Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

17.02.2010, 14:34

Gerçek istikbâl



Dünyâ hayâtımızı yalnızca maddî bir bakış açısı ile değerlendirdiğimizde yanılırız. “Yarına hazırlanıyorum. Geleceğime yatırım yapıyorum. İstikbâlimi te’mîn ediyorum” demek sûretiyle kendimizi kandırırız… Çünkü, sözünü ettiğimiz bu husûslar gerçek vasıfta bir hayât ve bir istikbâl değildir. Daha doğrusu, esas yaşayışımıza ve geleceğimize göre ehemmiyetsiz birer ömür ve zaman parçasıdır. Günü birlik misâfirliğe giden bir şahıs orada nasıl davranıyorsa, asıl yerine ve yurduna döneceğini düşünüyorsa, bizim de hâlden âtîye bakışımız öyle olmalıdır.

Şu girişten, inanç sâhibi kişilerin dünyâyı terk ederek, yalnızca âhireti düşünmeleri gerektiği sonucu çıkarılmamalı. Peygamberimiz’in (asm) hayâtından örnek alarak, îmânlı bir kişide “yarın” kaygısı bulunmaması gerektiğini ifâde etmek istiyorum. Hayâtı Verenin, onun idâmesi için bütün levâzımatı da vereceğinin şuûrunda olmak, insanı boş işlerle meşgûl etmez. Hakîkî gàyesine yöneltir. Hz. Üstâd’ın bir temsîlinde belirttiği gibi, bizim vazîfemiz, mükellef olduğumuz işleri yapmaktır. Yaratan’ın kendisine has kıldığı, yaratıkların beslenmesi ve ömürlerinin devâmı için gerekli malzemenin sağlanması bize âit işlerden değildir. Ancak, depodan iâşe maddelerini alıp mutfağa götürmek, pişirip hazırlamak, kap kacağı yıkamak tabiî ki, bize düşer.

Bu düşünceyi zihnimizin baş köşesine oturtmakla, hayâtımızın asıl gàyesi olan îmân ve ubûdiyet yolu ile terakkîmizi te’mîn edebiliriz. Hakîkî istikbâlimizi teşkîl eden Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak, Resûlullâh’ın şefâatine mazhâr olmak, dâr-ı saâdette ebediyen mes’ûd yaşamak ni’metlerine erebiliriz. Aksi halde, himmetimizi yalnız dünyâ yaşayışına hasrederek, dağ gibi meyveler verebilecek isti’dâd çekirdeğimizi, iki diş arasında açılıp, bir diş kovuğunu doldurmayan basît ve geçici bir lezzete değiştirmiş oluruz.
Var edilişimizin yüksek hedefine doğru yürürken, işin kàidesi gereği, maddî ve ma’nevî rızkımızla birlikte şahsî ve âilevî ihtiyaçlarımız da ayağımıza gelecektir. Bunları taleb ederken hırs göstermez, kanâat izhâr edersek; fakrımızı, aczimizi bilerek âdetullâha uyarsak hem haddimizi aşmaz, hem yorulmayız. Allâhu Teâlâ’ya minnetdârâne ve şâkirâne, vâsıtalara müteşekkirâne ve müstağniyâne davranarak Hakk’ın ve halkın hâtırını saymış oluruz.

İnsanın dünyâya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç bulunduğunu, tekâmül ve terakkîsinin ilim ve duâ vâsıtasıyla mümkün olabileceğini hâtırlayalım. İlim, başta ma’rifetullâh olmak üzere, ma’nevî ve maddî hayâtta kullanılabilecek her türlü bilgidir. Duâ ise yalnız yalvarıp istemek değil, aynı zamanda amel ve sa’y ile dileğini desteklemek demektir. Hattâ, kabûle en yakın duâ şekli budur: samîmiyetle, ihtiyâcını şiddetle hissederek, kàbiliyetlerini o istikamete sevk ederek ve bütün şartlarına uyarak yapılan duâlar, talepler, dilekler büyük ekseriyetle tahakkuk etmiştir.

Servet, kuvvet, devlet gibi ni’metler hakka ve hakîkate hizmet etmek içinse iyidir. Değilse, elinde tutanı yakar, mahveder. İnsanı, ulaşması gereken hedeften saptırır. Nefsinde bir varlık, bir güç, bir rubûbiyet vehmiyle bâtıla taptırır. Hatâları çoğaldıkça basîreti bağlanır. Her yaptığını hak bilir; uçuruma gidişinin farkında olmaz. Yalnız kendisini yıkmakla kalmaz, etrâfına da çok zarar verir.
Develerinin çokluğu sebebiyle huzûrlu bir ibâdet yapamamaktan şikâyetçi olan bir zâtın, İmâm Ebû Hanife’nin daha fazla deveye sâhib olmasına rağmen nasıl olup da bu derece râhat ve huzûrla kulluk vazîfelerini îfâ ettiğini sorması üzerine: “Ben develerimi ahıra bağlarım; kalbime değil!” cevâbını aldığını söylerler. Dünyâyı amel îtibâriyle kesben değil, kalben terk etmek gerektiğinin o zamana göre güzel bir ifâdesi olan bu misâli günümüze tatbîk edersek, kalbimize neleri depoladığımız ortaya çıkar.
Bizi ve âilemizi vefâtımıza kadar idâre edebilecek derecede bol olan varlığımız hâlâ istikbâl endîşemizi izâle edemiyorsa, hâlimizi tasvîre ne hâcet! Kàrûn’un imrenilen serveti, ona ve nesline bir fâide sağladı mı? Dünyâyı neredeyse avucunda tutan, kıt’aları zabteden cihângîrler, hangi geleceklerini te’mînât altına alabildi?

Kanâatin tükenmez bir hazîne olduğunu, insanın günü geçirebileceği kadar bir rızkının bulunmasının büyük saâdetlerden sayıldığını hadîs-i şerîflerin ifâdesinden anlıyoruz. Bu hakîkatleri yaşayışlarında düstûr kabûl eden insanların, dünyâ hayâtlarını izzet ve şerefle tamamlayıp huzûr-i İlâhî’ye vardıklarını; mâcerâ-yı ömürlerinin beşeriyete hüsn-i misâl oluşundan biliyoruz. Tersine davranarak, kısa bir ömürde, geçici dünyâ metâına helâl-haram bilmeden, hırsla saldıranların da besledikleri emellere kavuşamadan, istikbâllerini sağlayamadan şu âlemden göçtüklerini görüyor, duyuyor, okuyor, dinliyoruz.

Âtî, Bâkî-i Hakîkî olan Cenâb-ı Hakk’ın garantisi altındadır. Onun için endîşe, keder, korku yersizdir…

EKREM KILIÇ - ekzile44@yahoo.com

Yeni Asya

Elif Eki
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir.
Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün.
Gerisi zaten kendiliğinden gelir...

( ŞEMS-İ TEBRİZİ )


Bu konuyu değerlendir