Giriş yapmadınız.

Bîçare S.V.

Profesyonel

  • "Bîçare S.V." bir erkek
  • Konuyu başlatan "Bîçare S.V."

Mesajlar: 712

Konum: İstanbul/ Çamlıca

Meslek: Gazeteci/ Arşiv-Kütüphane

Hobiler: Kitap okuma (Sesli)

  • Özel mesaj gönder

1

19.01.2011, 09:32

“Yasemin Devrimi”


23 yıllık diktatörlüğe son veren “Yasemin Devrimi”nin hazin öyküsü
Tunus’un
Sidi Buzîd şehrinde ikamet eden 26 yaşındaki Muhammed Buazizi, zor
hayat şartlarına rağmen haline şükredebilen mülâyim bir insandı. Yaz-kış
demeden ölesiye çalışmasına rağmen, şikâyet etmiyordu. Çok zor
şartlarda da olsa eve ekmek getirmek, annesinin ve kardeşlerinin
ihtiyacını görmek, dünyada yaşanabilecek en büyük mutluluktu onun için.
Güneş doğarken çıktığı eve, yorgunluktan ayakları şişmiş bir şekilde
ancak akşam dönebiliyordu. Onun bu bitkin halini gören annesi “Oğlum
bizim için çok yoruluyorsun Allah senden razı olsun” diye duâ ediyordu.



Suna DURMAZ

Annesinin bu şekilde duâ etmesi Muhammed’e yorgunluğunu unutturuyor, hayatı bu minvalde devam edip gidiyordu...
Rutin
günlerinden bir gündü. Kahvaltıda ağzına birkaç lokma atan Muhammed,
başına geleceklerden habersiz bir şekilde elini takvim yapraklarına
doğru uzattı. Tarih 17 Aralık 2010’u gösteriyordu. “Okusam mı?” diye
içinden geçirse de, işe geç kalmak istemediğinden takvim yaprağını
okumadan yırtıp attı. Oysa yırtıp attığı bu yaprak, kendisine emanet
olarak verilen hayat defterinin son yaprağıydı!
Çocukluğundan beridir
ailesinin geçimini üstlenmiş olan Muhammed, sabah erkenden el arabasına
yüklediği sebze ve meyveleri sokak aralarında satarak ekmek parasını
çıkarıyordu. Düzenli bir iş değildi; ama olsun, günün sonunda eve ekmek
götürebildiği için Rabbine hamd ediyordu. Çünkü yaklaşık 11 milyon
nüfuslu Tunus’ta, on binlerce üniversite mezunu genç işsizdi. Tunus
el-Hadra (Yeşil Tunus) olarak meşhur olan Akdeniz kıyısındaki Tunus,
tabiî güzellikleri ve verimli topraklarıyla bir Cennet olması
gerekirken, fakirliğin diz boyu olduğu bir ülke olmuştu maalesef...
Her
türlü zorluğa katlanmasını bilen Muhammed’in tek şikâyeti zabıtalardı.
Zabıtalar seyyar satıcılara aman vermiyorlardı. Yakaladıkları gibi,
arabadaki sebze ve meyveleri döküyorlar; araba ve teraziye de el
koyuyorlardı. Yıllardır zabıtalarla köşe bucak saklambaç oynayan
Muhammed, her seferinde zar-zor da olsa paçayı kurtarabilmişti. Ama ne
yazık ki, bu sefer yakayı ele vermişti. El arabasına hâciz koyan
zabıtalar, bir de ceza kesmişlerdi.
“Ne olur yapmayın! O benim ekmek
tezgâhım. Annem ve kardeşlerim ekmek bekliyorlar. Benden başka kimseleri
yok; aç kalacaklar!” diye zabıtalara yalvarsa da dinletememişti.
Zabıtalar:
“Boşuna ağlayıp yalvarıyorsun. Sokak aralarında sebze satmak yasak!”
diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. İçlerinde bir de kadın zabıta
memuru vardı. “Kadınlar yaradılıştan şefkatlidirler. Erkeklere oranla
acıma duygusu kadınlarda daha kuvvetlidir” diye düşünen Muhammed,
“Lütfen hanımefendi! Siz kadınsınız; belki de annesiniz. Çocukların
halini tahmin edersiniz; küçücük olduklarından açlığa dayanamazlar.
Onların benden başka kimseleri yok. Ne olur bırakın beni şu meyve ve
sebzeleri satayım!” diye yalvardı. Bu acı yalvarmalara şefkat duyacağına
tam tersi çok rahatsız olan kadın memur, yetmezmiş gibi aniden
Muhammed’in yüzüne bir de tokat patlattı!
Beklemediği bir anda yüzüne
tokat yiyen Muhammed’in aklı başından gitmişti. Dünyası yıkılmıştı
sanki! Erkeklerin içinde bir kadından tokat yemekten çılgına dönen
Muhammed “Belediyeye gidip seni âmirine şikâyet edeceğim!” diye bağırdı.
Muhammed’in bu meydan okumasından iyice rahatsız olan kadın zâbıta
“Hadi oradan! Git gidebildiğin yere kadar. İstersen valiye git; istersen
Başbakana şikâyet et! Hadi durma git!” diye bas bas bağırdı.
Bu
lâflar üzerine durumu anlatmak için belediyeye, hatta valiliğe kadar
başvuran Muhammed, umduğunu bulamamıştı. Kimse derdini dinlememişti.
Çaldığı kapılar bir bir yüzüne kapanmıştı.
“Gururum ve şerefim
incindi. Biz bu ülkede köle gibiyiz! Hürriyetimiz yok; hak ve hukukumuz
yok. Üniversite mezunu olduğum halde iş bulamıyorum. Hayatım
işportacılık yapmakla geçti. Açlığa ve susuzluğa tahammül ederim, ama
köle gibi aşağılanmaya asla tahammül edemem” diye bağırarak sinir
krizleri geçiren Muhammed, en yakındaki benzinciye koşup bir bidon
benzin aldı ve üzerine döküp çakmağı yaktı. Ağır bir şekilde yanan
Muhammed, yoldan geçenler tarafından hastahaneye kaldırıldı. Ancak,
kurtarılması için gösterilen bütün çabalara rağmen, çok geçmeden tedavi
gördüğü hastahanede vefat etti.
İnançlı bir genç olarak bilindiği
halde, resmî makamlar tarafından aşağılanmanın sebep olduğu ruhî
bunalımın etkisiyle, bir Müslümanın asla yapmaması gereken intihar
fiiline başvurarak hazin bir şekilde hayatına son veren zavallı
Muhammed’in hikâyesi, kısa sürede bütün ülkeye yayıldı. Zorba rejimden
bunalan binlerce Tunuslu genç, galeyâna gelip sokaklara döküldüler.
Polisin göstericilere müdahale etmesi sebebiyle onlarca insan öldü. 3
hafta boyunca süren gösterilerin daha da şiddetleneceğini sezen 74
yaşındaki Zeynelabidin bin Ali, 14 Ocak.2011 tarihinde ülkeyi kaos
içinde bırakıp kaçtı! Başta Fransa olmak üzere dost bildiği ülkeler,
kendisinin sığınma isteğini kabul etmedi. Sonunda, Suudi Arabistan’a
şartlı siyasî mülteci olarak sığındı. 16 Ocak 2011 tarihli Kuveyt
el-Vatan gazetesindeki bir habere göre, sığınmanın önüne konulan şart
şuydu: Zeynelabidin bin Ali, akraba ve yandaşları ile görüşmeyecek ve
dış ülkelerdeki hesaplarından S. Arabistan’a para nakletmeyecekti.
Arabistan hükümetinin kendisine tayin edeceği bir maaşla yetinmesi
gerekmekteydi.
Böylece; Tunus’un bağımsızlıktan sonraki ilk başkanı
olan Habib Burgiba döneminde istihbarat subaylığı, Güvenlik, İçişleri ve
Başbakanlık yaptıktan sonra 1987 kansız bir darbeyle Başkan Habib
Burgiba’yı devrip Tunus’un başına geçen Zeynelabidin bin Ali, 23 yıl
boyunca yatlara, saraylara ve özel uçaklara sahip olunan şatafatlı bir
yaşantının içinde sürdürdüğü siyasî hayatını acı bir şekilde bitirmiş
oldu.
Bir çok Arap ülkesi diktatörlükle yönetiliyor. Baskı
rejimlerinin sonucu olarak fakirlik ve cahillik içinde kıvranan halklar
bunalım içinde olduklarından, Tunus’ta olduğu gibi ufak bir kıvılcım
neticesinde her an patlayabilirler. Bunu ilk fark eden Mısır oldu.
Tunus’ta yapılan “Yasemin Devrimi”nin Mısır’a sıçramasını istemeyen 82
yaşındaki Hüsnü Mübarek, hükümetten, başta gıda olmak üzere çeşitli
tüketim malzemelerine yapılması öngörülen zamların iptal edilmesini ve
güvenlik birimlerinin sokaktaki Mısır halkına karşı daha yumuşak
davranmalarını istedi. Geç kalmış sayılan bu açıklama, 30 yıldır Mısır’a
hükmeden Hüsnü Mübarek’in daha fazla idarede kalmasını sağlayacak mı?
Bunu zaman gösterecek.
Ancak şurası bir gerçek ki; Ortadoğu’daki
domino taşları yerinden oynamış durumda. Yakın geleceğin büyük olaylara
gebe olduğu ayân beyan ortadadır.

durmazsuna@yahoo.com-durmaz36@hotmail.com
19.01.2011

<img src="http://www.risaletalim.com/Themes/serv_ramadhan/images/icons/modify_inline.gif" alt="" align="right" />
"İyyake nâ'büdü ve İyyake nesteîn."
'Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.'
"İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da şükretmez.!"
'Bırak bîçare feryâdı, Bîçare S.V.

2

19.01.2011, 18:57

Hiç olmazsa kaçacak bir yer buluyorlar! 19.01.2011
TUNUS diktatörü Zeynelabidin Bin Ali utanç içinde ülkesinden kaçtı. O da diktatörlüğü bir başka diktatörden, Habib Burgiba’dan zorla almıştı.
1957’den 1987’ye kadar Tunus’u tek başına yöneten Burgiba kendini “daimi cumhurbaşkanı” ilân ettirmişti.

Ama oğlu gibi gördüğü Başbakanı Bin Ali tarafından azledilip ölünceye kadar ev hapsinde tutuldu.
55 yıldır Tunus’ta bir diktatörlük rejimi hüküm sürdü.
Sokakta bile başörtüsüne müdahale eden bir rejimdi bu.
İki hafta önce, Pazar yazımda Kuzey Afrika’da totaliter rejimler için tehlike çanları çaldığına işaret etmiştim.
Ama bu kadar çabuk beklemiyordum.
Herşey bir anda olup bitti ve bir de baktık ki Bin Ali ve ailesi Tunus’tan kaçıverdi.
Pazar yazımda da belirtmiştim, Kuzey Afrika’daki askeri diktatörlükler “Soğuk Savaş” döneminin denge politikaları sayesinde ayakta kalmışlardı.
O denge yerle bir olmuştu.
Artık bu diktatörler için tehlike çanları eskisinden daha gür bir şekilde çalmaya başlamıştı.
En çok güvendiği Fransa bile Zeynelabidin Bin Ali’nin arkasında durmadı.
Suudi yönetimi kabul etmeseydi pinpon topu gibi o ülkeden bu ülkeye savrulacaktı.
***
Ders almasını bilenler için dünya ibretlerle dolu.
İktidar ve saltanat insanın gözünü o kadar karartıyor ki yanıbaşında gerçekleşen olaylardan bile ibret alamaz hale geliyor.
Örnek mi arıyorsunuz!
Alın size “Ferdinand Marcos..”
Marcos 1965’te Filipinler devlet başkanı olduktan sonra totaliter bir rejim kurdu.
Eşi İmelda Marcos’u Vali ve Bakan yaptı.
Marcoslar bir aile şirketi gibi ülkeyi yönettiler.
1986’ya kadar Filipinler’i diktatörce yöneten Marcos ülkesinden kaçtı.
Amerika’nın en sadık müttefiklerinden biriydi ama yüzüstü bırakılmıştı.
Üç yıl sonra Hawai’de öldü.
***
Alın size İran Şahı Rıza Pehlevi..
1941’den 1979’a kadar, astığı astık, kestiği kestik idi.
Despot Şah da tıpkı Marcos gibi ülkesinden kaçtı.
Başta Amerika olmak üzere Batılı devletler Şah’ı kabul etmedi ve o da Enver Sedat’ın Mısırı’na gitti ve orada öldü.
1930-1974 yılları arasında hüküm süren Habeşistan İmparatoru Haile Selasiye devrildikten sonra ölene kadar tutuklu kaldı.
Selasiye’yi deviren cuntanın lideri Albay Haile Mariam Mengitsu da Habeşistan’ı zulüm ile yönetti ve o da 1990’da ülkesinden kaçtı.
1991 yılında iktidardan düştükten sonra Zimbabve’ye sığınan Mengistu gıyabında idama mahkum edildi.
Sovyet Rusya’nın desteklediği totaliter bir rejim kurmuştu Albay Mengistu.
İşe en yakın cunta arkadaşlarını öldürterek başlamıştı.
Ülkesinden estirdiği terör, “Kızıl terör” olarak anılmıştı.
Ne ki Soğuk Savaş bitmiş, Berlin Duvarı yıkılmış ve Sovyet Rusya çözülmüştü.
Kendi derdine düşen Moskova, Mengistu’yu umursayacak durumda değildi.
***
Alın size “Eric Honecker..”
1971’de Doğu Almanya devlet başkanı oldu ve 1989’da gitti.
Önce Moskova’ya sığındıysa da Ruslar tarafından yüzüstü bırakılarak Almanya’ya iade edildi.
Almanlar hasta diye serbest bıraktılar ve o da Şili’ye giderek bu ülkede öldü.
Todor Jivkov’un Bulgaristan’da kurduğu zulüm düzeni ise 1962’den 1989’a kadar devam etti.
Türk azınlığa bir cehennem yaşattı, isimlerini değiştirdi, Belene kamplarında on binlerce insanı heder etti.
1989’da devrildi, önce hapse mahkum edildi, hastalık gerekçesiyle serbest bırakıldı ve 1998’de öldü.
1965’den 1989’a kadar Romanya’da hüküm süren “Nicola ve Elena Çavuşesku”, Jivkov kadar şanslı değillerdi.
Temeşvar’da başlayan halkın isyan dalgası sonucunda başkent Bükreş’ten kaçmak isterken yakalandı.
Çavuşesku ve eşi Elena çarçabuk yargılanarak kurşuna dizildiler.
***
Alın size, “Saddam Hüseyin..”
1979’da bir iç darbeyle iktidara gelen Saddam Hüseyin de iktidar ve güç sarhoşluğuna kapılmıştı.
1968’deki askeri darbeyle işbaşına gelen BAAS’ın önde gelen liderlerinden biriydi.
1976’da bir iç darbeyle cunta lideri ve Devlet Başkanı General El Bekir’in yetkilerini azaltarak iktidara tırmanmış ve 1979’da tek başına kalmıştı.
24 yıl iktidarda kalan Saddam Hüseyin’in sonunu biliyorsunuz.
Şili’nin seçilmiş Başbakanı Salvador Allende’yi 1973’te devirerek iş başına gelen General Pinochet de 1990’da iktidardan ayrıldıktan sonra gözden düştü.
Yargılanmamak için oradan oraya sürüklendi ve bir ara İngiltere’de tutuklandı.
2006’da öldüğünde Şili’liler bayram ettiler.
Amerika’nın desteğiyle Allende’yi devirerek öldürtmüştü.
O da Marcos gibi, Şah Rıza gibi yüzüstü bırakılmıştı.
Kullanma tarihi çoktan dolmuştu.
Sanki kötü bir rüyadan uyanmış gibiydi Çavuşesku..
Herşeyi filme almışlardı. Romanya’nın komünist devlet başkanı Nikola Çavuşesku ve eşi Elena’nın bir askeri aracın içinden çıkarılışını izledim.
Halk ayaklanmasının durdurulamaz hale geldiğini anladıktan sonra kaçmaya çalışmışlar ama başaramamışlardı. Olayların şokunu atlatamadıkları yüzlerindeki çaresizlik ifadesinden anlaşılıyordu.
Zaten nereye kaçacaklardı ki?
Nicola ve Elena’nın mahkemede adi birer suçlu gibi yargılandıklarını da izledim. Yargıçların gözlerinden Çavuşesku çiftine duydukları nefreti okuyabiliyorsunuz.
Oysa daha birkaç ay önce Çavuşesku, bu yargıçların nazarında “ebedi başkan” idi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Çavuşesku’lara acıdım.
Sanki evlerinde tecavüz ettikleri çocukların cesedi bulunmuş sapık birer katillermiş gibi muamele gördüler. Nasıl oldu da her şey bir anda değişivermişti? Zorla gelen saygı, içten içe bir nefreti nasıl da besleyip büyütmüştü böyle?
Nefrete dönüşen saygının Çavuşesku’nun yüzüne öfkeyle boşalmasına tanık olmak ilginç bir duyguydu benim için.
Nicola ve Elena sanki kötü bir şakaya maruz kalmış zavallı bir çiftin çaresizliği içindeydiler.
Sanki bir anda film geriye saracak ve o eski şaşaalı günlere döneceklermiş gibi duruyorlardı.
Film geriye sarmadı.
Duruşma bittiğinde Nicola ve Elena’nın ellerinin iple bağlanması sırasında gösterdikleri tepki ibret vericiydi. Hala olan bitenleri anlamamış gibiydiler.
“Bu kadar da olmamalıydı” dedirtecek cinsten bir muameleye maruz kalmıştılar. Sonra bir avluda, Nicola ve Elena’yı kurşunladılar. Her şey bir anda olup bitti.
Nicola Çavuşesku’nun ölüp ölmediğini kontrol ettiler.
Gözleri açık gitmişti.
Hala yaşadıklarına inanamamış bir adamın şaşkınlığı vardı gözlerinde. Ve gözlerini kapattılar.
Film bitmişti.
Ölümlüler dünyasında diktatörler de ölüyordu.
Binlerce insana acımadan kıydıkları halde despotların ölümleri de bazen acınaklı oluyor.
Dünya böyledir.
Abdullah Muradoğlu
Yeni Şafak, 18.1.2011

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir