Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

14.06.2007, 14:56

Mayıs 2007 - Kapak: Ahirzamanda Genç olmak



Gençligim eyvah!

“Ahirzaman Peygamberi” oldugu bildirilen bir peygamberin ümmetiyiz ve hadislerde tarif edildigi sekliyle insani dehsete düsüren bir asirda yasiyoruz. Bu zamanin gençleri olarak pek çok maddî ve manevî tehlikeyle karsi karsiyayiz. Bizi harama çagiran pek çok sebep varken, sonsuz mutlulugu ve sonsuz gençligi kazanip kaybetme dâvâsinin belki de en zorlusunu yasiyoruz.

Bir gençlik dergisi olarak Genç Yaklasim’in Mayis sayisini bu konuya ayirdik: Ahirzaman gençligi.

Günümüzün gençligine, onun problemlerini bilerek ve onu anlayarak yaklasan yegâne eserin Bediüzzaman Said Nursi’nin “Gençlik Rehberi” oldugunu söylemek abarti olmaz.

ısmail Tezer, bu eserin tarihçesinden ve isledigi konulardan bahsediyor.

Bediüzzaman’in talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in “Gençlik Rehberi'ni ilk okudugunda hissettigi duygular”a yer verdik bu sayimizda.

Aykut Tanrikulu, “Bâtil secdeler”de “Sirat-i müstakîm yolunun dahilinde kalabilmenin yegâne sirri”ni ibretlik bir hikâyeyle anlatiyor.

Saadet Bayri Fidan, “Cennetâsâ baharin âhirzaman gençleri nasil olmali?” sorusuna cevap ariyor.

Sönmez Artan, “Bu gençlige neler oluyor?” derken, “tecrübe sahibi” büyüklerin gençlige bakisindaki problemleri ele aliyor.

Gençlik üzerine söylestigimiz Ayse Tokmak ise, en güzel egitimin dogruluk oldugu üzerinde duruyor.

Kapak dosyamizin disina çikarsak…

Mustafa Gökmen, tarihin yapraklari arasinda dolasarak Mayis ayinda meydana gelmis önemli olaylari hatirlatiyor.

Habib Fidan, Istanbul’un fethinden kendimize ayna tutuyor.

Umut Yavuz, meleklerin “yeryüzünü kana bulayacak bir mahluk” diye tasvir ettigi insanin cinayetlerinin Habil ve Kabil’den, Malatya’daki son vahsete kadarki uzun yolculugunu özetliyor.

Hüseyin Eren ise “Yitik bir hazine”ye götürüyor bizi.

Haziran sayimizda bulusmak üzere…

"Mayıs 2007 sayısı hakkında düşüncelerinizi burada paylaşabilirsiniz"

2

14.06.2007, 15:03

Gençlik Rehberi'ni ilk okuduğumda hissettiğim duygular


Para ve zevk. Bu iki nesnenin bitmez, tükenmez, zehirli, boş hülyaları. O erişemediğim ve eriştiğim takdirde dahi beni hayatta mesut edemeyeceğini sonradan anladığım o neticesiz hayaller, o kupkuru tasavvurlar. Ben neyim? Niçin yaşıyorum? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Yoksa şu bir sürü başıboş mahlûklar gibi ipi boğazına atılmış bir yaratık mıyım? Hayır! Bu izzetime dehşetli dokunuyordu. Ben hayvan olamazdım. Ben hayvan gibi yaşayamazdım. Fikriyatım işliyordu. Ben bir insandım. Öyle ise insan gibi yaşayacaktım. Ama bu başıboş yaşayışım, acaba bir insanca yaşayış mıydı? ınsan olan insan, böyle mi hayat geçiriyordu? Bilemiyorum, fakat bu düşüncelerin verdiği tereddütlü tutum içinde, âdeta çırpınıyordum diyebilirim.
Baba dostu muhterem bir ihtiyar vardı. Onu görünce merhum ve muhterem sevgili babamı hatırlarım. O da beni görünce, bir baba şefkati ile halimi hatırımı sorardı. Onun o şefkati, kederli günlerimi neşelendirirdi. Bir oğlu vardı. Sınıf arkadaşımdı. Onun namaz kıldığını, namaz vakti gelince okul penceresinde, bazen hademe odasında namaz kıldığını görüyordum. Ona ruhumda bir takdirkârlık, hatta bir gıpta hissi duyuyordum. “Acaba,” diyordum, “Benim hayatım mı, yoksa onun hayatı mı insanca bir hayattır?” ayırt edemiyordum.
Bu sınıf arkadaşım nihayet üniversiteyi kazandı. Anadolu’nun saf, temiz ve sakin havasından (Ermenek) kalabalık bir şehre (Konya) geldi. Birgün bu arkadaşımın yanında bir sima: O da tanıdık! Hatırlayacak gibi oluyorum. Arkadaşım, okuduğu kitaptan bir aralık başını kaldırdı. Göz göze geldik. O da beni tanıdı. Tanıştık, seviştik.
“Gençlik mevzuunda bir bahis okuyordum” dedi.
Dedim: “Ben de dinleyeyim, devam edin.”
Evvelâ kitaba baktım: Gençlik Rehberi.
Müellifi: Bediüzzaman Said Nursî.
Biraz durakladım. Çünkü gazetelerde bu isim hakkında menfî şeyler işitmiştim. Fakat dinlemeliydim. ışte tam fırsattı. Dinlediklerim ile duyduklarımı karşılaştırıp bir hükme varmalıydım. Yaratılış itibarı ile biraz tahkikçiydim, körü körüne, ezbere, şu veya bu dedikodulara kulak asmayı mertlik hissime lâyık görmüyordum. Arkadaşım okuyordu, dinliyordum.
Ben öyle kendimi okunan kitaba vermiştim ki, bir aralık kendime geldim; iki saat geçmiş. Bu müddet içinde ruhumda bir kıpırdanış, bir başkalık oldu. Allah Allah! Ne olmuştum? Bir sihre mi tutulmuştum? Yoksa bir mıknatisiyet beni kendine mi çekmişti?
Ayrıldım. Fakat benim aklıma fikrime şunlar yer etmişti, yoksa akıl fikir ve ruhî varlığımı istilâ mı etmişti? Yoksa kalp ve dimağıma, silinmez bir yazı ile mi yazılmıştı, ne olmuştu. Ne olmuşsa olmuştu. Evet, şu cümleler kulağımda çın çın çınlıyordu, aklımı dimağımı kaplıyordu:
“Gençlik muhakkak gidecek!”
Dedim, “Dönmeliyim. Eyvah, ya oradan ayrılmışsa! Niçin adresini almadım?”
Koştum, gün batıyor. Dolmuşa bindim. Ah! Kalbim ferahladı. Arkadaşım hâlâ kitapla meşgul.
“Geldim!” dedim.
“Bana bu eseri bir haftalığına veremez misiniz? Yahut nereden temin edebilirim? Bir tane muhakkak almak istiyorum.”
Aldım, o gece geç vakte kadar okudum. Okuyordum. Çok yerlerini tam anlayamıyordum. Bu nasıl kitaptı? Hem anlamıyordum, hem anlıyordum. Anlamıyordum; zira anladığımı ifade edemiyordum. ıfadeden aciz kalıyordum. Fakat içimde bir inkılâp, ruhumda bir sükûn, kalbimde bir sürur, derin tesir duyuyordum.
Sabahleyin uyandım. Güneş doğmuştu. ıçimde bir hüzün, hem acı bir hüzün vardı. Acaba neden öğle vaktiydi? Minareden ezan sesi, ılâhî davet sesi kulağıma geldi. O ses, acımın sebebini ihtar etti. Sabahtan beri niçin namaz kılmamıştım? Bu acıyı ilk defa duyuyordum. O günde, evet o bahtiyar günde namaza başladım.
ışte Risale-i Nur’dan bir Gençlik Rehberi, o da, başta sadece bir kısmını okumakla, beni nasıl böyle ılâhî bir inkılâp, böyle insanca, Müslümanca yaşayışa doğru götüren bir kuvvet meydana getirmiş ve beni nasıl değiştirmişti.

Nurun Sadık Kahramanı, Zübeyir Gündüzalp

Hayatı, Mefkuresi, Yeni Asya Neşriyat, s. 85


Zübeyir GÜNDÜZALP

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=604
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

3

14.06.2007, 15:07

Fatih, fetih ve ıstanbul aynasında biz


Bir ağaç, ancak kökünün sağlamlığı nispetinde ayakta durur. Toprağa sımsıkı sarılmayan ve toprakla gövdenin irtibatını sağlayamayan kök ve kökün uzantıları, elbette ağacı solma ve çürüme kaderiyle baş başa bırakacaktır. Söz gelimi; toprağı mazi veya tarih deposu olarak kabul edersek, kök de bu tarih denen depodan faydalanan şuurdur. ışte bu şuurdur ki, bir ağaç olarak kabul edebileceğimiz toplumu, her zaman ayakta tutabilecek mahiyettedir. Nitekim, ünlü düşünür Chillon’un, “ınsanın değeri ve büyüklüğü, geleceği görebilme yeteneğine sahip olması ile ilgilidir. Bu da tarihini iyi bilmekle mümkündür” şeklindeki sözleri, bu bağlamda değerlendirilebilecek bir düşünce olarak kabul edilebilir.

Bu çerçevede, özellikle özgüven açısından önemli etkenlerden olan tarihî zaferlerimizi bilmek, elbette şimdilerde ortaya çıkan aşağılık (özenti-öykünme) kompleksinin getirdiği özgüven eksikliğini giderecek mahiyettedir.

Mazideki zaferleri bilmek, bizi uyandırabilir


Mazinin zaferlerini bilmek ve bizim için tamı tamına ne anlam ifade ettiklerini kavramak, “Evet, biz buyuz. Bu mânâlar çerçevesinde hareket edersek, başarılı; bu mânâlardan uzaklaşırsak, başarısız oluruz” gibi bir düşünce aşılayabilir. Hele ki söz konusu tarihî zaferlerden biri ıstanbul olunca ve bu zaferin ortasında henüz 21 yaşındayken çağ açıp çağ kapatma kudretini gösterebilen şahsiyetin azmi bir güneş gibi parlıyorsa; ne pahasına olursa olsun, uğruna adandığı misyonu sürdürmede kararlı oluşunu gösteren, “Ya ıstanbul beni alır, ya ben ıstanbul’u!” sözü mânâ âlemlerinde yankı bulacak bir önem taşıyorsa, elbette bu tarz zaferler uyuyan dev misali duran bir toplumu uyandıracak mahiyette olabilir.

ışte o zaman, “Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek/Dağlardan çektirilen kalyonlar çektirilecek” gibisinden nağmeler, gönül tellerini titretebilecek. ışte o zaman,“Elde sensin dilde sen, gönüldesin baştasın/Fatih’in ıstanbul’u fethettiği yaştasın” türünden hatırlatmalar, Fatih’in, “ıktidarımın vâsıl olduğu mertebeye ecdadımın emelleri bile ulaşamamıştır” şeklindeki sözleriyle birleştirilerek, geçmişin dev cüsseli mirasından geriye nasıl bir tortu şeklinde kalındığı idrak edilebilecek.

Belirtmekte fayda var: Değerli ve büyük olmanın tarih bilgisiyle doğru orantılı olduğunu unutmayalım. Zira bunun aksi, tarih bilgisinin yetersizliği yahut yanlış tarih bilgisinin öğretilmesidir ki; bu da millî tarih şuuru eksikliğinin ortaya çıkması demektir. Böylece şuur eksikliğinin var olduğu bir yerde de hafıza kaybının ortaya çıkacağı hatırda tutulmalıdır. Hâsılı, sağlıklı bir gelecek planlamasının olamayacağı, şuursuz bir toplumun ortaya çıkacağı bir tablo ile karşılaşmak, ki karşılaşıyoruz, hiç de uzak bir ihtimal değil.

Bu düşüncelerimizle ilgili bir diyalog, maziyi didiklemenin gerekliliğini veciz bir şekilde açıklar. Maziye ve millî tarihe tutkunluğu “Kendi Gökkubbemiz” adlı şiir kitabında somut ifadesini bulan Yahya Kemal eleştirilir. Ve bu bağlamda, Ziya Gökalp, “Harâbîsin, harâbâtî değilsin/Gözün mazidedir, âtî değilsin” derken, Yahya Kemal, “Ne harâbî ne harâbâtîyim/Kökü mazide olan âtîyim” şeklinde cevap vererek, kendi tarihimizi bilmenin ne kadar önemli olduğunu vurgular. O hâlde bir insanın vatanında Roma, Bizans ve Türk-ıslam medeniyetlerine beşiklik etmiş ve keşfedileli, bin bir tarihî dokunun tıyniyetine yerleştiği ıstanbul gibi nadide bir şehir varsa, onunla ilgili en ince ayrıntıya kadar bilgi sahibi olmak elbette boynunun borcudur. Çünkü, “Niyet ve nazar eşyanın mahiyetini değiştirir” hakikatinden hareketle, ıstanbul’un tarihî ve kültürel dokusunu bilmek, elbette onu gözümüzde farklı kılacaktır.

Sahi, “ıstanbul bizim için ne demek? ıstanbul’un fethedilmesi, 554 yıldır bir vatan toprağı olarak kalması ne anlam ifade eder? ıstanbul’un fethi sıradan bir fetih midir? Gerçek anlamda ıstanbul’un fethi ne demektir? Fethin odak noktasını oluşturan Fatih Sultan Mehmet, Akemseddin, Ulubatlı Hasan ve daha niceleri bize ne anlatır? ıstanbul’u ıstanbul yapacak, yahut ıstanbul’u ıstanbul olmaktan çıkaracak sebepler nedir?” gibi sorularla zihnimizi yorduk mu hiç? Bu tarz sorularla, bir sorumluluk bilinciyle attığımız her adımın hesabını yaptık mı? Dahası, tarihin bize yüklediği sorumluluklarımızı tam olarak yerine getirdiğimize inanıyor muyuz? Sahi ıstanbul’un fetih topları uğuldarken kulaklarımızın dibinde, biz kimiz?

ıstanbul neden ve nasıl fethedildi?

ıstanbul’un Müslümanlarca neden fethedilmek istendiği ile ilgili birazcık araştırma yapanlar, hemen o muhteşem itici gücü görürler. “Kostantiniyye(ıstanbul) elbet fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan; onu fetheden askerler, ne güzel askerlerdir…” hadis-i şerifini söyleyen Hz. Muhammed(sav)’in müjdesine nâil olabilmekti bu itici güç. Yoksa yetmiş yaşının üstünde olmasına rağmen, söz konusu ıstanbul olunca, hiç tereddütsüz Emevîler zamanında sefere katılan Eyüp Sultan’ın ne işi vardı ıstanbul surlarının önünde? Ölmeden önce, “Eğer burada vefat edersem, beni mümkün olduğu kadar düşman beldesinin içine doğru götürüp surlara yakın bir yerde defnedin. Zira Rasulullah’ın ‘Konstantiniyye surlarının dibinde sâlih bir kimse defnedilecektir’ dediğini işittim. O sâlih kişi umarım ki ben olayım!” şeklinde ettiği vasiyet, ıstanbul’un sıradan bir yer olmadığını belirtmiyor mu? O dönem içinde putperestlikten çıkmış Roma imparatorluğunun devamı olan Bizans’ın, bir anlamda Hıristiyanlığın merkezi sayılan bir şehir olan ıstanbul fethedildiği takdirde, ıslam medeniyeti putperestlik ve aslından uzaklaşmış Hıristiyanlığa galebe çalmayacak, ılâ-yı kelimetullah gibi önemli misyonlarından birini ifa etmeyecek miydi? Onun içindir ki, ıstanbul Müslümanlar için mutlaka elde edilmesi gereken bir rüya hükmündeydi. Dahası, Akşemseddin ve timsallerinin “Ya mufettihu’l ebvab(Ey kapıları açan)” şeklindeki niyazlarının gölgesinde Ulubatlı Hasan’ın şehadet mertebesine ermeden önce, yanına gelen Fatih’e, “Hünkârım az evvel Resulullah orduyu teftiş ediyordu” demesi, bu rüyanın, kutsal bir mânâya büründüğünün apaçık göstergesiydi.

ıstanbul’un fethi bu temele oturtulduğunda, aslında bu fethin sıradan bir hadise olmadığı anlaşılır. Tarihî seyre bakıldığında, kederler içindeki ıstanbul, âdeta “düm-tek”ler eşliğinde adım adım yürüyen sâlim ve selim bir medeniyeti, ıslamiyet’i bekleyen bir gelin misali belirecektir. Nitekim bu fethin amacı, Osman Bey’in “ıslambol’u aç, gülzar yap” şeklindeki vasiyetinde ifadesini bulmuştur. Ve fetihten sonra ıstanbul gerçekten gül bahçesine döndürülmüştür. Çünkü, ıstanbul fethedilirken yağma, talan ve işgâl olmamıştır. Aksine, mesela fetihten sonra ıstanbul’a tepeden bakan Fatih, şehrin harabe hâli dolayısıyla teessür içinde kalır. Ve“Tez zamanda bu şehir mamur edile” diye buyurmasından, daha önceleri şehrin harabe hâlinde olduğunu anlıyoruz.

Gerçekten de o zamana kadar sur içinde sıkışıp kalan ve hâlâ Latinlerin yağma izlerini üzerinden atamayan ıstanbul, fetihten sonra asırlarca Türk-ıslam medeniyetinin ortaya koyduğu nadide incilerden birisi oluvermiştir. Bu bağlamda, Yahya Kemal, “Türklük o sabahtan bugüne kadar beş yüz sene ıstanbul’da yerleşmiş olmasaydı, bu hâtıra böyle anılır mıydı?” diye sorduktan sonra, “Demek ki insanlığın hayaline yerleşen tablo, yalnız fetih sabahı değil, o sabahtan sonra onun beş yüz sene büyüye büyüye sürmesidir. Onun ‘imtidad(devam etme)’ edişindeki kudrettir(Aziz ıstanbul, ıstanbul Fetih Cemiyeti, s.74)” hakikatini dile getirir.

Onun içindir ki, ıstanbul yabancı seyyahlar tarafından bir Roma yahut Bizans kalıntısı olarak görülmemiş, “Kubbeler ve minareler” kenti olarak idrak edilmiştir. Bayezid, Süleymaniye, Ayasofya, Sultan Ahmet, Sultan Selim, Yeni Camii, Fatih Camii gibi her biri çevresine bir hükümranlık hissi veren ve kabul ettiren bu âbideler, bu duygu ve düşünceyi vermeyip de ne verecekti? Bunu idrak edince, Ayasofya’nın hemen yanıbaşında Sultan Ahmet Camii’nin neden yapıldığını biraz olsun anlayabiliyor artık insan. “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar ne kadar haklı!

şunu unutmamalıyız ki; sadece ıstanbul’un fethini anlamak ve algılamak bile, hemen herkese “Biz kimiz” sorusunu cevaplayacak nice argüman verir. Bu algılama, bize yüzyıllarca hayali güdülen fethin ve bu fetihten sonra yüzyıllarca devam eden vatan yapma idealinin ne nedenli ulvî olduğunu anlatırken, bu ulvî âhengi en uygun bir şekilde “deformeden” ziyade “reforme” içinde daha ileriye götürme azmini, heyecanını ve bilincini aşılayacaktır. Nitekim Yahya Kemal, “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında hâlis ve tam âhenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür” derken, bu gerçekliği dile getirmiştir. Bugün eğer ıstanbul değerlerinden, kültüründen ve beş buçuk asırda yoğrulduğu ıslam medeniyeti anlayış ve yapılandırmasından gün geçtikçe uzaklaşıyorsa, bunun nedeni “ıslambol” iklimini oluşturan manzara ve mimarinin halk tarafından sorumsuzca yağmalanması, bozulması ve bir nevi dejenerasyona uğratılmasıdır.

ıstanbul’un fethini layıkıyla anlamak için…

Evet, ıstanbul’un fethini anarken, “Fatih” azmi ve “el muzaffer daima” gibi bir unvan sahibi olabilmeyi hatırlatmalı. “Fetih” ise duygu ve düşünce dünyamızda “ilâ-yı kelimetullah” misyonunu çağrıştırarak, sâlim ve selim olan ıslam medeniyetinin gülzar yapma iradesini idrak ettirmeli. ıstanbul ise, başlı başına dün-bugün ve yarın bağlamında “fatih ve fetih” kavramlarından ne kadar uzaklaştığımızı ve hâliyle onları tekrar hayata geçirmek için neler yapma(ma)mız gerektiği üzerinde kafa yormamızı sağlamalıdır. Zira aşırı hamaset veyahut vurdumduymazlıkla hareket etmek, ıstanbul’un fetih yıldönümünü bir ân-ı seyyale olmaktan öteye götürmeyeceği gibi, sıradanlaştıracaktır vesselam…


Habib FIDAN

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=609
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

4

14.06.2007, 15:13

Bu dökülen son kan mı olacak?


(Faili mâlum cinayetlerle ilgili…)

Hani Rabbin meleklere, “Muhakkak ben yeryüzünde, bir halife yaratacağım” dediği vakit onlar, “Oradaki düzeni bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahluk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen’i tenzih etmekteyiz” dediler. (Bakara, 30)

şüphesiz ki insan fesad çıkarıcı ve kan dökücü olarak melekleri haklı çıkardı. Ama Allah yukarıdaki diyalogun akabinde: “Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şeyi bilirim” diye mukabele etmişti ve evet onun bildiği, meleklerin bilmediği ve dahi bizim de bilmediğimiz bir çok şey vardı.


Yukarıda zikredilen hadiseyi birçok kutsal kaynak da aynen bu şekilde aktarmaktadır. ınsanın dünyaya geliş serüveninin arka planında böyle bir soru işareti mevcuttu aslında: ‘ınsan fesad çıkarıp kan mı dökecekti?’

Evet, muhakkak Allah da bunu biliyordu, insan yeryüzünde günah işleyecekti. Ama acaba ilk günahı kim işlemişti. Dünyada ilk kan dökeni biliyoruz. Ama asıl ilk günahı kim işlemişti onu düşünmek gerekiyor. Adem’in, (as) diğer değişle insanın kâinat sahnesine çıkışından sonraki ilk günahı ıblis işlemişti. ıblis’in günahı ise kibirdi. Bu aynı zamanda onun en sevdiği günah olacaktı gelecekte. O kendisinin ateşten yaratılıp, ademoğlunun topraktan yaratılmasını bahane ederek üstünlük taslamış, sonunda kibirlenip Adem’e saygısızlık etmişti. Bu günahı neticesinde de Allah’ın huzurundan kovulmuş ve meşhur ıblis iken; şeytan-ı Racim (kovulmuş şeytan) olmuştu. (A’raf, 11-18)

Bundan sonra kendisi cennetten kovulan şeytan ve avaneleri, ademoğlunun cennete giden yoluna oturmaya söz vermiş; Allah da ona kıyamete kadar mühlet vermişti. (Sâd, 71-85)

şeytan da o gün bugündür dediğini yapmak için elinden geleni ortaya koyuyor ve aldatıcı oyunlarıyla önce ademoğlunun cennetten dünyaya sürgününe sebep oluyor ve onu doğru yoldan ayırmak için çalışıyordu. ışte yine böyle bir oyunu neticesinde dünyaya sürgün edilen Adem’in neslinden Habil ile Kabil’i birbirine düşürmüş ve dünyada ilk kanın, hem de kardeş kanının dökülmesine sebep olmuştu. Evet, Kabil nefsine ve şeytana ayak uydurmuş ve kıskandığı kardeşi Habil’i öldürmüştü. Böylece yeryüzünde kıyamete kadar sürecek olan cinayetlerin de ilkini işlemişti.

ışte Nisan ayının ortalarında Malatya’da hunharca katledilen insanların dehşetli haberini ilk duyduğumda aklıma insanoğlunun tarihinde işlenen ilk günah ve ilk cinayet geldi. şüphesiz insanın yaratılışında şiddet ve kan dökmeye meyyal unsurlar da bulunuyordu ve bu yönleriyle belki fesada sebebiyet vereceği endişesini meleklere de hissettirmişti. Ya da bazı kutsal kaynaklarda söylendiği gibi insandan önce dünyada yaşayan başka unsurlar da kan dökmüş ve fesat çıkarmış, melekler bu sebeple korkuya kapılmışlardı. (Tâberi, 1.cilt, 9-10)

Hangisi olursa olsun insanın mayasında bulunan diğer her duygu gibi şiddet duygusunun da yanlış istimali sonucu kötü neticeler vereceği besbelliydi. Denilir ki Allah insanı yaratacağı zaman Azrail’i dünyadan toprak getirmesi için görevlendirmiş ve Azrail de yeryüzündeki her çeşit topraktan birer tutam toplayıp götürmüştür. ışte insanın özünde -tıpkı toprağın iyi ve kötüsünün olabileceği gibi- her türlü özelliğin bulunması bu sebeple açıklanıyordu. Toprağı işlettiğiniz ölçüde ondan meyveler, semereler elde ettiğiniz gibi, insanın özünde bulunan herhangi bir özelliği, herhangi bir şekilde işletirseniz alacağınız netice de öyle olacaktır. Tıpkı toprağa ne ekerseniz, onu biçeceğiniz gibi…

Malatya’da ölenler de, öldürenler de insandı. Kimin masum olduğunu ancak Allah bilebilir, ancak cinayeti işleyenlerin masum olmadıkları aşikârdı. Cinayetlerin Allah yolunda işlendiği bile iddia edildi. Ancak burada önemli olan şuydu ki: Acaba Allah işlenen bu cinayetlerden razı mıydı?

Hiçbir kutsal kitapta masumların öldürülmesinin emredilmediğini herkes bilir. Ancak buradan masum olmayanların hunharca öldürülebileceği manası da çıkmaz. Asıl önemli olan kimin masum olup, kimin olmadığına nasıl karar verileceğidir. Bu selahiyetin de şahısların elinde olmadığı da su götürmez bir gerçekliktir.

Böylesi bir ölçütü koyacak mekanizmalar eğer bir toplumda varsa (yargı, emniyet gibi..) bunun kararını vermek şüphesiz şahıslara düşmez. Allah da ‘haksız yere cana kıymayı’ büyük günahlar arasında sayarak ve bunu ‘bütün insanlığı öldürmekle’ eşdeğer tutarak bu konudaki hükmünü beyan etmiştir.

Herşey bir yana toplumda eğer işlenen her cinayetten sonra “oh olsun” diyecek birileri var ise asıl sorgulanması gereken de budur diye düşünüyorum. “Oh olsuncular” cinayetlerdeki her günah zerresine ortak olduklarının farkında mıdırlar acaba? Daha da trajik olanı bu cinayetin toplumda bir karşılığı olduğu gibi ürpertici bir gerçeğin yansıması değil midir bu?

Ya da bu cinayetlere sebebiyet verecek gerginlik ortamını her daim toplumda diri tutan ‘güçler’… Bunlar da ister ‘karanlık’, ister ‘derin’ olsunlar cinayette pay sahibidirler.

Cinayet ister ‘münferid’ olsun ister ‘provokatif’ olsun neticede cinayettir. şimdi herkesin düşünmesi gereken acaba bizim de cinayette bir payımız var mıydı, sorusudur. Çünkü bir şeye sebebiyet veren de tıpkı onu işlemiş gibidir.

ılk günahı işleyeni de ilk kan dökeni de biliyoruz. Bilmediğimiz tek şey ise bunun sonunun ne zaman geleceği. Onun da; masumlar ile zalimlerin birbirinden ayrılacağı kıyamet gününde olacağına inanıyoruz..

Umut YAVUZ

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=599
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

5

14.06.2007, 15:18

Vakt-i diriliş


Ölüm gözlerini süzerek baktı penceremden. Hiç gelmeyeceğini sanırken salına salına yaklaşıyordu yanıbaşıma buralara ait olmadığımı hatırlatarak…

Ölüm; hakiki gerçeklerden biri olarak insanın vicdanında yerini garanti altına almıştır. Ne bir ayrılık korkusu, ne torpil telaşı, ne de nazlanmanın getireceği bir menfaat… O, başı dik ve minnetsiz, beklentisiz vazifesini hakkıyla yerine getirmektedir. Ne var ki, onun ikliminin hep soğuk tarafını hissetmiş olan bizler, yumuşak buyruklarına yelken açmada sıkıntı yaşarız. Ve… Ölüm gözlerini süzerek, bakar penceremizden…

Hep uzaktan izlemeye çalıştığım yangın penceremde…

Meğer ne unutmam yok etmiş varlığını, ne de görmezden gelmem. Sonsuzu kaplayan hayallerim yarım… Ulaşılması mümkün olmayan hayallerim yarım. Tamamlamayı şiddetle dilediğim arzular yarım…

Ve ölüm gözlerini süzerek baktı penceremden…

Ve hayat ne güzel(!) Ölüm ne çok gerçek, garip ve de yakın, yanıbaşımda…Ve ayak parmaklarımın ucundan başlıyor içime işlemeye hafif, esintili, perdeleri kımıldanan odamda… Tüylerimin diken diken olmaya mecali bile yok.

Kurşunî bakışlı ölüm sarmalıyor bedenimi… Sanki topuklarımdan ayaklarımdan, bacaklarımdan süzülerek yukarıya doğru tırmanıyor da çekiliyor canım ‘canım hayattan’. Penceredeki dolunay, bulutlar, odamdaki herşey, her hareket duruyor, donuyor ve kararıyor yavaş yavaş hiç kararmayacağını sandığım dünyam…

Ölüm bu kadar soğukken, nasıl oluyor da güzel görünüyor nazarlara…


Yokluk; tahammülü namümkün içi dolu kelime…


Ve yokluğun yokluğunu var eden…


Dört omuzlu, sekiz ayaklı kutuya anlam veren… Ve bize ölümün öldürülmediğini ama sonrasında varlık hibe edildiğini hatırlatan…


Hakikat!...


Ve ölümün ardından açılan perde… Bizi bekleyen gelecek…


Vakt-i diriliş…


Bahar misali...


Ve o çiçeği yarattı…


ınsan zihninde bu yokluktan varlığa atılan bir adımdı.


Haşrin yüksek hakikatinin numuneleri..


Toprağın tohuma gebe kaldığı dem


Yok olmanın dayanılmaz ağırlığından kurtarıyor. ınsan yok olmak istemez, ama çiçeklerin öldüğü, ağaçların iskelete dönüştüğü, kabrin yüzünü hatırlatan kış mevsimi varlığın nihayet kısmını anlatır. Ve insan bu ağırlığı yüreğinin doruklarında hissedip hakikatten hissedar olurken ardından diriliş muştusu sunulur.

Zira zaman bizim gidişimize aykırı istikamette bir ata binmiş. Dört nala… Her an bir çatırdayış, bir dağılış, bir yıkılış ve bir tarumar hayat apartmanımızda… Ve bu endişeyle insan kalbini dağlar.

Ve bahar vakti diriliş


Vakti muhabbet, vakti neşe…


Anlamlar, isimlerin ardına saklanmış küçük gölgelerdir… Madalyonun görünmeyen yüzüdür klişelerin ardında… Anlamında saklı olan, yeşilin ve tazeliğin bir ismidir bahar. Çocuğun ilk ağlaması ya da gülümsemesi gibi… Güneşin doruklarınsa saltanatının son demini süren karlı dağların ardında göstermeye başlar yüzünü. Kaf Nun fabrikasının mahsülatı kalkar şaha ve bir uyanış belirir tabiatta. Kuş seslerinden kalp sesine kadar bir diriliş gözlenir. Kendisinde “hayat” olan canlı dünyaya tekrar “merhaba” der.

Âyetteki “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusuna tekrar âyette cevap veriliyor: “Onları önce kim diriltmiş ise yine o diriltecek” ibaresiyle haşrin numunelerini sergiliyor kâinat sofrasına… “O diriltecek”leri gösteriyor aklı gözüne inmeyen kalplere…

Bahar; vakt-i diriliş

“Suların ilk ağlayışı andırır bir ezgiyle akması, rüzgârın doğum sancılarından sonra annenin duyduğu mutluluk kıvamında esmesi, Mart’ın o soğuk yüzünün silinip, birden alabildiğine çiçekli bir çehreyle Nisan’a dönüşmesi, bu aylar güzelini diğer hemcinslerinden üstün olmasa bile farklı kılmaktadır.
Bahar tabiatın gülücükler dağıttığı bir aydır; sanırsınız ki Hızır, o mübarek parmaklarıyla Bahar’a tebessüm aşısı yaparak, bolluk ve cömertlik mayası katarak aramızda dolaşmaktadır. Sanki mürekkebinde dünyanın bütün renklerinin gizli olduğu bir “kudret yazısı”dır. Peki insan bu kudret kaleminin nüktelerinden, inceliklerinden ne kadar haberdardır? Halbuki bolluk, bereket, cömertlik anlamına gelen Nisan sözcüğünün niye “Nisan” ayına verildiğini anlamak için, tabiatın bu ayda nasıl bir aşk hali ile kendisini gösterdiğini idrak etmek lazımdır.

Ve öfke ölür dirilir muhabbet… Kalplere anlamını bilmedikleri bir neşe sarınır müebbet… Sonsuz bir şefkat kucaklar varlığımızı hissederiz. Ve anlarız ki bahar, vakt-i diriliş yüreğimizden başlar renklendirme görevine…


Hilal ÇORBACIOğLU

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=610
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

6

14.06.2007, 15:20

Yitik hazine


Hızır’a huzura yolculuğa hazır mıyız? Öncelikle “Ya Rabbi yeryüzünde benden daha bilgili var mı” diyebilen Musa’yı (a.s.) anlamak ve onun gibi hikmetin peşi sıra düşebilmektir yollara… Ne kadar uzun, ne kadar kısa bir yolculuktur bilinmez; bilinen bilenin ardından tevazu ile yürümektir…

ışaretlere dikkat, uyumamak, uyuklamamak, unutmamak… Tuzlu balık yiyenin harareti gibi yanabilmek hikmet suyu için; eşyayı iyi şerh etmek. şeytanî unutturmaları hatırlatacak vefalı bir dost bulabilmek ve tekrar gerisingeriye dönebilmek… Asla vazgeçmemek.

ıki denizin birleştiği yer, berzahlar buluşması; aklın ve kalbin kesişmesi, mülkün ve melekûtun kavuşması, gayb ile şehadetin birleşmesi, zahir ile batının birlikteliği…

Sual sormamak, yorum yapmamak, yargılamamak, izlemek ve sezmeye çalışmak ılahi hikmeti; Hızır arkasından atılan adımlar…

Sabredebilmek sıra dışılığı, aklının sığıştıramadıklarını kalbinin derinliklerine sükûnla dökebilmek… Acele etmemek iyi veya kötü diyebilmek için… Bilmediğini bilmenin eminliği ile seyretmek hadiselerin seyrini, pencerelerden bakıp, karışmamak ve karıştırmamak… Mademki her şeyin Mevlası bir, öyleyse her şeyde ayrı bir güzellik var demek ve sadırdan verdiği sözü unutmamak… şerir şeytanın unutturmasını uymamak; atılan adımların devamı.

Hayat geminizi mülk sularda mı yüzdürüyorsunuz, melekût denizlerde mi? Teslim olmuş ve tevekkülle yükünüzü bırakmışsanız gemiye tahtaların sökülmesine niye itiraz ediyorsunuz? Anlam derinliğini anlamak için akıl tahtalarının yerinde olması yetmez, yeter olan sefinenin sekine ile yüzmesinin sabur sularda olacağına kalbin itminanıdır.

Hızır yanınızdadır fakat siz itirazlarınızla ondan uzaklaşıyorsunuzdur, bilmiyorsunuz ki uzaklarda geminizi gasbetmek isteyen zalim şeytan askerleri pusu kurmuşlardır… Kusur ve keder kalsın kalbinizde, işleriniz hep rast gitmesin, mahzun ve kırık olun biraz, kem nazarlar üzerinizde olmasın, ne galip edalarla gerinin ne de mağlup ümitsizliğine düşün… Mülki kazanımlara aldanmayın, melekûtu kazanımlara bakın; göreceksiniz ki geminizi gasptan kurtardığınız gibi istikametle yürütecek, sahil selamete ulaştıracaksınız.

Sözünüz hatırlatılır, bir mühlet daha verilir yolculuğun bitmemesi için. Çirkin gibi görünenin ardında gizlenen güzelliği görmeyen göz, gözden geçirilmesi gerekli bir gözdür. Bakışlar sadece görünenle değil, derinlik ve enginlikle de buluşmalı. Basit ve bayağı bakış zulüm zannıyla itiraza götürür, itiraz edene Rahmet nazar kesilir, ne Hızır kalır ne de huzur.

Âlem bizim heva hendesemiz üzerine dönmüyor, hikmet ve rahmet tezgâhında dokunuyor. Hüda’nın hidayeti hevasını öldürenlerde… Hevasını seven kendine zulmedendir.

Son fırsat değerlendirilmezse yolculuk bitecektir. Sadrında saklı unuttuğun söz hatırlatılır, unutturanı hiç unutma dersi verilir.

Yardımlarına ve yaptıklarına karşılık bekler, sayılmak sevilmek istersin… Yoksa da ne haliniz varsa görün görgüsüzlüğüne düşersin… Dünyevilerin dillerinde olmak hoşluluğunu ararsın, oysaki onlar seni çiğneyip işi bitince tükürürler…

Samimilerin duaları sığınılacak bir liman… Görünürü, gürültüsü yoktur; yıkık duvarın altındadır yitik hazine… Dünyevilerin yağmasından kurtarmak için kırık ve mahzun bir kalbin derinliğinde saklanmıştır… Zamanı gelince kullanılacaktır.

Zaman ayrılık zamanı… ıki denizin kavuşamaması, zahir ve batın dengelerinin kurulamaması, mülk ve melekût mizansızlığı; Gemi gasbedildi, çocuk büyüdü fesat ve sefahat yayıldı, hazine yağmalandı…

Hızır huzur uzaklarda değil, içimizin içinde… En zor ve en uzun yol iç yolculuk… Kaptanınıza güveniyor, pusulanıza inanıyorsanız güvertede sakince oturun ve itiraz etmeyin…

Hızır’la görüşmeyi dışta zenginlik olarak algılayan varsa, hazine yıkık ve harabe kalbinizin altında, buluğa erdiğinizde o hazine size verilecek; itiraz etmeden ve vazgeçmeden yola devam…


Hüseyin EREN

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=600
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

7

14.06.2007, 15:27

Ahirzamandaki musîbetzede genç


Her zamanın bir hükmü var. şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u ılâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri-fakat musibet dine dokunmamak şartıyla-bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i ılâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.
Bediüzzaman Said Nursî, Lem'alar


*

En hayırlı genç odur ki...

"Gençlerinizin hayırlısı ihtiyarlarınıza benzemeye çalışanlar; ihtiyarlarınızın kötüsü de gençlerinize benzemeye çalışanlardır" hadis midir? Bundan murad nedir?
Elcevap: Hadis olarak işitmişim. Murad da şudur ki: En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur.
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat


*

Üstad, yanına gelen gençlerle ne konuşurdu?

Üstad, yanına gelen gençlere de dâimâ Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden, belki binlerce gençler intibâha gelmişlerdir.
Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat


*

Gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler

Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 135

*

Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesât cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risâle-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:
Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i ıslâmiye ile, o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise, eğer imân olmazsa veyahut isyan ile o imân tesir etmezse, hayat zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyâde elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. ınsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.
(...)



ışte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.
(...)
Elhâsıl: Gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, israfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahânelerden ve hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahânelerin ekseriyetle lisân-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfât ve sû-i istimâlden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishânelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-i meşrû dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe'l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem, nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz; elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile, "Eyvah, gençliğimizi bâd-i hevâ, belki zararlı zâyi ettik! Sakın bizim gibi yapmayınız" diyecekler. Çünkü, beş on senelik gençliğin gayr-i meşrû zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, "Er-râzî bizzarari lâ yunzeru leh" sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü, "Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir."
Cenâb-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın câzibedar fitnesinden kurtarsın ve muhâfaza eylesin. Âmin.
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler.


Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=607
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

8

14.06.2007, 15:35

Siyah, beyaz ve gri Mayıs


Mayıs ayı, takvim yapraklarında yılın 5. ayı olarak gözükmesine rağmen esasında Mayıs denilince ilkbaharın kemale erdiği, yaz aylarının sıcaklığının hafif hafif hissedilmeye başlandığı bir ay akla gelir. Ama Mayıs'ın hatırlattığı başka özellikler, hüzünler ve sevinçler de vardır. Mayıs ayı bizlere tarihin derinliklerinden uzatılan bir daldır adeta. Bu dalın hem dikeni vardır, hem de gülü. Bir taraftan 1 Mayıs 1977'de Taksim'de 34 kişinin ölümü insanı hüzne boğarken, diğer taraftan 5 Mayıs'ta Ankara Kızılay’da yapılan darbe provası göze çarpar. 6 Mayıs Hıdrellez günü insana sevinç ve neşe verir. 14 Mayıs siyasî tarihimizin seyri açısından millet hâkimiyetinin tescil günü olurken, 19 Mayıs Osmanlı'nın tarihe veda edip Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu için atılan ilk adım olduğu gerçeği karşımıza çıkar. Resmî tarih derslerinde okutulan 19 Mayıs'ın gerçeklere uzak olduğuyla da aynı ölçüde karşılaşırız. 27 Mayıs millet iradesine indirilen hain, kanlı ve ağır bir darbeyi hatırlatırken, 29 Mayıs ise yeni umutları yeşertir, Arif Nihat Asya'nın, "Ne diye hâlâ oyunda, oynaştasın/ Fatih'in ıstanbul'u fethettiği yaştasın" mısralarıyla gençliğe ileri hedefler gösterir. Sultan Fatih'in ordusunun başında ıstanbul için sefere çıktığında 21 yaşında olduğunu düşünürsek, günümüz gençliğinin tarihten alacağı çok ders olduğu gerçeği ile yüz yüze geliriz. şimdi 1 Mayıs'tan başlayarak bu ay içindeki önemli günlere bir göz atalım.


ışçi Bayramında "Kanlı 1 Mayıs"

1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlediler. Bu yürüyüş daha sonraları kutlama haline dönüştü. 1889`da toplanan Uluslararası ışçi Kongresi'nde (ıkinci Enternasyonal) 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Uluslararası ışçi Günü" olarak kutlanmasına karar verildi. Osmanlı'da ise ilk ışçi Bayramı 1911 yılında Selanik'te kutlandı. 1912 yılında ıstanbul’da ilk defa 1 Mayıs kutlaması gerçekleşti. 1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak "Amele Bayramı" ilan edildi. Cumhuriyetle birlikte 1924`ten sonra ışçi bayramını kutlamak yasaklandı.

1935 yılında 1 Mayıs'a "Bahar ve Çiçek Bayramı" adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi. ışçi hareketlerinin yoğunlaştığı 1976’da uzun yıllar sonra ilk defa geniş katılımlı 1 Mayıs kutlaması Taksim'de gerçekleşti. 1977 yılında ıstanbul Taksim Meydanı'ndaki 1 Mayıs toplantısında arbede çıktı. Kimliği meçhul silahlı güçler, göstericilerin üzerine ateş açtı. Göstericilerden 34'ü yaralanarak ve üstlerine ateş açılması sonucu çıkan izdihamda ezilerek öldü. 1977 tarihli 1 Mayıs, tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçti. Daha sonra 1 Mayıs kutlamaları yasaklandı. Bu tarihten bu yana sendikalar 1 Mayıs'ı tekrar bayram olarak kutlamak için mücadele ediyor.


555K'dan şifreli darbe provası

555K, 1960 yılının meşhur parolasıydı. "5. ayın 5’inde, saat 5’te Kızılay'da" demek olan 555K, 5 Mayıs 1960 günü Ankara'da Kızılay Meydanı'nda Adnan Menderes iktidarına karşı düzenlenen büyük bir gösterinin kod adıdır.

27 Mayıs sürecinde hükümete karşı yapılan en etkili gösterinin sembolüydü. Bu parola ile darbeciler hükümete karşı gençliği büyük bir gösteri için organize etmişti. Her parola gibi onun da başarısı son ana kadar saklı kalmasına bağlıydı. 555K şifresi 27 Mayıs'ın hazırlayıcılarından biri olarak kaydedildi. Bu şifreyle anlatılmak istenen: beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay'da yapılacak gösteriydi. Demokratların isteği üzerine "göstericilere karşı polisin şiddet kullanması"nı ordu iktidara müdahale gerekçeleri arasına aldı.

Bu gün ile ilgili anlatılanlara göre eylemin yapıldığı vakitte Kızılay Meydanından geçmekte olan Adnan Menderes arabasından inerek kalabalığa "Öldürün beni!" diye bağırmış ve göstericilerin arasına karışmış. Anlatılanlara göre göstericilerden birisi Menderes'in "ne istiyorsunuz?" sözüne karşı, "Hürriyet istiyoruz" demiş, Menderes ise, "Başbakanın yakasına yapışmışsın, bundan daha büyük özgürlük mü olur?" diye cevap vermiştir. Ortalığın karışması üzerine korumaları ve polisler tarafından Menderes apar topar olay yerinde bulunan bir gazetecinin arabasına bindirilerek kaçırılmıştır. Menderes'in yakasına yapışan gencin Deniz Baykal olduğu söylense de, kendisi bunu kabul etmemektedir. 27 Mayıs darbesinin ayak seslerinden biri kabul edilen bu olay dönemin iktidarına göre büyük bir taşkınlık örneğidir. Bu gösteride meşhur Plevne Marşı değiştirilerek şöyle söylenmiştir:


“Olur mu böyle olur mu?

Kardeş kardeşi vurur mu?

Kahrolası diktatörler

Bu dünya size kalır mı?”


Bazı kesimler bu olayı Türkiye'nin ilk sivil (!) itaatsizlik örneği olarak lanse etmişlerdir. Fakat 555K askerî bir kodlama olup, sivil itaatsizlikle bağdaşır bir tarafı yoktur. DP iktidarının sonunu getiren olaylardan birisi olarak tarihe geçmiştir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar göstericilerin üzerine ateş açılmasını istemiş, ancak Menderes, olayların daha fazla büyümemesi için ateş açılması emrine uyulmamasını sağlamıştır.


Halkın bahar bayramı: Hıdrellez

Kur’ân-ı Kerimde ılyas peygamberin ismi zikredilmektedir. Kur'ân'da geçen ayetlerden Hz. ılyas'ın salih bir peygamber olduğunu anlıyoruz. Fakat onun hayatının nasıl geçtiği hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Hakkında bildiklerimiz rivayetlerden ibarettir. Bu rivayetlerden bir tanesine göre Hz. ılyas Mayıs ayının 6'sında Hz. Hızır ile bir su başında buluşmuş ve oturup sohbet etmiştir. Onların bu buluşmasını yaşatmak isteyen insanlar daha sonra bu şekilde 6 Mayıs'ta su başlarında buluşup kendilerince eğlenmişlerdir. Kur’ân-ı Kerimde Keyf Süresi'nde de Hz. Musa (as) ile ona yoldaşlık eden, yön veren bir kutlu kişiden söz edilir. Bu kişinin Hızır olduğu kabul edilir.

Bu iki mübarek insan ismi daha sonra halk arasında "hıdır-ellez" şeklini almış ve böylece devam edegelmiştir. Anadolu’da da halk geleneklerinde yaşandığına inanılan çok sayıda Hızır efsanesi anlatılır. Hızır'ın insanların arasına karışarak mucizevî yardımlarda bulunduğuna inanılır. Bu inancın uzantı olarak dilimize bazı deyimler yerleşmiştir.

"Kul sıkışmayınca, Hızır yetişmez", "Hızır gibi yetişti", "Hızır Eli değmiş gibi", "Hızır yardımcın olsun" gibi deyimler hâlâ kullanılmaktadır. Anadolu’da halk inançlarına baktığınızda karşımıza "Hızır" diye bir ulu kişi çıkar. Bu kişi, darda, zorda kalanın, yardım bekleyenin imdadına yetişir. Hızır halk arasında aksakallı, elinde bastonu, sevimli ıhtiyar kılığında tasvir edilir. Anadolu’da Hızır’ın hep halk arasında dolaştığı, gezdiği yerlerde bolluk bereket olduğuna inanılır. Bu ulu kişiyi halk bazen bir Peygamber bazen ermiş bir evliya olarak görülmüştür. Hikâyelerde Hızır Aleyhisselam, Hızır Nebi gibi isimler almıştır.


Millet iradesinin iktidara geldiği Beyaz ıhtilal

Cumhuriyet Halk Fırkası ve ısmet Paşa'lı yıllar devam ederken 1946 yılında Demokrat Parti ile çok partili döneme geçilir. 23 yıllık iktidar partisinden sonra başka bir parti ülke için çok yeni bir durumdu. 1946 yılında yapılan seçimlerde ilk kez CHP'den başka bir parti 62 sandalye ile mecliste yerini alıyordu. 46 ruhunu simgeleyen sözcükler ise : "Yeter... Söz milletindir" oldu. Demokrat Parti halkın deyimi ile Demirkırat... Demokrat Parti (DP) 14 Mayıs 1950'de gövde gösterisiyle girdiği seçimleri ezici çoğunlukla kazandı. Bu seçimlerde DP oyların yüzde 53.3'ünü, CHP ise yüzde 39.9'unu aldı. Bu dönemdeki Seçim Kanun'da yer alan çoğunluk sistemi yüzünden DP 408, CHP ise 69 milletvekili çıkardı! Millet Partisi yüzde 3.1 oyla bir sandalye kazanabildi. Meclis'e 9’da bağımsız milletvekili girdi. 27 yıldır işbaşında olan CHP'den iktidarın alınmasını DP'liler "Beyaz ihtilal" olarak nitelediler. Demirkırat 1950 seçimlerinde "Beyaz ihtilal" ile seçimi kazanmış ve CHP artık muhalefet partisi olmuştu. Celal Bayar cumhurbaşkanı olurken Adnan Menderes başbakan oldu. 14 Mayıs 1950 Türkiye'de iktidarın ilk defa seçimle el değiştirdiği tarihtir.


Resmî tarih gerçekleri çarpıtıyor

19 Mayıs 1919 tarihi, Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihindeki dönüm noktalarından biridir. Mustafa Kemal Paşa'nın beraberindeki heyetle birlikte Samsun'a geldiği tarih olan 19 Mayıs aynı zamanda "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak kutlanmaktadır. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı sonrasında kötüleşen şartlar içinde kurtuluş çareleri ararken Osmanlı'nın son padişahı Sultan Vahdettin de bir çıkış yolu arıyordu. Bu çıkış yolu kendisinin ve ailesinin (hanedanın) sonunu getirecek bir yol da olsa mutlaka bulunmalıydı. Samsun işgal kuvvetleri için önemli noktalardan biriydi. Stratejik bakımdan büyük öneme sahipti ve Karadeniz'den Orta Anadolu'ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapıydı. ıngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun'a askerî birlik çıkarmışlardı. Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması dikkatleri bu bölgeye çekti ve ıngiliz Yüksek Komiserliği'nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikâyetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar verildi. Sultan Vahdettin daha önce kendisinin yaverliğini yapan Mustafa Kemal Paşa'yı çevresiyle yaptığı istişarelerin neticesinde bu iş için görevlendirdi. Mustafa Kemal Paşa Başkanlığındaki heyette şu isimlerde yer alıyordu:"Albay Refet Bele, Kurmay Başkanı Albay Kazım Dirik, Kurmay Başkan Yardımcısı Yarbay Ayıcı Arif, Kurmay Binbaşı Hüsrev Gerede, Sağlık Başkanı ve yardımcısı Albay ıbrahim Tali Öngören, Dr. Refik Saydam, Binbaşı Kemal Doğan, Emir Subayı Teğmen Hayati Başyaver, Cevat Abbas Gürer, Yüzbaşı Mümtaz, Kaptan ısmail Hakkı, Emir Subayları Yüzbaşı Ali şevket, Teğmen Muzaffer, Karargâh Komutanı Yüzbaşı Mustafa, ıaşe Subayı Yüzbaşı Abdullah, şifreci kâtipler Faik ve Memduh ve şifre Yardımcısı Üsteğmen Hikmet Gerçekçi." Devlet adına bölgede sükûneti sağlamak üzere görevlendirilen bu heyetin asıl görevi vatanı işgal ve istiladan kurtarmaktı. Mustafa Kemal Paşa'ya bölgedeki askeri birlikleri denetleme görevi verilmişti. Heyet 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra "Bandırma" adındaki vapurla Galata rıhtımından resmi görevle ayrıldı. Heyetin bu yolculuğu Türk Milleti için bir dönüm noktası oldu ve kurtuluşun başlangıcı oldu. Ders kitaplarında anlatıldığı gibi Mustafa Kemal Paşa kendi inisiyatifiyle vatanı kurtarmak için Samsun'a hareket etmemiş, devlet adına görevli olarak, kendisine tahsis edilen vapurla ve devletin imkânlarıyla, beraberindeki heyetle Samsun'a çıkmıştır. (Dr. Fethi Tevetoğlu, Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar, Yakın Tarih Ansiklopedisi, s.15-21)


Millet iktidarının silah zoruyla devrildiği tarih: 27 Mayıs

Demokrat Parti, (DP) iktidara gelince devletin toplum üzerindeki baskısı yavaş yavaş azalmaya başladı. Partinin hürriyetçi politikaları geniş toplum kesimlerinin özellikle de dini hayatında hissedilir ölçüde bir rahatlama getirdi. Ezan aslına uygun okunmaya başlandı. Bir taraftan bu ülkenin kalkınması için seferberlik başlatıldı. Yollar, köprüler, barajlar, elektrik, su, okullar... milletin ayağına götürüldü. Türkiye'nin her tarafı şantiye haline döndü. Diğer yandan DP, toplumun sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak icraatları ile de milletin gönlünde taht kurmuştu. Said Nursi, DP'yi bu hürriyetçi tutumundun dolayı destekledi. Hatta CHP'nin iktidara gelmemesi için "Demokrat Partiyi, Kur'an, vatan ve ıslamiyet namına muhafazaya çalışıyorum" diyordu. Ayrıca DP'nin yanlış icraatlarını da yapıcı ikazlarla eleştiriyor, demokratik bir partinin taşıması gereken özelliklere dikkat çekiyordu. Türkiye bu dönemde hür dünyanın önde gelen ülkesi Amerika'ya yaklaştı. Kore Savaşı'na katıldı. NATO'ya üye oldu. Bağdat Paktı gibi önemli bir girişime öncülük etti. Kıbrıs'ta Garantör Devlet hakkını elde ettik. Avrupa Topluluğu'na üyelik için ilk başvuru yapıldı. Amerikan yardımlarıyla özellikle tarımsal üretimde büyük verimlilik gerçekleştirildi. 10 yıllık iktidar boyunca CHP ve DP arasında soğuk rüzgârlar esti. DP; 1957'den sonraki döneminde, iç bünyedeki çatışmaların önünü alamamış, bu çatışma ortamı 1960 darbesine kadar devam etmiştir. Nur Talebeleri, Bediüzzaman'ın vefatından sonra aynı ilkelere sahip çıkarak, DP'nin devamı niteliğindeki AP ve DYP'yi desteklemişlerdir. 1950'li yıllarda Said Nursi'nin DP için yaptığı ikazların birçoğu, günümüzün partileri için de hâlâ geçerliliğini sürdürmektedir. Bugün 27 Mayıs. Yani kanlı ihtilalin yıldönümü. 27 Mayıs darbesi ile özdeşleşen Menderes'in idam sehpasında sallanan görüntüsü 27 Mayıslarda demokratların gözüne bir kıymık gibi batar. 27 Mayıslarda bu acı tekrar tazelenir. On yıl süre ile bu ülkeye gecesini gündüzüne katıp, hizmet eden bir Başbakan'ın sonunun böyle kanlı bir darbe ile neticelenmesi demokrasi hafızamızın en hazin ve elem verici yönüdür. 27 Mayıs demokrasi tarihimizde silinmesi imkânsız kara bir leke olarak yer alan vahim bir tablodur.



Kâinatın Efendisi'nin müjdelediği kutlu bir fetih

Yıldönümünü bu ay içinde kutladığımız ıstanbul'un fethi pek çok tarihçinin ortak görüşüyle, dünya tarihindeki en büyük hadiselerden birisidir. Fetih hem ıslam dünyası için, hem de Osmanlı için yeni bir başlangıçtır. Bin yıllık Doğu Roma (Bizans) tarihten silinirken, Osmanlı Devleti de bu fetihle birlikte ımparatorluk sahnesine çıkmıştır. Bu fetih medeniyet ve insanlık tarihleri bakımından da müstesna devirlerin bir başlangıcı mahiyetindedir. 29 Mayıs 1453'te Sultan Fatih'in kutlu ordusu tarafından gerçekleştirilen bu büyük fetih, dünya tarihinin akışını değiştirmiştir. Milletimiz açısından çağ açıp-çağ kapama gibi büyük bir şereften de öte Peygamber Efendimiz'in (a.s.m) övgüsüne mazhar olan yüce ve kutlu bir fetihtir ıstanbul'un fethi. Peygamberimiz, mealen, "ıstanbul bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir, onu fetheden komutan ne güzel komutandır" övgüsüne mazhar olmuş bir neslin torunları olarak ne kadar şükretsek azdır. Bu Allah'ın bizlere bahşettiği büyük bir lütuftur. Nimetler şükürle ziyadeleştiği gibi, şükürsüzlükle de ortadan kalkar. Bu bakımdan gençliğimize tarih bilinci ile birlikte şükür bilincini de kazandırmalıyız.


Mustafa GÖKMEN

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=602
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

9

30.06.2007, 10:15

genc yaklaşım dergisi gencliğe çok güzel bir şekilde hitap eden orjinal bir dergi fikrimce!
murat çetinin yazılarını olsun umut yavuzun yazılarını olsun veli sırım gibi daha pek çok yazarın yazılarını begenerek okumaktayım...
Rabbime hamd olsun risale-i nurların içindeyim....


10

15.07.2007, 02:43

Esselamünaleyküm.

Gençyaklaşımın haziran sayısı buraya eklenmemiş, ben de geçen aya yazayım dedim.
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=623
Bu yazının yazarı mail adresini belirtmemiş. anlaşılan o ki email almak istemiyor. Ama ben yazıda hoşuma gitmeyen bir durumu belirtmek için mail atmak istedim. Bu ümitle de foruma geldim. Daha önceden de üyeliğim varmış iyi ki.
Velhasıl yazara nasıl ulaşabilirim ? Bu başlıkta isim zikretmesi pek hoş olmamış. Okurken af buyrun ölü eti yemiş gibi oldum. :(

Bunu belirtmek istedim inş. hata etmedim. Hatam varsa affola. Bu biçareyi Allah(cc) bağışlaya.

[quote]ındirgenmiş hayatlar

Mustafa ÖZCAN [/quote]

11

15.07.2007, 16:36

Ve aleyküm selam,

kardesim yaziyi okumustum, yazarin isim zikretmis olmasi fazla hos olarak karsilanmasada, düsününce konu ile alakali olan bir kac kisinin adini belirtmis, hem bunda tam olarak negativ birsey göremiyorum, ki farkettiyseniz yazida o sanatcilarin umuma acik yapilmis, herkes tarafindan bilinen sözlerini yazip kendi yorumunu eklemis.. benim görüsüm bu dogrultuda, forumun diger sakinleri neler düsünüyoru bilemiyorum..
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

12

15.07.2007, 17:57

@ bicare_smh

Mustafa Özcan Yeni Asya köşe yazarlarımızdan.

Mail adresi: mustafaozcan@yeniasya.com.tr

Köşe yazıları: http://www.yeniasya.com.tr/2007/07/15/yazarlar/mozcan.htm
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

13

21.07.2007, 00:52

Allah(cc) razı olsun: @bdullah

nurciv Yanlış düşünüyor olabilirim, elbette ki çok değerli bir yazar benden daha iyi bilecek! Ama ben hiç isim zikredilmemesinden yanayım. Gazetede olsa belki olabilirdi derdim, yine de o insanların ismine gerek yok!

Negatif bir şey olup olmaması önemli değil. Herkes tarafından bilinmesi, doğru ya da yanlış olması hiçç önemli değil. (eğer) gıybetse, gıybettir. Doğru sözle yanlış sözle yapılmış farketmez. :)

Neyse, daha fazla ilgilenmeyelim. Nokta. ;) Allah razı olsun. vesselam.

14

30.07.2007, 02:01

niye ben bu kadar zor olduğunu düşünmüyorum
öteki taraf daha zor
düşünsenize bir gün illaki gelecek ve gençlik bitecek orada 10 yıl önce dinlediğiniz göz yaşını akıtıp allaha yalvardığınız kuran kasediniz size şahitlik edecek
ve diyeceksinzi şükürler olsun ben şunu yapmadım
şundan korundum.....
bunlar mümkün
ahmet yesevi derki ben sünnetten hiç taviz vermedim hayatımda
vallahi mümkün
inanıyorum
haydi şimdi bu neti kapatmakla başlayalım nedirki gençlik 15 yıl bakın 1 yıl geçmiş bile
böyle küçümseyerek tepeden bakın her şey hafifliyor
ve inşallah böylece pişman olanlardan olmayacaz
kıbleye durduğumuzda yanan bir yüreğimizolacak nura dönüşecek

15

30.07.2007, 02:05

gençlikte öyle bir aşk öyle bir heycan öyle bir yönelim var ki o gelecek yıllara vallahi diyorum kök oluyor
değer mi şeytanla oyalanıp
allah ile aramızı bozmaya
tüm dünyevi lezzetler cehennemler geçtikten sonra göğe bakıp
nasıl allah denir
oysa
hep Onunla olup
Ona sığınıp
üstadın yüzüne bir bakın taa diplerden sıkmıyor yüreğinizi
kurban olurum
nasıl yüreğim kucaklaşıyor onlarla
onlarla buluşmak illaki var
yapmayın
gençlik muhteşem
köktür kök ....
fırsat alanı
gençliğinde kendini kayıp eden
sonra zor buluyor
hatta bulamıyor!!!!....
30larda ipler elden çıkıyor
artık fiili dua işliyor
ona göre!!!!....

16

30.07.2007, 02:07

Alıntı sahibi ""bilgehan""

AHıR ZAMANDA GENÇ OLMAK ÇOK ZORDUR BUNU KURANIN HADıMLERı DAHA ıYı BıLıR.ÇÜNKÜ ARTIK BıR KERE KARşI CıNSE BAKMA OLAYI KALMIş. HANGı TARAFA BAKSAN GÜNAH FIşKIRIYOR.

bakmaman mümkün bakma
bir sıkarsın 2 -3-4-5
sonrasında görsen onları
domuzluklarını sadece görürsün
domuzlukları üzerine sinen pislikler ve iç yüzleri açılır
günah gözle başlıyor
ve cennette...

Mesajlar: 46

Meslek: ÜNV. ÖğRENCıSı

Hobiler: SıNEMA,SPOR,EDEBıYAT

  • Özel mesaj gönder

17

30.07.2007, 02:13

diğer tarafı kazna bilmek için çaba lazım bu çabada burda verildiği için zor burda ne ekersen onu biçersin

18

30.07.2007, 02:14

mümkün mümkün mümkün
hemde muhteşem cennetler ihsan ediliyor

Mesajlar: 46

Meslek: ÜNV. ÖğRENCıSı

Hobiler: SıNEMA,SPOR,EDEBıYAT

  • Özel mesaj gönder

19

31.07.2007, 00:20

Alıntı sahibi ""zelal""

mümkün mümkün mümkün
hemde muhteşem cennetler ihsan ediliyor


zelal benim söylemek istediğim insi şeytanların çoğaldığıydı. bakma konusy sadece çok basit bir örnekti.

forumda anlamadığım bişey de mesajım müsbet olduğu halde neden silinmiş modüretör arkadaş bir bilgi mesaj yollasa çok sevincem.çünkü ben ne ağır nede yanlış bişey söylemiştim.

20

31.07.2007, 00:58

Alıntı sahibi ""Webmaster""

Foruma "Silinen Mesajlar" bölümü eklendi.

Silinen mesajların taşınacağı bu bölümde silinme sebebi olarak forum kurallarındaki maddeler başlıkların yanında belirtilecektir. Üyelerin sadece başlıkları görme yetkisi vardır. Mesajlara tıklayıp okuyamazsınız, yeni konu açamazsınız.

Mesajınızın silinme sebebi için önce "Silinen mesajlar" bölümüne

Silinen mesajlar: http://www.muhabbetfedaileri.com/viewforum.php?f=42

sonra forum kurallarına bakmanızı tavsiye ederiz.

Forum kuralları: http://www.muhabbetfedaileri.com/viewtopic.php?t=904
"We are the Warriors of Love, We Have no Time For Enmity"

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir