalarla yan yana zikredilmektedir. Bu durumda iman konularının hükmü ile ibadet konularının hükmü; iman ve ibadet konularının hükmü ile infak konularının hükmü aynı mertebede mi kabul edilecektir? Meselâ, zekât'ın dinî hükmü ile akraba, yetim ve yoksula infakın dini hükmü aynı mertebede mi kabul edilecektir?

— Bir âyette, aynı şekil ve üslûb içinde arka arkaya sıralanmış emir ve talimatın aynı hükümde olması şart değildir. Bakara sûresinin 177. âyetinde olduğu gibi iman, ibadet, infak arka arkaya sıralanınca, ibadet ve infakın da iman derecesinde önemli ve gerekli olduğu mânâsı çıkarılmaz. Ancak bu hususların bizim konumuzla alâkası yoktur. Örtünme ile ilgili âyetlerde namus ve iffetin korunması ile belli yerlerin örtülmesi arka arkaya zikredilmiştir. Fukahâ örtünme gereklidir derken bu hükmü, âyetlerin sıralanışından çıkarmamışlar, hüküm çıkarmanın açık ve kesin kaidelerinden faydalanmışlardır. Buna göre, zina etmek de haramdır, çıplak yerlere şehvetli (hattâ bazı yerlere şehvetsiz) bakmak da haramdır. şimdi, zinanın haramlığı ile avret yerlerini açmanın ve buralara bakmanın haramlığı aynı derecede olmayabilir; fakat aynı derecede olmamak, birinin çiğnenebileceğini, buna uyulmasa da olabileceğini ifade etmez, bağlayıcı olma, riayet gerekli bulunma, çiğnenmesi caiz olmama bakımından haramlar arasında fark yoktur.

— Endonezya ve Malezya çok eski birer ıslâm ülkesidir. Bu ülkelerdeki Müslümanlar tesettür emrini Hicaz veya Anadolu Müslümanları ile aynı şekilde mi algılamış ve tatbik etmiştir? Uygulamanın farklı olduğu, Endonezyalı Müslümanın, değil sadece başını açmak, göğsü açık dolaştığı tarihen bilindiğine göre, tesettür emrini tatbik etmekte örf ve âdete bağlı maslahat-ı dünya mülahazasının rolü olmak icab etmez mi? Daha dün, 60'lı yıllara kadar şehirlerimizde erkeklerin bile başları açık gezmeleri, dinî tepki ile karşılanmaktaydı. Hâlâ bugün bile dünyanın pek çok yerinde, hattâ Anadolu'nun bazı yörelerinde tepki ile karşılanmaktadır. Bu tepkiyi, dinî kaynaklı değil de örfî kaynaklı kabul etmek mecburiyetinde olduğumuza göre, kadınların başlarını örtmelerindeki uygulamayı da bu açıdan değerlendirmek icab etmez mi?

— Endonezya veya Malezya Müslüman kadınlarının baş ve göğüslerinin açık bulunmasını, bunun caiz olduğuna delil sayabilmek için, Allah Rasûlü'nün (s.a.) bunları görmesi ve sesini çıkarmaması, yahut oralarda yaşayan âlimlerin, baş ve göğüsleri açmanın caiz olduğuna dair, delile dayalı fetvâ vermiş olmaları gerekir. Bunlar bulunmadığına göre, şurada veya burada ıslâm'ın yasaklarını çiğneyen erkek ve kadınların bu davranışlarını delil kılmaya, bunları Kitap ve Sünnete göre değerlendirmek gerekirken, Kitap ve Sünneti bunlara göre yoruma tabi tutmaya kimsenin hakkı ve salahiyeti yoktur.

Erkeklerin başlarını örtmeleri gerektiğine dair hiçbir dinî talimat yoktur. Bu sebeple ıslâm ulemâsı, baştan beri bunun caiz olduğunu söyleyegelmişlerdir. Mübah olan bir sâhada örf ve âdete, benimsenen âdâba uyulması tabiîdir. Bu sebepledir ki, fukahâ, erkeklerin başlarını açmalarının saygısızlık olarak kabul edildiği bölgelerde, namaz kılarken başın örtülmesi gerektiğini, böyle bir telakkinin bulunmadığı bölgelerde, namazın açık baş ile kılınabileceğini ifade etmişlerdir. Kadınlara gelince, Kaynak: Köprü dergisi, sayi 84, 2003
da sıralanan delillere dayanılarak baştan beri kadının başını örtmesinin bağlayıcı bir dinî emir olduğuna hükmedilmiş ve bu hüküm uygulanmıştır. Bu bir inkılâb hükmüdür, örfü, âdeti devam ettirmeye değil, değiştirmeye yöneliktir, değişebileceğine dair hiçbir delil ve görüş mevcut değildir.

Kaynak: Köprü dergisi, sayi 84, 2003 - Prof. Dr. Hayreddin Karaman

2- Cahiliye devrinde başörtüsü vardı. Ancak enselerine bağlar ve arkaya bırakırlardı. Yakaları önden açılır, gerdanları ve boyunları görünürdü. ışte bu durumu düzeltmek için ayeti kerime “Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar.” buyurmuştur. Bu örtünün şekli ve biçimi ise önce açık yer kalmayacak şekilde başı, boyun ve gerdanlığı örtmektir. Sonra da ince ve çekici olmayan bir örtüyü kullanmaktır. Mutlaka şu ölçüde ve şöyle olmalıdır demek doğru değildir. Bkz. Hamdi YAZIR Hak Dini, Nur Suresi 31. Ayetin Tefsiri.

Kur'andaki dış örtüden maksat tarif edilen tesettür ölçüleridir. Câhiliyette insanların birçokları terbiye ve edebden yoksundu. Ahlâk, iffet ve namus meselesi lafta idi. Bugün olduğu gibi kadın açılıp saçılıyordu, vücudunu, na mahrem yerlerini göstermekle böbürleniyordu. ılahî rahmet olarak gelen ıslâm dini, tefessüh etmiş bu insanlığı ıslah etmek için birtakım emir ve prensipler getirdi. Bunlardan birisi de kadının cilbab ile örtünmesini emreder.

"Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle! Baş ve boyunlarını örtmek için cilbablarını (dış örtü) üzerlerine alsınlar"(1).

Cilbab'ın mâhiyeti hakkında birkaç görüş vardır:

l- Cilbab. bütün vücudu örten uzun gömlek veya entaridir.
2-Entari üzerine giyilen geniş elbisedir.
3- Başı. boynu ve çevresini örten atkıdır.
4- Üst tarafı göbeğe kadar örten ve ridâ denilen örtüdür.

Sibeveyhrnin üstadı olan Halil; "Bu mânâlardan hangisi kasdedilirse caizdir" diyor(2). Müslüman kadın, el ve yüzü müstesna bütün vücudunu örtmek mecburiyetindedir. Bir kimse buna inanır fakat uygulamazsa günahkâr olur. Amma inkâr ederse dinden çıkar, mürted olur. ıslâm'ın kabul etmediği tevillere baş vurup halkın inancını bozmak sapıklıktır. Tesettürün dinen makbul olabilmesi için birkaç şartı vardır, onlara ri'âyet etmek gerekir:

1- Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince,
2- Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli,
3- Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Bir memlekette manto giymek adet ise, dar olmamak şartıyla onu giymekte beis yoktur. Çünkü ıslâm dini, ne erkek ne kadın için belli bir kıyafet getirmemiştir. Her memleketin kendisine has bir giysisi vardır. Hatta buranın çarşafı, Suriye, Irak ve Hicaz'da giyilen çarşafa benzemiyor. ılla şu veya bu kıyafet lazımdır demek doğru değildir.

1' Ahzab: 59
2 el-Sîracel-Münir c. 3. s. 271

Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar



Not: Yazı uzun, ama sadece link vermedim, çünkü siteler arasıra revizyon yaparlar, tasarım ve sistemleri değişebilir, o yüzden linkler ölebilir. Bu yazı kaybolmasın istedim.



Ayrıca:

Örtünmemek ayıp mı, suç mu, günah mı?

Mesajlar: 173

Meslek: Sosyolog

Hobiler: Siyaset-Haber-Çevre

  • Özel mesaj gönder

4

01.10.2007, 19:52

örtünmemek ayıpmı mı, suç mu mu, günah mı mı? :shock:
leküm diniküm veliyedin..ben örttükten sonra başkası kendi bilir!
Hiç kimsenin, bir başkası olamayacağı, bir ülkede yaşıyoruz!

5

01.10.2007, 22:20

Başkalarına güzelce tebliğ etmek, onlara merhamet edip, nefislerindeki şeytana kanmama konusunda yardımcı olmakla ilgili bu.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Mesajlar: 173

Meslek: Sosyolog

Hobiler: Siyaset-Haber-Çevre

  • Özel mesaj gönder

6

02.10.2007, 09:37

Selamün aleyküm :P

7

02.10.2007, 11:08

Alıntı sahibi ""Haydar Açıkkalp""


leküm diniküm veliyedin..


6. لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ Dikkat edilmesi gereken kıraat hatalarından.

Mesajlar: 173

Meslek: Sosyolog

Hobiler: Siyaset-Haber-Çevre

  • Özel mesaj gönder

8

02.10.2007, 11:38

latin harfleriyle nasıl doğrusu?
Hiç kimsenin, bir başkası olamayacağı, bir ülkede yaşıyoruz!

9

02.10.2007, 11:48

dinüküm
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Mesajlar: 173

Meslek: Sosyolog

Hobiler: Siyaset-Haber-Çevre

  • Özel mesaj gönder

10

02.10.2007, 11:57

tamam aler're'si vel ayn!
Hiç kimsenin, bir başkası olamayacağı, bir ülkede yaşıyoruz!

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir