Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

04.04.2011, 01:09

İnsandaki Beka Mührü

Sual: “Mesnevî-i Nuriye’deki şu cümleyi izah eder misiniz: ‘Sen bazı vecihlerden fenaya gittiğin zaman Hâlık-ı Rahman-ı Rahim’in ilminde, meşhudunda, malumunda bâkî kalmaklığın senin bekan için kâfidir.’1

”İnsan fanidir. Dünya hemen her bakımından insanı yiyip söndürmeye hazır bir potansiyele sahiptir. Dünya üzerindeki fena damgası insanı durmadan hırpalamaktadır. İnsan acizdir, yalnızdır, kimsesizdir.

Oysa “Allah’a İman” gibi bir güç kaynağı, kuvvet ağı ve kudret bağı insanın yanı başında hazır durmaktadır. İnsan el verdiğinde elinden tutacak, gönül verdiğinde gönlünü sonsuz şekilde kavrayacak bu iman aydınlığı, insana şah damarından daha yakındır. İnsan bir tek yönelişle, tek bir niyetle, halis bir teveccühle, katıksız bir samimiyetle bu devasa aydınlığa kavuşabilir ve artık fena rüzgârlarının can yakıcı darbesine maruz kalmaktan kurtulabilir.
Aksi takdirde, geleceğin yokluk, ölüm ve ayrılık taşlarıyla örülü yolları, insanı her gün yıkmakta, her gün soldurmakta, her gün bitirmekte, her gün ölmeden öldürmektedir. Varlıktan kopma düşüncesi dayanılmaz bir keder hâlinde insanoğlunun her gün gözünü karartmakta, yüreğini yakmakta, varlığını hırpalamaktadır.
Oysa insan imanda ne yüksek varlık olduğunu, Allah’a yönelişte ne sonsuz hayat müjdesi gizlendiğini, Allah’ın rızasında ne erişilmez saadet bulunduğunu bir bilse... Hiç imana karşı öyle kayıtsız kalabilir mi? Hiç Allah’a karşı böyle duyarsız davranabilir mi? Hiç Allah’ın emirlerine karşı böyle umursamaz olabilir mi? Hiç Allah’ın rahmetine karşı böyle ilgisiz bulunabilir mi?
Öyle ki ölümle insan fenaya, yok olmaya, mahv olmaya, çürümeye, erimeye, bozulmaya, dağılmaya gitmiyor. Ölüm hiçbir şekilde dağılmak ve bozulmak değildir. Dünyadan ayrılmak hiçbir biçimde yok olmak ve mahv olmak değildir.
Unutmamalıdır ki insan cisim itibariyle her sene değişmekte, her sene başkalaşmakta, her sene vücudunun yapı taşı olan hücrelerini bir yandan atarken, diğer yandan tazelemektedir. Bu bir yok oluş süreci değil, bir yenilenmek ve tazelenmek sürecidir. Yaratılış faaliyetinin devam edişidir. Kudretin insanı ilmek ilmek işlemesi ve yeni hayatlara mazhar kılmasıdır. Bir gün gelip vücud elbisesi birden bire ruhumuzdan boşanırsa veya ruhumuz bir et ve kemik kafesten ibaret olan cisim yuvasından çıkar giderse, yani ölüm dediğimiz şey başımıza gelirse biz yok mu olacağız? Fena mı bulacağız? Cismimizin çürüyüp dağılması bizim de dağılmamız, çürümemiz ve hayatı terk etmemiz demek mi olacak? Yoksa hayat yeni bir tarz ve biçimde devam mı edecek?
İşte Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu sorulara cevap veriyor. Diyor ki: Sen bazı yönlerden fenaya gittiğin zaman, Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in ilminde, görüşünde, bilgisinde yok oluyor değilsin, fena buluyor değilsin. Allah’ın ilminde ve görüşünde var olman ve bunu iman cihetiyle hissetmen, sana varlık ve beka olarak yeter. Nitekim Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm ezelî ilim sahibidir, ezelî görüş ve bilgi Sahibidir. Bundandır ki, insana ebediyeti ve bekayı vaad etmiştir.


***


Sual: “Dördüncü Şuâ’da Birinci Mertebe-i Hasbiye’de: ‘..ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların (bütün dostlarımın) saadetleri için feda ediyorum’ deniyor. Bekayı feda etmeyi açıklar mısınız?”

Birinci Mertebe-i Hasbiye-i Nuriye beka aşkını işliyor. Beka aşkının nefsin gafletiyle kişinin kendi bekasına dönük yaşandığı zannedilse de, beka aşkı kişinin kendi bekasına dönük değil; sebepsiz ve bizzat sevilir konumda bulunan mutlak kemal sahibi Allah’ın bir isminin bir cilvesinin kişinin mahiyetindeki gölgesinden ibarettir. Yani kişi nefsinin gafletiyle kendi bekasına âşık olduğunu zannetse de, bu aşk, Allah’ın bekasına olan aşktan ibarettir. Kişinin fıtratında doğrudan Allah’ın varlığına, kemaline ve bekasına yönelik bulunan fıtrî muhabbet ve aşk, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, kişinin kendi bekasına dönmüş. Bâkî olan Allah’a veya başka bir ifadeyle Allah’ın bâkî oluşuna olan aşk, kalbimizde yer eden ve kalbimizin varlık sebebi bulunan en yüce aşktır. Daha sonra derece derece Allah dostlarının bekasına olan aşk gelir ki, bütün bu dereceler kendi nefsimizin bekasına duyduğumuz aşktan daha önce ve daha yüksektir. Çünkü bu dostların içinde başta Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) yer alıyor. (Ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) ‘Beni kendi nefsinden çok sevmedikçe gerçek iman etmiş olmazsın’ buyuruyor.) Sonra onun âl ve ashabı, sonra diğer enbiya, evliya, asfiya gibi sair Allah dostları geliyor.
Bütün bu mübarek silsilenin bekasını istemek, kişinin kendi bekasını istemekten daha ulvîdir, daha yücedir. Diğer yandan zaten aynı zamanda bu mübarek silsilenin bekasını istemek, bu mübarek silsile ile birlikte kendi bekasını da istemek demektir. Çünkü zaten kendisi de bu silsiledendir. En azından duâsı bu yöndedir. Sonra, başkasını öncelemek gibi bir fazilet de ayrıca bunu gerektiriyor.
Nitekim hangi Allah dostuna baksanız, aynı mânâyı yaşıyor ve aynı diğergamlık duygusu içinde kendi nefsinden geçiyor. Allah için olmanın, Allah için yaşamanın, Allah için sevmenin, Allah için ölmenin bir gereği budur. Yani, Allah için olan, Allah için yaşayan, Allah için seven, Allah dostlarını kendi nefsinden önce sever, kendi nefsine tercih eder.

31.03.2011
SÜLEYMAN KÖSMENE
Edep aklın suretidir !

2

20.04.2011, 20:37

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında senin hayatına lâzım ve münasip bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz'î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki, seni bilmesin ve görmesin? Ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin? Ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını, hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennetin icadıyla kabul etmesin? Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın Arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip, küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Hem hiç kabil midir ki, hayatın en cüz'îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i itinâ ve ihtimamla beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin? Ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Adeta bir neferin kemâl-i itinâ ile teçhizat ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın? Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin? Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ.


Otuzuncu lem'a

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir