Sie sind nicht angemeldet.

Lieber Besucher, herzlich willkommen bei: Muhabbet Fedâileri. Falls dies Ihr erster Besuch auf dieser Seite ist, lesen Sie sich bitte die Hilfe durch. Dort wird Ihnen die Bedienung dieser Seite näher erläutert. Darüber hinaus sollten Sie sich registrieren, um alle Funktionen dieser Seite nutzen zu können. Benutzen Sie das Registrierungsformular, um sich zu registrieren oder informieren Sie sich ausführlich über den Registrierungsvorgang. Falls Sie sich bereits zu einem früheren Zeitpunkt registriert haben, können Sie sich hier anmelden.

Sultan

Schüler

  • »Sultan« ist der Autor dieses Themas

Beiträge: 99

Wohnort: Kütahya

Beruf: Dağcı

Hobbys: Kızak, yüzme, orman gezileri

  • Nachricht senden

1

Donnerstag, 1. Juli 2004, 21:15

Rus Emine ve Müslüman falanlar

Rus Emine ve Müslüman falanlar

Hayret ve dehşetle okuyacağınız aşağıdaki hadise, Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya’ya giden ve şu anda Nijninograt şehrinde ticarethane işleten bir arkadaşımın ağzından.

Hadise, arkadaşımın Müslüman arkadaşıyla onun sonradan Müslüman olan, 20-22 yaşlarında Emine ismindeki hanımıyla ilgili. Emine ismini, Peygamberimiz’in annesinin ismi olduğu için özellikle seçmiş. Emine’nin kocası Tataristan’ın Kazan şehrinden ve Moskova müftülüğüne bağlı Moskova (ıslâmî) ılahiyat okulundan mezunmuş.
Arkadaşımın anlattıkları:

“Bu ilahiyat mezunu Rusyalı arkadaşım, bir gün bizim dükkâna geldi. Yanında da bizim Müslüman hanımların kapandığı şekilde kapalı genç bir hanım vardı. Rusya’da o şekilde giyinen bir hanım yok gibidir. Öyle ıslâmî bir kıyafetle görünce memnun oldum ve ayrıca ilgi ve hürmet gösterdim.

Bu kapalı hanım, arkadaşımın karısıymış. Hanımının sonradan Müslüman olduğunu anlattı. Sohbete başladık. Derken konuşmaya, hanımı da katıldı. Türkçeyi gayet güzel konuşuyor. Kocası Tatar olduğu için, ‘Siz Tatar olmalısınız; Türkçeyi bu kadar iyi nerede öğrendiniz?’ dedim. ‘Hayır, ben Rus’um’ dedi. Defalarca Türkiye’ye geldiğini, bayağı kaldığını söyledi. Türkiye’de ıslâmî bir gruptan insanlarla tanışmış, Müslüman olmalarına onlar sebep olmuşlar. Kendisine, Kazanlı olduğu için, Kazan’da da Türkiye’den gelen ailelerin bulunduğunu anlattım ve onlarla temasa geçerse o cemaatin kendisine ıslâmiyet hakkında yardımcı olabileceğini söyledim.

Bahsettiğim cemaatin ismini verir vermez, ilk anda sebebini anlayamadığım şiddetli bir tepki gösterdi. Yatıştırmaya çalıştım. Tepkisinin sebebini sorunca, ‘Bana onlardan, o cemaatten bahsetme!” dedi. ‘Hayrola, nedir? Ne oluyor?’ deyince şunları söyledi: ‘Ben bir Hıristiyandım. Hıristiyanlığın ne olduğunu ben iyi bilirim. Bildiğim için onu bırakıp Müslüman oldum. Müslüman olmanın verdiği heyecanla buralarda okulları olan o sizin görüşmemi istediğiniz kimselere gittim. Müslüman olduğumu söyledim. Bana, “Niye Müslüman oldun! Ne lüzum vardı! Kendi dininde kalsaydın. O da hak dindir!” gibi şeyler söylediler. Onlar burada Hıristiyanlık propagandası yapıyorlar.’


Değerli okuyucular, bu hadise Dinlerarası Diyalogla hangi gaye ve neticenin hedeflendiğine canlı bir örnektir. Niçin canlı? Çünkü bu hadiseyi anlatan arkadaşım şu anda Türkiye’de ve 15 gün kadar kalacak. ısteyen kimselerle görüştürebilirim.

Dinlerarası Diyalog aşıkları, “Rusya’nın bilmem hangi şehrinde olan şahsî bir hadiseden bahsediyorsun. Ne bilelim doğru olduğunu. Koskoca Rusya’da bir kadın ve kocası? Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” demeye kalkışmasınlar, mahçup olurlar. Çünkü, gelecek itirazlara cevap tedbirimiz hazır. ıspat edemeyecek olsaydım yazmazdım.

Arkadaşıma, “ıcap ederse o kadın ve kocasına ulaşmak mümkün mü?” dedim. “Tabiî ki. Kocasıyla zaten senelerdir tanışıyoruz. Her zaman isteyen kimselerle görüştürebilirim” diyor.

Bu konu, fürûattan değil, imânî bir mesele olduğu için ele aldım. ıçki, şarkı-türkü, başörtüsü gibi fürûattan olan meseleleri hiç dile getirmiyorum. Yoksa, “Kazakistan’da Cumhuriyet’in 75. yılını kutlamak için Türkiye’den şarkıcı kadınlar götürmek neydi? Kazaklara içki ikram etmek neyin nesi?” gibi sorular da sorabilirdim. Hatta, TÜYAP Kitap Fuarı’nda, “Takma kafanı Ali Bey. Kazakistanlılar zaten içkiye alışmışlar. ıçki içen bir kimseye içki ikram etmekten daha normal ne var?” diyen televizyon programcısının ismini de verebilirdim. “Aksi” bir “yön”de giden mecmuanın haber müdürünün, “Yurtdışındakilere, oralarda niçin namaz kılmamaları söyleniyor?” soruma, “Arkadaşlar, yurtdışında namazlarını kaş-göz ile kılıyorlar” gibi gülünç bir cevap verildiği üzerinde de durmuyorum.

Değerli okuyucular, geçen hafta “Bundan daha dehşetli olanı da var” dediğim, bunlar değil. Nasip olursa, Dinlerarası Diyaloğun nimeti olan o dudak uçuklatacak sözleri de yazacağım.

________________
Ali Eren - Vakit Gazetesi
http://www.vakit.com.tr/detail.asp-id=4063.htm
Sevgi Çiçekleri

2

Freitag, 2. Juli 2004, 23:00

Hakikaten helal olsun, Ali Eren'e hayatini Zaman grubunu karalamaya adamis, ihlasmi da görünüyo, davasina sadik gibi helal.

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

3

Samstag, 3. Juli 2004, 14:30

Haset’lik yapmanın farklı yolları vardır.Estetik sorunu olmayanlar da, adı konulmamış Haset’ler bulunmaktadır.Çekememezlik,kıskançlık ve cehalet.

Mümin hasetten uzak durmalı ve hasetçinin şerrinden Allah’a sığınmalıdır.Fesatlığın kulvarında öyle insanlar koşarki bunlar hem korkak hemde dengesini yitirmiş ahmaklardır.

Birde bilgi vasıtalarını etkin kullanamayanlar mevcuttur.Zanna uyarlar,Heva ve Heveslerinden konuşurlar,Akılları başlarının bir karış üstünde gezerler.Çamura batmışlardır lakin karşısındaki insanın ayağındaki çamurlar onun gözüne batar.ışte bu durumda cahillerden yüz çevirmek akıl işidir.

Hoş hayatın yüzeyine tükenmez kalem gibi kazınırlar ve onların bu iğreltiliklerini silmek 40 akıllıya nasip olur.Hasetçiler ve sadece konuşmuş olmak için konuşanlar patalojik va'kalardır.

Hz Fudayl derki: " Gıpta imandandır. Haset ise münafıklık alametidir. Mümin
gıpta eder, fakat haset etmez. Mümin aybı gizler, ögüt verir uyarır.Facir ise kınar,kardeşinin aybını bulmaya ifşa etmeye çalışır.

Alfred Adler Güçlü olma ve başkalarına egemen olma çabasının bulunduğu yerde, haset gibi bir karakter özelliği de karşımıza çıktığını.

Bir insanla o insanın görülmemiş derecede yüksek olan gayesi arasındaki uçurum, aşağılık kompleksi şeklinde göründüğünü belirtir.

Allah CC hasetçi kimse nimetimin düsmanıdır der. Resûl-i ekrem SAV ise bir hadîs-i şerifte;Ates odunu yiyip bitirdigi gibi, haset de iyilikleri yer." buyururlar.

ıradesi ham ruhlar yazılanlardan da birşey anlamadığı gibi söylenen şeylerden dahi art niyet arar konuşmuş olmak için konuşurlar.

Gıpta damarları kuruduğu için hayır ve hasenat düşünemez.
Hem Allah diyeceksin sonrada haset edeceksin.

Ne diyelim hasetleriyle onlara bir ömür mutluluklar dileriz.Allah akıl fikir versin böyle haset sevdalılarına.

Milyon örnek verirsin.Sadece haset ettiği için kendisi cımbızla çeker yazar çizer :)

Devam et kardeş müminlerin arasındaki fitneye çanak tut ki Cehennem senin için daha yakışıklı olsun :)

ALı ERENı ve ona çanak tutup müslümanların arasını açanları iyi seyredin.Gayretullaha dokunmanın bedeli fena ödeyecekler.
Bir Savaşçıdır Kalbim...

4

Samstag, 3. Juli 2004, 19:12

Cehennem derken sanki biraz ileri gitmişsin, hesabını görmek Allah'a aittir,
ne olacağını biz bilemeyiz,

Sultan

Schüler

  • »Sultan« ist der Autor dieses Themas

Beiträge: 99

Wohnort: Kütahya

Beruf: Dağcı

Hobbys: Kızak, yüzme, orman gezileri

  • Nachricht senden

5

Samstag, 3. Juli 2004, 19:47

Zitat von »"MeRCaNDeDe"«

Haset’lik yapmanın farklı yolları vardır.Estetik sorunu olmayanlar da, adı konulmamış Haset’ler bulunmaktadır.Çekememezlik,kıskançlık ve cehalet.

...

...

Devam et kardeş müminlerin arasındaki fitneye çanak tut ki Cehennem senin için daha yakışıklı olsun :)

ALı ERENı ve ona çanak tutup müslümanların arasını açanları iyi seyredin.Gayretullaha dokunmanın bedeli fena ödeyecekler.



müminler arasinda fitne!

Fitne sahipleri ile oturup diyalog kurabilenler, 1400 yil önce gelen vahyin sadece o dönem insanlarina hitap edecigini söyeleyebilecek kadar haddine asmak fitne olmuyor da, anlatilan bir rivayeti isim verilmeden anlatilmasi ve onlarin yaptiklarin degerlendirilmesi mi fitne oluyor? Uyarmak ve hata yapiyorsunuz demek fitnecilik ise evet fitneciyiz. Yapilan hatalari anlatmak kiskanmak ve hasetlik ise yazik. Hem de cok yazik. Bu hasetciler dediginiz gibi cehennem yolcusu olmalilar. Belki mardinde temsili sirat köprüsü yapip oradan FITNECI yahudi ve hristiyanlari gecirten DIYALOGcular degildi de Ali Eren'dir. Ali Eren de kendi TV sinden bunu canli yayinla da bizlere duyurmaktan seref duymustu zaten. (Pardon kösesinden olacakti) Simdi ali eren kendilerine dogruyu anlatanlara haset etmesin de kime etsin öyle degil mi?

Yapilan hizmete verdigimiz önem kadar, gidilen istikamete de bakmayi akil edenlere selam olsun

Sultan
Sevgi Çiçekleri

6

Samstag, 3. Juli 2004, 22:53

1990’lı yılların ortalarından itibaren girilen hoşgörü ve diyalog sürecinin dini temelleri adına bazı şeylerin yerli yerine oturmadığını görüyorum. Gerek bu sürece can-ı gönülden destek veren dost ve taraftar çevre, gerekse bunun ıslamî nasslarla çerçevelenen esaslara aykırı olduğunu iddia eden müslüman çevrenin gözden kaçırdığı esaslar bunlar. Birinciler bu sürecin yeniden başlamasına –dikkat edin yeniden diyorum- vesile olan kişi/kişiler veya kurumları ön plana çıkartırken, ikinciler nassları siyak-sibak bütünlüğünü kopararak yaptıkları yorumlarla bu sürece öncülük edenlere "bid'atkar"dan "kafir"e uzanan çizgide ithamlarda bulundular/bulunuyorlar.

Hoşgörü, diyalog veya bizim vazettiğimiz ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali ıslam tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası'nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu ınsanlığın ıftihar Tablosu o mübarek sesini yükselterek aleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika'da var mı yok mu? Aynı hakikatlar başka bir dille, başka bir anlatma üslubu ve edası ile Veda Hutbesi'nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat var, tahkim var.

Bu kabuller ne Medine Vesikası'nda, ne de Veda Hutbesi'nde zikredilmekle kalmamış. Edebiyat tarihine edebi bir risale olarak tevdi edilmemiş. Ağızdan çıkan bu hakikatlar aynı zamanda hayat olmuş. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış, tabiîn yaşamış, tebe-i tabiîn yaşamış. Bakın fetih dönemlerine, müslümanlar nerede kilise ve havraları yıkmışlar? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlar? Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişler? Ve nerede düşünce hürriyetini tahdit etmişler? Tarihte müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar kendilerine tanınan bu hakların başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlar müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini. Demek bizim mazimizin özü, üsaresi bu. Bizimle başlayan bir süreç değil.

Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatlar 15 asırlık ıslam tarihinde her zaman Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem), Raşid Halifeler'in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamış. Uygulanmamış çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş. ıslam ile bağdaştıramayacağımız dünyevi düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim ıslam adına nice kabalıklar yapılmış. Ama bunlar esasında ıslam'ın değil, müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.

Meseleye bu zaviyeden bakınca biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme diyorsak Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) Medine Vesikası'nı seslendiriyoruz. Veda Hutbesi'nde beyan buyurduğu hakikatları haykırıyoruz. Böylece vazifemizi ve vecibemizi yapıyoruz. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış olabilirler. Dahilî veya haricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alakadar etmiyor, biz yapabilirsek, yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.

Dikkat edin vazife ve vecibe diyorum. Dolayısıyla bunu bir fazilet saymayın. Fazilete terettüp eden şeyleri beklemeyin. Hiç mi kıymeti yok diye aklınızdan geçirebilirsiniz. Evet, sizin öncülüğünü yaptığınız bu süreç belki bir kıymet ifade ediyor olabilir ama bu kıymet çokları bu düşünceye uyanmadığı ya da yapmadığı içindir. Yani nedretten dolayı bir kıymet-i harbiyesi vardır. Yoksa vazifenin zati değerinden dolayı değil. Bir başka ifadeyle; nasıl piyasada nedret olduğu zaman birden bire emtianın değeri yükseliverir, bu da öyle. Hoşgörü diyen, diyalog diyen bu insanlara "faziletli", "erdemli" denmesi, el üstünde tutulması, barış kahramanları gibi isimlerle anılması hep bu sebepledir.

Burada bir başka hususa işaret edeyim: bana kalırsa bu süreci isimlendirmemek en iyisi. Hoşgörü süreci, diyalog süreci gibi şeyler de demeyelim. Neticesi henüz belirlenmemiş, nereye varacağı henüz kestirilememiş bir meseleye ad koymayalım. Bırakalım onu zaman koysun veya biz zamanı gelince koyalım. Kim bilir bu süreçte daha nice yumuşak ve kucaklayıcı mülahazalar olacak. Bu mülahazalar herkesi umudumuzun üstünde yumuşatacak. O zaman hoşgörü, diyalog kavramları bile mevcud durumu tarif etmek için yetmeyecek. Kim bilir?

Evet, demek girilen bu süreci bütünüyle bizim temel kaynaklarımıza bağlayabiliriz, onlardan akıp geldiğini söyleyebiliriz. Ben bu konuda çok ısrarlıyım. Çünkü bu mesele falanın-filanın iç inceliğinin ifadesi değildir. “Böyle davranırsam kendi düşüncem, kendi gayem adına yol alırım, mesafe katederim.” mülahazasına bağlı bir tavır da değildir. Böyle olmadığı için dünya elli defa hallaç olsa, yüz defa değişse biz hep aynı düşünceleri ifade edeceğiz; edeceğiz zira temel kaynaklarımız farklı düşünmeye müsaade etmiyor.

Öte yandan, kaynaklarımız bunun böyle olmasını söylüyorsa, bunu bir vazife ve vecibe olarak müntesiplerinin omuzlarına yüklüyorsa bu süreci biz kendimize mal edemeyiz. Hiç kimse de edemez. O sizin şefkatinizin, merhametinizin ürünü değildir. Aksine ıslam’ın şefkati, merhametidir.

Yalnız her meselede olduğu gibi bu süreçte de bazen olur ki konjonktürün gerektirdiği bazı farklılıklar zuhur edebilir. Mesela, şartlar öyle gerektirir ve bir devlet sizin devletinize savaş açar. Sizin küçük çapta ve aksi istikametteki irade ve gayretleriniz buna engel olamamıştır. O zaman siz yine dinininizin belirlediği şekilde, savaş hukuku adına ortaya koyduğu disiplinlere göre hareket edersiniz. Hareket etmek mecburiyetindesiniz daha doğrusu. Bu o dönemin yükümlülüğüdür. Fakat şunu unutmamak lazım, savaş kişilerin ve kurumların değil ancak devletin/devletlerin karar vereceği bir hadisedir.

Bir diğer önemli konu da; bir gerçeği ortaya koyma, hakkını teslim etme mevzuunda siz ve sizin dışınızda birileri bu süreçte rol alanlara bir isim koyuyorsa mübalağa etmemeliler. Bahsi edilen sürece öncülük yapanlara “fikir mimarlarımız, geleceğin fikir işçileri, barış kahramanları” vs... gibi şeyler denirken mübalağa edilmemesi lazım.

Evet, isterseniz tekrar başa dönelim ve tekrarlayalım; artık bu sürecin kuralları ortaya konmuş ve yaklaşık 10 yıldır işlene işlene bir yere gelmiştir. Bu bir ibdâ (öncesi olmadan yeni ortaya konmuş bir şey) değil, ihyadır. Sıfırdan inşa değil kullanılmaya kullanılmaya körelmiş kuyulardaki suyu tekrar gün yüzüne çıkartma gibi, kullanılmaya kullanılmaya bize yabancı olmuş, hakkında “yok” hükmü verilmiş ama aslında zatında mevcut olan bir şeyleri yeniden ortaya çıkarmadır. Diyorsunuz ki, “ınsan hayvan değildir. O ne bir hayvan-ı nâtıktır (konuşan hayvan), ne bir hayvan-ı hassas (hisseden), ne hayvan-ı mâşî (yürüyen), ne de hayvan-ı müteharriktir (hareket eden). O insandır. Konuşan, duyan ve hisseden, yürüyen, hareket eden ve her şeyin şuurunda olan, aklıyla muhakeme yapan, bugünü yarınla beraber mukayese eden, kendini yarınlara göre hazırlayan, çok geniş ve engin ufuklu hatta ufku kainatları da aşıp nâmütenâhîye ulaşan, fiziğin, kimyanın kurallarının geçmediği yerlerde dolaşan, ta Allah’a, Esmâ-i ilahiye'ye, sıfât-ı sübhaniye'ye kadar varan, ulaşan bir varlıktır. Öyleyse buna göre davranışımız farklı bir çizgide olmalı, farklı kıstaslar ihtiva etmelidir. ınsanlarla olan münasebetlerimiz de elbette insan olma esprisine bağlı cereyan edecektir.”

Pekâlâ hiç mi yoktu sizden evvel bunları telaffuz edenler? Elbette vardı; vardı ama bugünkü olduğu kadar yaygınlaşmamıştı. Fikir planında ortaya konan, kitap sayfaları arasında kalan, geniş uygulama alanı bulamayan düşüncelerdi onlar. Bilemem belki bu yüzden yakın ve uzak dost çevrelerden bunu anlamayan, anlamamakta ısrar eden kişiler oldu. Belki hasetten, kıskançlıktan, kendileri bu işe öncülük yapmadığı için olumsuz mülahazalar ile yaklaşanlar oldu, hâlâ da var. “Gavurlaşma” saydılar bu girilen süreci.

Fakat her şeye rağmen girilen bu yolda, veya yukarıdaki yaklaşımımız içinde neticede alacağı veya bizim vereceğimiz isim, ünvan ne ise işte onda mesafenin yarısı katedilmiştir. Motor çalışmış, araç harekete geçmiştir, geriye dönülmesi artık mümkün değildir. Sadece şartlara, konjonktüre göre bir kısım koordinatların değiştirilmesi olabilir. Bunda da biraz sabırlı olmak ve beklemesini bilmek gerek. Elektrikle işleyen aletlerde veya elektronik sistemlerin harekete geçmesinde bile bir bekleme süresi var. Burada da bekleme süresine ihtiyaç duyulması gayet tabiidir.

Yolun yarısı alınmıştır dedik ama bu iş bundan sonra ters yüz edilemez, dağıtılamaz, kimse bozamaz iddiasında da değiliz. Her şeyden evvel biz Allah'ın inayetiyle kendimizi böyle bir tabiyede bulduk. Allah'ın inayetiyle geç kalmış olsak bile durumu iyi okuma, imkanları değerlendirme zemini bulduk. Ümidimiz yine Allah'ın inayetiyle bunun devam edeceğidir. Tek taraflı yani bizim canibimizden bir ahdi bozma olmazsa bu iş devam eder. Ama bizden bir ihanet olursa, Allah’a karşı münasebetlerimiz bozulursa, O da muamelesini değiştirir. Bir başka tabirle muhlisînden (ihlâslı kullardan) olmazsak Allah bugüne kadar meccanen (karşılıksız) verdiği lütufları çeker alır elimizden. Dua edelim, bizi ihlâstan ayırmasın, verdiği lütufları elimizden almasın. Çünkü dünyanın esasen bu türlü bir anlayışa, bu türlü bir mülâhazaya, eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacı var.

Sözün başında iki çevreden bahsettim. Bunların ikisi de dost çevredendi. Bir de düşmanlar var. Düşman demek de istemiyorum; istemiyorum çünkü Allah tanımaz, Peygamber kabul etmez, manevi veya kudsi kavramı içine girecek her şeye kapalı bir çevrenin dahi bu süreçte bir yeri var. Tıpkı Efendimiz'in (aleyhissalâtü vesselâm) müşriklerle münasebetlerinde olduğu gibi. Ama onlar bu sürece karşı almış oldukları tavırlarla o ismi kendilerine kendileri veriyor ve “Düşmanız biz!” diyorlar. Sizden gelecek her türlü hayra ve iyiliğe hayır diyorlar. Alabildiğine mütemerrid, kendi menfaatlerinin ötesinde ne milleti, ne devleti, ne de insanlığı düşünmeyen paranoyak bir çevredir bu.

Evet, bizim bunlara karşı bir yaptırım gücümüz yok ama Allah'ımız var. "Hasbünallâhu ve Ni'me'l-Vekîl. Ni'me'l-Mevlâ ve Ni'me'n-Nasîr"imiz var. "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" gibi bir hazinemiz var. Dopdolu, hiç bitmeyen, kullandıkça artan bir hazine. Korkmayın Allah yanınızda ise size kimse bir şey yapamaz. Asrın Beyin Yapıcısı'nın sık sık vurguladığı gibi: “Endişe etmeyin kardeşlerim! Biz inayet altındayız.”

Bir serçe bir kartalı

Salladı vurdu yere

Yalan değil doğrudur

Ben de gördüm tozunu

diyor ya Yunus. Öyle de gün gelecek kartal yuvarlanacak, serçe de gülecek. Çünkü küçüğe büyük şeyler yaptıran Allah'tır. Ye’se düşmeyin. Yeis “mâni-i her kemâldir”. Bir bataktır o. Akif’in ifadesi ile düşerseniz boğulursunuz. Azminize sımsıkı sarılın; sarılın çünkü önünüzde katedeceğiniz yol daha çok uzun. Geçilmesi gereken derin sular var. Yine Yunusça diyelim:

Bu yol uzaktır

Menzili çoktur

Geçidi yoktur

Derin sular var.

Fakat o sulardan boğulmadan geçen, öteki vadiyi, öteki kıyıyı kendilerine yurt edinmiş, halden sıyrılmış, sahib-i makam olmuş o kadar çok insan var ki. Siz niçin bunlardan birisi olmayasınız?

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

7

Sonntag, 4. Juli 2004, 00:30

Zitat von »"Abdulkadir Said"«

Cehennem derken sanki biraz ileri gitmişsin, hesabını görmek Allah'a aittir,
ne olacağını biz bilemeyiz,


Allah müminlerin gıybetini yapıp müslümanlar arasında fitne çıkartanları Cennete mi atar.Değilmidir ki Peygamberimiz SAV Fitne uykudadır uyandırana lanet olsun diyor.Sultanın yazıları yapıcı yazılarmı adam düpedüz hasetlik ediyor.

Bide bunların bir üst kademesi varki olduğu gibi kafir ilan ediyorlar.Niye bunlara ses çıkarmıyor bunun adı düpedüz iki yüzlülüktür.

Sultan zaten azacağı kadar azmış etrafına saldırıyor.Abdulkadir meşveretin sonuç ve hükümlerini biliyorsun.Sultan bunu anlamaz.Ama sultanın yaptığınada görüyorum ki sadece izliyorsun.Almış Ali Ereni 3-5 yazısını ortalıkta müslümanlara sallıyor duruyor.Adınada doğruyu aktarmak diyor.Bu uslubun neresi doğru...Yapılan onca hizmeti görmüyor belki binde bir hadiseleri temcid pilavı gibi ortalığa sunuyor.Defalarca örnekler getirdik görmezlikten geliyor amaAli Eren yazınca adamın sevinci 3-5 katlanıyor.Bunun adıda haset olmuyor :)

Bediüzzamanı örnek veriyoruz dut yemiş bülbüle dönüyor fakat konu Fethullah Gülen olunca adam çılgına dönüyor.Bunada doğruları söylemek ve uyarmak diyor.Birde timsah gözyaşı döküyor masumiyet havasına bürünüyor.
Bir Savaşçıdır Kalbim...

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

8

Sonntag, 4. Juli 2004, 00:32

Üstad Bediüzzaman Hazretleride MÜNAZARAT isimli eserinde şöyle buyururlar…

Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?

Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem'in hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet, ımam-ı Ali'nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî'nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim .

ELCEVAP :

Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. ışte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir…
Bir Savaşçıdır Kalbim...

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

9

Sonntag, 4. Juli 2004, 00:34

Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. ışte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir

On Yedinci Lem’a’nın Beşinci Nota’sında şöyle denilmiş: “şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-ı kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.
“Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, ısevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. şöyle ki: (...) Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!” (Lem’alar, 119)

Akıl için yol bir” olduğu için, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu haklı ve doğru tesbit, artık başkaları tarafından da dile getiriliyor. Bediüzzaman’ın yıllar önce yaptığı tesbitler, hadiselerin gelişmesiyle doğrulanıyor. Keşke, ıslâm dünyası; çok daha önceleri, ‘ınkâr-ı uluhiyet’e karşı olan herkesle gerekli olan ittifakı yapabilseydi.O zaman dünya savaşları da çıkmayabilirdi.Fakat Kader-i ılahi böyle emretmiş.Bediüzzamana göre Avrupa hatta dünyayı ikiye ayrılmalı ve neye dost neye düşman olunması gerektiği iyi tespit edilmelidir.şu anda Avrupada çok ciddi Müslümanlar dergilerde kapak konusu yapılıyor.En büyük dergilerde Peygamberimiz SAV ve Bediüzzaman üzerine makaleler yazılar yayınlanıyor.Hatta Avrupa gençliği için yardım talep ediyorlar.Dinlerinden vazgeçmek pahasına….

Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve ısevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! ışte, beşere açtığın yol ve verdiğin saadet bu misale benzer.
Bir Savaşçıdır Kalbim...

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

10

Sonntag, 4. Juli 2004, 00:37

Yine o Nebiler Sultanı (sav) Medine'yi teşrif ettiklerinde, Medine ahalisi ile yapmış olduğu anlaşmada (Medine Vesikası) Yahudilere dahi öylesine haklar tanımıştır ki, onlar günümüzde yürürlükte olan ınsan Hakları Beyannamesi'nde, insanlara tanınan haklardan çok çok ileridedir.

Evet, bizim bu anlayışımıza kaynaklık eden dinimizdir veya muhattab alma dinimizin tabiatının gereği ve onun bir derinliğidir. Biz, o dini hayatımıza hayat kıldığımız asırlarca, bu uzun zaman dilimlerinde o hoşgörüyü dünya çapında temsil etmişizdir.

Yalnız tarihin bazı dilimlerinde, günümüzde de kısmen olduğu gibi, bu espriyi kavrayamayan bazı marjinal gruplar veya bazı fertler, bu anlayışa ters hareketlerde bulunmuş olabilir.

Allah Rasûlü, sadece kendisine gelen heyetlere karşı değil, dini kabul etmek için gelen ferdlere karşı da her zaman ilgi ve alâkasını en üst seviyede sürdürmüştür. Meselâ, Halid b. Velid, Amr bin Âs ve Osman b. Talha gibi Mekke’nin seçkinleri Medine’ye geldiklerinde, her biri Allah Rasûlü’nden öyle iltifatlar görmüşlerdir ki, o gün için Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (ra) öylesini bulamamışlardı.

Efendimiz (sav), Hz. Halid’e: “Ben de, Halid bu kadar akıllıyken nasıl oluyor da küfür içinde kalıyor diye hayret ediyordum” der... Kısa bir müddet sonra da onu “Allah’ın Kılıcı” ünvanıyla taltif eder...

Amr bin Âs, Müslümanlara çok kötülüğü dokunmuş bir insandı. Öyleki bu zat, o güne kadar dehasını hep ıslâm aleyhinde kullanmıştı. Ama Müslüman olup Medine’ye gelince, Efendimiz (sav), ona mâziye ait en küçük bir mes’eleyi dahi hatırlatmayacak kadar sıcak davranmıştı. Onun dua talebi üzerine “Bilmiyor musun ıslâm, onu kabul etmeden önce işlenen bütün gühanları siler, temizler” buyurmuştu...

Abdullah b. Cerir el-Becelî huzura girince, Efendimiz gözleriyle herkese yol gösteriyor gibi cemaat içinden birinin kalkıp da ona yer vermesini arzuluyordu... Cemaat bunu anlayamayınca da, hemen harekete geçiyor ve cübbesini çıkararak Abdullah bin Cerir’in (ra) altına seriveriyor. Daha sonra da, ashabına; bir kavmin kerimine karşı ikramda bulunulması gerektiği hususundaki o ölümsüz nasihatını sunuyordu. Ebu Cehil’in oğlu ıkrime’ye iltifat dolu sözlerle mukabelesi ise, bu konuda apayrı bir ibret levhasıdır.

Evet, bu davranışlar Efendimiz’de değişmeyen prensipler cümlesindendi... ışte O, gelen ferd ve heyetlere de bu prensipler çerçevesinde muamelede bulunuyordu ki, bütün bunlarda bir sürü hikmet dolu gayeler vardı:

Birincisi: Henüz yeni gelmiş ve bütünüyle ıslâm’a ısınmamış bu insanlar yer değiştirmenin rahatsızlığını, tedirginliğini yaşarken, eğer kendilerini tedirginlikten kurtaracak emniyet dolu bu sıcak atmosferi bulamasalardı, tercihlerini başka türlü de kullanabilirlerdi ki, bu da onlar için büyük bir kayıp olurdu. ışte Efendimiz’in (sav), kendisine, imânın en küçücük bir şemmesiyle gelenlere dahi fevkalâde alâka ve ilgi göstermesi, onları böyle bir yanlış karardan kurtarıyordu ki, bu da, bugün ve yarın üzerinde önemle durulması gerekli konulardan olsa gerek.

ıkincisi: Gelen heyet ferdleri arasında, kavmi ve kabilesi içinde daima saygı ve hürmet görmüş insanlar da oluyordu. Bunlar, kendi toplumlarında bu gibi ilgi ve alâkaya alışmış insanlardı. Dolayısıyla onlara aynı oranda bir ilgi ve alâka gösterilmeliydi ki, geldikleri yeni toplumu yadırgamasınlar.. yani bu ilgi ve alâka onlara ünsiyet aşılamalı ve yabancılığın verdiği rahatsızlığı ortadan kaldırmış olmalıydı...

Üçüncüsü: Bu heyetlerden pek çoğu resmî idi. ıslâm bir devlet nizamı olarak îlan edilince, çevredeki kabile ve devletler kendilerince bir durum değerlendirmesi yapmak üzere, Medine’ye heyetler gönderiyorlardı. Bu heyetlerdeki insanlar da sıradan insanlar değillerdi; az-çok hemen hepsinin kendine göre bir dünya görüşü ve değer yargıları vardı. Ve bu insanlar geldikleri yerlere döndüklerinde intibalarıyla geriye döneceklerdi.. ve onların bu kanaati de, mensubu oldukları devlet veya kabileye mutlaka tesirli olacaktı. Öyle ise, bu insanların müspet kanaatlerle techiz edilmesi şarttı. Bu da onlara gösterilecek ilgi ve sıcak bir istikbal ile yakından alâkalıydı.

Dördüncüsü: Efendimiz’in (sav) ahlâk ve şemâili Ehl-i Kitap tarafından biliniyordu. Zira bu şemâil onların kitaplarında da mevcuttu. Gelen heyetlerden bir kısmı da bu işin hakikatini araştırmak için geliyordu. Efendimiz (sav) ise, kendinden emindi. O, Tevrat ve ıncil’de geleceği müjdelenen peygamberdi. Muhatabın, bunu yakından görmesi için ona yakın olmasını, mesajının kabulüne vesile sayıyordu. Evet Allah Rasûlü, onları yakınına alıyor ve âdetâ, nübüvvetine ait alâmet ve işaretleri görmelerine yardımcı oluyordu ki, bu sayede, şüphe ve tereddütler, O’nun her şeyi paramparça eden o mübarek hal ve tavrına çarpıyor ve delik-deşik oluyordu. Gelenler ekseriyetle önceki kanaatlerini değiştiriyor ve döndükleri yerlerde tebliğ misyonunu edaya hazır hale geliyorlardı.

Mes’elenin günümüze ait yorumu

Evvelâ itiraf etmeliyiz ki, hiç kimse Allah Rasûlü’nün sergilediği bu tavrı ayniyle gerçekleştiremez. Zira hiçbir insanın, buna takat ve gücü yetmez. Düşünün ki O, Kurân’ın ifadesiyle, dağları tuz-buz edecek azamet ve ağırlıktaki Kur’ân’ı omuzlayan bir insandı. Her iki ayağını da yere öyle sağlam basmıştı ki, hiçbir hâdise O’nu sarsamıyor ve hiçbir aksi davranış O’nu prensiplerinden vazgeçiremiyordu. Bizlerde, bıkkınlıklar, yılgınlıklar olabilir. Ama O’nun için, böyle zaafları düşünmek bile mümkün değildir. Bu itibarla diyorum ki, ister heyetleri kabulünde gösterdiği sıcak alâka ve ilgiyi, isterse bazı kimselerin mâzideki kusurlarını tamamen unutarak onları kabullenişini, bizim aynıyla tatbik ve temsil etmemiz imkânsızdır. Ama, yine de aynı şeyleri, gücümüz nisbetinde yapmak mecburiyetindeyiz. Yoksa âlemşümul bir hizmeti, seviyesiz göstermiş, dolayısıyla da bu yüce da’vaya ihanet etmiş oluruz.

Efendimiz (sav), heyetlerin kabul şeklini ve bu hususta gösterilmesi gereken hassasiyeti, son vasiyetine konu edinmekle de, bu işin önemine ve bu mes’elenin istikbalde alacağı buud ve derinliklerine de işaret ediyorlardı ki, bu da yakın-uzak gelecek açısından çok önemliydi.

Zira kendi döneminde henüz Ceziretü’l-Arap dışına çıkılmamıştı. Bazı devlet reislerinden gelen mektup ve hediyeler ise, ferd plânında gösterilen ilgi ve alâka çerçevesinde idi. Halbuki ileride “ıslâm Site Devleti”, cihanın dört bir yanına yayılan engin haliyle yüzlerce, binlerce heyetleri ağırlayıp misafir etme zorunda kalacaktı. Tamamen devlet protokolüne ait bu mes’elenin keyfiyeti, temeli de, yine bizzat Efendimiz (sav) tarafından atılıyordu. Zaten 23 senelik nübüvvet döneminde, mikro plânda O’nun halletmediği hiçbir problem yoktu... O’nun heyetleri kabulü de, halledilen problemlerden sadece biriydi...

ınşaAllah tane tane özümseyerek okursunuz.Bu deliller en kör insana bile ikna için yeterlidir kardeşim.Fakat kendi kafana göre yorumluyorsun herşeyi.Bediüzzamandan örnekler verdik sesiniz çıkmıyor ama Ali Eren söz konusu olunca MaşaAllah.
Bir Savaşçıdır Kalbim...

11

Sonntag, 4. Juli 2004, 00:37

en doğrusunu Allah bilir,
sen kendinin dahi hangi hâl üzere öleceğini bilebilir misin ki onunkini bilesin?

hayırlısını Allah'tan iste dua et,
ne hâl üzere öleceğimiz konusunda bir garantimiz yok,

hayır üzere,şirksiz,küfürsüz,bid'a sız,
razı olduğu bir kul olarak ölmeyi nasip eylesin Allah,akıbetimizi hayırlı eylesin,



diyorum ki,izlemeyip adeta bir bombardıman şeklinde aklıma,kalbime,nefsime geleni yazsam ne olur?

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

12

Sonntag, 4. Juli 2004, 00:50

Allahını seversen bırak bu işleri.Ömrün Fethullah Gülenle uğraşmakla geçecek.Sevgiler, nefretler, duygular, düşünceler, fikirler, anlayışlar o kadar farklılıklar arzediyor ki, aynı meşrebden, aynı düşünce ve fikir akımından olan kişiler arasında bile ayrı ayrı düşünceler ve ayrı ayrı yaklaşımlar sergileniyor bumudur senin istediğin.

Evs ve Hazreç in kabileleri bile ıslam olduktan sonra aralarındaki sürtüşmeden dolayı Peygamberimiz SAV Allahtan korkun diyor siz müslümansınız.“ Ben aranızda olduğum halde cahiliye davası mı güdersiniz? diye sitem ediyor.Senin bu yaklaşımların uslubun Peygamberin SAV hangi metoduna sünnetine iktiza ediyor.

Bir grup kafirlikle suçluyor.Ötekisi ıslama ihanetle yahu bu cemaatin müntesiplerini bu kadar acımasızca eleştirme onalrı yerden yere vurmak sana ne kazandıracak.Yazıyorum çiziyorum etme kardeşim böyle söyleme diyorum.Pat Ali Eren ve Sultan yine sahnede.
Bir Savaşçıdır Kalbim...

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

13

Sonntag, 4. Juli 2004, 00:54

Zitat von »"Abdulkadir Said"«

en doğrusunu Allah bilir,
sen kendinin dahi hangi hâl üzere öleceğini bilebilir misin ki onunkini bilesin?

hayırlısını Allah'tan iste dua et,
ne hâl üzere öleceğimiz konusunda bir garantimiz yok,

hayır üzere,şirksiz,küfürsüz,bid'a sız,
razı olduğu bir kul olarak ölmeyi nasip eylesin Allah,akıbetimizi hayırlı eylesin,

diyorum ki,izlemeyip adeta bir bombardıman şeklinde aklıma,kalbime,nefsime geleni yazsam ne olur?


Sessiz kalman neyin ifadesi.

Kardeşlik anlayışıne ne oldu.

Adamlar garez ve haset üzerine bina ettikleri herşeyi müslüman oldukları halde müminlerin üzerine yıkıyorlar.Biz nefsi yazmıyoruz kardeşim.Nefis yapsam Yeni Asya sayfasında işim ne?Ben o cemaatle organik bağım olmadığı halde savunmaya geçmişim.Ben seni çok iyi anlıyorum da hayırlısı bakalım..
Bir Savaşçıdır Kalbim...

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

14

Sonntag, 4. Juli 2004, 00:55

Ey insafsız adam!

şimdi bak ki:

Mü'min kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünki nasılki sen âdi küçük taşları, Kâ'be'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Kâ'be hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan ıslâmiyet gibi çok evsaf-ı ıslâmiye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, iman ve ıslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!..

Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet inkâr edemezsin ki: Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alâka telakki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir münasebet hissedersin. Halbuki imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i ılahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ:

Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir,

Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir..

bir bir, yüze kadar bir bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir..

ona kadar bir bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın! (Mektubat, syf. 263-264)


Ey mü'mine kin ve adavet besleyen insafsız adam!

Nasılki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var.

O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin.

Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de: Sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sefine-i ılahiye olan bir mü'minin vücudunda iman ve ıslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfât-ı masume varken; sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adavet bağlamakla, o hane-i maneviye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrib ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şeni' ve gaddar bir zulümdür. (Mektubat, syf 263)
Bir Savaşçıdır Kalbim...

15

Sonntag, 4. Juli 2004, 05:55

Ben orada bombardıman konusunda kendi nefsim için konuşuyorum,
yani karşı tarafa taarruz şeklinde neremden gelirse gelsin her geleni yazsam şeklinde söyledim,

ben bi mesaj atana kadar sen bir sürü mesaj da atmışsın arada onları da okumadım daha,

Fettullah hocanın da eleştirdiğim yanları var,istersen özelden biraz bahsederim,

16

Sonntag, 4. Juli 2004, 12:51

Insan önce kendine bakmali...

17

Montag, 5. Juli 2004, 14:10

Yani arkadaşlar maşallahınız var;

biz bir taraftan ikaz edip, yazı silip meseleyi yatıştırmaya çalışıyoruz.

ama dinleyen kim;

bir bakmışsınız herhangi bir başlık altında yine aynı tartışma:

yani Fetullah Hoca meselesi:

bazı kardeşlerimiz var;
hazır kıta bekliyorlar:
hemen bir meselenin altına,
Fetullah Hocaefendiden alıntıları yerleştiriveriyolar.

önceleri isim de yazıyorlardı.
ama şimdi isimsiz bir çok yazı var.

arkadaşlar artık bu tartışma bitsin.

zira müsbet veya menfi Hocafendinin hakkına hukukuna ilişiyorsunuz.
menfi hareket eden zaten belli.
ama ısrarla savunuyormuş görünenler de ifrat ediyorlar.
bazen istemeyerek tahrike sebep oluyorlar.

lütfen artık şahıslar üzerine bir tartışma meydana gelmesin.
bakın bazı kardeşler tenkit etmişler ama,
Sayın Ali Eren bile genellikle olayları ve olayların tarzını tenkit ediyor.
her ne kadar ifrat bir tenkit tarzı ise de saygı duymak lazım.

saygılar..

18

Montag, 5. Juli 2004, 14:18

Bu başlığı tekrar ve dikkatli bir şekilde okumaya çalıştık.

şimdi yapılan tenkitler sınırı aşmış.
ve tamamen bir alınganlık mahsülü olmuş.

bizce yapılacak şey açık:
Ali Eren beyin naklettiği haberin doğrı olup olmadığını araştırmak:
bunun için de yazara müracaat etmek gerekiyor.

şayet bu olay doğru ise ortada dehşetli bir durum var demektir.

yok yanlış ise Ali Eren'i Allah a havale etmek en akılcı yol.


saygılar

MeRCaNDeDe

Schüler

Beiträge: 119

Wohnort: ıstanbul

Beruf: Hamal

  • Nachricht senden

19

Montag, 5. Juli 2004, 16:55

Kardeş madem ifrat görüyorsun baştan önlemini almalısın.ış buraya kadar geldiğinde sitem etmen çok yanlış.ıddianame de silinmiş.Haksız bir olay varsa ortada haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır dusturuna karşı yazıyoruz.

Aynı uslup Mehmet Kutlular ağabeyimizden Mahmut Efendiye Erbakana kadar hepsine karşı sergilense onlarada canımız feda der savunuruz.Biz burda hocaefendi meselesini savunmuyoruz.
Bir Savaşçıdır Kalbim...

20

Dienstag, 6. Juli 2004, 11:01

mercandede kardeşim;

elimizden geldiğince şahsi tartışmalar meydana getirecek yazılara önlem almaya çalışıyoruz.

sizin de bir yazınıza önlem almak zorunda kaldık.
ama ne yazık ki bazen ipin ucu kaçıyor.

bence tartışma içinde olan herkes biraz dikkatli olmalı.

çok şükür bu forumdaki herkes mümin ve imanlı insanlar.
bundan şüphemiz yok.
müminler kardeştir düsturuna hepizim uyması gerekirken;
ama nedense bazen birbirimize karşı katı oluyoruz.

acizane tavsiyem tartışma zeminini şahıslardan fikirlere doğru kaydırmalıyız.
zira şahıslar fani ve hatalı;
ama fikirler baki ve daha az hatalıdır.

bu konu başlığına gelince:
ilgili yazar aslında isim vermeden bir olayı tenkit etmiş.
Sultan kardeş de bu yazıyı nakletmiş.
Sultan kardeşimiz Ali Eren adlı yazardan bu tür yazıları sık sık naklediyor.
kendisini ikaz da ettik.
fakat çok sivri olmadığı müddetçe fikir hürriyetine saygı duyuyoruz.
bu yazısı da bizce çok aşırı değil.
bence şuna buna sataştı diye tepki göstermek yerine;
bu olay doğru mu onu araştırmak lazım.

saygılar...

Thema bewerten