Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

04.04.2007, 10:16

Nisan 2007 - Kapak: Gençlik ve Peygamberimiz (asm)




Peygamberimizin gençliği, gençliğin Peygamberi

Hayatı peygamberimiz kadar incelenmiş, her hali, her tavrı, her sözü, en küçük detay bile atlanmadan nesilden nesile aktarılmış başka bir insan yoktur yeryüzünde.

Onun hayatını araştırmak, elbette sadece bir merak değildir. Ama bugün, insanlara hiçbir değer katmayan, hatta kimi davranışlarıyla kötü örnek olan ünlü simaların bile ne kadar merak edildiğini hesaba katarsak, Allah’ın “habibim” dediği bir zatı sırf merak için bile olsa bu kadar araştırmak, elbette boşuna olmazdı. Kimdi, daha doğmadan, mucizelerle kendisine karşılama töreni yapılan? Kimdi, “Sen olmasan, kâinatı yaratmazdım” denilen? Kimdi, asırlardır milyarlarca insanın peşinden koştuğu, örnek aldığı, rehberi kabul ettiği?

Bütün bunları, sıradan bir pop yıldızının hayatına duyulan merakla kıyaslamanın abesliği ortada. Ama insanların, özellikle gençlerin neleri merak ettiğine, kimleri örnek aldığına bakarsak, bir yerlerde bir yanlış yapıldığını da görebiliyoruz.

Belki bir ülfet, bir alışkanlık, denizde olup denizi bilmemek… Belki de, bunca kaynağa, bunca bilgiye rağmen, onu (asm) yeterince ve doğru şekilde anlatamamak…

Sevmek tanımaktan geçer. Peki biz onu ne kadar tanıyoruz? O bir peygamber olduğu kadar, bir insandı da. Çocuktu, gençti, yaşı kemale ermiş bir insandı… Bir çocuğun da, bir gencin de, orta yaşlı bir insanın da ondan örnek alacağı çok şey vardı…

Biz de, Genç Yaklaşım olarak, Kutlu Doğum Haftasını idrak edeceğimiz bu ayda, onun kendimize bakan yönüne dikkat çekmek istedik, gençliğine.

Henüz peygamberlik vazifesi kendisine tevdi edilmeden, henüz vahiy gelmeden, nasıl bir “insan”dı, nasıl bir gençti? Peygamber olduktan sonra gençlere bakışı nasıldı?

“Risaletinden önceki gençlik yılları, o kadar berrak ve düzgündü ki, Peygamberliğiyle birlikte, ashabının büyük çoğunluğu gençlerden oluşmuştu” diyor, Aykut Tanrıkulu.

O, gençlerle empati kurabilen, onları anlamaya çalışan bir peygamberdi, Doç. Dr. Adil Bebek’in dediği gibi…

Veli Sırım, “Uğruna âlemlerin yaratıldığı dua”yı anlatırken, “Onun (a.s.m.) duasında bütün insanların bekâsı vardır. Onun (a.s.m.) duasında sadece insanların değil canlı cansız tüm varlıkların, semâvât ehli nuranî varlıkların, mânevî âlemlerdeki her şeyin ortak duası olan sonsuz saadete ulaşma, ılahî rızâya nail olma niyazı vardır” diyor.

Yasin Topal, onu (asm) düşmanlarının dilinden anlatıyor.

*

Bu ay, TBMM’nin kuruluş yıldönümünü de ay kutlayacağız. Bu çerçevede, meşrutiyet meclisinin çok renkli, çok sesli yapısıyla, TBMM meclislerini demokrasi yönden karşılaştırmaya çalıştık. Mustafa Gökmen, “Meclis-i Mebusan'dan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne” başlıklı makalesinde bu konuyu işliyor.

*

Belma Uğur’un, kutuplardan, savaş bölgelerine kadar, dünyanın pek çok noktasında tehlikeden tehlikeye koşan savaş muhabirleri Hakan Kumuk ve Bengüç Özerdem ile yaptığı söyleşiyi zevkle okuyacağınızı umuyoruz.

Mayıs sayımızda buluşmak üzere…

"Nisan 2007 sayısı hakkında düşüncelerinizi burada paylaşabilirsiniz"

2

05.04.2007, 15:43




Sizden çok özür dilerim

Bugüne kadar kaç kalp kırdım, kaç gönül incittim, kaç kişiye hak etmediği şekilde davrandım, bilmiyorum. Çetelesini tutmadım. Ama bir gün hepsini bir yerde toplamayı ve karşılarına geçip bir özür konuşması yapmayı düşlüyorum.

Ey benim kalbi kırıklarım…

Ey benim gönlü incinmişlerim…

Ey benim cisimleşmiş haksızlıklarım…

Onlara nasıl hitap edeceğime karar vermedim. Onların birbirlerine ve bana nasıl bakacaklarına dair de net bir görüntü oluşturamadım hayalimde. Dahası, onları kendi hatalarımdan dolayı ayağıma getirmenin gerekçesini de oluşturamadım. Ve bunca farklı kalp kırıklığının hepsini kucaklayan genel bir özür cümlesi de kuramadım.

Ama hayal ettim işte. Acaba kaç kişiler, acaba gözlerine baktığımda ne göreceğim, onlar benim gözüme bakınca ne görecekler ve onlar bir araya gelince nasıl bir görüntü oluşturacaklar, merak ettim.

Evet, hayal ettim, ama sırf bir meraktan dolayı onlara bu kadar zahmet verdiğim ve hiç haberdar olmasalar da kırdığım için kızdım kendime.

Ve hayalimi revize ettim.

Tek tek kapılarını çalıp, yolda karşılarına çıkıp, arabalarına otostop çekip, en samimi duygularımla ve gözlerinin içine bakarak, belki gözlerimi an be an kaçırarak özür dilemeyi hayal ettim.

Cümlelerimi öyle dikkatli seçmeliydim ki, ne onlar benim bu af dileyiciliğim karşısında mahcup olmalı, ne de ben “özür dileyip büyüklük gösteren” biri durumuna düşmeliydim. Sadece helalleşmeli, gönlünü almalı ve kalbinde bana karşı en ufağın da ufağı bir kırgınlık kalmaması için dilimden geleni yapmalıydım.

Belki birçoğu, kalplerini nasıl kırdığımı hatırlamayacak, belki beni bile hatırlamayacaklardı. Belki beş saniye bile sürmeyen bir kırgınlıktı, beni kalbi kırığımın karşısına çıkaracak olan. Belki okunan bir ezanla, kapı ziliyle, telefon sesiyle, seyyar satıcının bağırışıyla, bilgisayar ekranındaki hata mesajıyla dağılıp gitmişti, gönüldeki incinme. Belki kırılmamıştı bile, ben öyle sanmıştım. Bir dost latifesiydi o kaş çatma, o an akla geliveren kötü bir hatıraydı o asık surat belki.

Hiçbiri önemli değil.

Çekmecemdeki eski bir mektubu okuduğumda, gıyabında bir haber duyduğumda, hiç tahmin etmediğim bir yerde karşılaştığımda, herkes unutsa da benim unutmayacağım bir hatanın vicdanımdaki yankısını duymayacaktım, önemli olan buydu.

Akşam başımı yastığa huzur içinde koyarken, beni onlarca kişiyle beraber bir yere toplayıp helallik istemeyi hayal edenlere de, yolumu kesip özür dilemeyi aklından geçirenlere de hakkımı helal edeceğim…


Murat ÇETıN

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=586
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

3

06.04.2007, 10:46







Gençlerin desteklediği peygamber


I.


Câhiliye dönemiydi o zamanlar.

Arap yarımadası ve Mekke çok karışıktı.

şirkin hâkim olduğu çirkin işler vardı.

ıslâm öncesini yaşıyordu insanlar.

Güçlü, güçsüzü ezip geçiyordu.

Dolandırıcılık, adam öldürme…

Verdiği sözde durmama, ihânet…

Kendi elleriyle yaptıkları puta tapmak…

Ne ararsanız vardı çirkinlikler adına.

Bir de tertemiz genç bir delikanlı bulunuyordu aralarında…

Hem yetim, hem öksüzdü.

Babasını hiç görmemiş,

Annesini altı yaşında yitirmişti…

Bu genç adam,

Cahiliye döneminin insanı insanlıktan çıkaran pisliklerinden,

Nefret edecek bir kıvamda yaratılmıştı.

Yağmaya–talana, haksızlık yapana…

Zulme mâruz kalana, insan hakları ihlâllerine…

Tüm benliğiyle karşı çıkıyordu.

Bu haliyle şirkin her türlüsünden,

Fıtraten uzak duracak donanımları olduğu anlaşılıyordu.1

Amcası Ebû Talib’in yanında,

Onun himâyesinde ticaretle uğraşıyordu.

Verdiği sözlerde her zaman durduğu için,2

Güvenilir ve emin biri olarak ün salmıştı.

O gence Muhammed-ül emin diyorlardı..


II.

Risaletinden önceki gençlik yılları,

O kadar berrak ve düzgündü ki,

Peygamberliğiyle birlikte,

Ashabının büyük çoğunluğu gençlerden oluşmuştu.

Mekke’de O’nu (a.s.m) ilk destekleyenler gençlerdi..3

Bunda,

Gençlerle arasına ‘kuşak farkı’ dediğimiz,

Kapanması imkânsız mesafeler koymamasının payı büyüktü.

Onlarla daima hayata dair sıcak ilişkiler kurmuştu.

“Yedi grup insan vardır ki,

Allah’ın arşının gölgesinden başka,

Hiçbir gölgenin bulunmadığı gün (kıyamet günü),

Allah, bu yedi grubu arşının gölgesinde gölgelendirecektir.

Onlardan biri de, Allah’a kulluk içinde yetişen gençtir” demişti..4


III.


Mümin bir genç,

Yaşlı insanlara göre henüz amel defterini eskitmemiştir.

Günahlarla pek fazla kirlenmemiş haldedir.

Dolayısıyla önünde,

Hâyâsızlığa, şerre ve teröre giden bütün yollar açık olmasına rağmen,

Bunlara tenezzül etmeyerek,

Nefsinin iğvalarına kulak tıkamayı başarabilmektedir.

Hak yolu tutan ve bu yolda yürüyen biri olarak,

Allah’ın tebrik ve takdirine lâyık olmaktadır.
ımanlı bir genç;

Sadece kendisini değil, belki kötü yola düşmüş,

Kültür erozyonuna uğramış olan genç arkadaşlarını kurtarmayı düşünür.

Ayrıca,

Sadece kendi geleceğini değil,

Ülkesinin ve milletinin geleceğini de düşünür.

Arş’ın gölgesinde gölgelenmeye muvaffak olacak olan bir genç,

"Bu gençliğini nerede eskittin?" sorusuna,5

Öyle ya da böyle muhatap olacağını gayet iyi bilir..6


IV.


Gençlerin sahip çıktığı bir Risalet- i Ahmediye (a.s.m) profili,

Örnek olarak gözümüzün önünde durmaktadır.

Günümüz dünyası,

Cahiliye dönemine sürüklenme tehlikeleri gösterirken,

Gençlerimize sahip çıkmak,

Bir lütuf değil,

Olmazsa olmaz bir zarurettir.

Vaziyet buyken,

Gençlerin desteklediği peygamberin (a.s.m),

Artık genç olmayan bizlere bıraktığı vasiyet de bu yöndedir..7

Dipnotlar:

1. Kan dökülmesi yasak olan aylarda,

Barış ve ticaret dönemlerinde,

Birdenbire bir iç savaş çıkarsa (ki, çıkıyordu),

Böyle savaşlara,

‘Ficâr (kötü, fena) savaşı’ denirdi.

Bu tür bir savaş sonrasında,

Önemli Arap kabileleri bir araya geldiler.

ıçlerinden bazıları,

Mekke içinde yerli veya yabancı,

Hiç kimseye zulüm yapılmamasını talep ettiler.

Haksızlığa uğrayanlara da yardım edilmesine karar verdiler.

Zayıfların haklarını,

Adalet üzere geri vereceklerine dair yemin ettiler.

Bu oluşum,

Belki de tarihteki ilk ‘insan hakları derneği’ idi..

Hz. Muhammed (a.s.m),

Henüz yirmili yaşlarında bir genç olarak,

‘Hılfülfudûl’ (fazîletlilerin yemini) denen bu derneğin üyesi idi.

Onların toplantılarına,

Amcaları ile birlikte katılıyordu.

Bu cemiyetin toplantılarından,

Ne derece memnun olduğunu,

Risaletinden sonra şu şekilde dile getirmişti:

‘ıslâm’da da böyle bir cemiyete çağrılsam,

Yine icâbet ederim..’

ıbn-i Hişâm, 141–142

Tarih- i Din- i ıslâm, 2–36

Tecrid Tercemesi, 7–101

ıbn-i ıshâk, 151–768

ıbn-ül Esîr, 630–1232

ıbn-i Haldûn, 808–1406


2. Rasulullah (s.a.v)’a daha bi'set (peygamberlik) gelmezden önce,


O’ndan bir şey satın almıştım.

O alışverişten ona hâlâ bir miktar (borç) bakiyesi kalmıştı.

Ben o kalanı kendisine yerinde vermeyi vaad ettim.

Ama bunu unuttum.

Üç gün geçtikten sonra hatırladım,

Geldiğimde o hâlâ (sözleştiğimiz) yerdeydi.

“Ey genç! Bana meşakkat verdin,

Üç gündür burada seni bekliyorum..” buyurdular.

(Ebu Davud / Edeb 90 / 4996)


3. “Yaşlılar karşı çıkarken, beni gençler destekledi...”


(Hadis- i şerîf meâli)

4. “Yedi kişi vardır ki,


Allah, onları hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde kendi gölgesinde gölgeler.

Bunlar:

Adaletli devlet başkanı,

Allah'a ibadet duygusu içinde yetişen genç,

Kalbi mescide bağlı olan (namazlarını cemaatle kılmaya gayret eden) kimse,

Allah için birbirlerini seven,

Allah rızası için bir araya gelip,

Allah rızası için ayrılan iki kişi,

Güzel ve makam sahibi bir kadın tarafından davet edildiği halde:

‘Ben Allah'tan korkarım’ deyip icabet etmeyen kimse,

Sağ eliyle verdiğini sol eli görmeyecek kadar gizli bir şekilde sadaka veren kimse,

Allah'ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş boşanan kimse.”

Buhâri / Ezan 36, Zekat 16, Rikak 24, Hudud 19

Müslim / 91 (1031)

Muvatta / 14 (952 – 953)

Tırmizi / Zühd 53 (2392)

Nesâi / Kudât 2 (8, 222, 223)


5. “Beş şeyden evvel, şu beş şeyi ganimet bil:


Ölümden evvel hayatını,

Hastalığından evvel sıhhatini,

Meşguliyetinden evvel ferah halini,

ıhtiyarlığından evvel gençliğini,

Fakirliğinden evvel zenginliğini..”

(Hadis- i şerîf meâli)


6-a. Gençliğe muhabbetin ise,

Mâdem Cenâb-ı Hakkın güzel bir ni’meti cihetinde sevmişsin,

Elbette onu ibâdette sarf edersin,

Sefâhette boğdurup öldürmezsin.

Öyle ise,

O gençlikte kazandığın ibâdetler,

O fânî gençliğin bâkî meyveleridir.

Sen ihtiyarlandıkça,

Gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin halde,

Gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun.

Hem, ihtiyarlıkta daha ziyâde ibâdete muvaffakiyet

Ve merhamet-i ılâhiyeye daha ziyâde liyâkat kazandığını düşünürsün.

Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil,

Elli senede,

"Eyvah, gençliğim gitti" diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın..

(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 32. Söz , 4. Nükte, s.686)


6-b. Sizdeki gençlik katiyen gidecek.


Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız,

O gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette,

Kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek.

Eğer terbiye-i ıslâmiye ile,

O gençlik nimetine karşı bir şükür olarak,

ıffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz,

O gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak..

(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 13. Söz, 2. Makam, s. 151)

7. Ebû Saîd el–Hudrî ders verirken,

Çevresinde büyük bir kalabalık hâsıl olur,

Sorulan bütün suallere cevap verirdi.

Talebelerini “Merhaba, Resûlullah'ın bize vasiyet ettiği kimseler!” diyerek karşılar,

Peygamber Efendimizin:

“ıslamiyet'i öğrenmek için dünyanın dört bir yanından insanların geleceğini” haber verdiğini,

Ve ashaba onlara iyi davranmalarını tavsiye ettiğini söylerdi.

Talebelerinden biri,

“Siz bu hadisi bizzat Resûl–i Ekrem'den mi duydunuz?” diye sorunca ona şöyle cevap verdi:
“Ben Resûl–i Ekrem'den duymadığım şeyi nasıl naklederim?

Evet, bizzat Resûlullah'tan duydum.”

“Tirmizî, ılim, 4”

Aykut TANRIKULU

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=581
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

4

07.04.2007, 05:52

Meclis-i Mebusan\'dan Türkiye Büyük Millet Meclisi\'ne



Fransız devrimi tüm Avrupa'da siyasi hayatı değiştirdi. Yaşanan değişikler Fransa ile sıkı ilişkiler içinde olan Osmanlı Devletini de etkiledi. ılk etki II. Mahmut'un Ayanlar ile 1808'de imzalanan "Sened-i ıttifak" anlaşmasında görülür. Padişah bu anlaşma ile kendi yetkilerinin bir kısmını Ayanlar’a devrederek kendi yetkilerini kendi isteğiyle sınırlıyordu. Sened-i ıttifak, Osmanlı tarihinde demokrasi yolunda atılan ilk adım mahiyetindedir. Daha sonraki yıllarda bu süreç Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1854) ile devam etti. Bu arada sürekli olarak Meşrutiyet tartışmaları devam ediyordu. 1876'ya gelindiğinde Osmanlı şehzadelerinden II. Abdülhamid, Meşrutiyeti ilan etme sözünü verince, Sultan V. Murad tahttan indirildi. Yerine II. Abdülhamid oturtuldu. II. Abdülhamid, söz verdiği gibi, tahta çıkar çıkmaz Meşrutiyeti ilan etti. Osmanlı'nın ilk Anayasası hazırlandı.

Bu Anayasaya göre, Osmanlı meşrutî sistemi iki meclisten meydana geliyordu. Osmanlı parlamentosunun halk tarafından seçilen kanadına Meclis-i Umûmî ya da Hey’et-i Meb’ûsân adı verildi. Padişah tarafından seçilen Osmanlı Meclisi ise, Meclis-i Âyân olarak adlandırıldı. Hey’et-i Meb’ûsân adındaki meclisin üyeleri, halk tarafından seçilirdi. Meb’ûsân meclisi, kânun tasarılarını görüşür, sonra Âyân Meclisinin ve padişahın yetkisine sunardı. Hükûmete güven veya güvensizlik oyu vermesi de söz konusu değildi. Meb’ûsan meclisinin üye sayısı her 50.000 Osmanlı vatandaşına bir temsilci düşecek şekilde tesbit ediliyordu. Seçim gizli oyla yapılmaktaydı. Hey’et-i Meb’ûsân üyeleri sâdece kendini seçen bölgenin vekîli olmayıp, bütün Osmanlıların vekîli hükmündeydi. Hey’et-i Meb’ûsânın başkanlığına heyet tarafından çoğunlukla üç; ikinci ve üçüncü başkanlıklara üçer kişi olmak üzere dokuz kişi seçilerek padişaha sunulur, bunlardan biri başkanlığa ikisi de başkan vekilliklerine, padişahın irâdesiyle tâyin olunurlardı. Meb’ûslara toplantı için her yıl hazîneden 20 bin kuruş, aylık olarak da 5 bin kuruş maaş ödenirdi. Ayrıca maaşa ek olarak seyâhatler için harcırâh da verilmekteydi. Bir kişi hem Âyân, hem de Meb’ûsân meclisine aynı anda üye olamazdı. 18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk meclisin üyeleri, Padişah'ın gönderdiği geçici bir tâlimâtla vilâyet, livâ ve kazâların idâre meclisi üyeleri arasından seçildiler. Bu mecliste 69’u Müslüman, 46’sı gayrimüslim olmak üzere 115 üye vardı. Bu meclis, 28 Haziran 1877’de çalışmasını tamamlayarak dağıldı. ıkinci dönem meclis, 13 Aralık 1877’de toplandı. Bu meclis, kânun tasarılarından çok hükûmetin icrâatını ve 93 Harbinin (1877-1878) idâresini tartışmaya başladı. Meb’ûslardan Müslüman olanlar bile kendi bölgelerinin Osmanlı devletinden ayrılması gerektiğini savunmaya başladılar. II. Abdülhamid, savaş yıllarının getirdiği yoğun baskılarından da etkisiyle, Anayasa'nın kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclis-i Meb’ûsânı, süresiz olarak 14 şubat 1878’de tâtil etti.

Abdülhamîd Hanın îktidârının sonlarına doğru, içerden ve dışardan yapılan kışkırtmalarla, orduda ve halk arasında kıpırdanmalar başladı. Sultan II. Abdülhamîd, 30 sene 5 ay 9 gün aradan sonra 23 Temmuz 1908’de ıkinci Meşrûtiyeti tekrar îlân etti.

Böylece, II. Meşrutiyet dönemi açılmış oldu. Aynı zamanda Anayasanın yeniden uygulamaya konduğu bu dönem, Türk siyasî hayatında "özgürlük ilanı" olarak da anılır. Anayasa, 1909, 1912, 1914, 1916 yıllarında sekiz kez değiştirildi. Bu yolla, 1876 Anayasasının yapısı önemli değişikliklere uğradı. Değişiklikler sonucunda, padişahın sürgün etme hakkı kaldırıldı. Basın özgürlüğü genişletildi ve sansür yasağı konuldu. Vatandaşlara toplantı ve dernek kurma özgürlükleri tanındı. Artık siyasî partiler de kurulabilecekti. Ayrıca, hükümet Meclise karşı sorumlu tutulmuştu. Padişahın dilediği zaman Meclis'i dağıtması hükmü sıkı kayıtlar altına alındı. Padişahın yasama yetkisine belli sınırlar getirildi. Meclis üyelerine doğrudan doğruya kanun teklifi verme hakkı tanındı. Meclis Başkanını, padişah müdahelesi olmadan Meclisin seçmesi kabul edildi. Bir padişah tahta çıktığı zaman, Meclis-i Umumi önünde Anayasa hükümlerine uymaya ve millete sadakat yemini edecekti. 31 Mart vakası neticesinde 1909 yılında yapılan bu anayasal değişikliklerin getirdiği demokratik parlamenter sistem, iç ve dış olaylar nedeniyle uzun süre yaşayamadı. 1911'deki Trablusgarp Savaşı, 1912'de başlayan Balkan Savaşları ve ıttihatçıların yanlış yönetimleri demokratik gelişmenin önünü tıkayan önemli nedenlerden birini oluşturdu.


II. Meşrutiyet devrinde yaşanan önemli olaylar


*1908 yılının Kasım ve Aralık aylarında mebûs (milletvekili) seçimi yapıldı. Ahrâr ile ıttihât ve Terakkî fırkalarının katıldığı seçimlerde, ıttihât ve Terakkî çoğunluğu sağladı.

* 4 Aralık 1908’de meclis açıldı.

*1909'da 31 Mart Vak’ası bahane edilerek, Abdülhamîd Han tahttan indirildi.

*Meclis-i Meb’ûsân, Mayıs 1909’da Kânûn-i Esâsî (anayasa) üzerinde değişiklik yaptı. Padişah ve Âyân Meclisinin yetkisi daraltıldı. Meb’ûsân Meclisinin yetkisi çoğaltıldı.

*1912’de Padişah'ın Meclis-i Meb’ûsânı feshetmesi üzerine seçimler yenilendi. 18 Nisan 1912’de meclis yeniden toplandı.

*Meclis, 5 Ağustos 1912’de Ahmed Muhtar Paşanın teklifi ile tekrar feshedildi. Balkan Savaşı sebebiyle seçime gidilemedi. Sıkıyönetim îlân edildi.

*ıttihât ve Terakkî Fırkası, 23 Ocak 1913’te Bâbıâlî Baskını (Başbakanlık) ile, iktidârı ele geçirdi. Meşrutiyet döneminde yaşanan ilk darbe kabul edilen bu baskından sonra, ıttihat ve Terakki Fırkası 1914’te tek başına seçime girip, Meclis-i Meb’ûsân üyeliklerinin tamamını elde etti. Birinci Dünya Savaşı boyunca bu hâliyle faaliyetini devam ettiren Meclis-i Meb’ûsân, Mondros mütarekesini müteakip 21 Aralık 1918’de Sultan Vahideddîn tarafından seçim yapılmak üzere feshedildi.

*Yapılan seçim sonunda Meclis, ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yaptı. Bu Meclis'in aldığı en önemli karar "Misak-ı Milli" kararları olmuştur. Bu kararlar mevcut sınırlarımıza ek olarak Musul ve Kerkük'ü de milli sınırlar içinde kabul ediyordu.

*16 Mart 1920’de ıstanbul’un îtilâf devletlerince işgâl edilmesi üzerine, Meclis-i Meb’ûsân, yeniden seçilmek üzere padişah iradesiyle 11 Nisan 1920’de feshedildi. Bir daha da seçilmeyip, tarihe karıştı.

*Meclis-i Mebusan, üyelerinin bir kısmı Ankara'da kurulan yeni Türkiye Millet Meclisi'nin (TMM) tabii üyesi kabul edildi. Ankara Hükümeti'nin bu kararını öğrenen münfesih Meclis-i Meb’ûsân üyelerinden Ankara'ya gelebilenler Ankara'daki yeni mecliste çalışmalarını sürdürdüler.

Bir kısım üyeler de "Misakı Milli" kararı sebebiyle işgal devletleri tarafından Malta adasına sürgüne gönderildi.


Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşu


Türkiye tarihinde ilk kez padişah olmaksızın, 23 Nisan 1920, cuma günü saat 14.00'de merasimle ve dualarla Meclis açıldı. Başkanlığa ilk olarak en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili şerif Bey getirildi. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş temelleri Ankara'daki bu ilk Meclis'te atıldı. Meclis açılmadan önce bir dizi hazırlık yapıldı. Ankara'nın o günkü şartları içinde Meclis'in toplanabileceği elverişli bir bina yok gibiydi. Sonunda, ıkinci Meşrutiyet döneminde, ıttihat ve Terakki Cemiyeti kulübü olarak yapılmış tek katlı bir bina uygun görüldü. Hacı Bayram Camii'nde kılınan Cuma namazından sonra, Meclis binası girişinde gözleri yaşartan muhteşem bir tören yapıldı. Saat 13.45'de, Ankara'ya gelebilen 115 milletvekili Meclis salonunda toplandı. Dualarla açılan Meclis'te Başkanlığa ilk olarak en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili şerif Bey getirildi. Meclis'in açılışında Başkan Sinop Milletvekili şerif Bey (1845), Başkanlık kürsüsüne çıktı ve şu konuşmayı yaptı:


"Burada bulunan saygıdeğer insanlar,

ıstanbul'un geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün temelleri ile halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği hepimizce bilinmektedir. Bu duruma baş eğmek, milletimizin, teklif olunan yabancı köleliğini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak için kesin olarak kararlı bulunan ve ezelden beri hür ve başına buyruk yaşamış olan milletimiz, kölelik durumunu son derece ve kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlayarak Yüksek Meclisimizi meydana getirmiştir.

Bu Yüksek Meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah'ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlık içinde alın yazısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip, kendi kendisini yönetmeye başladığını bütün dünyaya ilan ederek, Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum."

Bu açış konuşmasında, millî egemenliğe dayalı yeni Türk parlamentosunun adı da "Büyük Millet Meclisi" olarak konulmuştu. 8 şubat 1921 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesinde de yazılı olarak, "Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)” adı kalıcılık kazandı. TBMM, 24 Nisan 1920 günü yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal Paşa'yı, başkanlığa seçti.

TBMM, açılışından iki gün sonra, sadece yasama değil, yürütme gücüne de sahip olacak hukukî ve siyasî yapısını düzenleme çalışmalarına başladı. Bu düzenlemeler, TBMM'nin tam bir güçler birliği ilkesini benimsediğini göstermişti. 2 Mayıs 1920'de Bakanlar Kurulunun seçilmesi hakkındaki kanun çıkarıldı. 11 Bakandan oluşan "Meclis Hükümeti", 5 Mayıs'ta TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında ilk toplantısını yaptı. TBMM'nin açılışı ile birlikte, millî egemenliğe dayalı yeni devlet doğmuş oldu. Birinci TBMM'nin iki temel hedefi, kesin zaferi kazanmak ve yeni devletin otoritesini güçlendirmek, kalıcılığını gerçekleştirmekti. Öncelikle, ülke topraklarının yabancı işgalinden kurtarılması en büyük hedefti.


ılk TBMM tam bir millet meclisiydi



Büyük Millet Meclisinin kendine özgü bir havası vardı. Ortak bir amaç, ortak bir düşmana karşı birleşen bir milletin temsilcilerinden oluşuyordu. Milletvekilleri Ankara öğretmen okulu yatakhanesinde kalıyordu. Milletvekillerinden Cevdet Izrap Bey’in öncülüğünde bir tabldot oluşturulmuş ve yetmiş kuruş karşılığında üç kap yemek verilmeye başlanmıştı. Milletvekillerinin aylığı ise; önceleri seksen lira iken, sonraları yüz lira olmuştur. Birinci Dönem Büyük Millet Meclisi'nde mebus adedi, TBMM kitaplığındaki albümde, seçilip meclise iştirak etmeyen veya iştirak için gelirken yolda kazaya kurban olanların çıkarılması halinde 390 olarak ortaya çıkmaktadır. 390 mebusun (milletvekilinin) 312'si yeni seçilmiş olanlar, 78'i de ıstanbul Meclis-i Mebusan'ından kaçıp Ankara'ya gelebilenlerden oluşmaktadır. Ölen veya istifa edenleri hariç sayarsak, Ankara'da toplanan mebus adedi 381'i buluyordu. Bu Milletvekillerinden 115 tanesi değişik memuriyetten, 61 tanesi sarıklı Hoca, 51 tanesi zabit, 46 tanesi çiftçi, 37 tanesi tüccar, 29 tanesi avukat, 15 tanesi şeyh, 6 tanesi gazeteci, 5 tanesi ağa, 5 tanesi aşiret reisi, 2 tanesi mühendis idi. Buradaki tasniften de anlaşılacağını gibi Birinci TBMM tam bir millet meclisi hüviyetindeydi.


Savaş yılları ve barışa giden yol


3 Aralık 1920'de Ermenistan Cumhuriyeti ile imzalanan Gümrü Barış Antlaşması, TBMM'nin yaptığı ilk uluslararası antlaşmadır. Böylece Doğu cephesi kapandı. 16 Mart 1921'de imzalanan Moskova Andlaşması ile Rusya, yeni Türk Devletini ve Misak-ı Millî ilkelerini tanıdı. 6-11 Ocak 1921'de Birinci ınönü, 23-31 Mart 1921'de ıkinci ınönü ve 13 Eylül 1921'de Sakarya Zaferleri sonucunda, 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşması ile Fransızlar savaştan çekildi. Aynı yılın sonunda ıtalyanlar da TBMM hükümetiyle işbirliğine giriştiler. 1922 yılında, Yunanistan ve ıngiltere dışında, TBMM, tüm ülkelerle iyi ilişkiler içindeydi, TBMM Orduları, 26 Ağustos 1922'de Büyük Zaferi kazandılar. 9 Eylül'de ızmir'i işgalden kurtardı. 18 Eylül'de ise Anadolu'da hiçbir yabancı askerî güç kalmamıştı. Bu başarıları karşısında ıngiltere de dahil olmak üzere ıtilaf Devletleri ile 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi imzalandı. Bu anlaşma ile birlikte Meclis görevini yerine getirmiş oldu. Yani bir bakıma I. Meclis'in görevi de bitmiş oldu. ıtilaf Devletleri, 27 Ekim'de Lozan'da barış görüşmelerinin yapılmasını kararlaştırdılar. Uzun süren görüşmeler sonunda 24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan Barış Andlaşması 24 Ağustos 1923'de TBMM'de onaylandı. Uzun süren savaşlar dönemi de kapanmış oldu.


Birinci Meclis’te gruplar mücadelesi


Siyasi hayatımızda çok kritik bir döneminde önemli bir görev üstlenen Birinci Meclis'te, üyelerinin tamamının Müdafaa-i Hukuk hareketinden gelmesine rağmen, fikirleri aynı değildi. Meclis’in birinci varlık nedeni Milli Mücadeleyi başarıya ulaştırmaktı. ılk Meclis’in üyeleri, sözkonusu hedefe varabilmek için özellikle siyasal fikirlerini ve önceki siyasi mensubiyetlerini önemli ölçüde bir tarafa bırakarak işgal güçlerine karşı birleşmişlerdir. Meclis'te istediği hedeflere ulaşmak isteyen ve görüşmelerde düzeni sağlamak isteyen Mustafa Kemal Paşa, 10 Mayıs 1921 tarihinde daha sonra kısaca Birinci Grup olarak anılacak olan, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurmuştur. Grubun kurulmasına ilk tepki olarak, Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey tarafından ıkinci Grup oluşturulmuştur. ıkinci Grubun kuruluşu ise, 1922 yılının Temmuz ayında olmuştur. Aradaki bir yılı aşkın sürede de ıkinci Grup mensupları örgütsüz bir şekilde muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. Birinci Grup’a karşı muhalefet yapan milletvekilleri, özellikle hakimiyet-i milliye ilkesini öne çıkarmış ve sık sık bu ilkeye bağlılıklarını dile getirmişlerdir. ıkinci Grup, hakimiyet-i milliye ilkesinin tam olarak hayata geçirilmesini istemekte, kişi egemenliğine yol açacağını düşündüğü uygulamalara karşı çıkmaktadır. Kişi egemenliği kurmakla itham edilen, Meclis’in başkanı ve dolayısıyla yürütmenin de başkanı olan Mustafa Kemal Paşa’dır. ıkinci Grup’un, güçler birliğini benimseyen Meclis’in en yetkili organ olarak, her konuda Meclis’i egemen kılma çabası, yürütmeyi, dolayısıyla da yürütmenin başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa’yı zaman zaman zor duruma düşürmüştür.

ıkinci Grup, yasama ve yürütme güçlerini Meclis’in kullanması yönünde hareket etmekle birlikte, aslında sözkonusu güçlerin ayrılmasını istemekte, dolayısıyla güçler ayrılığı ilkesini savunmaktadır. Günümüzün liberal demokratik anlayışı o zaman ıkinci Grup tarafından savunulmuştur. ıttihat ve Terakki döneminin bilinen baskıcı yönetim anlayışının hakim olmaya başlaması ve yönetimin bir kaç kişinin eline geçmesi tehlikesi gibi konularda ıkinci Grup gerçekten hassas davranarak sorumlu bir muhalefet yapmıştır. Bu dönem bir mücadele dönemidir. Muhalefet ile uzlaşma arayacak vakit yoktur. Kararlar hızla alınıp hızla uygulanmak durumundadır. Mustafa Kemal Paşa’nın bu dönemde milli hakimiyete ve dolayısıyla Meclis’e karşı olması gibi bir durum sözkonusu değildir. Ancak işler düzelince, zafer kazanılınca, vatan kurtulunca ıkinci Grubun dile getirdiği endişeler gerçeğe dönüşmüştür.


ıkinci Grup Meclis’te liberal bir görüntü çizmiştir


ıkinci Grup’un sözcüsü Hüseyin Avni Bey’in “Meclis isterse padişahı da getirir” sözü, Meclis’in her şeyi yapmaya muktedir olduğuna ilişkin ilginç ve çarpıcı bir örnektir. 1950 sonrası Menderes'in meclise olan güveni ile örtüşmektedir. ıkinci Grup, çoğunluk anlayışı içinde Meclis’in alacağı her kararın, milli hâkimiyetin bir sonucu imiş gibi kabul edilmesini savunmuştur. Kişi ve zümre hâkimiyetine karşı çıkmıştır. Bütün bu duruşu sebebiyledir ki, yapılan ilk seçimlerde ıkinci Grup tamamen tasfiye edilmiştir. Geriye CHP'nin tek parti yönetiminden başka bir şey kalmamıştır. Zaman zaman yapılan muhalefet partisi denemeleri yok edilmiş, ta 1946'ya kadar bu vaziyette gelinmiştir. Türkiye gerçek manada demokrasi ile tanışmak için 14 Mayıs 1950'ye kadar beklemiştir.

Birinci Grup tarafından kurulan Müdafaa-i Hukuk Grubu, Meclis'in çoğunluğunu devre dışı bırakmıştı. Devre dışı bırakılanlar "ıkinci Grup" olarak anıldı. ıkinci Grup'takiler, aynı ilkelere inandıkları halde dışta tutulmalarına tepki gösterdiler. ıkinci Grup'un önde gelen ismi Hüseyin Avni Ulaş Bey saltanata karşıydı, Meclis'in üzerinde herhangi bir irade ve makam da tanımıyordu. Ona göre yasama, yürütme ve yargı gücüne sahip olan Birinci Meclis'in "gücünün sınır ve sonu" yoktu. ıkinci Grup mensupları, TBMM'nin, gerçek bir şura işlevi bulunmazsa, siyasî saltanatın şekil değişmekle beraber bu kez şahıs, zümre veya parti diktatörlükleri ile özde devam edeceğini savundular. Ulaş, ıkinci Grup'tan Trabzon Mebusu Ali şükrü Bey'in esrarengiz şekilde ortadan kaybolması üzerine Meclis'te ateşli konuşmalar yaptı. Akabinde Birinci Meclis feshedilerek seçimler yenilendi. Milletvekilleri adayları merkezden belirlendiği için ıkinci Grup'tan kimse ıkinci Meclis'e giremedi. Yani Meclis’te “Hakimiyet bila kaydu, şart milletindir” ifadesi güzel bir mana içermesine rağmen, uygulamada millet hakimiyetine tersinden bakılmıştır.


Mustafa GÖKMEN

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=594
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

5

07.04.2007, 05:59

Sevgili Efendim (a.s.m)

Kalemimin ucunda bir hasretin mürekkebi dökülmekte kâğıda. Hissiyatım ayyuka çıkmakta. Duygu yüklü bir hasretin içinde sana ulaşacak diye vardım, bu kâğıt ve kalemin menziline. Sana ulaştıracak her sözde varım. Sana varılacak her söz bana müjde; senden uzaklaştıracak her eylem ve söz bana yangın. Bende sana yazmak ve sana ve sana efendim. Aciz dilimle sana yazmak. Hasretin otağında bir yudum suyun içinde seni bulmak. Asırlara kuşanan bir bekleyişin bağrında. Senin varlığınla şereflenen bu âlem seninle zikre durdu. Sana hasret, sana bağlığını ilan edercesine. Bende Sana olan özlemimi bir tutum kâğıtla paylaşmak istedim. Âlemin Sana olan hasreti gibi…

Senin aşkınla doluyuz ve sana kavuşmanın özlemindeyiz. Canı canana bağlayan neyse, bizi de sana bağlayan ondan daha yüce bir duygu. Artık bizi aşan ve içinde kaybolduğumuz bir cân-ı gönülsün. Bu buhranlı dünyada tek rehberimiz ve yoldaşımızsın. Senin o büyük sevginin menzilinde dolaşmak ve sana layık olmak en büyük umudumuz. Sana layık olmak, feyzine mazhar olmak ne güzel olurdu; bahtiyarlığın belki de doruğuna ulaşmak. Sen her şeyimizsin; adeta canımızda ve kanımızdasın. Bunu her an hissediyoruz. Zamanın hengâmesinde bile. Asrın kargaşası bizi bağrına alıp maneviyatımızdan uzaklaştırsa da; senden uzaklaştırmaz. Uzaklaştırmasın diye niyazda bulunmaktayız: canımızın çok yandığı bu çağda. Efendim; güzeller güzeli efendim.

Sevgili Efendim!..

Risaletinin gölgesinde hakikatin ışığı kalbimize sirayet etmekte ve bizi bambaşka âlemlerde nefes aldırmakta. O nefes alış diğer nefes alışlara benzemiyor. Onlara yaşamak için muhtaçsak; hayatımızın bekası da senin risalet güneşinin altında nasiplenmekle olur. O muhtaçlık her şeyden daha çok. Çok şükür bunun idrakindeyiz sevgili Efendim.

Sevgili Efendim!...

Arzumuz, maksudumuz, isteğimiz: sadece O’nun bizden razı olması. O da seninle ve on sekiz bin âleme yaydığın hakikatleri yaşamakla olacaktır. O hakikatler bizden uzak değil efendim. Senin öğretmenle öğrendik. Yaşamak vakti gecikmeden hayatımızın her alanını teşkil etmeli. Ömür sermayesi son nefesini vermeden. Yoksa ahirette sana varacak ellerimiz olacak mı? Sana biat edemezken öbür tarafta sende medet umacak bir yüzümüz olacak mı? Utanç baş gösterirken yine sana koşacağız eminim; çünkü çok muhtaç olacağız o mahşer gününde. Yüzümüz olamasa da efendim.

Sevgili Efendim!..

Fahr-i âlemin en müstesna yeganesi. Biricik Efendim. Kâinatın en mükerrem misafiri, övünç kaynağı. En layıkıyla kulluk mertebesine ulaşan. Haliyle, davranışlarıyla örnek teşkil eden. Dilde sen; yürekte sen. Umudumuzda sen; nazar gezdirdiğim âlemde sen. şiirlerde, naatlarda sen. Kâinatın başlangıcında; sonunda sen. Yani kısaca her şeyde sen sevgili efendim. Yaratılışımın sebebi.

Sevgili Efendim!...

Dilim, damağım sen diye terennüm etmekte. Salavatlarda sana ulaşırım diye her an dilimde. Bir anlatabilsem kendimi. Ümmetinden olduğumu ve sana bağlığımı. Özellikle de her geçen gün sana olan muhtaçlığımı anlamakta uzak kalmıyorum. Eşi, benzeri olmayan efendim. Bu dünyada acizliğim diz boyu. Bizi kuşatan günahların içinde bigane kaldık. Ne kadar uğraşsak ta çıkamıyoruz bu günahların içinden. Tövbeler tek sığınağımız ve umudumuz. Sana salavatlar çekerek günahlarımıza tövbe diliyoruz. Senin adınla başlıyor ve bitiriyoruz dualarımızı. Senin hürmetine bağışlanırız diye efendim. Yoksa hangi utançla dergâhı huzura çıkarız. Yine sen varsın her şeyimizde Efendim. Dualarımızda olduğu gibi.

Sevgili Efendim!..

Kalemimin mürekkebi senin rengine boyandı. Rengarenklerin cümbüşünde. Öyleyse bu sözler de sen varsın diye güzelleşti. Yoksa ne kalemimde bir güzellik var, ne de sözlerimde Efendim. Her şey seninle güzelleştiği gibi bu yazı da seninle güzelleşti. Sana salat ve selam efendim.



Fadime KAYA


Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=584
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

6

08.04.2007, 08:03




Batı’da yeni akım: Müslüman müzisyenler


Dinî hassasiyet taşıyan kimi insanlar, müziğe mesafeli durma temayülü ağırlıktaydı yıllar yılı… ılahi türü dışındaki müziklere pek sıcak bakılmazdı. Ancak son yıllarda gençler için vazgeçilmez bir unsur hatta kendini ifade etme biçimi haline geldi müzik. Dolayısıyla bu konuda kuşaklar arasında bir çatışma hasıl oluyor. Bu yüzden esas konuya girmeden önce ıslam’ın müziğe yaklaşımına göz atmakta fayda var.

Aslında “ölçü”, ne ifrat ne de tefrit. Yani ıslamiyet müziği ne tümüyle reddediyor, ne de her içerikteki müziğe cevaz veriyor. ıslamın müzik ile ilgili hükmü: “ulvî hüzünleri ve Rabbanî aşkları harekete geçiren, canlandıran müzik helaldir, dinlenir. Yetimâne hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden müzikler haramdır, dinlenmez. Dinin tayin etmediği kısım ise, dinleyenin ruhuna ve vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır. (Işârâtü’l-ı’câz, s. 71-72)” Yani, müziğin caiz olup olmadığı içeriği ve kişiler üzerinde bıraktığı etkiye göre belirleniyor. ınsana bir yetenek olarak ihsan edilmiş olan müziği iyi yönde kullanmak esastır. şiddeti ve ahlâksızlığı teşvik eden, cinsel öğeler içeren müzikler uygun değildir; faydalı olan, maneviyatı artıran müzikler helaldir ıslamda....

şimdi esas konumuza dönebiliriz…

Müslüman müzisyen!

Müslüman müzisyen denince hep popüler Arap ezgileri akla geliyor ne yazık ki... Ya da Müslüman bir ülkeden çıkan, Ortadoğu kimlikli her şarkıcı, Batı ülkelerinde Müslüman müzisyenler sınıfına dahil ediliyor. Bunlarda ise yukarıda bahsettiğimiz ölçüyü her zaman göremiyoruz.


Bu yazımızda Batı ülkelerinden çıkan, ancak belirli bir kaygı ile müzik yapan müzisyenlerden bahsedeceğiz.


ıslamiyetin yükselişi ve kültürel arayışlar


Batı’da en çok tartışılan konu ıslamiyet ve Müslümanlar oluyor son zamanlarda… Doğu ülkelerinden göç eden veya sonradan ıslamiyeti kabul eden yerel halk her geçen gün daha kalabalık bir nüfusa sahip oluyor. Hayatın her alanında aktif rol almaya da başlayan Müslümanlar, entegrasyon çabalarının tersine modern hayatta ıslamı referans almaktan çekinmiyorlar. Her alanda, dinî hassasiyete uygun bir atmosfer oluşturma çabası içindeler. Bunun örnekleri; okullarda, evlerde, iş yerlerinde, finans kurumlarında, televizyonlarda, gazetelerde, marketlerde görülüyor…

Kültür-sanatta da bu çabalar iyiden iyiye kendini hissettirmekte. Göze çarpan alanlardan biri de müzik…

Batı’daki hâkim müzik piyasasında ağırlıklı olarak çarpık bir gençlik kültürüne neden olan popüler müzikler yer alıyor. Bu tür müzikler ise, dinî hassasiyetlerle taban tabana zıt olduğundan, Müslüman gençlerin kültürel ihtiyaçlarından biri olan “müzik” ihtiyaçlarını helal dairede karşılamıyor. ışte, hâkim piyasaya alternatif teşkil eden ve söz konusu duyarlılıkları referans alarak müzik yapan müzisyenler son yıllarda ortaya koydukları kaliteli ürünlerle bu ihtiyaca cevap veriyor.

Daha çok ıngilizce söyleyen bu müzisyenler, şarkılarında Allah ve Peygamber sevgisi, insani değerler, aile gibi konuların yanı sıra Müslümanların kültürel, politik ve sosyal problemlerine de değiniyorlar.

Ülkemizde de bilinen Yusuf ıslam, Sami Yusuf ve Native Deen’in yanı sıra; Dawud Wharnsby Ali, Outlandish grubu bu alandaki önemli isimler…


“Namazdaki mucizeye sığının”

Dawud Wharnsby, 21 yaşında Müslüman olmuş bir Amerikalı… David olan ismini, Dawut olarak değiştirmiş. “Enter Into Peace” adlı grubuyla ‘Eğitim ve sanat vasıtası ile ırklar ve milletler arasında köprü olma’ sloganıyla pop türünde müzik yapıyor. Son albümü ‘A Different Drum’la (2005) yurt dışında geniş bir dinleyici kitlesine ulaşan Wharnsby, şarkılarında ‘ümmet’ temasını öne çıkarıyor. Yeryüzünün çeşitli yerlerinde baskı gören Müslümanların ‘namaz’daki mucizeye sığınmaları gerektiğini söylüyor.

“Ümmet olarak tüm dünyada ne kadar baskı altında yaşıyor olsak da, kendi içimizde ne kadar ikiyüzlülükle karşılaşsak da inanan bir toplum olarak, dünyadaki diğer toplumlar ve inanç grupları ile karşılaştırıldığında, hayatımda düşünebileceğim en birlik beraberlik içinde yaşayan grup biziz. Evet, belki camide ayakkabılarımızı düzgün yerleştiremiyoruz, belki çok organize değiliz, ideolojik farklılıklarımız var vs. ama en nihayetinde, kardeşimle aramda ne kadar düşünce ayrılığı olursa olsun, ezanın sesi duyulduğu zaman, bu gezegen üzerindeki istediğim camiye gidip, hizaya girip namazımı kılabilirim. Bu bence bir fenomen. Eğer bunun değerini bilebilsek, belki Müslüman olduğumuz için, medyanın hissetmemizi istediği kadar depresif hissetmeyiz kendimizi” diyen Ali, bugün olumsuz Müslüman imajından medyanın sorumlu olduğunu ifade ederek, “Biz de düşmanın silahıyla silahlanmalı ve medyaya yatırım yapmalıyız” diyor.


“Başka bir fincan”

70’li yılların dünya pop starı Yusuf ıslam, Müslüman olduktan sonra müziğe ara vermiş; daha sonra da yalnızca vurmalı çalgılarla yapılan ilahi albümleri çıkarmıştı. 2006 yılında “Another Cup”(Başka Bir Fincan) adlı pop türünde albümüyle tekrar çıkış yaptı. Bu albümünü destekleyenler kadar eleştirenler de oldu. Ancak, o yeni albümünü “ortak duygu adına büyük adım” olarak nitelendiriyor…


Modern Müslüman imajı

“Al Muallim” ve “My Ummah” albümleriyle Türkiye’de de beğeniyle dinlenen Sami Yusuf, Londra’da doğup büyümüş. Ama Azeri asıllı müzisyen bir ailenin çocuğu. Sami Yusuf, müzik eğitimini Royal Academy de tamamlamış. şu anda, Arapça öğrenmek için Mısır’da bulunuyor.

şarkılarını ıngilizce, Arapça ve Türkçe olarak söylüyor Sami Yusuf. Pop türünde söylemiyor. Arap ezgilerini daha çok kullanıyor, ama ilahi de diyemiyoruz şarkılarına. Dini konuların yanı sıra savaş, insan hakları, başörtüsü, ümmet gibi konulara da değinen Sami Yusuf; klipleriyle de hem ıslamiyeti, hem de ıslam dünyasını tanıtıyor.

“Hasbi Rabbi” adlı şarkısının klibi Türkiye’de de gösteriliyor. Mısır, Hindistan ve Türkiye’de çekilen bu klipte; anneye hürmet, muhtaçlara yardım, çocuklara şefkat gibi ıslamın gerektirdiği güzel davranışlara yer veriyor. Bunların yanı sıra, iş adamı, müzisyen, fotoğrafçı kimlikleriyle renkli kişiliğini gösteriyor.

Endülüs ve Osmanlı dönemlerinde olduğu gibi, onurun, haysiyetin ve kutsallığın ıslamdan geldiğini görmemiz gerektiğini söyleyen Sami Yusuf, “Ben Peygamber'imizin döneminin ihtişamının geri gelmesini istiyorum ve inanıyorum ki geri gelecek. Artık gençlik gerçekten çok geniş görüşlü. Çoğunlukla dinleriyle gurur duyuyorlar, ülkelerine gelen moderniteyle yüzleşiyorlar. Modernizmin iyi yönlerini seviyorlar. Moderniteyi yakalamak için dinden uzaklaşmak gerekmiyor. Dini devre dışı bırakıyorsanız ve ondan utanıyorsanız bu yanlış” diyor.

Sami Yusuf, müziğiyle gençlere harika bir ümmet olduklarını ve müthiş bir dinin mensubu olduklarını hatırlatmak istediğini belirtiyor. Son albümünün adının bu yüzden “My Ummah” (Ümmetim) olduğunu söylüyor.


ıslamı Hip-Hop ile tanıtmak

Hip-Hop müzik, Müslüman müzisyenler arasında tercih edilen türlerden biri… Gerek kısa zamanda çok şey anlatabilmeyi sağlayan yapısı, gerekse Batı’lı gençlerin kültürüne uygunluğu sayesinde revaç buluyor Hip-Hop.

Bu türde müzik yapan müzisyenlerden biri de Native Deen grubu… Geçtiğimiz senelerde ülkemize de gelen Native Deen, üç kişiden oluşuyor: Naim Muhammed, Joush Salam ve Abdul Malik Ahmed… Bu üç Amerikalı genç, Afrika kökenli Müslümanlardan. Rap müziğin de, Afrika kökenli Amerikalılar tarafından ortaya çıkarılmış bir tür olduğunu hesaba katarsak; aslında tam da kültürlerine uygun olan müzik türünü icra ediyorlar.

Grup üyelerinden Muhammed, “Biz hip hop’ı güzel bir amaç için kullanıyoruz” diyor. Müzik vasıtasıyla ıslam’ı anlatmayı hedefleyen grup, 11 Eylül saldırılarından sonra ıslam’a duyulan merakın arttığını ifade ediyorlar. Kendilerini dinledikten sonra ıslam’ı araştıran ve Müslüman olan kişilerin de bulunduğunu söylüyorlar.


Ezber bozan grup: Outlandish

Batı kadar Ortadoğu ülkelerinde de popüler olan bir grup Outlandish… Tuhaf, garip manasına gelen Outlandish, kendilerine oldukça uygun bir isim bulmuş. Zira iki Müslüman ve bir Katolik Hıristiyandan oluşuyor grup. Üç kişiden oluşan grup üyeleri Danimarka’da büyümüşler ancak üçünün de kökenleri farklı. Faslı Isam Bachiri, Pakistanlı Waqas Ali Qadri ve Kübalı Lenny Martinez; geldikleri farklı kültürleri müziklerinde birleştiriyor. Bu renkli yapıları her çevreden dinleyici kazanmalarını sağlıyor.

Hıristiyan bir üyeye sahip oldukları için Müslüman bir müzik grubu olarak anılmak istemiyorlar. Ancak, ıslami motifler ağırlıklı olarak hissediliyor grubun şarkılarında. Müslüman dünyasının yaşadığı sorunlara rap tarzının da etkisiyle sert eleştiriler getirmekten çekinmiyorlar.

Entegrasyon çalışmaları, Irak ve Filistin’de süren savaşlar, çarpık medya gibi konuların yanı sıra, Allah sevgisi, insani değerler ve ailenin önemini şarkı sözlerinde vurgulayan grup, ıngilizce ve ıspanyolca söylüyor.

Son albümleri “Closer Than Veins” (şah Damarından Yakın) ile bir çok ödül alan grup, Sami Yusuf’la düet yaptıkları ümmet üzerine olan “I’ve seen” ve Filistinli bir kıza söylenen “Try not to cry” şarkılarıyla beğeni topluyorlar.


Ortak dil: Ümmet bilinci


Saydığımız müzisyenler farklı türlerde, farklı ülkelerde ortaya koydukları müziklerinde aynı konuların üzerinde duruyorlar: Allah (c.c) ve Peygamber (asm) sevgisi, ıslam’ın gerektirdiği güzel ahlak ve insani değerler… Böylece müzik vasıtasıyla ıslam’ı tanıtıyor, son yıllarda oluşan olumsuz imajın silinmesine yardımcı oluyorlar.

Önemle üzerinde durdukları diğer bir konu ise ümmet bilinci, Müslümanlar arasında birlik, beraberlik ve kardeşlik… Ne yazık ki, Müslüman ülkelerde etnik ve mezhep çatışmalarıyla her geçen gün biraz daha unutuluyor bu kavramlar… Ancak, Batılı Müslümanlarda bu bilincin oldukça dinç olduğunu görüyoruz. Bunda, farklı milletlerden birçok Müslüman’ın, Müslüman olmayan bir toplum içinde ve yönetim altında yaşıyor olmasının payı var. Müslüman müzisyenler de, birlik ve kardeşlik duygularının Doğu’da tesis edilmesi ve Batı’da daha da kuvvetlenmesi için katkıda bulunuyorlar. Yaşanan insan hakları ihlalleri, ayrımcılık ve savaşlara da eleştiri getiriyorlar

Öte yandan, Kur’ânî hassasiyetlere, ahlâka uygun olarak da müzik yapılabileceğini ispatlıyor, bu alanda ihtiyaç duyulan boşluğu dolduruyorlar. Böyle müspet bir müzik akımının yeterli seviyede görülmediği Müslüman ülkelere de örnek teşkil ediyorlar.


Ayşe ÇAğLAYAN


Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=593
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

7

08.04.2007, 08:19





Rabbimizi tarif eden büyük muarrif: Hz. Muhammed (asm)



Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri..


On Dört Reşahâtı tazammun eden On Dördüncü Lem'a’nın;
BıRıNCı REşHASI: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak:
Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Zîrâ, o Lâ ilâhe illallah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen “Doğru dedin ve söylediğin haktır” derler.
Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın.
ıKıNCı REşHA: O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve ıncil gibi kütüb-ü semâviyenin(Hâşiye) yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve şeriatın hakkàniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-i gàliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.
Hâşiye: Hüseyin-i Cisrî "Risâle-i Hamidiye"sinde yüz on dört işârâtı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihât varmış.
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.214


Lügatçe:

Muarrif: Tarif edici.
Kitâb-ı kebîr: Büyük kâinat kitabı.
Âyet-i kübrâ: Büyük âyet.
Hâtemü'l-Enbiyâ: Peygamberlerin sonuncusu.
Bürhan-ı nâtık: Konuşan delil.
ırhâsât: Peygamberimiz (asm) üzerinde peygamberlikten önce görünen harikulade haller.
Hâtif: Gaybdan doğru haber veren cinler.
Beşârât: Müjdeler.
Kâhin: Gelecekten haber verdiği söylenen kişi, falcı.
şakk-ı Kamer: Peygamber Efendimizin işaret parmağıyla Ay’ı ikiye bölmesi mu’cizesi.



*


Peygamberimizin en büyük mu'cizelerinden biri ‘kendi zâtı’dır


Mu’cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed'dir (a.s.m.)

Zat-ı Zülcelâl ona demiş: ‘Ve inneke le alâ hulikin azîm" (Ve hiç şüphesiz ki sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin. / Kalem Sûresi: 4)
Bütün ümmet, hatta düşmanları da dahil olduğu halde, icma etmişler ki; bütün ahlâk-ı haseneye câmidir.
Nübüvvetten evvel, ondaki ahlâk-ı hamîdenin kemâline tercüman olan 'Muhammedü'l-Emîn' ünvanıyla iştihar etmiştir.
Hazret-i Âişe (r.a.) her vakit derdi: 'Hulukuhü'l-Kur'ân” (Onun ahlâkı Kur'ân’dı). Demek Kur'ân'ın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi.
ışte o zât-ı kerimde icmâ-i ümmetle, tevatür-ü manevî-i kat'î ile sabittir ki:
ınsanların sîreten ve sûreten en cemîli ve en halîmi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevâzıı ve en afîfi ve en cevâdı ve kerîmi ve en rahîmi ve en âdili; herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afüvv, sıhhat-i fehm, şefkat gibi ne kadar secâyâ-yı âliye varsa, en mükemmel bir fihriste-i nurânîsidir.
Bunların içindeki nokta-i icaz şudur ki:
Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil; fakat derece-i kemâlde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa, öteki zaifleşir. Meselâ:
Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat; hem kemâl-i tevazu ile kemâl-i şehamet; hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile niyahet haya; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillah; hem gayet afüvv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta içtimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir.
(şuaât, Marifetü'n-Nebî)

*

Onun (asm) nuru şarktan garbı tuttu



Nasıl berk-i hâtif gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidâyetini kabul edip hırz-ı cân etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illallah'ı, bütün merâtibiyle beraber kabul etmesin?


ÜÇÜNCÜ REşHA: Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü'l-Araba gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. ışte bak:
Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisânında hakàikâşinâ bir hitâb, bütün benîâdem'e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suâllerine muknî, makbul cevap verir.
DÖRDÜNCÜ REşHA: Bak, öyle bir ziyâ-i hakikat neşreder ki, eğer onun o nurânî daire-i hakikat-i irşâdından hariç bir sûrette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir mâtemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.
şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, mâtemhâne-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebî, düşman mevcudât, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi.
BEşıNCı REşHA: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât, tebeddülât, tegayyürât, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubât-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer merâyâ-i esmâ-i ılâhiye ve âlem dahi birer kitâb-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar.
Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır.
ALTINCI REşHA: ışte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i ılâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan, yani ubûdiyeti cihetiyle, onu bir misâl-i muhabbet, bir timsâl-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurânî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin; şöyle baksan, yani risâleti cihetiyle, bir bürhan-ı Hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesîle-i saadet görürsün.
ışte, bak: Nasıl berk-i hâtif gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidâyetini kabul edip hırz-ı cân etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illallah'ı, bütün merâtibiyle beraber kabul etmesin?
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.215


lügatçe:

Berk-i hâtif: Birden görünüp, kaybolan pırıltı, şimşek.
Nısf-ı arz: Yeryüzünün yarısı.
Hums-u beşer: ınsanlığın beşte biri.
Hırz-ı cân: Bağrına basıp canı gibi korumak.
Cezîretü'l-Arab: Arap yarımadası.
Hüsn-ü sîret: Ahlâk güzelliği
Cemâl-i sûret: Fizikî güzellik.
Muammâ-i acîbâne: Hayret verici, anlaşılmaz ve bilinmeyen iş.
Tılsım-ı muğlâk: Anlaşılması zor, kapalı gizli şey.
Câmidât-ı meyyite-i sâmite: Suskun, ölü ve cansız varlıklar.
Merâyâ-i esmâ-i ılâhiye: Allah’ın isimlerinin tecellî ettiği aynalar.
Künûz-u esmâ-i ılâhiye: Allah’ın isimlerinin hazineleri.
Keşşâf: Keşfedici.


*


Kalblerin mahbubu, akılların muallimi


Bak, (Hz. Peygamber) değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.


YEDıNCı REşHA: ışte, bak: şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.
SEKıZıNCı REşHA: Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref' edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi--ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak--vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor.
ışte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?
DOKUZUNCU REşHA: Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.
şimdi bak bu zâta: şek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! “O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” (Necm Sûresi: 4.)
Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın.
ONUNCU REşHA: ışte bak: Ne kadar merakâver, ne kadar câzibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakàikı gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek"; merakın varsa, vereceksin.
Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz olan o pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.
Hem öyle acâib bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâbdan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acîb olmaz. Bak, onun lisânında “Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Sûresi: 1.) • Gök yarıldığı zaman. (ınfitar Sûresi: 1.) • Çarpacak olan felâket. (Kâria Sûresi: 1.)” gibi sûreleri işit.
Hem öyle bir istikbâlden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbâl ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem, öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye, ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.216


lügatçe:

Feth: Açma.
Teshîr: Boyun eğdirme, hizmet ettirme.
Mahbub-u kulûb: Kalplerin sevgilisi.
Muallim-i ukùl: Akılların öğretmeni.
Mürebbî-i nüfûs: Nefislerin terbiyecisi.
Sultan-ı ervâh: Ruhların sultanı.
Cezîre-i vâsia: Geniş yarımada.
Secâyâ-i âliye: Yüksek seciye ve karakterler.
Cezîretü'l-Arab: Arap yarımadası.
Bilâpervâ: Çekinmeden, korkmadan.
Hakikatbîn: Hakikati gören.
Müstağnî: Muhtaç olmayan.
Müşteri: Jüpiter.
Ahbâr: Haberler.


*


Kâinat, onun (asm) duâsına ‘âmin’ diyor


O Zât (asm), öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.


ON BıRıNCı REşHA: Böyle acîb ve muammââlûd şu kâinatın perde-i zâhiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acâib bizi bekliyor. Böyle acâibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznümâ bir zât lâzımdır.
Hem, bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o, görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem, "Bizi ni'metleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın ılâhı, bizden ne istiyor, marziyâtı nedir?" pek sağlam olarak bize ders veriyor.
Hem bunlar gibi daha pek çok merakâver, lüzumlu hakàikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divâne olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?
ON ıKıNCı REşHA: ışte şu zât, şu mevcudât Hàlıkının vahdâniyetinin hakkàniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kàtıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz.
ışte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in zaman-ı Adem'den asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar.
Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.
Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkàne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor.
Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gàye için duâ ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekàya, ulvî vazifeye çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.
Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü, istediğini--velev lisân-ı hal ile olsun--verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır.
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 217


Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=585
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

8

08.04.2007, 08:27




Bizden, Bizbize\'den...



Genç tiyatrocular bizimle...

Selam olsun dostlar.Genç Yaklaşım dergisinden sesleneceğiz sizlere. Kâh tiyatro konuşacağız, kâh mizah, kâh bizi size anlatacağız, bazen de sizden gelenleri yayınlayacağız. Bu ilk yazımızda bizden bahsedelim istedik. Tiyatro Bizbize'den. ıçimizden, yaşamımızdan, umutlarımızdan, yarınlarımızdan, sanatımızdan...


Sevgilerin paylaştıkça çoğaldığını


bilenlerdeniz.. Hayatımızı bu yola adadık, çünkü öyle bir ustamız vardı ki, o bize daima ya bu deveyi güdüceksiniz ya bu diyardan gidecekseniz derdi. Ve de haklı çıktı rahmetli. Hasan Nail Canat'tan bahsediyorum. Kiminiz belki şu an çıkaramadı, kiminiz hatırladı, kiminiz anımsar gibi oldu. Hasan hocamız tiyatro dünyasında açan bir güldü.


Bir zamanların gençliği onun romanlarıyla, hikayeleriyle büyüdü, yeşerdi. Bizi de bu yola iten ve bu fidanları diken kendisi oldu. Tiyatronun temelini ondan öğrendik, ustaydı hem de hatırı sayılır bir usta.Yazarlığı ve şairliği bir yana, usta tiyatroculuğu bir yana. Bunları öyle güzel birleştiriyordu ve öyle güzel betimliyordu ki, sonunda kendimizi görüyorduk sahnede. Hayatımızı, düşüncelerimizi, yaptıklarımızı, günahlarımızı, sevaplarımızı…


Böyle bir ustadan sadece tiyatro dersi almadık. ınsanlık, görgü, ahlakî değerler kısacası insanı insan yapan etiketleri öğretti bize. Tam "bu fidanlar yeşerecek" demeye başladığı sıralarda aramızdan ayrıldı. Rahmet âlemine, sevdiğine gitti. On bir ayın sultanı Ramazan ayında Rabbe kavuştu. Yanlız kalmıştık; korkmuştuk, etrafımızda dost bildiklerimiz de bizi bırakınca tutunucak dalımız kalmamıştı.Ustamızın "ya bu deveyi güdeceksiniz ya bu diyardan gideceksiniz" sözü aklımıza geldi. Oturduk düşündük ve biz bu deveyi güdecektik, gütmeliydik, ne olursa olsun. Allah'ın da inayetiyle bu yola benliğimizi koyduk. Ve 2005 Eylül ayında “BıZBıZE” olduk. Ve hep bize yeni bizler katıldıkça büyüdük, çoğaldık, umutlandık. Hocam seni rahmetle anarken "ektiğin son fidanlar" olarak yeşermeye başladığımızı iletiyoruz sana. Mekanın cennet olsun. Birliğimiz daim olsun sevgili okurlar, tiyatro severler. Sağlıcakla kalın… Önümüzdeki ay inşallah Tiyatro hakkında bilgiler ve kültür sanat haberleriyle sizlerle olacağız..

Yavuz ÜNLÜTÜRK


*

Tiyatro Nedir?

Tiyatro nedir? Kendini ifade etme biçimi midir? Olabilir.
Tiyatro nedir? Birşeyler paylaşmak mıdır? Olabilir.
Tiyatro nedir? Sahneden haykırmak mıdır? Olabilir.
Tiyatro nedir? Hayatın ta kendisi midir? Olabilir.
Tiyatro nedir? Hayatın aynası mıdır? Olabilir.
Olabilir.. Olabilir.. Olabilir.. Olabilir.. Olabilir..
Herkes tiyatronun ne olduğu konusunda bir şeyler söylemiştir ve söyleyecektir de. Çünkü tiyatro, hakkında birçok şey söylenebilecek, tüm sanat dallarını içine alan çok büyük bir deniz. Ben de diyorum ki, tiyatro; sahneyi bir tebliğ aracı olarak kullanıp, amacınızı insanlara ulaştırmaktır. Tebliğ aracı olarak her türlü ideoloji düşünülebilir. Dinî motifler, sosyal konular ve aile kavramı geniş olarak düşünülebilir. Ama en önemlisi savunduğunuz bir dünya görüşünüzün olması ve bunu insanlarla paylaşmanızdır bence; ben böyle düşünüyorum. Bu da bir şekilde ilk başta yazdığım kendini ifade etme biçimidir aslında.

Selçuk BONCUKÇU


*


Perde...


Üstadımızı ondan çok uzakta kaybettik. Aslında kaybettiğimiz sadece onun sıcaklığı ve desteği olmadı. Dost sandığımız ağabeylerimizi, kardeşlerimizi, ablalarımızı yani herşeyimizi kaybettik. Kafamızı kaldırdık ki hiç kimse kalmamış, tebessümler yerini gidişlere bırakmış. Bunu anlatarak acındırmak değildir niyetim, herkes kim olduğunu anlasın diye. Kendisini bulmakta zorlanmasın diye. Sonra kendimiz başardık ayağa kalkmasını ve bize aşılanan tiyatro aşkını sahneye taşımasını. Tiyatro bizbize dedik, samimi, sıcak, içinde tiyatro aşkı bulunan bir kadroyla çıktık yola. Fırtınaları, depremleri göze alarak bağlandık birbirimize. Amaç aynıydı varılacak sonuçta. Tadilatı imkânsız, bir o kadar da şirin bir ofise alabildik umutlarımızı. Bize dua eden, bizi seven insanlarla gün geçtikçe daha da umutlanıyoruz. Adımlarımız artık daha kesin ve sert. Çoğu zaman çocuklara birşeyler verebilmenin, onlarla birşeyleri paylaşmanın heyecanını yaşarken, kimi zaman yetişkinlerin oyun sonrası sohbetleri ve ilgileri büyütüyor varlığımızı. Eğer bir gün yolunuz düşerde kahve içmeye gelir ya da bir oyun sonrası sohbetimize ortak olmayı isterseniz kapımız her zaman açık... Sevginiz sizin taşıyabildiğinizden daha fazla bunu biliyorsunuz. Tiyatroyla geçecek yeni bir sezona hep birlikte merhaba...

Ali POYRAZ

*


Hayatımızdaki yaşam sahnelerimiz!

Hayatına tiyatroyu kıyısından köşesinden,ucundan sokmuş,hobi olarak yapmış,yapmaya çalışmış,seyircisi olmuş,olmaya çalışmış,ömrü boyunca denemek istemiş, cesaret edememiş yada tam denemeye koyulurken ömrü vefa etmemiş,büyüyünce tiyatrocu olacağım deyip , bu yüzden anasından babasından hatta dayısından bir araba dayak yiyip memur olmuş ve tiyatroyla yatıp tiyatroyla kalkmış , hayatını adamış, bu uğurda günlerce aç kalmış,yavrusunu bayat çaya ekmek banarak yedirmek pahasına da olsa bu kutsal mesleği ayaklar altında ezdirmemiş ve hiçbir zaman taviz vermemiş, ülkesini karış karış ,santim santim gezip köşe bucak aman orası uzak!! Demeyip tiyatro taşımış,adeta bir annenin yavrusunu emzirdiği gibi, televizyonu da tiyatro için seçmiş, kazandığını da dekora kostüme sahne kirasına yetiştirip tiyatrosunu yaşatmış , bunun yanında ben tiyatrocuyum hatta okulluyum deyip sahne yerine bitarafı yemeyip televizyona çıkıp altı köşe göbek üç kat ense olmuş, ideolojisi ne olursa olsun hayatını bir kuyumcunun altını işlemesi misali hayalindeki en dolu en içten duygularını satırlara bir bir dökerek bu kutsal sanatın edebini ve edebiyatını oluşturmuş ve bu yola ömrünü adamış herkese selam olsun

Erkay YAVUZ


Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=595
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

9

08.04.2007, 08:31




ıçimizdeki şeytanı taşlamak


ınsan önce yüreğindeki Kâbe’yi bulmalı, ondan sonra düşmeli hac yoluna. Gideceği yolu bilmeyenler, kıblesine henüz karar vermeyenlerin gidebileceği bir yer yoktur. Başını taştan taşa vurarak akan sular, yatağı doğru değilse gideceği yer de bir bilinmezdir. Yanlış yol, kırılmış ve yıkılmış kalpler bırakır hüzünlü mazide.

Nerede, nasıl, hangi mevkide olursa olsun insan önce gideceği yönü bulup, pusulasını o tarafa yöneltmeli. Sonra revan olmalı yollara.

Doğru yönü bulmak kadar doğru yolda ilerlemek, yürümek için de çaba göstermek gerekir. Yürümek için içinde bir aşk yangını her gün yanmalı. Yürekte yangın yoksa yol çekilmez olur. En küçük engeller insanı yolundan döndürebilir. Küçük bir çakıl taşı, yoldaki bir tümsek, açılmış bir çukur; yanlış bir işaret ya da işaretçi yoldan çıkarabilir insanı.

Kıblesini bulup yoluna revan olan varmak istediği yere geldiğinde, çektiği zahmet kadar kıymet arz eder vardığı yer. Kolaylıkla elde edilenin kıymeti yoktur. Yollarda çekilen ıstırabı, vuslatta rahmete dönüştürmek de önemlidir.

Varılmak istenen Kâbe’ye varıldığında sevgiliye kavuşulmanın verdiği heyecanla “buyur” denilmeli. Yüreğinin seni çağırdığı yerde olmanın mutluluğuna gözyaşı ırmağı karışmalı.

Dönmeli bir Mevlevi gibi ellerini açıp yüreğindeki Kâbe’nin etrafında. Kendinden kaçıp kendini bulmalı. Kendinden uzaklaşıp, kendine yaklaşmalı. Açılmalı içindeki demir perdelerle kapalı gönül kapısı. Herkesi, her şeyi kucaklayacak kadar genişlemeli. Yıkmalı içindeki putları kendinden öncekiler gibi. Eğmeli başını gökten toprağa eğilen güneş gibi. Toprakta bir gölge olmalı, gölgede hiç.

Gidip gelmeli içindeki vicdan vadisinde, zemzem ırmağını bulmak için. Pişmanlık duvarlarını yıkıp içindeki günah vadisine bir beyaz ihramla yol almalı.

ıçindeki gecenin siyah örtüsünün arkasından ağarırken gün, ellerini açıp vakfede durmalı. Kalabalık bir mahkemenin önünde sanık sandalyesinde yalnız yargılamalı kendisini. Bütün günahlara karşı durur gibi dik ama bir o kadarda mütavazi bir el açmalı sevgilisine.

ıbrahim (as) gibi bütün putları kırıp kendi boynuna asmalı gerektiğinde baltayı. Sonra en büyük nefis putunu devirmeli. Ateşi, ateşe atıp, ateşi yakmalı ateşle. Yandığında pişmeli, piştiğinde yanmalı. Alevlerden geriye kalan korlar gülün kırmızılığına dönüşmeli. Yürekte bir tomurcuk yetim ve öksüz açmalı. Kendinden hicret edip gönül dünyasında bir muhacir olmalı.

Bulmalı araya araya kaybolmuş merhameti, aşkı, şefkati, sabrı, çileyi, emeği, umudu…

Tam arındım demeden, günahları geride bırakıp gitmeye hazırlanmadan önce içindeki şeytanı taşlamalı. Başkalarının şeytanlarına söz söylemeden önce en büyük taşı içindeki şeytana atmalı.

Sonra sıyrılmalı bütün benliğini kuşatmış günah esaretinden. ıhramını çıkartarak ana rahmine yeni düşmüş bebek gibi masum kalmalı ömrünün her deminde.

Bir muhacir hüznü ile geldiği bu aşk mabedinden münevver bir şehrin yoluna revan olmalı. Bir aşk nurunun bahçesinde mecnun olmalı. Dünyada bir muhacirken, yüzünü sürdüğü topraklar, eğildiği secde, kırdığı putlar, yaktığı benlik onu ensarlığa terfi ettirmeli.

Gittiği yer yöne, vardığı her yere, karşılıksız, çıkarsız güller götürmeli. Kendi bahçesinde yetiştirdiği gülleri karamsarlık girdabındaki yüreklere sunmalı. Dünyada gül açmayan bahçe kalmayıncaya kadar yürümeli. Bir karınca misali varamasa da her gönüle, tutamasa da her uzatılan eli, gidemese de çağrılan her yere, ölmeli yolunda.

Arayan bulur Kâbe’sini, bulan koşar sevdiğine, arınır toprağın yağmurla arındığı gibi günahlarından, kendinden. Bir muhacir gibi yaşadığı dünyada bir Ensar yüreği ile çalar her sabah bütün kapalı kapıları.

Nice kervanlar çölün sıcağına, susuzluğuna, zahmetine rağmen tutmuşlar gül şehrinin ve gül neslinin yolunu. Geride kalanlar, birkaç gün daha müsaade bekleyenler, işlerini bitirip, evlatlarını yetiştirme telaşına düşenler, tali yollarda tökezleyenler, benlikleri ayaklarına takılanlar, bir “keşke günü”ne kadar özgürlüklerinin köleliğini sürecekler.

Ne mutlu içindeki şeytanı taşlayıp, Kâbe’sini bulanlara..


Hasan MAHıR

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=590
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

10

08.04.2007, 08:41




Hayattan aldıklarımız yüzümüzdeki kaç çizgiye bedel?


Hayat bize tatmini, tatminsizliği, sevgiyi, yalnızlığı, her duyguyu bir paket şeklinde sunuyor. Ben sadece sevgiyi alayım, yalnızlık kalsın diyemiyorsunuz. Sipariş usulü değil, toplu üretim yapıyor. Bir bakmışsınız o ara bol bol aşk dağıtıyor, sonra talep fazla, arz yetmiyor. Bu sefer başlıyor yalnızlık dağıtmaya. Siz de kısmetinize ne düştüyse mecbur alıyorsunuz. Hayatın size sunduklarına teslim oluyor, ne gelirse kabul ediyorsunuz. Ben bu yalnızlıktan hoşlanmadım iade edeyim diyemiyorsunuz. Hayat iade kabul etmiyor. Emeğinizle bedelini ödüyorsunuz, ama iade etmek için tekrar bir bedel ödemeniz gerek. Bazen böyle bir emek hayat literatüründe bulunmayabiliyor. Sizin keşfetmeniz ve keşfinizi hayatınıza kabul ettirmeniz gerekiyor.

Her yaşta hayat başka ürünler dağıtıyor. Mesela 5 yaşındayken, size merak etmeyi öğretiyor. Her şeyi soruyorsunuz, bu sırada annenin satın aldığı duygu sabır olursa şanslısınız. O zaman hayal kırıklığıyla daha tanışmamış oluyorsunuz. Ama ebeveynlerden biri, sabırsızlıkla baş başa kalmışsa, başlıyorsunuz öfkeyle mücadele etmeye.

Sonra seneler geçiyor, kumbaranızda öğrendiğiniz binlerce duygu birikmiş, ben her şeyi bilirim diyorsunuz, annenize de babanıza da ihtiyacınız yok, o an en yakınlarınız sizin gibi hayatı çözmüş arkadaşlarınız. Bu yaşlar sizin henüz reşit olmadığınız yaşınız. Çözdüğünüzü sandığınız hayatınızın henüz çok başındasınız, daha hiçbir düğümle karşılaşmadınız.

Sonra bir gün olan oluyor. Biri, hem de hiç beklemediğiniz biri sizi incitiyor. Kırılmayı öğreniyorsunuz, güveni, güvensizliği, ailenin önemini görüyorsunuz. Ben bunu hak etmedim ki diye isyan ediyorsunuz belki de. Anneniz veya babanız işte o an size meşhur sözü söylüyor, hak etmedin doğru, ama “hayat bu”…

En büyük üzüntüyü yaşadığınızı düşünürken, hayat size bir sürpriz yapıveriyor. Aşk ansızın kalbinizi çalıveriyor. Hiçbir konuda bu kadar acemi olmamıştınız. Kontrolsüzlükle tanışıyorsunuz. Kendinizi kontrol edemediğinizi görüyorsunuz, ama bu sizi yine de mutlu ediyor. Hayatın anlamı bu olmalı diyorsunuz. Meğer bildiğinizi sandıklarınız yanlışmış, meğer bir şeycik bilmiyormuşsunuz.

ışte o an hayatın dağıtım listesine göre, aşkınız karşılıklı oluveriyor ve mutluluk katmer katmer artıyor. Hayatınızın insanıyla tanıştığınızı düşünüyorsunuz. ılk aşkınızın son aşkınız olmasını istiyorsunuz.

Birden her şey ters düz oluyor ve hayatınızın aşkı hayatınızdan çıkıp gidiyor. Hayattan en büyük mutsuzluğu o an yaşadınız sanıyorsunuz.

Yıllarca, hayatın size sunduklarıyla bir mutlu bir mutsuz oluyorsunuz. Gün geliyor, annenizin size söylediklerini siz de çocuklarınıza söylüyorsunuz. Ama çocuğunuz sizi dinlemeye hazır değil, hayatın ona sunacaklarıyla büyümeyi bekliyor. Daha elini ateşe tutacak ve eli yanacak. ıçiniz acıyor. Bu duyguyu da bilmiyordunuz, daha öğrenecek çok şey var.

Ve hayat bitmeye yakın size son kez göz kırpıyor, hasta yatağınızda neler yaşadığınızı düşünüyorsunuz. O an her şeyi gerektiği kadar biliyorsunuz. Bir oyun gibiydi her şey, siz hayatınızın başrolündeydiniz ama sizin şekillendiremediğiniz o kadar çok şey oldu ki. “Hayat her şeye rağmen güzel” diyorsunuz. Bunu söyleyebiliyorsanız aslında hayattan en fazla aldığınız ne biliyor musunuz? şans. Siz o şansa sahipken, binlerce kişi nelerle boğuşuyordu kim bilir. şükrediyorsunuz.

Aynaya bakıyorsunuz, hayatın size verdiği her hissin bir çizgisi var yüzünüzde. Gülümsüyorsunuz ve fark ediyorsunuz ki, hayat iz bırakmayı seviyor.


Gülnur GÜLSEVER

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=591
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

11

08.04.2007, 08:45

son yaziya bayildim..

ama sizlerden hic ses soluk cikmiyor :(
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

12

08.04.2007, 08:55



ınsanlık için göç vakti


Sosyologlar insanlığı ilk devirlerinde ikiye ayırırlar: Birincisi toprağı işleyen ve üreten uygar toplumlar, ikincisi ise topraktan bağımsız yaşayan ve hayvanı evcilleştirerek kullanan göçer ve barbar toplumlar.

ınsanlık tarihinde göçlerin çok önemli bir yeri ve işlevi vardır. ınsanlar bir yerdeki kaynakları tükettikçe hep başka yerlere göç etmişler, bazen göçler savaşlardan ve zulümden kaçmak için yapılmış. Hepsindeki ortak nokta ise hep daha iyiye hep daha rahata ve de daha güzele göç etmek olmuş.

Kavimler göçü çağların, Mekke'den Medine'ye hicret ise dünyanın kaderini değiştirmiş.

Göç hem insanların, hem toplulukların hem de dünyanın kaderini değiştiren bir vaka aslında. On yıllardır insanları köylerden şehirlere göç etmekteler. Gün gelecek şehirler yaşanmaz hale gelince -ki şimdiden öyle- bu göç dalgası tam tersine doğru akacaktır. ınsanlık farkında olmadan hayat tarzı anlamında da göçler yaşıyor esasında.

ınsanoğlu doğallıktan yapaylığa geçmiş, ancak bugünlerde yeniden doğal olana geri dönüş söz konusu. Yapaylık bir nevi mecburiyetten ortaya çıktı aslında. Herşey hızlandı, dolayısıyla insan da hızlanmalıydı. Doğal süreçler ise ekseriyetle yavaş ilerler. ınsan ise koşmalıydı, yürümeye vakit yoktu. Dolayısıyla herşeyin daha hızlısını fakat yapay olanını üretmek zorunda kaldık. Herşey daha pratik ve daha çabuk olmaya programlanmıştı. Bu sebeple estetik kavramını da yitirdi ya insanoğlu. Bir ay içinde binalar dikmeye başladık ve sırf bu sebepten ötürü mimaride bütün estetik anlayışımızı kaybettik. Halbuki eskiden bir yapıyı inşa etmek on yıllar hatta yüz yıllar sürüyordu. Ama neticesinde Piramitler, Ayasofyalar ve de Tac Mahaller ortaya çıkıyordu. Bugün ise ne olduğu belirsiz, ruhsuz beton yığınları üretiyoruz, ama bu konuda da hızlıyız. Köprüleri oldukça hızlı yapıyoruz, ama asla bir Mostar yapamıyoruz yahut Mimar Sinan gibi köprüler inşa edemiyoruz. şimdi ise ancak geçmişteki görkem ve ihtişama özenebiliyoruz, ama yanından bile geçemiyoruz.

Bu durum müzikte de bu şekilde. En mühim sanat dallarından biridir müzik. Peki, siz hiç etrafınızda bir Beethoven yahut Dede Efendi görebiliyor musunuz? Hayır!

Neden göremiyoruz çünkü artık müzik de endüstriyel bir nesne. Onu da hızlıca üretmek ve doğal yollardan değil de yapay, dijital ortamlarda üretmek gerekiyor. Tam da bu sebepten ötürü kulağımızdaki on yılların pası bir türlü silinemiyor. Eski güzel eserlerin güzel yorumlarıyla idare ediyoruz, müzikte de bir geriye göç sözkonusu oluyor haliyle. Eski güzel melodilere göç ediyoruz yenileri üretilmeyince.

Ruhumuz, aklımız ve kalbimiz göç gerektiğini söylüyor. Hepimizi sıkan bu tekdüzelikten, sıradanlıktan ve yapaylıktan göç etmemiz gerektiğini hissediyoruz, ama kaçacak yer de bulamıyoruz doğrusu.

Eskiden yazılmış güzel kitapların birinci hamur yapraklarında geçmişi solumaya çalışıyoruz, ama aldığımız koku boya, mürekkep ve selüloz kokusundan ibaret kalıyor. El yazması eserlere göç etmek istiyoruz, belki kâğıda bulaşan el emeğinin kokusunu alabiliriz diye, ama onu da bulamıyoruz...

Uygar olmayı becerdik böylece, ama bakın yine de barbarlığa özeniyoruz. Göçer bir toplum olmaya doğru sürükleniyoruz.

***

Gelecekte küresel ısınmadan ötürü gerçek mânâda büyük göçler yaşanabileceği de söyleniyor. Bu da işin bir başka yönü tabii ki. O kadar tükettik ki dünyamızı, olacağı buydu ne yazık ki.

Bir fotoğraf sanatçısı 20 küsur yıldır onlarca fotoğrafını çektiği krater gölünün kurumaya yüz tuttuğunu görünce esef duyuyor. Bir ressam "artık hiç kimse Mona Lisa gibi gülümsemiyor" derken eskiye özlemini dile getiriyor aslında. Fotokopi bir hayat yaşıyoruz ya artık, bir hattat çizecek "vav" bulamadığından eyvahlar ediyor kaderine. Çizecek bir hattat kalmayana dek tükettiğimiz için bütün "vav"ları ve bütün eski "vav"lar "photoshop" programlarında yapay bir şekilde çizilebildiği için belki de Hamidullahlar yaşamıyor artık aramızda. Tam da bu sebepten ötürü Mona Lisa gülümsemiyor eskisi gibi.

Artık eylüller ilham vermiyor hüzünlü şairlere, temmuzlar ise ruhlara aşk salmıyor Akdeniz'de. Çünkü ne Eylülde yaşanıyor sonbahar, ne de Temmuz'da Akdeniz'de esiyor aşk meltemleri eskiden estiği gibi. Varsa yoksa Balkanlardan esen soğuk hava dalgası var ruhlarda, peki ya Balkanlar da kaybedince, Tuna'nın yeşilliğini, geriye artık ne kalabilir ki?

Mısır'da Nil'in, Mezapotamya'da Fırat ve Dicle'nin kuruduğunu bir düşünün. Küresel ısınma devam ederse bunların olmayacağını kim garanti edebilir ki. ıstanbul Boğazı'nın çamur deryasına dönüşmüş ve kurumuş halini yansıtan fotoğrafı gördünüz mü? Belki de abartı, belki de karamsarlık ancak herşey tükeniyorsa, Boğaz da tükenemez mi? "Serinliği kaynatan bu gümüş mangal", geçmişte yaşanmış aşkları ve tatlı hatıraları küresel ısınmanın da etkisiyle yakıp, kül edemez mi?

Bir ürün bir reklam yapıyor televizyonlarda. Bir kadın güzelleşiyor(!) makyajla ve photoshop yardımıyla ve ürün soruyor haklı olarak: "Neden güzellik anlayışımız bu kadar çarpıtılmış? Güzelliğin yapay olmaması gerektiğine inanıyoruz"...

Neden bu kadar çarpıtıldığımızı düşündünüz mü hiç?

***

Göç etmek, seyahat etmek, gitmek insan için vazgeçilmez bir ihtiyaç. Baudelaire "her nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor" der... Bunu hem ruhumuzla, hem de bedenimizle apaçık hissediyoruz bugün. Peki, nereye kaçacağız? ımkânı olanlar aya çıkma planları yapmaya başladılar bile. Bu güzel dünyayı bırakıp aya çıkacağız, orada tüketecek birşey yok gerçi, ama tüketeceklerimizi de yanımızda götürebiliriz pek tabii ki. Sonra da oradan oturup bakarız dünyanın yok oluşuna. Her halükârda terkedeceğimiz bu dünyayı, yazılandan daha evvel terketmek kaderimizi değiştirmeyecek. Teker teker ölmemiz doğal belki. Ancak bütün bir insanlık olarak terkediyoruz dünyayı herhalde, bunun farkında değiliz. “ınsanlık nerede” diye sesler gelmesi de bu yüzden. Dünyayı karanlığa, yok oluşa ve bitişe terkediyoruz.

***

Bu seferki göçün etkileri kalıcı ve bitirici olacak. Son iki yüzyılda hızlı bir tüketime ve tükenişe başlayan insanoğlu önce geriye göç etmek isteyecek, kurtulmak için son bir hamle yapacak belki de. Ama bunu başaramazsa ve eğer vakti de gelmişse geri dönüşü olmayan bir göçe mecbur kalacak.


Aşkları bile tüketebilen biz, işte o zaman TÜKENECEğıZ.


Umut YAVUZ

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=587
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

13

08.04.2007, 13:38

Seher kardeşim iyi güzel de, bütün yazıları buraya eklersen dergiyi kime satacaz? Siteyi kim ziyaret edecek :roll:

14

08.04.2007, 14:39

bi kere dergideki makalelerin tamamini eklemiyorum!

ayrica sizin gibi düsünenler zaten hazirdan bulduk diye siteyi ziyaret etmeyip, dergiyi satin almayabilir! ki aldiklarini biliyorum ben.

ama ben zaten herseye karsi sizin zit bi fikiriniz oldugunu bildigim icin fazla birsey söylememe gerek yok! :D

vesselam
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

15

08.04.2007, 17:19

Nurciv´imize dokunma talhagenc kardeş, o bu hizmette görevli. Hemde yazıişleri müdürünün onayıyla! :sır:

Sahi talhagenc kardeşim, Genç Yaklaşım´ın Kasım 2006 sayısında Zeynep Güvenç’in, Aylin Sucu ile yaptığı röportajı bize gösterebilir misin? Hadi o kadar geri gitmeyelim. www.gencyaklasim.com adresine tıkla ve bize Mart 2006 sayısını göster bakalım. Ama biz buradan gösterebiliriz:

http://www.muhabbetfedaileri.com/viewtopic.php?t=7173

Nurciv kardeşimiz burada geçici bir arşivleme yapıyor taki derginin yeni sayısı çıktığında eski sayılardaki yazılarada ulaşılabilsin. Eğer genç yaklaşıma abone isen zaten derginin tamamının internete yüklenmediğini farketmiş olman gerek. :D
"We are the Warriors of Love, We Have no Time For Enmity"

16

08.04.2007, 19:15

Alıntı sahibi ""nurciv""

bi kere dergideki makalelerin tamamini eklemiyorum!

ayrica sizin gibi düsünenler zaten hazirdan bulduk diye siteyi ziyaret etmeyip, dergiyi satin almayabilir! ki aldiklarini biliyorum ben.

ama ben zaten herseye karsi sizin zit bi fikiriniz oldugunu bildigim icin fazla birsey söylememe gerek yok! :D

vesselam


Eywallah. Webmaster ağabey de kızmış. Özür dilerim. Meşveret kararı olduğunu bilmiyordum. Gönüllü teşebbüs sanmıştım :oops:

17

08.04.2007, 22:37

Webmaster abimde olmasa :wink:

hem sen ne demek istiyorsun
zaten gönüllü olarak yapiyorum kardesim
kimse kimseye zorla birsey yaptiramaz
amac hizmet olsun!
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

18

08.04.2007, 23:02




Uğruna âlemlerin yaratıldığı dua


Her varlık dua eder.


Bir tohum dua eder ve der:

“Yâ Rab! Kendi sınırlı ve dar istidatlarımla senin bir isminin tecellisine mazhar olmak istiyorum. ıçimdeki gizli hazineleri, san’atları şuur sahibi varlıkların gözlerine sunmak istiyorum. Bana güç ver. Sümbüllenip çiçekler açmama imkân ver.”

Bu dua öylesine içten, öylesine ihlâslı bir duadır ki, o duanın kabulüyle toprak ve topraktaki sayısız mineraller tohumun emrine amade kılınır. Bulutlar belki binlerce kilometre ötelerden o küçücük tohuma su yetiştirmek için koşturulur. Koskoca güneş, sıcaklığı ile sanki o tohuma itaatkâr bir hizmetçi yapılır.

Her şeyi eksiksiz ve en mükemmel şekilde Yaratan Allah, bu duayı ezelî ilmiyle bilir ve kübulünün bir göstergesi olarak güneşi, dünyayı, toprağı, havayı, kısacası tohumun sümbüllenebilmesi için kâinattaki her şeyi onun hizmetine koşturur.

Bir arı yumurtasından çıkar çıkmaz öyle içten, öyle ihlâslı dua eder ve der ki:

“Yâ Rabbi! Bana verdiğin bal yapma görevimi hakkıyla yerine getirebilmem için bana sayısız çeşit ve güzellikteki çiçeklerin dolduğu bahçeler ver. Yeryüzünü benim için çiçeklerle donat. Her bir çiçekten bal özlerini toplamam, geriye kovanıma şaşırmadan dönebilmem ve topladığım bal özleriyle tadı ve lezzeti benzersiz bal yapmamı nasip eyle!”

Ezel ve Ebed Sultan’ı olan Cenab-ı Mevlâ, o küçük arının o kâinat büyüklüğü ve değerindeki duasını işitir, karşılığını en mükemmel şekilde verir, âdeta her bir arıya bir dünya bağışlanır.

ışte bu şekilde dünya üzerindeki her bir varlığık kendi hâl diliyle dualar eder; her an ve her saniye yapılan dualara cevaplar verilir. O dualarda istenenleri fazlasıyla ikram ve ihsan edilir.

Çünkü her şeyin sahibi, hâkimi olan, istediğini istediği şekilde yaratan Allah, aynı zamanda bütün dualara cevap verir. Hikmetine uygun şekilde yapılan duayı kabul eder, küçük olsun büyük olsun, kolay olsun zor olsun, hiçbir fark olmaksızın mutlaka karşılığını verir.

Bir çekirdeğin duasını ancak Allah işitebilir ve o duaya cevap verebilir.

Bir arının neler istediğini ancak Allah duyabilir ve duasının karşılığını verebilir.

Bir çekirdeğin, bir arının duasını kabul edip, onların emrine koca koca küreleri, yeri ve göğü verebilen Allah, iman şuuruyla dua eden mü’min kullarınının istek ve taleplerini elbette duyacak ve cevap verecektir.

Aslında dua bu açıdan kâinatın ve varlıkların da yaratılış sebebidir. Çünkü insan sonsuz acz ve fakirlik özellikleriyle donatılmıştır. Sahip olduğu her şeyi sınırlıdır. Sınırlı olduğu için de, ihtiyaçları hadsizdir. Eksik olan, ihtiyaç duyduğu şeyleri de ancak herşeye gücü yeten, her şeyi kudreti altında dilediği şekilde yöneten Allah’tan isteyecektir.

Bir çekirdeğin ve bir arının dualarını kabul eden Allah, insan gibi en güzel ve en mükemmel yaratılışa sahip olan insanın dualarına da mutlaka cevap verecektir.

En küçük bir varlığın ihtiyaçlarını kolaylıkla yaratan, yoktan var eden Allah, varlıkların en büyüğü, en üstünü, en yücesi, en sevgilisi olan Resûl-ü Ekrem’in (a.s.m.) dualarını kabul edecek ve ne istiyorsa onu verecektir.

Çünkü bütün varlıkların, bütün kâinatın Mâliki olan Allah kâinattaki her icraatında sonsuz merhamet, rahmet ve şefkate sahiptir. En küçüğünden en büyüğüne kadar bu hakikat kendisini gösterir.

Peki, o büyük ve Rabbi katında en yüce makâma sahip olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) en büyük duası nedir?

Bediüzzaman Sözler isimli eserinde yer alan Onuncu Söz’de “Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş!” der ve içinde yaşanan zaman diliminden gerilere doğru yolculuğa çıkmaya, fikren ve düşünce yoluyla Asr-ı Saadete, Arap Yarımadasına gitmeye davet eder.

Bu seyahatin sonunda bütün âlemlerin fahri, övünç kaynağı; bütün âlemleri yaratan Allah’ın en sevgili kulu vardır.

Bu seyahatin sonunda Resûlüllah (a.s.m.) vardır.

O zât ki (a.s.m.) getirdiği hidayet yoluyla ebedî ve sonsuz saadetin yaşanacağı Cennet hayatının varlık sebebi, bu güzel neticeye ulaşma vesilesi olmuştur.

O zât ki (a.s.m.) kulluğun en zirve noktasında, öylesine büyük ve yüksek seviyede bir namaza durmuştur. O Yüceler Yücesine edâ ettiği ibadette Arap yarımadasındaki, hattâ bütün dünyadaki tüm varlıklar ona tabi olmuşlardır. Daha da geniş dairede, geçmiş ve geleceği de kuşatan bir makamda, Hz. Âdem’den (a.s.m.) kıyamete kadar gelecek tüm iman edenler, bütün nuranî ve kâmil insanlar onun imamlığında saf tutmuşlar, ona tabi olmuşlardır. O büyük namazda olduğu gibi, onun (a.s.m.) yaptığı dualara, niyazlara ve yakarışlarına hep birlikte “âmin” demişlerdir.

Onun (a.s.m.) duasında bütün insanların bekâsı vardır. Onun (a.s.m.) duasında sadece insanların değil canlı cansız tüm varlıkların, semâvât ehli nuranî varlıkların, mânevî âlemlerdeki her şeyin ortak duası olan sonsuz saadete ulaşma, ılahî rızâya nail olma niyazı vardır. Onun (a.s.m.) duasına bütün varlıklar halleri ve dilleri ile katılmakta, “Yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et, biz de istiyoruz” demektedirler.

O (a.s.m.), öylesine içten, öylesine kalpten, öylesine hazinâne, müştakane, tazarrû ve niyaz ile dua etmektedir ki, bütün kâinat gözyaşlarıyla kendilerinden geçip duasının kelimelerine kadar iştirak etmekte, katılmaktadır.

O (a.s.m.) öylesine yüce bir maksat, öylesine yüksek bir gaye için saadet isteyip dua etmektedir ki, bu dua hürmetine bütün varlıklar hiçlik ve yokluk karanlıklarına yuvarlanmaktan kurtulmuşlardır. Kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten sıyrılıp en yüce makamlara ve derecelere yükselebilme, sonsuzluğa kavuşma, en ulvî vazife ve görevlere lâyık olabilme nimetine kavuşmuşlardır. Daha da önemlisi birer ılahî mektup olma liyakatine nail olmuşlardır.

O (a.s.m.) öylesine her şeyi işiten, en basit bir varlığın dahi hal diliyle yaptığı duaları işiten bir Semî’den, sonsuz ve sınırsız cömertlik sahibi Kerîmden, istediğini dilediği şekilde yaratan Kadîr’den, her şeyi gören, onun nazarında hiçbir şeyin gizli kalmadığı Basîr’den, hudutsuz ilmi ile her şeyi bilen, bilgisinden en küçük bir şeyin dahi hariç olmadığı Alîm’den istemektedir.

Bir karıncanın veya deniz dibindeki bir canlının dahi isteklerini, en gizli arzularını ve niyazlarını görüp işiten, kabul eden, merhamet eden, dualarının karşılığını veren Allah, böylesine sevgili, böylesine değer ve yücelik sahibi, böylesine önemli bir duaya, niyaza ve yakarışa mutlaka cevap verecek, kabul edecektir.

Üstelik o zât (a.s.m.), kendisi için değil, ümmeti için ister. O zât (a.s.m.), geçmiş ve gelecek tüm insanlık adına ister. O zât (a.s.m.), bekâ istiyor, Cennet ister. Üstelik, her biri birer ayna hükmünde olan varlıklar üzerinde yansıyan sonsuz güzellikteki ılahî isim ve sıfatlar ile birlikte, onlar hürmetine ister.

Eğer âhireti ve sonsuz saadet ve mutluluğun diyarı olan Cennetin varlığını gerektiren sayısız sebepler olmasaydı bile, sadece O zâtın (a.s.m.) bu tek duası, âhiret âlemlerinin, özellikle Cennetin binası ve kurulması için yeterli gerekçe olacaktır.

Evet, bir bahar mevsiminde âdetâ ölen ve beyaz kefenlere bürünen yeryüzünü bir mahşer meydanına çeviren, sayısız haşir ve yeniden diriltme örneklerini sergileyen, sürekli yaratan ve yenileyen sonsuz Kudret sahibi Allah için Cennet’i yaratmak son derece kolaydır. O’nun için en küçük şeyin yaratılmasıyla en büyük varlık ve âlemlerin yaratılması arasında kolaylık-zorluk diye bir ayırım söz konusu değildir.

O zât (a.s.m.) için tüm âlemleri yaratan, akılları hayret ve şaşkınlık içinde bırakacak mükemmellikte sayısız varlıkları, yine sınırsız mükemmellikteki bir nizâm ve düzenle var eden, her bir varlıkta kusursuz san’atlarını icrâ eden Allah için, O en sevgili kulunun yaptığı duaya icabet etmemek gibi bir çirkinliği, merhametsizliği ve intizamsızlığı kesinlikle kabul etmez.

Aksini düşünmek abestir. Böylesi nihayetsiz ve sınırsız güzelliğe böylesi bir çirkinlik yakışmaz. Hâşâ ve kellâ, yüzbin defa hâşâ!

Sonuç olarak, bütün varlık âlemlerinin yaratılma sebeplerinin başında kulluk, ibadet ve dua gelir. Başta bütün insanlık, sonra insanlık içindeki bütün Müslümanlar ve bütün Müslümanların başında bulunan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) muazzam duası, âlemlerin yaratılma sebebidir. Yani, bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allah, Habibi Muhammed’in (a.s.m.) istikbalde insanlık namına, belki bütün varlıklar hesabına bir sonsuz saadet ve mutluluğa ulaşmak, sonsuz güzellik ve mükemmellikte olan ılahî isimlerin tecellîlerine mazhar olmak için yapacağı duayı işitmiş, kabul etmiş, bütün varlıkları, hattâ ebedî saadet yurdu olan Cenneti yaratmıştır.1

Resul-ü Ekrem (a.s.m.) risalet ve elçilik vazifesiyle dünyanın kapısını açmaya vesile olduğu gibi, kulluğu ve duasıyla ebedî âhiret kapılarının, sonsuz mutluluk diyarlarının açılmasına da vesile olacaktır.

Dipnot:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s.290


Dr. Veli SIRIM

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=582
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

19

08.04.2007, 23:15

Alıntı sahibi ""nurciv""

Webmaster abimde olmasa :wink:

hem sen ne demek istiyorsun
zaten gönüllü olarak yapiyorum kardesim
kimse kimseye zorla birsey yaptiramaz
amac hizmet olsun!


Ben gönüllü derken kafaya göre iş yapmayı kast etmiştim :roll:

20

09.04.2007, 09:29




Düşmanların dilinden Peygamberimiz (asm)


“…sabittir ki, ekmel-i küll Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselam).Mu’cizâtı ve ahlâk-ı kâmilesi şehadet ettiği gibi, muhakkikîn-i nev-i beşer de tasdik ederler.Hatta a’dası da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.”1

Bediüzzaman Said Nursî

Resûlullah Efendimiz’in (asm) hayatı boyunca doğruluk, adalet, sözünde durmak, emanete riayet etmek gibi birçok üstün meziyete sahip olduğu canına kastedecek kadar ileri giden düşmanları tarafından bile itiraf edilmiştir. Ezberleri bozmasına alıştığımız Bediüzzaman Hazretleri de, yukarıdaki ifadeleriyle yine aynı etkiyi uyandırarak dikkatleri oldukça mühim olan bu noktaya çeker. Evet, isbat edilmiştir ki, tamamıyla mükemmel olan insan, Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’dır (asm).Bu hakikate mucizeleri ve mükemmel ahlakı şahitlik ettiği gibi, insanlar içerisinde hakikati bulan “muhakkikîn” zümresi de şahitlik etmektedir. Ve daha da ötesi düşmanları dahi bu gerçeği kabul etmekte ve etmeye de mecburdurlar.

Gerek Peygamberimizin döneminde gerekse yakın tarihte, Üstad Hazretlerinin bu tespitlerini doğrulayan pek çok örnek mevcuttur. Ebu Cehil’in bir gün Peygamberimiz’e (asm) gelerek “Ya Muhammed! Biz seni yalanlamıyoruz, fakat senin getirdiklerini yalanlıyoruz” demesi mevzuun önde gelen misallerindendir. Yine müşriklerin ileri gelenlerinden Ahnes bin şerik, Bedir yolunda kimsenin olmadığı bir yerde Ebu Cehil’e yaklaşarak "Ey Ebü'l Hakem, burada senden ve benden başka konuşmalarımızı işitecek kimse yok. Muhammed hakkında kanaatini söyler misin? O doğru sözlü müdür; yoksa yalancı mıdır?" diye sormuş, Ebu Cehil’den "Vallahi, Muhammed muhakkak doğru sözlüdür. Hiçbir zaman yalan söylememiştir" cevabını almıştır.

Peygamberimizin ahlâkını bu şekilde itiraf edenlerden bir diğeri de Nadr bin Haris’tir. Resulullah’a (asm) diliyle zaman zaman eziyet edip hakaretlerde bulunan bu şahıs bir defasında müşriklerin ileri gelenlerini bir araya toplayarak onlara şöyle seslenir: "Ey Kureyş, başımıza gelen felaketi hâlâ uzaklaştıramadınız. Muhammed gözlerinizin önünde büyüdü. Hepinizin en doğrusu, en iyi huylusu ve güvenilir kişisiydi. şimdi saçları kırlaştığı zaman size yeni bir şey getirdiği için, siz ona sihirbaz, şair, deli, büyülenmiş demeye başladınız. Halbuki Muhammed ne şair, ne sihirbaz, ne delidir, ne de büyülenmiştir."

Benzeri birtakım örneklere bazı Batılıların ifadelerinde de rastlamak mümkün… Meşhur Fransız şairi ve tarihçisi La Martine’in L’Histoire de la Turquie kitabındaki “ınsanın büyüklüğü hangi ölçü ile ölçülürse ölçülsün, acaba Ondan daha büyük bir insan bulunur mu?” şeklindeki tespitleri ile Daumer’in Mohammed Und Sein Werk isimli eserindeki şu satırları bu meyandadır; "Muhammed'in şahsında birçok asil ve büyük meziyetler toplanmıştı. ılahî ışıkla aydınlanan ve bükülmez bir irade sahibi olduğu gibi, merhamet ve rikkatle dolu, şecaat sahibi olan bu Zât, başarılması son derece güç bir vazifeyi ve ona bağlı olan müthiş bir mücadeleyi göze almış ve gayesine ulaşıncaya kadar, yani bütün Arabistan halkı imana gelinceye kadar, bir an olsun dinlenmemişti. Hayatında Sahabîleri için bir örnek olduğu gibi, vefatından sonra da öylece kalmıştır."

Gariptir ki Peygamber Efendimiz’e (asm) inanmayan Mekke müşrikleri onu öldürme planları kurdukları sırada bile mallarını kendisine emanet bırakmışlardı. Hicretten bir gün önce müşrikler bir araya topladıkları gençleri Peygamberimizi öldürmekle görevlendirirken, Peygamberimiz evine Hz. Ali’yi bırakmıştı ki, o esnada Peygamberimizin yanında bazı müşriklerin malları emanet bulunmaktaydı. Ve Efendimiz (asm) yola çıkmadan önce Hz.Ali’ye (r.a.) emanetleri sabahleyin sahiplerine teslim etmesini tenbihlemişti. Vakıa bu ki, dostun da düşmanın da sonsuz itimad edip takdir ettiği tek insan, Hz.Muhammed (asm) olmuş, imana çağıran bu elçinin nübüvvetten önceki hayatı tebliği sırasında referans olarak sunulmuştur. “Bundan önce aranızda yıllarca bulundum, bunu düşünmez misiniz”2 mealindeki Kur’an ayeti bu noktada büyük bir önem taşımakta, Bediüzzaman Hazretlerinin bu ayeti tefsir eden beliğ ifadeleri de hayranlık uyandırmaktadır; “Hazret-i Muhammed Aleyhisselatü Vesselam kendi kendine güneş gibi bir bürhândır (delildir). Ve kezâ o Zât’ın (asm), dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hîlesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zât’ın yaratılışında, tabiatında bir fenâlık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehâl (er-geç) gençlik sâikasıyla (sevkiyle) dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemâl-i istikametle (dosdoğru), metânetle (sağlamlıkla), iffetle, bir ıttırâd (süreklilik) ve intizâm üzerine geçirmiş, düşmanları bile hîleye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve kezâ yaş kırka bâliğ olduğunda (ulaştığında) iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsûh peyda eder (iyice yerleşir), meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu zâtın, tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılâb-ı azîmi (o büyük inkılâbı), âleme kabûl ve tasdîk ettiren ve âlemi celb ve cezb ettiren (çeken ve sevdiren), o zâtın (asm) evvel ve âhir, herkesçe mâlum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o zâtın (asm) sıdk ve emâneti, dâvâ-i nübüvvetine (peygamberlik dâvâsına) en büyük bir bürhan (delil) olmuştur.”3

Üstad Hazretlerinin bu ifadeleri yukarıdaki ayeti tefsir ettiği gibi, baştaki ifadelerinde geçen “etmeye de mecburdurlar” tabirini de şerh etmektedir. Bu tabir bir manada Resulullah Efendimizin güzel ahlâkının nübüvvetle değil yaratılışla geldiğinin ve bu mukaddes vazife için nübüvvet öncesinde gereken liyakatin şahsında mündemiç olduğunun göstergesidir… Peygamberimizin ahlakının ashâb-ı güzîni tarafından “Kur’ân Ahlâkı” şeklinde tanımlanmasına ve bu ahlakın Efendimiz’de (asm) fıtrat itibariyle mevcudiyetine dikkat çeken Said Nursî Hazretleri şöyle der; “Cenab-ı Hak Kur'an-ı Hakîm'de:(Muhakkak ki sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin) ferman eder. Rivayât-ı sahîha ile Hazret-i Âişe-i Sıddıka (ra) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tarif ettikleri zaman "Hulukuhu-l Kur'an" diye tarif ediyorlardı. Yâni: "Kur'anın beyan ettiği mehâsin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Ve o mehâsini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehâsin üstünde yaratılan odur.”4

Düşmanlarının hakkı teslime mecbur olmaları Peygamberimizin ahlâkının inkârı mümkün olmayacak kadar fevkalade olduğunu ifade eder. Haddi zatında Mekkelilerin Hz. Muhammed’i (asm) değil de, Cenab-ı Hakkın ayetlerini inkâr ettiği Kur’ân-ı Kerîm’de de bildirilmiştir; “Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar”5

Dolayısıyla Efendimiz peygamberlikten sonra nasıl bir ahlaka sahipse, fıtraten o güzellikler üzerinde yaratıldığı için çocukluk ve gençlikteki hayatı da aynı ahlak ölçüleri içerisinde nezih ve iffetli bir şekilde geçmiştir. Kur’an-ı Kerim’de tarif edilen ahlakî değer ve ölçülerin hayat sahnesindeki izdüşümü tam olarak Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Buna karşın o dönemin Mekke’sine baktığımızda dolandırıcılık, aldatma, hile, hak yeme, sözünde durmama ve hıyanet gibi çirkin davranışların o kadar yaygın olduğunu görüyoruz ki, ahali içerisinde yaşayıp da bu ahlaksızlıklara karışmamak neredeyse imkânsızdır. Zenginlerin doğruluğuna güvendiği insanlara sermaye vererek onları ticaretlerine ortak yapması, sosyal tabandaki güvensizliğin ne denli ciddî boyutlarda olduğunu gözler önüne seriyor. ışte Peygamber Efendimiz (asm) bütün bu dikenli ve tehlikeli yollardan yara almadan geçmiş, dostu ve düşmanı nezdinde “Muhammedü’l-Emîn” pâyesine mazhar olmuştur… Hz.Hatice (ra) validemizin Peygamberimize (asm) evlilik talebinde bulunması, Hacer’ül-Esved’in kabeye yerleştirilmesinde herkesin Efendimiz’in (asm) hakemliğine güvenmesi ve bunun gibi daha birçok nübüvvet öncesi hadise, “emanet”i ifade eden misallerdir... Nitekim tebliğin başlangıcından sonra bile bu mükemmel ahlâkı dolayısıyla kendisine “yalancı” gibi gayr-i ahlakî vasıfların isnad edilememiş olması, ancak ve ancak “sihirbaz, şair” gibi kuru iftiralarda bulunulması yine aynı hakikati teyid etmektedir. Bu muazzam ahlâkın Kur’ân-ı Kerim ayetiyle ifadesi ise şöyledir; “Hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir mükafat vardır. Çünkü sen pek yüce bir ahlâk üzerindesin.”6

ıbn-i Sa’d ve ıbn-i ıshak da Peygamberimizin gençlik yıllarını ifade ederken kendisinin “Muhammed’ül- Emin” vasfına olan liyâkatini şöyle beyan ederler; "Resûlullah Aleyhisselâm gençlik dönemine girinceye kadar mertlik ve insanlık bakımından içinde bulunduğu toplumun en üstünü, ahlâkça en güzeli, soy sopça en şereflisi, komşuluk haklarını en iyi gözeteni, yumuşak huylu oluşuyla en büyüğü, doğru sözlülükte en yücesi, kötülükten ve insanları alçaltan huylardan uzak duruşta en önde olanıydı. Yüce Allah onda bütün iyi haslet ve meziyetleri toplamıştı. Bunun için o, kavmi arasında 'el-Emin (güvenilir insan)' unvanıyla anılırdı."
Peygamber Efendimizin mükemmel bir ahlak üzere ve emîn oluşunun değil sadece dostları, düşmanlarınca bile kabul edilmesi çokça karşılaşılan bir vakıadır ki, konuyla ilgili daha birçok örnek verilebilir… Aslında muhaliflerinin Peygamberimizin gün gibi aşikâr olan vasıflarını inkâr etmeleri hakikatten bir şey eksiltmediği gibi, kabulleri dahi bir şey katmamaktadır. Fakat bu noktada düşmanların dahi bu tutumu zerre kadar insaf ve basireti olan herkesin Efendimizin ahlâkını kabul etmesi gerektiğini göstermesi açısından önemlidir. Yoksa ne gözünü kapayan gündüze gölge düşürebilir, ne de açan geceye nur...

Doğumu, çocukluğu, gençliği, peygamberliği, mucizeleri, beşerî şahsiyeti, aile hayatı, devlet başkanlığı, ticarî hayatı, toplumsal hayatı, günlük yaşayışı, şemaili gibi çok çeşitli açılardan tanımamız gereken Peygamberimiz’i (asm), sınırlı da olsa farklı bir noktadan hareketle düşmanlarının nazarından anlatmaya çalıştık… Kalemimizin takatince düşmeye çalıştığımız gâye, muhabbetullahı tayin eden Peygambere ittibayı, ittibayı temin eden peygamberi tanımayı ve bu meyandaki cümle gayretleri ziyâdeleştirmektir… Bir mü’min için Kur’ân ahlâkı üzerine yaratılan Efendimiz’i (asm) sevmek ne kadar önemli ve lüzûmlu ise, sevmeyi temin etmesi açısından her yönüyle tanımak da şüphesiz o derece önemlidir… Öyle ki, tanımadan sevmek, marifet olmaksızın muhabbet beslemek mümkün değildir... Sevmenin tanımakla başlayacağı herkesçe kabul edilse de, tanıma gayreti göstermenin ayrı bir hassasiyet gerektireceği aşikâr... Ve bu hassasiyet beslendikçe tanımak için çaba gösterilecek, marifetin etkisi kalpleri derûni bir muhabbete celbedecektir… Haliyle herkes çabası kadar tanıyacak ve tanıdığı kadar sevecektir… Sevdikçe ve sevdiğince de ittibâ edecektir… Düşmanlarının bile kabulüne medar olacak muazzam vasıflara sahip olan Peygamber Efendimiz’ (asm) ne ölçüde tanıdığımızı, Cenâb-ı Mevlâ bize sormadan önce, bizim nefislerimize sormamız duasıyla…


Yasin TOPAL

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=583
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir