Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

11.08.2010, 00:11

12 Eylül ve Yeni Asya




DARBEDEN ÜÇ HAFTA SONRA, İLK KAPATMA KARARI GELDİ

Sıkıyönetim “gazete kapatma” gibi çok mühim bir hadiseyi fazla ciddiye almıyor ve gerekçe söyleme, hatta kapatma talimatını yazılı olarak verme lüzumu bile duymuyordu. Biz de ister istemez bu umursamaz tavra alışacaktık.

Biz her hususu yeni baştan gözden geçirerek, kararımızı verdik. İhtilâlin ne olduğunu ve neler yapabileceğini az çok öğrenmiştik. Hal böyle iken, “Biz hakikat söylenecekse ne pahasına olursa olsun söylenmelidir” prensibine titizlikle uymayı kararlaştırdık. Karakterimizden ve şahsiyetimizden asla taviz vermeyecektik.

Gazetemiz, şimdiye kadar, maddî kazanç gayesi gütmeden neşriyatını devam ettirmiş ve sıkıntılara düşeceğini bilse bile doğrudan ve hakkı müdafaa etmekten geri durmamıştı.

12 Eylül 1980 ihtilâliyle birlikte Türkiye yepyeni bir devreye girmişti. Demokrasi üçüncü defa inkıtaa uğramıştı. Ülkemiz daha önce de iki müdahale devresini yaşamıştı, ama bu defakinin hiçbirisine benzemediği daha ilk baştan belli olmuştu. Parlamento feshedilmiş, partilerin faaliyetleri durdurulmuş, bütün dernekler kapatılmıştı.

Peki biz gazeteciler ne yapacaktık? Hele her zaman hürriyetçi parlamenter demokrasiyi müdafaa etmiş ve demokrasiyi zedeleyecek hareketlere dikkat çekmiş olan bizim gazete ne yapacaktı?

Hürriyete ve kanunlar çerçevesinde duygu ve düşünceleri açıklamaya alışmıştık. Bu âdeta kanımıza işlemişti. Şimdi bu âdeti terk edecek miydik? Yanlışları görüp de söyleyemeyecek miydik?

İlk başlarda, “Biz hak bildiğimizi ve doğruları söyleyeceğiz, ayrıca zaten kanunları ihlâl da mevzu bahis değil. Böyle olunca yazılarımızda bir tahdit olamaz” diye düşünüyorduk. Ancak ne kadar “saf” olduğumuzu çok geçmeden görecektik. Bizim yazmakta ve neşretmekte hiçbir beis görmediğimiz yazılar ve haberlerden dolayı üst üste “fırça” yiyince, ihtilâlin ne demek olduğunu öğrenmeye başladık.

İHTİLÂL DEMEK YASAK

14 Eylül 1980’de neşrettiğimiz bir makalede 12 Eylül müdahalesinden “darbe” diye bahsedilmişti. Sırf bu yüzden Yazı İşleri Müdürümüz sıkıyönetime çağrılarak sert bîr üslûpla ikaz edildi. Sıkıyönetimdeki Basın ve Halkla Münasebetler Müdürü Albay, Yazı İşleri Müdürümüz Sabahattin Aksakal’a “niçin ‘ihtilâl’ diyorsunuz?” diye çıkışınca Aksakal şu cevabı vermişti:

“İhtilâl olmadı mı?” Albay’ın cevabı şöyleydi:

“Yok olmadı.”

“Peki ne oldu?”

Bu soru karşısında Albay, yapılan müdahale için ne denilmesi gerektiğini şu şekilde izah etti:

“Ordu idareye el koydu” diyeceksiniz.

Peki öyle diyelim, ama isimlerin değişmesiyle hakikatler de değişecek miydi?..

DERNEKLER KAPATILDI, DUYMADINIZ MI?

Yazılarımızdan ve haberlerimizden dolayı bu şekilde sık sık ikaz edilmeye başlanmıştık. Bir defasında da yakacakla ilgili bir haber neşretmiştik. 14 Eylül 1980 günkü nüshamızda 7. sayfada verdiğimiz bu haberimizin bir paragrafı şöyleydi:

“İstanbul Mahrukatçılar Derneği Başkanı Sabahattin Genç, İstanbul Belediyesi’nin odun depolarında sıkı bir denetim uygulanmasının zorunlu olduğunu da belirterek, geçen kış olduğu gibi halkın fuel-oil, gaz ve kömür yokluğundan oduna hücum etmesi halinde bu yıl İstanbul’daki odun ihtiyacının karşılanacağını sözlerine eklemiştir.”

Şimdi siz, “Ne var bu haberde?” diyeceksiniz, değil mi? Biz de öyle demiş ve ajanstan gelen bu haberi neşretmekte bir mahzur görmemiştik. Ancak ertesi günü sıkıyönetimden gelen bir telefonla uyanıverdik. Telefondaki ses, “Sizin derneklerin kapatıldığından haberiniz yok mu?” diyor ve arkasından talimatını veriyordu: “Bundan böyle haberlerde dernek kelimesi geçmeyecek, Yasak!”

SALTIK'LA İLGİLİ HABER

Bir defasında da, MGK Genel Sekreteri Org. Haydar Saltık’ın da isminin geçtiği bir haber yayınlamıştık. 19 Eylül 1980 tarihli bu haberimizde Org. Haydar Saltık’ın Başbakan. Özal’ın da yardımcısı olacağının söylendiğini belirtmiştik.

Bu haberimiz yüzünden hayli baskıyla karşılaştık. Bize ısrarla, “Haber kaynağını açıklayın” diyorlardı. Biz de sıkıyönetim ilgililerine, haber kaynağını açıklayamayacağımızı, bunun prensiplerimize aykırı olduğunu belirttik.

Bu gibi gelişmelerden sonra, demokrasinin havasını teneffüs ederek büyümüş olan bizleri bir düşünce almıştı. Şimdi ne yapacaktık? Biz de diğer gazete ve dergilerin havasına uyup, ya her yapılan hareketi alkışlayıp, ya da sessizce bir köşede oturup, “kuru fasulyenin faziletleri” nevinden yazılar mı yazacaktık? Böyle davranmak bizim inancımıza ve prensiplerimize aykırıydı. Yanlışlar karşısında gözümüzü kapatıp duramazdık. Ayrıca ülke ve millet menfaatine olacağına inandığımız düşüncelerimizi ne pahasına olursa olsun, açıklamalıydık.

Gazetemiz, şimdiye kadar, maddî kazanç gayesi gütmeden neşriyatını devam ettirmiş ve sıkıntılara düşeceğini bilse bile doğrudan ve hakkı müdafaa etmekten geri durmamıştı.

Görüşüp, konuştuk: Demokrasiden, hürriyetlerden, inançlarımızdan asla taviz vermeyecek ve düşüncelerimizi mâkul ölçüler içerisinde açıklayacaktık. Nitekim öyle de yaptık.

KAPATILMA ŞOKU

Biz mevcut kanunlar ve yönetmelikler muvacehesinde yazarlarımızın yazdıklarını değerlendirip, neşrediyorduk. Ama 4 Ekim 1980’de gazetenin sıkıyönetim tarafından süresiz kapatıldığı bize bildirildiğinde şaşırmadan edemedik. Niçin kapatılmıştık? Kanunlara ve sıkıyönetimin kararlarına aykırı haber ve yazı neşretmemiştik. Öyleyse bu davranışın gerekçesi neydi?

Sıkıyönetime yaptığımız bütün müracaatlar boşa gitti. Hiç kimse gazetemizin neden dolayı kapatıldığını söylemiyordu. Hukuk müşavirlerimiz, “Kapatılma mevzuu bir suç teşkil ediyorsa niye dâvâ açılmıyor? Suç teşkil etmiyorsa, gazete niye açılmıyor?” diye soruyor, ancak bu sorularına da sağlıklı bir cevap alamıyorlardı. “Neden?” ve “Niçin?” sorularımız cevapsız kalmaktaydı.

İlk başta bu durumu çok yadırgadık. Ancak daha sonra alıştık. Zira sıkıyönetim, “gazete kapatma” gibi çok mühim bir hâdiseyi, fazla ciddiye almıyor ve gerekçe söyleme, hatta kapatma talimatını yazılı olarak verme lüzumu bile duymuyordu. Biz de ister istemez bu umursamaz tavra alışacaktık. Hakkımızda verilen kapatma kararlarının hiçbirinde kapatma gerekçesi açıklanmadı.

Bir defasında, okuyucularımıza ait olan bir şiirde “Nur” kelimesi geçtiği için dâvâ açıldı, ama beraatle neticelendi.

İşte bu şekilde beraat kararına rağmen gazetemiz kapalı tutulmaya devam ediliyordu. Şimdi ne yapacaktık? Gazetenin ne zaman açılacağı meçhuldü. Zira sıkıyönetim açılma tarihi hakkında birşey söylemiyordu. Bir ay ses seda çıkmadı. Bu görülmüş şey değildi. Bir gazete bir ay kapalı kalıyor, gazeteyi kapatanlar herhangi bir açıklama yapmak lüzumu bile duymuyorlardı. Baktık olacak gibi değil, böyle eli kolu bağlı oturmaktansa yeni bir gazete çıkarmaya karar verdik.

Gazetenin isminin “Yeni Nesil” olmasını kararlaştırmıştık. Bu ismi, büyük İslâm âlimlerinin eserlerinde çok sık geçen ve şuurlu, basiretli, inançlı, azimli bir gençliği hatırlatan “Nesl-i cedid” tâbirinden mülhem olarak almıştık.

Yeni Nesil, resmî ilânsız olarak çıkacaktı. Bu büyük bir maddî külfet getirecekti. Üstelik gazete 40 gün kapalı kalmıştı. Bu hengâmede bazı çevre, mevcut idareyle ılımlı geçinmemiz halinde bize birşey olmayacağını hatırlatıyor ve bize prensiplerimize ve inançlarımıza ters bir yolu tavsiye ediyorlardı.

Biz ise her hususu yeni baştan gözden geçirerek kararımızı verdik. İhtilâlin ne olduğunu ve neler yapabileceğini az çok öğrenmiştik. Hal böyle iken “Bir hakikat söylenecekse, ne pahasına olursa olsun söylensin” prensibine titizlikle uymayı kararlaştırdık. Karakterimizden ve şahsiyetimizden asla taviz vermeyecektik.

Yeni Nesil 14 Kasım 1980’de bu azim ve kararlılıkla neşir hayatına atıldı. İlk günlerden itibaren yazılarıyla ve haberleriyle dikkatleri çekti. Büyük tirajlı gazeteler yabancı artistlerin hususî hayatını manşetlerden vermeyi tercih ederken, Yeni Nesil ülkemizi ve milletimizi yakından ilgilendiren gelişmeleri veriyor ve bu hadiselerin yorumunu yapmaktan da geri durmuyordu.

YENİ ASYA TARİH OLUYOR

Yeni Nesil’in yayın hayatına atılmasından bir hafta sonra, 22 Kasım 1980’de Yeni Asya açıldı. Bu gelişme karşısında biz ne yapacaktık? Yeni Nesil’in reklâmlarını televizyona vermiş ve halka duyurmuştuk. Yeni Nesil’i devam ettirip, Yeni Asya’nın ilân hakkını bu gazeteye mi devretmeliydik, yahut Yeni Nesil’i kapatıp Yeni Asya’ya mı devam etmeliydik?

Sonunda Yeni Asya’nın resmî ilân hakkını Yeni Nesil’e devrederek gazeteyi bu isimle değiştirmiş olacak ve bundan böyle “Yeni Nesil” ismiyle çıkacaktık.

YARIN: PARTİLER KAPATILIYOR

Yeni Asya
09.08.2010
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

2

11.08.2010, 00:13



‘Bu Gücü Nereden Alıyorsunuz?’

Biz yazılarımızla, ilerde çok büyük sıkıntılara yol açabilecek hatalara sapılmaması, hatalı tavırdan vakit geçilmeden dönülmesini temenni ediyor ve bu düşünceyle hareket ediyorduk. Oysa mevcut idare bu gibi yazılara müthiş öfkeleniyordu. Bunu da sonraları öğrendik, defalarca sıkıyönetime çağrıldıktan sonra.

MGK’nın siyasî partileri feshetmesi, demokrasiye samimî inanmış olan herkesi çok üzdü. Biz ne yapacaktık? Diğer gazeteler gibi hadiseyi görmezlikten mi gelecektik? Böyle yapmak bizim prensiplerimize ve karakterimize aykırıydı.

MGK’nın 16 Ekim 1981’de almış olduğu karar yurt sathında ve dünyada büyük akis uyandırdı. Bu karar, demokrasiye candan bağlı olan kimseleri şoke edecek mahiyetteydi. Zira bu tarihli kararla (2553 sayılı kanun) bütün siyasî partiler feshedilmişti. Bu icraatı ihtilâlin ilk saatlerinde verilen sözlerle ve taahhütlerle teklif etmek mümkün değildi.

İlk bildirilerde demokrasiye dönüleceği hususu ısrarla belirtilmekteydi. Peki siyasî partisiz demokrasi olur muydu? Demokratik nizam içerisinde kurulan ve milyonlarca sempatizanı bulunan partilerin tabelasını indirince, vatandaşların temayülünü ortadan kaldırmak mümkün müydü?

Bu şekilde siyasî partilerin bir çırpıda kapatılması, demokrasilerde rastlanılır bir hadise değildi. Hürriyetçi parlamenter demokrasiyle idare edilen ülkelerde böyle bir hadisenin olabileceği hayal dahi edilemezdi. Ama Türkiye’de olmuştu işte.

BUGÜNLER İÇİN VARIZ

Peki, bu icraat karşısında bizim tepkimiz ne olacaktı? Diğer gazeteler gibi susup oturacak mıydık? Başka zamanlar mangalda kül bırakmayan aydınlardan nicedir ses seda çıkmaz olmuştu. Siyaset adamlarının konuşması zaten yasaktı.

Meseleyi uzun uzadıya görüştük. Enine boyuna değerlendirdik. Hepimizin müşterek görüşü, bu İcraatın geniş şekilde tenkit edilmesi gerektiği yönündeydi. Bu arada zihinlerde, "Peki, ya kapatılırsak?” sorusu doğdu. Bu soruya arkadaşlarımızın verdiği cevap aynıydı:

“Kapatırlarsa kapatırlar. Ne yapalım. Biz bu günler için varız. Gazete 364 gün hiçbir şey yazmamış olsa bile, bugün yazacağı hepsine bedel gelecektir. Hem biz, vazifemizi yapmalı ve hakikatleri söylemeliyiz.”

Bu kararı aldıktan sonra, “Bir dönüm noktası mı?” başlıklı başyazıyı neşrettik. 20 Ekim 1981 tarihli bu başyazıyı yeri gelmişken aynen vermek istiyoruz. Bu yazıda şöyle diyorduk:

“Siyasî partilerin feshedilmesi, 12 Eylül idaresinin tavrında mühim bir değişmeyi işaret etmektedir. Bugüne kadar böyle bir tasarruf hiçbir şekilde bahis mevzuu edilmediği gibi, idare bu konudaki ihtimallerin dile getirilmesi karşısında bile fevkalâde hassas davranmış ve vatandaşlara birçok defalar teminat vermek ihtiyacını duymuştu. Nitekim sayın Evren TV konuşmasında bu eski tavrı hatırlatmış ve ‘Demokrasiye inancımızın bir gereği olarak, siyasî partilerin sadece faaliyetlerinin durdurulmasıyla yetinilmiştir’ demiştir. Geçen hafta sonunda çıkan sürpriz karar bu inançta veya demokrasi telâkkisinde bir değişiklik ihtimalini hatıra getirebilecek istidattadır. Siyasî partilerin feshedilmesi, belki de içinde bulunduğumuz devrenin bir dönüm noktasını teşkil edebilecektir.

“Alınan kararın Danışma Meclisi çalışmaları üzerinde nasıl bir müsbet tesir icra edeceği belli değildir. Oysa Millî Güvenlik Konseyi, Danışma Meclisi üyelerinin seçiminde bütün yetkiyi üzerinde toplamakla bu hususu kendi açısından yeterince tedbir altına almıştı. Siyasî partilerin telkinlerinden müteessir olması muhtemel isimler listeye alınmayarak bu tedbirler baştan sağlama bağlanabilirdi. Siyasî partilerin feshedilmesi, gerekçesi ne olursa olsun, seçmen kitlesinin bir kısmını değil, tamamını rencide edebilecek bir davranıştır. Böyle bir tavrın milletimizin isteğini aksettirdiği şeklindeki bir görüşü delile dayandırmak ise, maddeten imkânsızdır; çünkü karar bir referandum neticesinde alınmamıştır.

“Kararın kendisinde olduğu kadar gerekçesinde de bir tavır değişikliğinin alâmetleri göze çarpmaktadır. 1980 12 Eylülünün sabahında, memleketin o günkü vasata gelişinden mes’ul olarak pek çok Anayasa kuruluşu sayılmıştı. Bu, yerden göğe kadar hak verilebilecek bir tavırdı; çünkü o günkü vasatta memleketin bir uçuruma sürüklenmesi karşısında seyirci kalanlar veya bu sürüklenişe bizzat yardım edenler, devlet idaresinin bir iki kesimine tahsis edilemeyecek kadar her kademe ve her sahada yaygın durumdaydı. Daha doğrusu, memleketin 12 Eylül’e gelişinde mes’uliyet sahibi olmayan bir kesimi göstermek hemen hemen imkânsızdı. Fakat zamanla bu ithamlar, sadece muayyen bir kesim üzerinde kesifleşmeye başladı. Meselâ geçmiş devrin siyasî mücadelelerinde en az partiler kadar iştirak sahibi olan bazı yargı organları, fonksiyonlarına aynı yetkilerle devam ederken, siyasî parti yöneticileri, sadece içinde bulunduğumuz devreyi değil, istikbali de içine alan bazı tehditlere muhatap oldular. Nihayet geçen haftaki kararla, siyasî partilerin, anarşiden sorumlu yegâne kuruluşlar olduğu ve bu partilerin kapatılmasıyla problemlerimizin halledilmiş olacağı inancı, bugünkü idarenin politikası olarak resmen tescil edildi. Bundan 13 ay önceki şümullü bakış açısını bu kararda müşahede edebilmek kolay değildir.

“Kararın gerekçesini izah eden konuşmasında sayın Evren, Türkiye’de siyasî partilere dayalı demokratik sistemin mutlaka kurulacağını taahhüt etmiştir. Bununla beraber, siyasî partilere karşı umumî bir itimatsızlık, konuşmanın bütününde göze çarpmaktadır. Nitekim aynı konuşmasında sayın Evren, ‘1950’den beri yapılan hatalardan’ söz ederek demokrasi tarihimizin bütününü tenkitlerinin içine almıştır. Bir bakıma haklıdır; zira bir işte hata yapmak için önce o işe başlamak gerekir. 1950’den önce demokrasiden bahsetmek mümkün olmadığına göre, demokrasi rejimi içindeki hatalardan bahsetmeye de imkân yoktur. Düşündürücü olan, bu atfın 1950 öncesini tebrie eder bir mahiyet taşımasıdır. Antidemokratik bir devrenin, demokratik bir rejim kurma çalışmaları esnasında takdirle yâd edilmeye başlaması, umumî efkârda tereddütlere yol açabilir.

“Siyasî partilerin hatasızlığını ileri sürmek, muhakkak ki, aklın kabul edeceği bir yol değildir. Hatta memleketin anarşi vasatına sürüklenmesinde rol oynayan bu hatalar arasında, suç ortaklığı ve ihanet derecesine varan numuneler ortaya koymak dahi mümkündür. Fakat bu konuda yapılacak bir değerlendirme, siyasî sorumluluk takdir etme mâhiyetini taşıyacağı için, bu değerlendirmenin yegâne ve şeriksiz mercii, millet olmak gerektir. 27 Mayıs hareketi milletin bu yetkisini kullanmış ve arkasında iyi bir hatıra bırakmamıştır. Bu hakikatin idraki içinde olarak Sayın Evren, daha Önce yabancı bir gazeteye verdiği beyanatta kendisinin ‘politikacıları değerlendirecek bir merci olmadığını’ ifade etmiş, yaklaşık bir sene önceki bir konuşmasında ise kendisinden partilerin kapatılmasını isteyen bir vatandaşa tebessümle mukabele ederek ‘herşeyi milletten sorarak yapacaklarını’ bildirmişti. Siyasî partileri feshetme kararı ile, idarenin evvelce kaçındığı bir değerlendirme, hem de ayırım yapmaksızın fiilen gerçekleştirilmiştir. Bu tavır değişikliğine sebep olarak Sayın Evren, ‘bir takım problemlerin dış ülkelere jurnal edilmiş olmasını’ göstermektedir. Dış ülkelere jurnal edilmenin idarede hissî bir tepkiye yol açması ne kadar mâkul karşılanırsa karşılansın, tavır değişikliğine gerekçe teşkil etmesini anlamak kolay değildir. Çünkü ortada taahhütler vardır. İstenmeyen gelişmeler bu taahhütlerden birinin geri alınması neticesini doğurabiliyorsa, bu durumun yol açtığı hayal kırıklığından, diğer taahhütlere olan inancın da müteessir olması kuvvetle muhtemeldir. Bu ise, içinde bulunduğumuz vasatta arzu edilmeyecek bir durumdur. Zira demokrasimizin geleceği kadar Silahlı Kuvvetlerimizin itibarı da yürütülmekte olan çalışmaların her safhasında kusursuz bir devlet-millet bütünlüğünü zarurî kılmaktadır. Türkiye’nin tarihî, coğrafî ve beynelmilel özelliklerine sahip bir ülke için ise, ne demokrasiden, ne de Silâhlı Kuvvetlerinin itibarından daha değerli bir unsur düşünmek imkânsızdır.”

BÜTÜN GAZETELER SUS PUS OLMUŞ

Biz bu gibi yazılarımızla, ileride çok büyük sıkıntılara yol açabilecek hatalara sapılmaması, hatalı tavırdan vakit geçirmeden dönülmesini temenni ediyor ve bu düşünceyle hareket ediyorduk. Oysa mevcut idare bu gibi yazılara müthiş öfkeleniyordu. Bunu da sonraları öğrendik. Defalarca sıkıyönetime çağrıldıktan sonra... Yazı işleri Müdürümüze gazetemizden kesilen yazıların dosyası gösteriliyor ve yayınlarımızın dikkatle takip edildiği imâ edilmek isteniyordu. Bazı yazıların altına “suç” olarak düşülen notlar enteresandı: “Konseyi etkilemeye çalışmak”

Sadece siyasî partilerin kapatılması hadisesinde değil, o günkü idarenin bütün mühim icraatlarıyla ilgili kendi görüşlerimizi herhangi bir endişeye kapılmaksızın yazıyorduk. Tabiî bunun ceremesini de ta baştan göze alıyorduk. Nitekim ya ikaz ediliyor, ya gazetemiz bazı bölgelerde dağıtılmıyor, yahut da kapatılıyorduk.

Bir defasında sıkıyönetimdeki subayın Gazetemizin Sahibi Mehmed Kutlular ile Yazı İşleri Müdürümüz Sabahattin Aksakal’a söylediği sözler hayli enteresandır. Şöyle demişti o ilgili:

“Yahu sizin gayeniz nedir? Bütün gazeteler sus pus olmuş. Hepsi alkışlıyor. Siz ise bu şekilde neşriyat yapıyorsunuz. Tabiî yarın hava sakinleşince, sivil idareye geçince, ‘Gördünüz mü biz ne yaptık?’ diyecektiniz. Bu hava için yapıyorsunuz, değil mi?”

Bu şekilde beyanda bulunan şahsın demokrasinin şuurunda olduğunu söylemek güçtü. Ona göre, demokrasiyi temelinden zedeleyecek hareketlere bile ses çıkarılmaması lâzımdı. Zira bu, “devrin icabıydı” ve susulması lâzımdı. Üstelik bizleri diğer neşir organlarıyla mukayese etmesi de yanlıştı. Onlar susuyor, alkışlıyor diye biz de mi susup alkışlayacaktık? Bu bizim karakterimize ve yayın prensiplerimize aykırıydı. Üstelik bu yazıları “Yarın böyle desinler” diye değil, her kelimesine samimî olarak inandığımız için yazıyorduk. Yoksa biz de “gelenin keyfi için geçmişe sövmeyi” marifet bilenler gibi davranabilir ve rahatımıza bakabilirdik. Oysa her an diken üstünde duruyorduk. Ha kapatıldık, ha kapatılacağız diye...

GÜCÜNÜZÜ NEREDEN ALIYORSUNUZ?

Yine bir defasında sıkıyönetime çağrılan Yazı İşleri Müdürümüze “Bu gücü nereden alıyorsunuz? Nasıl böyle yazabiliyorsunuz?” denince, Yazı İşleri Müdürümüz Sabahattin Aksakal şu cevabı vermişti:

“Gücümüzü imanımızdan, Allah’a olan inancımızdan alıyoruz.”

Yeni Asya
10.08.2010
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

3

11.08.2010, 00:16




Evren’in Sözüne Tepki Gösterdik

O devrin Devlet Başkanı Org. Kenan Evren, kadınların yüzlerini örtmelerinin Murad Hüdavendigâr zamanından kalma bir alışkanlık olduğunu söylemiş ve İsmail Hami Danişmend’in bir kitabından delil vermişti.

Evren “Ekmeğe ulaşmak için Kur’ân-ı Kerim’in üzerine basılmasında beis olmadığını” söylüyordu. “Örtünmekle herşeyi halledeceğimizi sandık” diyor ve bu taassubun dinden geldiğini belirtiyordu.

12 Eylül 1980’den sonra idareyi devralanların, halkın % 99’unun inançlarını yakından ilgilendiren ve tepki gören tasarrufları ve sözleri de olmuştu. Bu sözler ve tasarrufların ekseriyetini inançlarımızla telif etmek mümkün değildi. Meselâ bizzat Devlet Başkanı Evren, konuşmalarında, “1400 sene önceki kanunlarla bugünün milletleri idare edilemez; geriye bakarsak adımlarımız geriye gider” diyor ve böylece İslâmiyet’in gericilik sebebi olduğunu ima ediyordu.

Ekmeğe ulaşmak için Kur’ân-ı Kerim’in üzerine basılmasında beis olmadığını söylüyordu.

“Örtünmekle herşeyi halledeceğimizi sandık” diyor ve “Bu taassub dinimizden geldi” diye devam ediyordu.

Urfa gibi dinî hissiyatın fevkalâde kuvvetli olduğu bir yerde mütesettir hanımları öcülere benzetiyordu.

Erzurum gibi yine dinî hissiyatın fevkalâde kuvvetli olduğu bir yerde Ramazan günü halkın gözü önünde su içiyordu.

Biz bu gibi düşüncelerin ve davranışların hepsine cevap verdik ve görüşlerimizi ilim, mantık ve kültür zaviyesinden değerlendirip, mâkul bir üslûp içerisinde dile getirdik.

KUR’ÂN’A BASILABİLİR Mİ?

Bu gibi mevzularda yazdığımız pek çok yazılardan bazılarına temas etmek istiyoruz.

Devlet Bakanı Org. Kenan Evren 4 Eylül 1981’de ‘ Sivas’ta yaptığı konuşmasında iktisada riayet edilmesi hususunu izah ederken şu misali vermişti: “Dolap üzerindeki Kur’ân-ı Kerim’e erişmek için ekmeğe basılamaz. Fakat ekmeğe erişmek için Kur’ân’a basmakta mahzur yoktur.”

Biz bu düşüncenin yanlış olduğunu 7 Eylül tarihli başyazımızla ortaya koyduk. “Hatalı bir Kıyas” başlığını taşıyan bu başyazımızda ilmî deliller ortaya koyuyor ve şöyle diyorduk:

“Hangi asil niyetle olursa olsun, ayak altına alınmak bir yana, Kur’ân-ı Kerim’e abdestsiz olarak el sürmek dahi bizzat Kur’ân’ın açık emriyle hürmetsizlik sayılmış ve haram kılınmıştır. Kur’ân’ın açık emri ise, dinen muteber kaynakların en başında yer alır; zira doğrudan doğruya Kâinat Yaratıcısının kelâmıdır. Onun üzerine çıkabilecek bir başka söz—hatta Peygamber sözü bile olsa—tasavvur olunabilir mi?”

ÖRTÜYE KARŞI ÇIKMANIN MANTIĞI

O devrin Devlet Başkanı Org. Kenan Evren kadınların yüzlerini örtmelerinin Murad Hüdavendigâr zamanından kalma bir alışkanlık olduğunu söylemiş ve İsmail Hami Danişmend’in bir kitabından delil vermişti. Güya Türkmen kadınları çok güzelmiş de, bu yüzden Bursalı kadınlar onları kıskanmaya başlamış, padişah da bir ferman çıkararak Türkmen kadınlarının örtülü olarak sokağa çıkmalarını şart koşmuş. Bu misali veren sayın Evren, kendisini dinleyen örtülü hanımlara “yüzünüzü örtmeyin” diyor ve bu sözlerini hem Erzurum’da hem de Urfa’da tekrarlıyordu.

Evren Urfa’daki konuşmasında da başörtüsünü, o zamana kadar duyulup işitilmemiş bir şekilde izah etmiş ve özetle şöyle demişti:

“Eskiden tarak mı vardı, kuaför mü vardı, berber mi vardı? Kadınların saçları dağınık kaldığından çirkin görünüyordu. Kıllar yemeğe düşüyordu. Bu mahzurları bertaraf etmek için baş açmak günah dedi. [Peygamber Efendimizi kastediyor] Başka birşey diyemezdi. Bilemiyorum.”

Bu şekilde bir mülâhazanın bir benzerine daha rastlanabilir miydi? Zîrâ, örtünmek, Kur’ân’da belirtilen bir emr-i İlâhî idi. İslâm âlimleri bu hususta en ufak tereddüde mahal olmadığım belirtmiş ve tartışmaya dahi girmemişlerdi.

Yazarlarımız da sayın Evren’in görüşlerini enine boyuna değerlendiriyor ve doğruları peş peşe sıralıyorlardı. 23 Ekim 1981 tarihli Faruk Fırat imzasıyla neşrettiğimiz yazıda Evren’in görüşleri belirtildikten sonra şöyle deniliyordu:

“Bunun sürç-ü lisan olduğunu kabul etmek istiyoruz. Çünkü hemen akabinde Evren, ‘Ben birşey demiyorum. Başını örtsün, ama yüzünü örtmesin’ demekle sözlerini tashih cihetine gitmiştir.

“Her meseleyi herkesin bilmesine ne imkân ne de lüzum vardır. Zaten sayın Evren de bu gibi konulara girişte ihtiyatlı bir üslûp kullanmakta, ‘Bildiğim kadarıyla’, ‘her halde’, ‘zannımca’ gibi ifadelerle konunun uzmanı olmadığını hatırlatmaktadır.

“Ancak bu türlü beyanlardan cür’et alacak veya yanlış yorumlayacak bazı tatbikçiler çıkabilir. Bunlar halkın dinî duygularını rencide edecek uygulamalara, fiili hareketlere kalkışabilirler. Terettüp eden mesuliyetten sıyrılmak için de, ‘Yukarısı böyle istiyor’ mazeretine sığınabilirler. Nitekim sayın Evren’in çok haklı olarak ifade ettiği ‘laiklik dinsizlik değildir’ gerçeği de bir vakitler maalesef ‘laiklik dinsizliktir’ şeklinde alınmış, bu yanlış yorumlama yüzünden çok masum zulüm görmüştü.

“Kahraman Silâhlı Kuvvetlerimiz aynı zamanda namus bekçisidir. İstiklâl Savaşı arefesinde kadınlarımızın örtüsüne uzanan düşman eller ordu içinde büyük dalgalanmalara sebep olmuş, düşmanın bu kabil hareketleri Mehmetçik’in kanını tutuşturmuş, düşmanı bütünüyle içinden atıncaya kadar savaşmıştı. İstiklâl meş’alesini tutuşturan unsurların arasında bunu görmemek kabil olabilir mi?

“İnanıyoruz ki bu ordu aynı ordudur. Kumandanları değişmiştir, ama ‘Paşa Baba’ imajı değişmemiştir. Neferleri değişmiştir, fakat ‘Mehmetçik’ değişmemiştir.

“Bazı işgüzarlar ‘Yukarısı böyle istiyor’ mazeretine sığınıp milletin dinî hislerini rencide eder tarzda bir uygulamaya girerlerse, bilinmelidir ki, bu gibi hareketler milletle ordunun arasını açmaya matuf kasıtlı hareketler zümresindendir. Korsey’in buna rızâ göstermesi düşünülemez.”

TASHİHATA MUHTAÇ FİKİRLER

Org. Kenan Evren’in Urfa’da yaptığı bu konuşmayı, bir başyazı ile de değerlendirmiş ve meselenin ilmi ve dinî yönünü ortaya koymuştuk. 23 Ekim 1981 tarihli, “Başörtüsü ve Bir Değerlendirme” başlıklı bu başyazıda şöyle diyorduk:

“Urfa konuşmasında Devlet Başkanı Sayın Evren başörtüsü konusunda değişik bir değerlendirme yapmış ve (1) Başörtüsünün Peygamberimiz tarafından yasaklandığını söylemiş, (2) Bu yasağın hikmeti hakkında bazı yorumlarda bulunmuştur. Her iki husus da, dinî ve ilmî açıdan ele alındığı takdirde, bazı tashihata muhtaç gözükmektedir

“Birinci hükümde, itikat yönünden bir hatâ bahis mevzuudur. Gerçekte bu yasağın vâzıı olarak Peygamberimiz değil. Kur'ân gösterilmeliydi. Zîrâ İslâm itikadında haram olarak vasıflandırılan yasaklarda ve farz ismiyle tarif edilen emirlerde Peygamberimizin tasarrufu bahis mevzuu değildir. Bu yasak ve emirler Allah tarafından, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’de beyan edilir ve Peygamberimiz tarafından tebliğ edilir. Başörtüsü konusunda da durum farklı değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Nur Sûresi’nin 31. âyetinde, mü’min kadınların, görünmesi zarurî olan el, yüz ve ayaklar haricindeki bütün uzuvlarını örterek yabancı nazarlardan saklamaları emredilmiştir. Bu emre uyanlar ise, Hz. Peygamberin kendi şahsî düşüncesine dayanan bir tavsiyesini değil, Allah’ın, Hz. Peygamber vasıtasıyla tebliğ ettiği bir emri takip ettiklerine inanmaktadırlar.

“Yasağın hikmeti de aynı âyet-i kerimede izah edilmiştir. Mü’min kadınlar, bu âyet-i kerimede, ‘gözlerini haramdan sakınmakla ve ırzlarını korumakla’ mükellef tutulmakta ve ‘zinetlerini yabancılara göstermekten’ men edilmektedir. Yine bu âyet, kadının kocası, kardeşi, oğlu, babası gibi mahrem kişileri bu yasağın dışında bırakmıştır ki, bir kadın umumiyetle ev işlerini zâten bunlar arasında yapar. Yemeğin lezzeti başörtüsüne bir gerekçe teşkil etseydi daha değişik bir yolun takip edilmesi ve başörtüsünün dışarıda değil, ev içinde emredilmesi gerekirdi. Halbuki Müslüman kadın, evinin içinde ve kendi mahremleri arasında başını örtmekle mükellef tutulmamıştır, kuaför yokluğu şeklindeki bir izah tarzına Kur’ân’da olduğu gibi, başka herhangi bir muteber dinî kaynakta da rastlanmamıştır. Buna imkân da yoktur" çünkü kuaförün işi süslemektir; âyet ise süsün yabancıya gösterilmesini yasaklamaktadır.

“Başörtüsünü Allah’ın bir emri olarak kabul ettikten sonra, bu emre uyarak Allah'ın rızâsını kazanmak veya ihmal göstererek âhiretteki neticesine katlanmak, ferdin kendi mes’uliyetine kalmıştır. Şüphesiz ki, hiç kimse sâdece başını açmış olmakla İslâmiyetten çıkmış olmaz. Fakat, bu emrin reddedilmesi hâlinde durum daha değişiktir. Her ne olursa olsun, lâik bir idarede, başörtüsü emrine uyup uymamakta olduğu kadar, bu emri kabul edip etmemekte de vatandaşlar serbest bırakılmıştır. Veya bırakılması gerekir. Nitekim sayın Evren, başörtüsü ile ilgili şahsî yorumunu yaptıktan sonra, örtene karışmadığını da ilâve etmiştir. Ne var ki, bugün pek çok öğretim müessesesinde ve devlet dâiresinde bu kadarlık bir müsamahanın vatandaştan esirgendiği de bir vakıadır. Daha önce defalarca bu sütunda dile getirdiğimiz gibi, pek çok kız öğrenci ve devlet memur eşi, dinî inançlarının icabı olarak yabancıya göstermekten kaçındıkları saçlarını açmaya zorlanmış ve bunu kabul etmeyenler tahsillerinden ve işlerinden edilmiştir. Böyle bir tatbikatın, ‘dinsizlik mânâsına gelmeyen’ bir laiklik anlayışıyla bağdaşır tarafı olmasa gerektir. Bu müesseselerdeki yetkililer inanmamakta serbest bırakılırken memur ve öğrencilerin inanmak hakkından mahrum tutulmaları, bu konuda tarafsızlığın muhafaza edilemediğini gösterir. Oysa laiklikte, dinî konularda devletin tarafsızlığı esastır.

“Bu mevzuda izah edilmesi zor olan bir başka husus, devletimizin dinî konularda fetva vazifesini tevdi ettiği Diyanet İşleri Başkanlığının tavrıdır. Başörtüsü konusunda beliren tereddütler, yaygınlaşan ve vicdan hürriyeti aleyhine işleyen hatalı tatbikat karşısında Diyanet İşleri Başkanlığının üzerindeki vazifeyi yerine getirmiş olduğunu söylemek zordur. Eğer bu konuda Başkanlık resmî bir açıklamayı vaktiyle yapmış olsaydı, öyle sanıyoruz ki, Sayın Evren Urfa konuşmasındaki değerlendirmeyi yapmazdı. Devletin ilgili kuruluşlarının sessizliği, bu mevzudaki hatalı kanaatlerin başlıca mes’ulü sayılmalıdır. Umarız, Sayın Diyanet İşleri Başkanımızın, hac organize etmekten başka vazifelerinin de bulunduğunu hatırlaması uzun zaman almaz.”

YARIN: SIKIYÖNETİMDEKİ DİYALOGLAR

Yeni Asya
11.08.2010
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

4

11.08.2010, 09:29

Ümirvâr olunuz: şu istikbal inkilâbı içinde en yüksek gür sadâ islâmın sadâsı olacaktır

:thumbsup:

5

11.08.2010, 09:34

dikkatli bakmakaksiyoner, 53 dakika önce yorumladı

Aslan Yılmaz Bey;"Burada kimseyi, hele kardeş siteleri sui zan ile suçlamaya gerek yok." demişsiniz.Ben aşağıdaki yorumu yazarken zerre kadar o siteyi suçlamak için yazmadım.Kendimde o siteden birsürü güzel yazı ve haber okuyan birisiyim.Lakin o sitenin aynı haberi nasıl çarptırdığına bir zahmet baktınız mı acaba?Doğruyu söylemek neden su-i zan olsun.Aksine kardeş site dediğiniz sitenin haberi böyle çarptırması kardeşliğe yakışıyor mu???Resmen açık arar gibi yazıdan kesit kesit yerleri alıp yeni asya yı ve mehmet kutlular abiyi eleştirmeye çalışmış.Yazıda yer alan ruşen çakırın eleştirdiği 30 yıldır neden sustunuz şeklinde ki ifadeler neden yer almamış?Burda bir kasıt yok mu sizce?Yazıyı veriyorlarsa tam versinler.Yoksa o siteyle alıp-veremediğim hiçbir şey yok.Ama gerçek bu ve bende gerçeği belirttim. isterseniz bir zahmet haberin nasıl çarpıtıldığına bakın: " http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=83896"



http://www.sentezhaber.com/rusen-cakir30…stirmediler.htm
Ümirvâr olunuz: şu istikbal inkilâbı içinde en yüksek gür sadâ islâmın sadâsı olacaktır

:thumbsup:

6

12.08.2010, 00:18



Başörtüyü Savunduk, Kapatıldık

Yazı İşleri Müdürümüz, Batıdaki lâiklik tatbikatını anlatınca sıkıyönetimdeki subay şöyle dedi: “Batıyı misâl verme!”

Evren’in başörtüsü aleyhine yaptığı konuşmaların tesiri ânında görülüyor ve üniversitede başörtülü talebelere baskı yapılıyordu.

Gazetemiz başörtüsünü müdafaa eder tarzda neşriyat yaptığı için 26 Mayıs 1982’de kapatıldı ve bir ay kapalı tutuldu.

Devlet Başkanı Org. Kenan Evren’in başörtüsü aleyhine yapmış olduğu konuşmaların tesiri anında görülüyordu. Ne yazık ki bu tesir, bizim yazılarımızda endişe ile belirttiğimiz, lâikliğin yanlış tatbik edilmesi şeklinde oluyordu, ilk önceleri üniversitelerdeki başörtülü talebelere baskı yapılmaya başlandı. Bazı fakültelerde başörtülü talebeler okulun kapısından çevriliyordu. Bilâhare bu tatbikat imam-hatip liselerine kadar götürüldü ve bu okullarda okuyan kız talebelerin, Kur’ân-ı Kerîm dersi haricinde başlarını örtmeleri yasaklandı.

MÂNEVî BASKIYA HAYIR

Başörtüsüne yapılan bu baskı vatandaşlar tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. Vatandaşlar ve talebe velileri idarecilere telgraflar çekerek bu yasaklamayı protesto ediyorlardı. Biz vatandaşların bu davranışlarını fotoğraflarla veriyorduk. Ayrıca yazılarımızla da başörtüsü yasağını tenkit ediyor ve bu hatalı tatbikattan dönülmesini temenni ediyorduk. 19 Aralık 1981 tarihli başyazımızda şöyle diyorduk:

“Dünya umumî efkârı darb ve harp gibi büyük hadiselere şahit olurken, Türkiye’de başörtü meselesiyle uğraşılması belki fantazi kabul edilebilir. Fakat herşeye rağmen Millî Eğitim ve diğer bakanlıklara bağlı okulların kıyafet konusunda uyacakları esasları gösteren yönetmeliğin başörtü yasağı ile ilgili hükümleri, vatandaşların ciddî şikâyetlerine yol açmaktadır. Basına da akseden bu şikâyetler, sözkonusu yasak hükmünün değiştirilmesi istikametindedir. Talebe velileri bu şikâyet ve temennilerini Devlet Başkanı başta olmak üzere hükümete ve diğer alâkalı mercilere duyurmaya devam ediyorlar, ülkenin çeşitli yerlerinden umumî efkârın bir arzusu ve nihaî görüşü şeklinde kendisini gösteren bu şikâyetlere karşı ilgili şahıs ve kuruluşların hareketsiz kalacağını sanmıyoruz. Meseleye eğilerek halkın inanç ve geleneklerine bağlılıktan kaynaklanan talep ve temenniler karşısında isabetti harar ve tavırlar alınacağı inancındayız.

“Vicdanları, inançlar noktasından, razı olamayacakları bir manevî baskıya maruz bırakmanın din ve vicdan hürriyeti açısından ne gibi mahzurlar taşıdığının bilhassa yetkililerce bilinmesi ve ona göre hareket edilmesi beklenmektedir. Çocuklarım hem kültürlü hem de inançlarına saygılı birer fert olarak yetiştirmek gibi son derece asil bir düşünce ile hareket eden velileri manen razı olamayacakları hükümlerin müeyyidesi altına sokmak idarenin gayesi ve hedefi olmamak gerekir.”

SIKIYÖNETİMDEKİ MÜNAKAŞA

Bizim başörtüsünü müdafaa eden ve başörtüsüne yapılan baskıları tenkit eden bu neşriyatımız, ilgililer tarafından tepkiyle karşılanıyordu. Başörtüsü yazılarımız yüzünden defalarca sıkıyönetime çağrıldık. Burada yazılarımızdan dolayı kullanılan ağır ifadelerin hepsine de gerekli cevabı veren Yazı işleri Müdürümüz Sabahaddin Aksakal o konuşmaları yaptığı esnasındaki hissiyatını şöyle dile getiriyor:

“Sıkıyönetime giderken, en ufak bir endişem yoktu. Her gidişimde ‘belki gelmeyeceğim’ diye gidiyordum. ‘Nasılsa içeri alacaklar’ diye düşündüğümüz için, orada fikrimizi gayet rahatlıkla söylüyor ve demokrasi mücadelesi veriyorduk.”

Yazı İşleri Müdürümüz bu konuşmaları yüzünden, tevkif edilmekle yüz yüze gelmekteydi. Bir defasında ilgililerle münakaşa edince savcı tevkifini istedi. O esnada ikindi namazı geçiyordu. Sabahaddin Aksakal, namaz vaktinin geçmekte olduğunu söyledi ve namazını kılıp geldi. O esnada savcı tevkif müzekkeresini kesmişti. Fakat sorgu hâkimi ifadeyi aldıktan sonra bu tevkif müzekkeresine itibar etmemiş ve serbest bırakılmasına karar vermişti.

Bize sık sık yapılan ikazlardan birisi de, “Bir daha başörtüsü hakkında neşriyat yapmayacaksınız” şeklindeydi. Fakat biz, başörtüsüne karşı yapılan her hareketi din ve vicdan hürriyetinin ihlâl edilmesi, inançlara müdahale edilmesi şeklinde görüyor ve bu hareketler karşısında sessiz kalmayı prensiplerimizi çiğnemek olarak mütalâa ediyorduk.

NİÇİN YAZIYORSUNUZ

Yazı İşleri Müdürümüz Sabahaddin Aksakal bir defasında sıkıyönetime gittiğinde, iki albay ve iki yüzbaşı ile karşı karşıya gelmişti. Mevzu yine başörtüsüydü. Sabahaddin isimli yüzbaşı elinde başörtüsüyle ilgili yazılarımızın toplandığı bir dosyayı tutuyor ve şöyle diyordu:

“Başörtüsü hakkında bir daha yazmayacaksınız dediğimiz halde, yazıyorsunuz. İkaz ettiğimiz halde niçin yazıyorsunuz? Gayeniz nedir?”

Oradaki bir albay şöyle devam etti:

“Başka yazacak mevzu mu yok? Diğer gazeteler sesini kesti. Size mi düştü bu şimdi? Yazmayın. Bakın, diğer gazeteler birşeye karışmayan yazılar yazıyor.”

Bu sözleri söyleyenler bazen sert bazen de babacan bir tavır takınmaktaydı. Söz Yazı İşleri Müdürümüze geldiğinde şöyle demişti:

“Biz şu an için varız. Şimdi söylemeyeceğiz de ne zaman söyleyeceğiz? Başörtüsü vatandaşların öz hakkıdır. Onların bu hakkı elinden alınmak isteniyor. Biz de elbette onların bu meselesini dile getireceğiz.”

Başörtüsünden dolayı o kadar çok ikaz edilmiştik ki, bunlardan birisini daha hadiseyi bizzat yaşayan Sabahaddin Aksakal’dan dinleyelim:

“Bir defasında yine sıkıyönetime gitmiş ve ilgili albayın odasına girmiştim. İçerde başı açık bir bayan vardı. Ne için gelmiş bilmiyorum. Söz yine başörtüsünden açıldı. Ben, ‘Başörtüsü milletimizin namus sembolüdür. Dinî bir vecibe olmakla birlikte halkımız böyle de değerlendirir’ dedim. Albay, o bayan çıktıktan sonra ‘Yahu şimdi bu bayan namussuz mu?’ dedi. Ben de şu cevabı verdim: ‘Biz bu yazılarımızda bir fikri ortaya koyduk. Hanımların hangi gaye ile kapandıklarını anlatmaya çalıştık. Cenâb-ı Hakk’ın bu emrine uyan dinî vecibelerini yerine getirmiş olur. Diğerleri getirmiş olmaz. Nereden çıkarıyorsunuz namussuz lâfını? Niye yanlış anlıyorsunuz?’

“Bu konuşmamız Albay Metin’le aramızda geçti. O gün aramızda çok ateşli konuşmalar oldu. Bana, ‘Siz şeriatı getirmek istiyorsunuz, size fırsat vermeyeceğiz’ dedi.

“Ben de kendisine şöyle dedim: ‘Siz elinizden geleni yapınız. Sırf bu dünyayı düşünmeyin. Yalnız unutmayın ki, bu dünyanın âhireti de var.’

“Ben, ‘Nasıl olsa içeri gireceğim, gelmişken birşeyler söyleyeyim’ diye düşünüyordum.”

BATIYI MİSAL VERME!

“Söz başörtüsünden açılmışken, albaya o günlerde gazetemizde çıkmış olan bir haberden bahsettim. Bu haber, Almanya’da bulunan bir ailenin başına gelenlerle ilgiliydi. Oradaki bir Türk işçisinin kızı başını örtüyor. Öğretmeni ‘Niye örtüyorsun?’ diyor. Kız durumu babasına anlatıyor. Babası hükümete dilekçe vererek, başörtüsünün dinin bir emri olduğunu ve öğretmenin tavrı yüzünden kızının okul içinde prestijinin’ sarsıldığını belirtiyor. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanlığı okula bir yazı göndererek şöyle diyor: ‘Müslümanlar dinlerinin emri olduğu için başlarını örtüyor. Hem ülkemizde demokrasi var, kimsenin inancına ve örtüsüne karışılamaz.’ Bu yazı üzerine okul idaresi talebe velisini, talebeyi ve sınıf öğretmenini çağırıyor. Öğretmen talebeden ve talebenin velisinden özür diliyor.

“Bu haberi fotoğraflarıyla birlikte vermiştik. Ben bunu anlattıktan sonra şöyle dedim: ‘Batılı olalım diyorsunuz, işte bakınız Batıdaki tatbikat böyle.’ Bunun üzerine albay, ‘Bana Batıyı misal verme!’ diye çıkıştı. Ben de kendisine, ‘Ya nereyi misâl vereyim, Rusya’yı mı?’ dedim.”

Devlet Başkanı Kenan Evren’in başörtüsünü, kuaför yokluğuna bağlayan konuşmasını tenkit ettiğimiz için de sıkıyönetime çağrılmıştık. Yazı İşleri Müdürümüz ve Hukuk Müşavirlerimiz sıkıyönetime gittiğinde Yüzbaşı Sabahattin’in elinde bu yazıların bulunduğu dosyalarla karşılaşmışlardı. Ayrıca bir de gazetenin kapatılması için “rapor” tanzim edilmişti.

Yazı İşleri Müdürümüzle Hukuk Müşavirlerimiz daha yüksek rütbeli bir ilgilinin karşısına çıkarılmıştı. En çok sorulan, bu yazıları niçin yazdığımız hususuydu. Yazı işleri Müdürümüz de, bu makalelerde başörtüsünün Allah’ın emri olduğunun belirtildiğini, ayrıca İslâm ülkeleriyle diyalog kurulacağı bir zamanda bu başörtüsü yasağının ülkemizin menfaatlerini baltalayacağının söylendiğini ifade ederek, “Başörtüsü Allah’ın emridir. Bu emrin yanlış değerlendirilmesine karşı çıktık” demişti.

Bunun üzerine odadaki general, “Böyle tenkit etme yerine, işin aslını gösteren yazı yazsan olmaz mı?” dedi.

Bunun üzerine Sabahaddin Aksakal, “Efendim yazı aynen dediğiniz gibi. Okursanız göreceksiniz” cevabını verdi.

Bu şekilde başörtüsünden dolayı sık sık sıkıyönetime çağrılıyorduk. Yine bir defasında Yazı İşleri Müdürümüzü Oramiral Zahit Atakan’ın yanına götürmüşlerdi. Komutan Vekili olan Atakan, “Niye böyle yazıyorsunuz? Ben de atalarıma saygılıyım” demiş ve arkasından ilâve etmişti: “Bu son olsun. Bir daha yazarsanız kat’i surette kapanacaksınız. Komutan bir de benim izah etmemi istedi. Ondan sonra kapanacaksınız.”

Bu görüşmeden sonra Yazı İşleri Müdürümüz ilgili albayın odasına götürülmüştü. Albay orada Zahit Atakan’la telefonla konuşmuş, ardından Atakan’ın odasına gitmiş, geldikten sonra, “Yahu siz şimdi gidin. Gazete kapanıyor” demişti.

Bir yandan ikaz ediliyorduk, hemen peşi sıra da kapatılıyorduk.’

Nitekim gazetemiz 26 Mayıs 1982’de kapatıldı. Tam bir ay kapalı kaldıktan sonra 26 Haziran 1982’de yeniden açıldı. Böylece başörtüsünü müdafaa etmenin ceremesini çekmiştik. Ancak, biz yine doğru bildiklerimizi çekinmeden yazmaya karar vermiştik ve bu kapatılmadan daha da ağırlarıyla karşılaşacaktık.

YARIN: ANAYASA HAKKINDAKi GÖRÜŞLERİMİZ

Yeni Asya
12.08.2010
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

7

12.08.2010, 12:24

tarih bu destansı serencama şahit olacak

8

14.08.2010, 00:41



Bugünkü anayasayı daha o günlerde tenkit ettik

İhtilâlin hemen akabinde, Anayasa üzerine çok yönlü bir çalışma yapmıştık. Bu çalışmada son yirmi yıllık Anayasa tatbikatını incelemiş, kitapların yanı sıra yirmi yıllık gazete koleksiyonlarını da taramış ve Anayasayla ilgili kimin ne dediğini kimin ne yaptığını tesbit etmiştik.

Anayasayla ilgili çalışmaların hayli ilerlediği bir zamanda, “Anayasa nasıl olmalı?” başlıklı bir yazı serisi yayınladık. 15 Mayıs 1982-29 Mayıs 1982 tarihleri arasında yayınladığımız bu yazı serisinde, demokratik bir ülkede ideal anayasanın nasıl hazırlanması ve muhtevasında nelere dikkat edilmesi hususu üzerinde durduk.

Ülkemizin 12 Eylül idaresi devresinde yaşanılan en mühim hâdiselerden birisi de yeni bir anayasanın hazırlanışıydı. İdareye el koymuş olanlar, ihtilâlin hemen ertesinde yeni bir anayasa hazırlanacağını açıklamışlardı. Bu ülke ve millet hayatını çok yakından alâkadar eden bir mevzu idi. Peki bu anayasayı kimler ve nasıl hazırlayacaktı? Milletin görüşüne ne ölçüde müracaat edilecekti? Anayasayı, diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi, milletin seçtiği temsilciler mi hazırlayacaktı?

Günler geçtikçe bu gibi sorular bir bir cevaplanıyordu. Anayasayı, Millî Güvenlik Konseyi’nin seçtiği ve yine üye olmak üzere müracaat edenler arasından MGK’nın seçtiği ve adına “Danışma Meclisi” denilen grup hazırlayacaktı. Daha sonraları açıkça belli olacaktı ki, bu Danışma Meclisi’nin fonksiyonu da çok büyük değildi. Zira nihaî sözü MGK söyleyecekti. Anayasa üzerinde istediği gibi değişiklik yapacak, ekleyip çıkaracak ve yeni yeni maddeler ilâve edebilecekti. Neticede de MGK’nın tasdikinden geçmiş şekil, “Anayasa taslağı” olacaktı.

Anayasa bu şekilde hazırlanacaktı, ya referanduma nasıl sunulacaktı? Anayasa üzerinde serbestçe tartışma yapılabilecek miydi? Herkes görüşünü rahatlıkla söyleyebilecek miydi? Ne gezer. Anayasaya “evet” demek, Anayasayı methetmek serbestti, ama Anayasa aleyhine konuşmak, yazmak, yahut “hayır” reyine imâen bile olsa işaret etmek “resmen” yasaktı.

KAPATILMA BAHASINA NEŞRİYAT

Anayasanın gerek hazırlanış şekli, gerekse referanduma sunuluş biçimi, hürriyetçi parlamenter demokrasiyle idare edilen ülkelerde olan tatbikattan çok farklıydı. Bizdeki tatbikatın eşine, emsaline rastlanmış değildi.

Biz ne yapacaktık? Anayasa gibi çok mühim bir hadisenin hazırlanışına seyirci mi kalacaktık? Böyle yapmayı aklımızın ucundan bile geçirmedik. Başından sonuna kadar meselenin takipçisi olduk. Anayasayla ilgili birçok yazı serisi neşrettik. Ayrıca pek çok başmakale ve makale yayınladık.

Yaptığımız bu neşriyat yüzünden hayli baskıya mâruz kaldık. Sonunda, Anayasanın referanduma sunulması öncesinde gazetede çalışan arkadaşlarla bir toplantı yaptık ve Anayasa mevzuunu enine boyuna tahlil eden bir broşür neşretmeye karar verdik. Sonunda kardeş yayın organımız Köprü dergisindeki arkadaşlarla birlikte baş başa verip bir broşür hazırladık. Broşürün son rötuşlarını yaptıktan sonra, yeniden mütalâa ettik. Bu arada derginin sahibi Mehmed Emin Birinci Ağabey; “Bu dergiyi kapatırlar” dedi. Hepimiz bu görüşe iştirak ettik. Ama ‘’Kapatılma bahasına da olsa bu broşür mutlaka neşredilmelidir” görüşünde ittifak etmiştik. Nitekim derginin Ekim sayısı ile birlikte bu çalışmayı da neşrettik.

Tahminlerimiz çıktı ve dergiyi kapattılar. Ama hiç beklemediğimiz birşey daha oldu ve tam referandumun arefesinde 5 Kasım 1982’de gazetemiz de kapatıldı. Bu defa gazetemiz tam bir sene kapalı tutuldu. Bu belki de basın tarihinde bir rekordu: Kapatılma rekoru.

Gazetemiz bu kadar müddetle kapatılmasına rağmen, hiçbir gerekçe gösterilmedi ve gazetemiz hakkında bir tek dâva bile açılmadı.

İşte gazetemizin ileride demokrasi tarihinde mutlaka yer alacağına inandığımız bu mücadelesini anahatlarıyla vermek istiyoruz.

ANAYASA ÜZERİNE ÇALIŞMALAR

İhtilâlin hemen akabinde, Anayasa üzerine çok yönlü bir çalışmada son yirmi yıllık Anayasa tatbikatını incelemiş, kitapların yanı sıra yirmi yıllık gazete koleksiyonlarını da taramış ve Anayasayla ilgili kimin ne dediğini, kimin ne yaptığını tesbit etmiştik. Bu çalışmamızda, kimin Anayasanın eksik ve gediklerini istismar ettiğini, parlamento ve hükümetin çalışmalarına sekte vuran müesseselerin hangisi olduğunu müşahhas misalleriyle ortaya koymaya çalışıyorduk. “Bugüne gelişin hikâyesi: Anayasa dâvası” isimli bu çalışma 27 Mayıs 1981’de neşrolmaya başlandı. Ne var ki, bu çalışmamızı 3 Haziran 1981’de kesmek zorunda kaldık. Zira MGK 52 numaralı bildiri neşretmişti. 2 Haziran 1981 tarihinde neşrolan bu bildiriye göre geçmiş devreyle ilgili yorum ve tahlilde bulunmak, siyasî partiler, siyasîler ve dernekler hakkında değerlendirme yapmak mümkün değildi.

Bundan ayrı olarak 25 Şubat 1982-16 Mart 1982 tarihleri arasında “1961’den günümüze Anayasa için kim ne dedi? Kim ne yaptı?” başlıklı yazıyı neşrettik.

ANAYASA NASIL OLMALI?

Anayasayla ilgili çalışmaların hayli ilerlediği bir zamanda, “Anayasa nasıl olmalı?” başlıklı bir yazı serisi yayınladık. 15 Mayıs 1982-29 Mayıs 1982 tarihleri arasında yayınladığımız bu yazı serisinde, demokratik bir ülkede ideal anayasanın nasıl hazırlanması ve muhtevasında nelere dikkat edilmesi hususu üzerinde durduk. Bu yazıda yer alan görüşlere özetle temas etmek istiyoruz:

“İdeal anayasalar, milletin inancı, örfü, tarihî yapısı, millî kültürü nazarı dikkate alınarak hazırlanmış anayasalardır. Demokrasi ile idare edilen ülkelerde bu şekildeki ideal anayasalar, milletçe seçilmiş bir meclis tarafından hazırlanan anayasalardır. Bu şekilde hazırlanmış anayasaların daha sıhhatli ve uzun ömürlü olacağı tabiîdir.

“Eğer gerçekten hâkimiyet milletin ise, milletin seçmedikleri meclise girmemelidir.

“Millet adına hâkimiyeti sadece meclis kullanmalıdır. Anayasanın 4. maddesi, 1924 Anayasası esas alınarak yazılmalıdır. Yani, ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin yegâne ve hakîki mümessili olup millet nâmına hakimiyet hakkını kullanır’ denilmeli; 1961 Anayasasındaki: ‘Millet egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır’ ifadesi kaldırılmalıdır.

“Milleti ‘cahil oy çoğunluğu’ kabul eden zihniyet artık temelinden yıkılmalı ve milletin kalbi mesabesindeki parlamentonun ve hükümetin önündeki engeller kaldırılmalı demokrasinin bu temel müesseseleri, millete karşı hiçbir mes’uliyeti olmayan organların vesayeti altına sokulmamalıdır.

ORDUNUN MİSYONU İYİ TAYİN EDİLMELİ

“Muhtelif neşriyatlarla, hususan radyo ve televizyondan yapılan neşriyatlarla aile yapısını sarsıcı teşebbüslere mâni olunmalıdır.

“Yeni hazırlanacak anayasada, ordunun yeri ve misyonu iyi tayin edilmeli. Fransız ve Federal Almanya Anayasalarında olduğu gibi silâhlı kuvvetlerin yeri belirtilmelidir.

“Hürriyetçi parlamenter demokrasi sisteminde, ordunun asıl vazifesi, düşmanlara karşı vatanı müdafaa etmektir.

“Cumhuriyeti koruma ve kollama ihtiyacının zamanını TBMM takdir etmeli, koruma ve kollama vazifesini TBMM vermelidir. Bu husus Anayasada da açıkça ifade edilmelidir. Demokratik cumhuriyetin temel esası olan ‘hakimiyetin kayıtsız şartsız millette olması’ da bunu icap ettirmektedir.

“Eski politikacılara seçilme hakkı vermek, demokrasinin sıhhati için zaruridir.

“Anayasa elbisesi kendi vücudumuza göre dikilmelidir. Kendi çizgilerimizi yansıtmalıdır. Başka ülkelerden alınmış, yahut vücudumuza bol gelen bir elbise olmamalıdır.

“Anayasa bütünüyle, milletimizin inancı, örfü ve an’anesi nazar-ı dikkate alınarak hazırlanmalıdır. Milletimizin inancı, örfü Anayasaya aksetmeli ve bütün maddelerde tezahürü görülmelidir.

“Laiklik mefhumuna yeni Anayasada açıklık getirilmeli ve inanç sahiplerinin mağduriyeti önlenmelidir.

“Yeni Anayasa, ‘hâkimiyet milletindir’ prensibi önündeki bütün engellerden arındırılmış olmalıdır. TBMM’nin milletin yegâne ve hakikî temsilcisi olduğu ve hiçbir müessesenin parlamentonun üzerinde bir hüviyete sahip olamayacağı belirtilmelidir.”

TASLAK AÇIKLANDIKTAN SONRA

Anayasa ile ilgili yapılan çalışmaların her safhasında görüşlerimizi gayet net bir biçimde dile getiriyorduk. Anayasa taslağı açıklandıktan sonra, biz yazılarımızda bu taslağı kabul etmenin mümkün olmadığını belirttik.

31 Temmuz 1982 tarihli başmakalede taslağın muhtevasını tenkit ediyor ve Anayasa Komisyonu Başkanı Orhan Aldıkaçtı’nın tavırlarına dikkat çekiyor ve neticede şöyle diyorduk:

“Yıllarca hukuk dersi verdikten ve bir de Hukuk Fakültesi Dekanlığı yaptıktan sonra, insan, nasıl olur da, hâlâ demokrasinin alfabesini şaşırabilir ve tek şahıs idaresini her derde deva bir demokrasi modeli olarak millete takdim edebilir?”

2 Ağustos 1982 tarihli başyazıda taslakla ilgili görüşlerimiz yine açık bir üslûpla dile getirilmekteydi. Bu başmakale şu cümlelerle bitiyordu:

“1961 Anayasasının alelusul değişikliğine ne derece taraftar değil isek, siyasî hayatı alışık olmadığımız bir zemine oturtmaya çalışan son taslağa da taraftar olmak o derece mümkün değildir.”

12, 13 Ağustos 1982 tarihli başmakalelerde de taslakta yer alan temel hak ve hürriyetlerle ilgili maddeleri tahlil’ ediyor ve katılmadığımız hususları açıkça belirtiyorduk.

DAHA İYİ BİR ANAYASA İÇİN

Taslak üzerinde tartışmalar devam ederken, MGK yeni bir karar aldı. Bu karara göre, taslak Konseyden geçtikten sonra asla tenkit edilemeyecekti. Bundan ayrı olarak bazı ilgililer Anayasayı tenkit edenleri sert bir dille kınıyorlardı. 3 Ekim 1982 tarihli “Daha iyi bir anayasa için” başlıklı başmakalemizde biz bu görüşün yanlışlığını dile getirerek Anayasa hakkındaki değerlendirmelerden gocunmamak gerektiğini belirttik. Bu başyazıda şöyle diyorduk:

“O halde, anayasa münakaşasını serinkanlılıkla takip ederek milletin neyi isteyip neyi istemediğine kulak vermek, ilgililerin yegâne endişesini teşkil etmelidir. Yoksa, işin şimdiden hissiyata dökülmesi ve bir ihanet-i vataniye meselesi haline getirilmesinin, memleketin ihtiyaçlarına uygun bir anayasa ortaya çıkarma ihtimalini hayli daraltacağından endişe ederiz.”

GEÇİCİ MADDELER HAKKINDA

Yazılarımızda Anayasanın bütün maddeleri hakkındaki görüşlerimizi net bir şekilde dile getiriyorduk. Ayrıca Anayasa taslağına sonradan eklenen ve MGK’nın “arzusu” istikametinde yazıldığı söylenen geçici maddelerin bir benzerine daha demokrasi idarelerinde rastlamak imkânsızdı. Ayrıca bu maddeler birçok antidemokratik yasaklamalar ve hükümler ihtiva ediyordu. Biz yazılarımızda bu hususları açıkça belirttik. 21 Ekim 1982 tarihli başmakalenin sonu şu şekilde bitmekteydi:

“Temennimiz, Danışma Meclisinde fark edilmeyen veya görmezlikten gelinen bu mahzurların, Millî Güvenlik Konseyince bütünüyle izale edilerek gerek anayasa tasarısına, gerekse geçici maddelere demokrasiyle bağdaşır bir ruh kazandırılmasıdır. Türkiye’de sıhhatli bir demokrasinin yerleşmesinden, ancak o takdirde söz etmek mümkündür.”

RÖPORTAJLAR

Bu yazılarımızın yanı sıra, siyasîlerle yapılmış röportajlara da yer veriyor ve onların Anayasa taslağı üzerindeki görüşlerini aksettirmeye çalışıyorduk.

Biz bütün neşriyatımızda, ilerde ülkemizin bir daha sancı çekmemesini temenni ediyor ve bu temenninin ışığında yazılarımızı kaleme alıyorduk. Ayrıca Anayasanın bütününde demokrasiyle bağdaşır bir ruh kazandırılmasını temenni ediyorduk. Ne yazık ki, bizim bütün bu temennilerimiz boşlukta kaldı. Görüş ve mütalâaları dikkate alması gereken merciler bu haklı tenkitlerimize kulak vermek yerine bizi kapatmayı tercih etmişlerdi.

Ve yılmadan demokrasi mücadelesi veren gazetemiz 5 Kasım 1982’de kapatıldı. Bu kapatılma 5 Kasım 1983’e kadar devam edecekti.

Yeni Asya
13.08.2010
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

9

14.08.2010, 00:44



365 günlük kapama dönemi başlıyordu

Anayasa üzerine yapmış olduğumuz çalışmalardan bahsederken, Köprü dergisinin ilâvesi olarak neşrettiğimiz çalışmadan bahsetmeden geçemeyeceğiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi ilk önce bu çalışmayı bir broşür halinde gazeteyle birlikte vermeyi düşünmüş, ancak bilâhare, kardeş kuruluş Köprü dergisinin ilâvesi olarak neşretmeyi uygun görmüş ve dergideki arkadaşlarla birlikte bir metin hazırlamıştık. Ekim 1982 sayısıyla birlikte verdiğimiz bu ilâvenin muhtevası bugünün gözüyle incelendiğinde daha değişik mânâlar ifade etmektedir. O gün birer birer sıraladığımız endişelerimizde ne kadar haklı olduğumuz bugün açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır. 1982’nin Ekim başlarında üzerine parmak bastığımız hususlar, bugün birer “sancı” olarak gündeme gelmiştir ve Anayasada değiştirilmesi düşünülen ve üzerinde tartışılan maddeler, hep o devrede işaret ettiğimiz hususlardır.

İşin enteresan tarafı; biz işçi haklarını müdafaa ettiğimiz ve işçilerin demokratik vasatta hak arama yollarının tıkanmaması için çalıştığımız bir dönemde, bir işçi teşekkülü olan Türk-İş’in çok daha değişik düşünce içinde olması ve “Anayasaya evet” kampanyasına can u gönülden iştirak etmesiydi. Ne gariptir ki, o gün Anayasaya evet denilmesi için “hamasi” nutuklar söyleyen yöneticiler bugün, bizim beş sene önce temas ettiğimiz hususları dile getiriyor ve işçinin hak arama yollarının tıkanmasından şikâyet ediyor.

ANAYASA İLÂVESİ

Dergi ilâvesi olarak neşrettiğimiz broşürde, mevzuları ana başlıklar altında ele alıp incelemiştik. “Devlet idaresi”, “Millî hakimiyet ve tasarı”, “Temel hak ve hürriyetler”, “Anarşi ve temel haklar”, “Din ve vicdan hürriyeti”, “Geçici maddeler”, “Gençlik ve eğitim”, “İşçi hakları” gibi...

Anayasaya imâen dahi olsa “hayır” demenin yasaklandığı bir vasatta açıkça ortaya koyduğumuz görüşlerimizden özetler halinde de olsa paragraflar vermede fayda mülâhaza ediyoruz.

Giriş bölümünde şöyle demiştik:

“Yirmi yıla yaklaşan tecrübeler, 1961 Anayasasının, bazı yönleriyle, Türkiye’nin problemlerini halletmekten âciz kaldığını göstermiştir. 1961 Anayasasının en büyük kusuru, hiç şüphesiz, millete âit olması gereken hâkimiyeti millete karşı hesap vermek mükellefiyetini taşımayan bazı müesseseler arasında taksim etmiş olmasıydı. Bu yüzden, yasama ve yürütme kuvveti memleket mukadderatına hâkim olmakta ciddi güçlüklerle karşılaşıyordu.

“Tekrar demokrasiye dönmek üzere hazırlanacak yeni bir anayasanın başlıca hedefi, devletin işleyişini tam manâsıyla demokratik bir hüviyete kavuşturmak olmalıdır. Bu da millet hâkimiyetini, devlet idaresinin her kademesinde hissedilir hale getirmekle mümkün olur. Bunun şartı da, millete karşı mes’uliyet taşımayan hiçbir şahıs ve müesseseyi devlet idaresinde müessir kılmamaktır.

MİLLET İRADESİNİN ORTAKLARI

“Danışma Meclisi tarafından hazırlanan yeni anayasa tasarısı, maalesef, bu hususta hayli şaşırtıcı bir netice ortaya çıkarmıştır. 1961 Anayasasının millet iradesine getirdiği ortaklar yeni tasarıda aynen muhafaza edildiği gibi, bunlara yenileri de ilâve edilmiştir. Bundan başka, bütün fiillerinden dolayı sorumsuz olan ve millet tarafından doğrudan seçilmeyen Cumhurbaşkanına fevkalâde yetkiler tanınmak suretiyle, millet iradesi, devlet idaresinde büyük ölçüde devre dışı bırakılmıştır. Geçici maddeler ise, Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu fevkalâde durumun en az yedi yıl daha devamını esas almakladır.

“Temel hak ve hürriyetlerle ilgili olarak getirilen sınırlamaları anarşi tehlikesi ile izah etmek fevkalâde güçtür. Zira bu sınırlamaları getiren maddelerin bir kısmından ‘millî güvenlik veya kamu düzeni’ gibi, eski anayasada mevcut olan gerekçeler kaldırılmıştır. Ayrıca, temel hak ve hürriyetlerin hepsinde birden sınırlama, tamamen durdurma ve hatta kaybettirme esas alınmaktadır. Bu ise, bazı hak ve hürriyetleri suistimal eden bir azınlığın suçundan bütün bir milletin sorumlu tutulduğu mânâsını hatıra getirmektedir. İşçi haklarında durum bundan farklı değildir. İşçi haklarını ideolojik emellerine âlet eden birtakım mihrakların faturası bütün bir işçi kitlesine çıkarılmış ve iyi niyet sahibi işçi sendikaları dahi hak arayamaz duruma düşürülmüştür.

“Anayasa tasarısı, gerek devlet idaresine vermek istediği şekil, gerekse temel hak ve hürriyetlerde getirdiği aşırı tahditler sebebiyle, açıklandığı andan itibaren cemiyetin her kesiminden şiddetli tepkilere muhatap oldu. Bu tepkiler. Danışma Meclisi’nde de bir ölçüde dile getirildi. Ne var ki, oylamalarda bu tepkilerin hemen hemen hiç tesiri olmadı. Danışma Meclisi üyeleri, sebebi anlaşılmaz bir tutumla, anayasa tasarısını komisyondan geldiği şekliyle kabul edip Millî Güvenlik Konseyi’ne intikal ettirdiler. Yapılan cüz’î değişiklikler, nokta-virgül gibi teferruatın ötesine nadiren geçebildi”

PARLAMENTO VE HÜKÜMETE SINIRLAMA

“Devlet İdaresi” başlığı altında, hazırlanan tasarının, parlamento ve hükümeti, 1961 Anayasasının getirdiği müesseselerin sınırlamasından daha fazla sınırlamak istediğini belirtmiş ve bu durumun büyük sıkıntılara yol açacağını söylemiştik.

Tasarı; Danıştay ve Anayasa mahkemesine ilâveten, Devlet Denetleme Kurulu, Cumhurbaşkanlığı Konseyi gibi yeni müesseselere yer vermekte, ayrıca Cumhurbaşkanının selâhiyetini alabildiğine genişletirken, Cumhurbaşkanını bütün fiillerinden dolayı sorumsuz tutmaktaydı.

Anayasa tasarısının devlet idaresine getirdiği bu yeni şekil üzerine Danışma Meclisi üyelerinden bazılarının görüşlerine de yer vermiştik. Şöyle demişlerdi:

Zekai Ökte: “Bu tasarıda siyasî iktidar Cumhurbaşkanında toplanmıştır. Siyasî iktidarın tek sahibi Cumhurbaşkanıdır. Bu durumda Cumhurbaşkanını millet iradesinden çıkarmak zorundayız. Diyelim ki, Cumhurbaşkanı dışarıdan seçildi. O Cumhurbaşkanı da Başbakanı dışarıdan seçti. Bakanlar da dışarıdan tayin edildi. O zaman ne olacak? Millî irade nereye gitti?”

İsmail Arar: “Öyle bir siyasal sistem getiriliyor ki, başbakanlar, örülen duvarın avlusu içinde değil çalışmaya, nefes almaya dahi mecal bulamayacaklardır. Bu şartlar altında Urfa’nın Viranşehir kazasının bir bucağında bucak müdürü olmak varken, Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı olmak isteyecek yürekli kişiyi şimdiden bulmak ve ellerinden öpmek gerekir.”

Evliya Parlak: “Başbakan ve bakanlar, bu yetkileri ile Cumhurbaşkanının emrinde memur durumuna düşürülüyor. Hanedanlığa mı geçiyoruz, padişahlığı mı getiriyoruz, ne oluyor, anlamıyorum.”

Mehmet Akdemir: “Cumhurbaşkanlığı imparatorluk müessesesi haline gelebilecektir. Cumhurbaşkanına bu kadar yetkilerin verilmiş olması millet egemenliğine ters düşer.”

TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER

Anayasa tasarısındaki temel hak ve hürriyetlere getirilen sınırlamalara dikkat çekmiş ve müşahhas misaller vererek, bu hükümler kabul edildiği takdirde normal düzende bile vatandaşların en tabiî hak ve hürriyetlerini kullanmakta ciddî güçlüklerle karşılaşabileceklerini söylemiştik.

Bu bölümü ele alırken, Danışma Meclisinin insan hak ve hürriyetlerine bakışının garipliğine de şu şekilde işaret etmiştik:

“Danışma Meclisindeki müzakerelerde, salgın hastalıklar ile ilgili Anayasa maddesi görüşülürken, Anayasa Komisyonu Başkanı Aldıkaçtı, bir ara söz alarak, ‘Anayasada insan ve hayvan ayırımı yapılmaması gerektiğini’ ifade etti ve şunları söyledi:

“Müsaade ederlerse arkadaşlarım, tehlikeli insan ve hayvan salgın hastalıkları yerine, tehlikeli salgın hastalıklar diyelim efendim. Bu sûretle insan ve hayvan ayırımını koymayalım Anayasaya.”

“Yine müzakereler sırasında ‘büyükbaş hayvanlar’ mevzuu gündeme geldiğinde, Aldıkaçtı ‘büyükbaş hayvanların gerçekten acı bir problem teşkil ettiğini’ söylemiş ve ‘Eğer Genel Kurul emrederse Anayasa komisyonumuz bu problemi de ele alabilir’ demişti.

Ne var ki, insan-hayvan ayırımı yapmamaya itina gösteren ve büyükbaş hayvanların haklarının gerekirse Anayasada korunabileceğini beyan eden bir anlayış, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının temel hak ve hürriyetleri üzerinde fazla bir hassasiyet göstermedi.”

DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ

Din ve vicdan hürriyetiyle ilgili kısımda, 1961 Anayasasının din ve vicdan hürriyetine dair 19. Maddesi ile TCK’nın 163. maddesinin, laikliği teminat altına almaktan ziyade, din ve vicdan hürriyetini tahdid eder şeklinde işlendiğini belirtmiş ve yeni anayasa tasarısının 24 maddesinin, bu sınırlamalara yenilerini ilâve ettiğini ifade etmiştik.

Tasarının din ve vicdan hürriyetiyle ilgili kısımlarını inceden inceye tahlil etmiş ve endişelerimizden bir tanesini şöylece dile getirmiştik:

“Anayasa tasarısının 12. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerdeki sınırlamaların, ‘temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerli olduğu’ kaydedilmekte ve böylece din ve vicdan hürriyeti de otomatik olarak, sınırlanabilecek veya durdurulabilecek hürriyetler şümulüne alınmaktadır. Anayasanın bu maddesine dayanarak, günün birinde bir idarenin bütün camilerin kapısına kilit asması, sokaklarda başörtülü dolaşmayı yasaklaması, Kur'ân ve dinî bir kitap okumayı suç ilân etmesi mümkün hale gelmektedir.”

Geçici maddelerin neler getirdiği hususunu etraflıca belirttikten sonra bu maddelerden demokrasi adına duyduğumuz endişeleri açıkça ifade etmiş ve söyle demiştik:

“Anayasa tasarısının geçici maddelerinin açıklanması, Türkiye’de fevkalâde dönemin seçimlerle birlikte sona ermeyeceği, en az bir yedi yıl daha devam edeceği yolundaki yorumlara kuvvet kazandırdı. Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu Başkanı Orhan Aldıkaçtı da, müzakerelerin bir yerinde bu hususu itiraf etmekten kendisini alamadı ve ‘Seçimle belki olağanüstü devir bitecek, belki bitmeyecek, bilemiyorum’ dedi. Aldıkaçtı, geçici maddeleri ‘Lütuf dağıtmıyoruz; milletin ve meclisin şükran borcunu ödüyoruz’ şeklinde savunuyordu.”

CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ

Anayasa tasarısındaki bir başka dikkat çekici husus da, MGK Başkanı Org. Kenan Evren’in Anayasanın kabulü ile birlikte “Cumhurbaşkanı seçilmiş” sayılmasıydı. Yani ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmayacaktı ve Cumhurbaşkanlığına birden fazla aday ortaya çıkmayacaktı. Bu da hiçbir demokratik ülkede eşine rastlanmayan bir tatbikattı. Biz Cumhurbaşkanının seçim şeklini ele alırken MGK Başkanı Org. Evren’in o güne kadar çeşitli konuşmalarda açıkladığı görüşlerinden bazılarını da yeniden vermeyi uygun görmüştük. Bu görüşlerden bazıları, kaynaklarıyla birlikte şöyleydi:

“Türkiye’de çok büyük politikacılar çıkmıştır ve çıkacaktır. Bir iki kişiye Türkiye’nin kaderi teslim edilemez. Biz bozuklukları düzelttikten sonra gideceğiz. Atatürk ilkelerine bağlı kurumlara ve kişilere iktidarı devredeceğiz. Bu asker sözüdür, namus sözüdür.” (Milliyet, 16 Ocak 1981)

“Çocuklarını devletin okullarına göndermeyip, gizli yerlerde hain emellerini gerçekleştirmek için Kur’ân kursu açanların ellerine teslim eden ana ve babalara sesleniyorum: Bunu yapmaya hakkınız yoktur. O çocuk yarın sizin yaşınıza geldiğinde sizlere lânet edecektir. Bu vebalin altında kalmamanız için çocuğunuzu devletin okullarında okutunuz. Artık yeni almış olduğumuz bir kararla ilk ve ortaokullarla liselerde mecburî din dersi konulacaktır.” (Anadolu Ajansı, 23 Temmuz 1981)

“Kız çocuklarınıza bu kadar kötülük yapmaya hakkınız yok. Şu şehrin içinden gelirken, burada da gördüm. Siyah çarşaflı ve gözünü kapatmış, öcüler gibi, anneniz yaşında yaşlı kimseler gördüm. Yüzü kapatmak İslâmiyet’in şartlarından değildir. Yüzü açık olur kadının, kızın. Çünkü görecektir, koku alacaktır, yiyecektir. Yüzü kapatamazsınız. Ancak başörtüsü örtmesi, saçını örtmesi söylenmiştir. Bunun da sebebi, size izah edeyim. O devirde tarak mı vardı? O devirde kuaför mü, berber mi vardı? Kadının saçı uzun, kötü görünüyor ve yemek pişirirken belki yemeğin içine saç düşer, o yemek lezzetli yenmez diye, Peygamberimiz buna günah demiş. Çünkü başka türlü söyleyemez.” (Yeni Nesil, 23 Ekim 1981)

GENÇLİK VE EĞİTİM


Anayasadaki gençlikle ilgili bölümleri de birer birer ele almış ve Atatürk’ün koyduğu ideolojinin resmî ideoloji haline getirilmek istenmesine ve demokrasilerde resmî ideoloji olamayacağına dikkat çekmiş ve şöyle demiştik:

“... Kısacası, yeni anayasa tasarısı, gençliği anarşiden korumak için gerekli tedbirleri almamış; buna karşılık, anarşi ile hiçbir alış verişi olmayan masum vatandaş çoğunluğunun dinini öğrenme ve vicdan hürriyetini ağır tahditler altına sokmuştur. Anayasa tasarısının Millî Güvenlik Konseyi’nde bu yönden ciddî bir tashih geçirmesi gerekmektedir. Ancak o takdirde gençliğimizin istikbaline ümitle bakmak mümkün hale gelecektir.”

İŞÇİ HAKLARI

Tasarıdaki işçileri ilgilendiren maddeleri ele alırken, işçilerin hak arama yollarının nasıl tıkanmak istendiğini açıkça belirtmiş ve bunun ileride sıkıntılar meydana getireceğini söylemiştik.

Biz bunları yazıp söylerken, Türk-İş’in idarecileri, tenkitte bulunmak bir yana, bilâkis tasarıyı alkışlama yolunu tercih etmişlerdi. Aynı idarecilerin bugün feryat ettikleri mevzular bizim daha önce ifade etmiş olduğumuz mevzulardı.

VAZİFEMİZİ YAPTIK

Bahsettiğimiz gibi, Anayasaya “hayır” demek yasaktı. Bu yüzden biz de görüşlerimizi bu şekilde açıklamış, ancak “evet” veya “hayır” denilmesi hususunda birşey dememiştik. Yalnızca gerek broşürün kapağında, gerekse içerilerde “mavi” renge çokça yer vermiştik. “Hayır” reylerinin “mavi” renkli pusulayla verileceği o günlerde belli olmuştu.

Neticede dergiyi de gazetemizi de, gerekçe göstermeden kapattılar. Ancak biz, vazifesini yerine getirmiş olanların iç huzurunu duyuyorduk. Gazetemizin ve dergimizin kapanmasından dolayı üzgündük, ancak vicdanen müsterihtik.

Bugün işçi teşekküllerinin, siyasîlerin, gençlik kesiminin, basının Anayasa üzerinde tartıştığı ve değiştirilmesi yönünde görüş beyan ettiği hususlar, hep bizim daha önce dikkat çektiğimiz hususlardı.

YARIN: TASVİR’İ ÇIKARIYORUZ

Yeni Asya
14.08.2010
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

10

25.08.2010, 20:33



Zor şartlarda da açıkça fikirlerimizi söyledik

Tam Anayasanın referanduma sunulması arefesinde gazetemiz kapatılınca, hemen ertesi günü sıkıyönetime müracaat ettik. Gazetemizin niçin kapatıldığını, hakkında dâva açılıp açılmayacağını; hakkında herhangi bir dâvâ açılmayacaksa ne zamana kadar kapalı tutulacağını sorduk. Ancak sorularımızın hiçbirine sadra şifa olacak cevap alamadık. Sorularımızın hepsi üstü kapalı olarak geçiştiriliyordu.

Yine yılmadık, ilgili mercilere üst üste dilekçe yazdık. Ayrıca Hukuk Müşavirlerimiz ile gazetemizin idarecileri gerekli yerlere müracaat ederek, Yeni Nesil’in akıbetini öğrenmeye çalıştı. Ne var ki, Yeni Nesil’in akıbeti sır olmuştu sanki. Hiçbir ilgili bu hususta konuşmaya yanaşmıyordu.

YENİ BİR GAZETE ARAYIŞI

Artık gazete çıkarmak da başlı başına bir mesele idi. Eskiden gazete çıkarmak için, ismi bulmak, hazırlığı yapmak ve ardından “ben gazeteyi çıkarıyorum, haberiniz olsun” diyerek ilgili mercilere “malûmat” vermek gazete çıkarmaya yetmekteydi. 12 Eylül ihtilâlinden sonra işbaşına gelmiş olanlar, bu yolu da kapatmayı düşünmüş ve tatbik sahasına koymuşlardı.

İlk yapılan iş, gazete kapatıldığında “gerekçe” gösterme şartını kaldırmaktı. Bunu bizim defalarca müracaat edip, “gerekçe ne?” diye sormamızın arkasından açıklamışlardı.

Gerekçe açıklanmayınca biz yeni bir, gazete çıkarmıştık. Bunun ardından “yeni bir gazete çıkarmanın yolunu tıkamak istemiş ve sıkıyönetimden izin alınması şartını koşmuşlardı. Sanki bütün bu karar ve tedbirleri bizim için alıyor gibiydiler.

Ne yapacaktık? Elimizde Yeni Asya vardı, ama onun için de izin vermemişlerdi. Yeni Nesil 26 Mayıs 1982’de kapandığında biz Yeni Asya’yı çıkarma hazırlığı yapmış, hatta basmaya başlamıştık. Zira kanunen bunda hiçbir mahzur yoktu. 22 Kasım 1980’de çıkmasına müsaade edilmişti. Ancak biz ne olur ne olmaz diye sıkıyönetime bilgi vermek istemiştik. Bu, biraz da “ya kapatırlarsa” endişesinden kaynaklanmıştı. Ancak ilgililer, “Çıkarmayın, kapatırız.” cevabını vermişti. Yani, Yeni Asya’yı çıkarmamız da mümkün değildi.

Prosedüre uyup, sıkıyönetime müracaat ederek yeni bir gazete çıkarmak istediğimizi bildirdik ve izin verilmesini istedik. Ne var ki bütün müracaatlarımız cevapsız kalıyordu. Yazılı müracaatlarımıza cevap verilmeyince bu defa şifahî müracaatlarda bulunduk. Artık Selimiye Kışlasını “komşu kapısı” yapmıştık âdeta. İki günün birinde Selimiye’ye gidiyorduk. Ne var ki, ilgililer, “bakarız”, “bir inceleyelim hele” diye geçiştirmeyi tercih ediyorlardı.

TASVİR NASIL DOĞDU?

Görünüşe göre gazete çıkarmanın bütün yolları tıkanmıştı. Ama biz, bir gazete çıkarmaya azimliydik. Anadolu’daki okuyucularımız merakla bizden gazete bekliyorlardı. Eli kolu bağlı oturmamız doğru değildi.

Neticede, azmin elinden bir şey kurtulamayacağına bir kere daha şahit olduk. Biz de neşrolmakta olan bir gazeteyi satın alırdık. Buna da karışamazlardı ya. Nitekim resmî ilân hakkı olmayan Tasvir gazetesini satın aldık. Ancak bu defa da, ne vilâyet, ne de sıkıyönetim, gazetenin imtiyaz hakkının bize verildiğini tasdik etmeye yanaşmıyordu. Biz buna bir çözüm yolu bulmakta gecikmedik. Resmî muameleleri yaptırabilmek için (postahaneden, posta çeki vs.) gazetenin eski sahibinden vekâletname aldık.

Tasvir’i çıkardığımız ilk günlerde tereddüt içerisindeydik. Acaba idareye el koymuş olanlar bu gazeteyi de kapatır mıydı? Artık gazete çıkarmanın çok çok zor olduğunu biliyorduk ve “Tasvir’e de bir şey olursa ne yaparız?" diye biraz daha dikkatli davranmak mecburiyetini hissediyorduk.

İlk günlerde hepimiz müstear isimlerle yazdık. Bulduğumuz isimlere bakıp bakıp gülüyorduk. Yok, İhsan Hondur; yok, Hacı Ateşli; yok, Mustafa Kaftanoğlu...

“Güleriz ağlanacak halimize” tabiriyle ne denmek istendiğini en iyi o devrede anladık. Gerçekten, demokrasi adına ağlanacak bir haldeydik. Demokrasinin “D”si bile yoktu, ama bazı çevre; ısrarla “demokrasicilik” oynamaya devam ediyor ve dünyada bir eşi daha olmayan “nev-î şahsına münhasır” bir demokrasi modelini îmal etmeye uğraşıyordu. Biz ise gazete çıkarmaya...

İşte gazeteyi bu şekilde acâip garaip isimlerle çıkardık. Bu şekilde “şifre” gibi isimler kullanmamıza, hiç ilân vermememize rağmen okuyucularımızın büyük ekseriyeti gelip bizi buldu. İsimlerimiz değişmiş olsa, gazetemiz değişmiş olsa da vefakâr okuyucularımız bizi tanımış ve sahip çıkmıştı.

Tasvir’i ilk 15 gün bu şekilde müstear isimlerle çıkardık. Ses seda çıkmayınca nüfus cüzdanındaki isimlerimizi kullanmaya başladık!

ZOR ŞARTLAR ALTINDA

Tasvir, aslında bizim sancılı bir devremizin müşahhas sembolüdür. Gazetemiz defalarca kapatılmış, bazı bölgelerde dağıtımına müsaade edilmemişti. Bunun maddî zararı milyonlarca lirayı buluyordu. Üstelik Tasvir’i satın alırken de bizim için mühim olan bir miktarda para ödemiştik. Bunların yanı sıra Tasvir resmî ilânı olmayan bir gazeteydi.

Gazeteyi “Yeni Nesil” okuyucularının tamamına duyurabilmek için az da olsa reklâm yapmamız lâzımdı. Ancak bunun için, maddî imkânımız yoktu.

Çarnaçar, gazetenin sayfa sayısını azalttık ve 6 sayfa olarak çıkardık. Buna rağmen, tirajımızda düşme değil, bilâkis artma oldu. Yeni Nesil’i tanıyanlar Tasvir’i görür görmez daimî okuyucusu oluyordu.

Bu zor devremizde, muhterem okuyucularımızın çok büyük desteğini gördük. Gazetemizin ilk kuruluş safhasında yaşadığımız göz yaşartıcı tabloları defalarca yaşadık. Okuyucularımız maddî-manevî yardımda bulunmak için birbirleriyle yarış ediyordu.

15 Kasım 1982’de neşir hayatına atılan Tasvir’in ilk ayları bu şekilde maddî-mânevî sıkıntılar içinde geçti, “ha kapatıldık, ha kapatılacağız” endişesini eskisinden fazla duymaya başladık. Zira yine sık sık ikaz ediliyor, “şunu yazmayın” “şundan bahsetmeyin”, “şu haberi koymayın” diye telefonla ikaz ediliyorduk.

CAMBAZLIK YAPAR GİBİ

Halimiz, iki tarafta keskin bıçaklar bulunan bir boşluğa gerili ip üzerinde yürümeye çalışan cambazlara benziyordu. Yazarlarımız yazılarını kaleme alırken kılı kırk yarıyorlardı. “Şu cümleden alınabilirler, çıkaralım”, “Şu kelimeyi, şu şekilde yumuşatalım” diye kendi kendimize sansür uygulamaya başlamıştık. Bu yüzden birçok yazıyı, neşretmekle “mahsur” gördüğümüz için yayınlamadık.

Yazılara bu şekilde “ambargo” koyarken elimizde herhangi bir ölçü yoktu. Tek ölçümüz, “Bu yazı yüzünden gazeteyi kapatırlar mı?” sorusuna vereceğimiz cevaptı.

“Söylenmesi gereken her fikri mutlaka söylemek” prensibimizden asla taviz vermedik. Bu çok zor şartlar altında bile fikirlerimizi çekinmeden söyledik. Ancak üslûba dikkat ettik, öyle ki artık hepimiz adeta birer “üslûp cambazı” olmuştuk. “Efradını câmi, ağyarını mani” söz söylemenin müşahhas misâllerini ortaya koyuyorduk. Galiba bu ihtilâlin bize tek faydası bu olmuştu. Artık bir sözü “kırk mânâya” gelebilecek şekilde söylemekte bayağı maharet kesbetmiştik.

MÜHİM HADİSELER VE DEĞERLENDİRMELERİMİZ

Anayasanın referanduma sunulmasından sonra cereyan eden bütün mühim hâdiselerle ilgili görüşlerimizi gayet net bir şekilde dile getirdik. Siyasî Partiler Kanunu; Siyasî Partiler Kanununa geçici bir madde eklenerek, parti kurucularının ve milletvekili adaylarının MGK tarafından veto edilebilmesi; Büyük Türkiye Partisi’nin kapatılışı; seçim kanunu; teşkilâtlanma barajını aşmış olan DYP, SODEP ve RP’nin seçimlere sokulmayışı gibi mevzularda görüşlerimizi belirttik. Gerek başyazılarla, gerekse köşe yazılarıyla bu mühim mevzuları enine boyuna tahlil etlik.

TASVİR KAPANINCA...

Çok sık yapılan ikazlar “eşliğinde” neşriyatımız devam ediyordu. Tâ ki 1 Ekim 1983’e kadar.

Bu tarihte Tasvir’i kapattılar. Her zaman olduğu gibi yine herhangi bir gerekçe gösterilmemişti. Yine herhangi bir dâva açılmamıştı ve yine yazılı bir tebligat yapılmamıştı. Yalnızca telefonla yapılan şifahî bir tebligat: “Gazeteniz kapatılmıştır!” o kadar.

Bu defa, “Şimdi ne yapacağız?” diye öyle uzun boylu düşünmedik. Zira tertibatımızı daha önceden almıştık. Bu gazetenin de kapatılabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak sıkıyönetim tarafından neşir izni alınmış olan “Hür Yurt” isimli bir gazetenin isim hakkını satın almıştık.

Derhal kolları sıvadık ve Hür Yurt’u tabloit boy olarak çıkarttık. Ancak yalnızca resmî makamlara veriyor, yurt çapında dağıtıma vermiyorduk. Biz bu şekilde yeni bir gazete çıkarmanın “provalarını” yaparken 16 Ekim 1983’te Tasvir açıldı. Bunun üzerine Hür Yurt’u “şimdilik” kaydıyla tatil ederek Tasvir’i çıkarmaya devam ettik.

5 Kasım 1983’te de Yeni Nesil’in yeniden neşrine izin verildi. Böylece Yeni Nesil tam 365 gün kapalı kalmış oluyordu.

Yeni Nesil’in açıldığını öğrenince, “bir eşyasını kaybedip, sonra bulanların” halet-i ruhiyesi içerisine girmiş ve hayli sevinmiştik.

Gazetemiz açıldıktan 1 gün sonra da genel seçimler yapılmış ve böylece Türkiye’de yeni bir devre başlamıştı. Bu devreye “Demokrasiye geçiş” devresi deniyordu. Bu geçiş devresiyle birlikte demokrasi yaklaşık 8 yıl inkıtaa uğramış olacaktı.

Gazetemiz de tıpkı demokrasinin uğradığı akıbetlere uğramış ve ikide bir “tatil” edilmişti.

SON

Yeni Asya
15.08.2010
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

Benzer konular

Kullanılmış Etiketler

12 Eylül, Yeni Asya

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir