Giriş yapmadınız.

1

19.02.2005, 07:25

Medrese ehli ve Risâle-i Nur

Medrese ehli ve Risâle-i Nur




16 ciltlik Hülâsatü’l-Beyan fî Tefsîri’l-Kur’ân isimli tefsirin sahibi, Cumhuriyetin ilk yıllarında şeriat ve Evkaf Vekâletliği de yapmış olan büyük âlim Konyalı Mehmet Vehbi Efendiyi bilirsiniz.

Bediüzzaman Hazretleri bu büyük âlimin Risâle-i Nurlara sahip çıkmaya başladığından söz ederken, “Risâle-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakiki sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen umum Anadolu’nun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi Konya şehri olduğundan, o mübarek medresenin şâkirdleri kendi malları olan Risâle-i Nur’a sahip çıkmaya ve sarılmaya başladığını Sabri’nin mektubundan anladım ve buraya Konya’ya yakın geldiğime ruh-u canımla memnun olup, bana gelen bütün sıkıntılara sürûr ile mukabele edip tahammül ediyorum” der ve Mehmet Vehbi Efendi’den özellikle şöyle söz eder:

“Başta çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymettar sahibi olan Hoca Vehbi Efendi olarak, Risâle-i Nur’u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ulemâlarını, bütün kazançlarıma ve duâlarıma iştirak ettim ve has kardeşlerim dairesi içinde bildiğim zâtları, isimleriyle dua vaktinde yad ediyorum.”1

Üstad, Konya âlimlerinden bahisle bir mektubunda “hocaların yüzlerini ak eden Konya âlimlerine, başta müfessir mübarek Vehbi,”2 diğer bir mektubunda selâm gönderirken, “başta Hoca Vehbi Hazretleri” der, Konya hocalarına çok selâm ettiğini ve dualarını beklediğini belirtir.3

Başka bir mektubunda da başta hacı ve hoca Vehbi Efendi ve Konya ulemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârâne münasebetlerinden bahseder.4

Peki, bu büyük âlim, Mehmed Vehbi Efendi Risale-i Nur hakkında başta ne düşünüyordu? Üstadın özellikle ismen takdirkârâne iltifatlarına, dualarına mazhar olmasının sebebi neydi?

Mehmed Vehbi Efendi Risale-i Nur’u tetkik etmediğinden midir, ilmî enaniyetten midir, zamanın yoğun menfî propagandalarından mıdır veya başka bir sebepten midir nedendir bilinmez, Risale-i Nur hakkında olumsuz bir kanaate sahipti. Onun için de kendisine sorulan, “Risale-i Nur bir tefsir midir?” sorusuna, bir çırpıda “Hayır” cevabını vermişti.

Bu bir hükümdü. Peki, o bu hükme araştırıp da mı varmıştı? Bir insanın, hele ilmin haysiyetini bilen bir ilim adamının üstünkörü böylesi bir hükme varması doğru muydu? Hele samimi bir insan bunu nasıl yapabilirdi?

Her neyse söylemişti bir kere. Ortada bir yanlışlığın olduğu kesindi. Düzeltilmesi lâzımdı. Çünkü halkımız âlimlere itibar eder, çoğu zaman sözlerini bir senet gibi kabul ederlerdi. Kimbilir bu yanlış kanaatle nice insan bu hakikatlerden uzak kalacaktı.

Peki, bu görevi kim yapacaktı? Kim ona uygun bir üslupla, karalamadan, hücum etmeden, incitmeden, tahrik etmeden anlatacaktı gerçeği?

Isparta Hacılar köyünden bir çoban, Hoca Efendinin bu sözünü duyduğu zaman dayanamamış, böyle bir âlimin nasıl olup da bu hükme vardığını bir türlü hazmedememişti. Ona gitmeli, mutlaka bu yanlışını düzelttirmeliydi.

Ama bunu öyle ustaca, kahramanca, incitmeden yapmalıydı ki gerçek gün yüzünü bütün berraklığıyla çıkmalıydı.

Bu Nur talebesi kahraman çoban tereyağından kıl çeker gibi maharetle bu işi başaracak, hem de Mehmet Vehbi Efendinin pişmanlık dolu duygular içerisine girmesine, ağlamasına, hayran ve takdirkâr hâle gelmesine sebep olacaktı.

Samimiyetin, cesaretin neler yapabileceğinin de güzel bir örneği olacaktı bu. Bakalım çoban bunu nasıl başaracaktı? Yarınki yazımızda bunun üzerinde duralım.


Dipnotlar:

1. Emirdağ Lâhikası, s. 112-113. 2. A.g.e., s. 147. 3. A.g.e., s. 187. 4. A..g.e., s. 236.

17.02.2005

E-Posta: sdogen99@ttnet.net.tr
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

2

19.02.2005, 07:26

Âlime yakışan bu mu olmalıydı?




Bir gün ehl-i dünya, Mehmet Vehbi Efendiye Risale-i Nurları uzatıp, “Hocam şu kitaplara bakar mısınız, tefsir midir, değil midir?” diye sormuş, o da günün modasına uyup üstünkörü bir bakıp klasik tefsirlerle kıyas ederek, “Tefsir değildir. Benim tefsirlerim belli, bakın” deyivermişti.

Eserlerini canından çok seven Üstad acaba bu sözleri duyduğunda nasıl davrandı dersiniz?

“Benim dâvâ arkadaşım, candan kardeşim, hak ve hakikatte yoldaşım dinin harap, imanın türap olduğu bir devirde imanları kurtarmak için yola çıkan, binlerce kişinin ebedî hayatının kurtulmasına vesile olan bu eserleri hafife alırcasına nasıl tefsir değil der?” mi diyecek, yoksa başka bir tavırla mı karşılayacaktı?

Üstadın karşısında o kadar büyük bir yangın vardı ki o yangını söndürmeye koşmakta, bu görevi canhıraşane yerine getirirken başka şeylerle uğraşmaya vakit bile bulamamaktaydı. Birisi inkâr etmiş, kabul etmemiş, hatta düşman kesilmiş, bunlara takılıp kalacak zamanı yoktu. Vazifesine bakmakta, istikametle hizmetini sürdürmekteydi.

Üstad, ehl-i imanla hiç uğraşmaz, hocaların menfî tavırlarına bakmaz. Birinin aleyhte birşey söylediğini duysa, “O benim kardeşimdir. O böyle şey yapmaz. Gıybetini yapmayalım. Sen yanlış anlamışsın” der. Muhatapları ateist, inançsız insanların şahısları da değildir. Sadece inançsızlık fikridir. Çünkü bu fikir dünyayı ve ebedî hayatı mahvetmekte, zindana çevirmektedir. Huzur ve saadet ise ancak imanladır. ınançsızlık yangını söndürülmeli, saadet anahtarı olan iman kazanılmalıdır. Bu milletin imanının kurtulması, dünya ve ahiretlerinin Cennete çevrilmesi için bir kimsenin Alman ve ıngiliz kadar serveti olsa, aklı da yüz derece fazla olsa buna sarf etmek gerektiğini söylerdi.

Karşılaştığı olumsuzlukları ise o yangını söndürmek için koşarken, “Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona takılmış, ne ehemmiyeti var” diye nitelerdi.

Ancak Mehmet Vehbi gibi bir âlimin de bu yanlış kanaatten kurtarılması lâzımdı. Bunu ise Nur talebelerinden birisi, Isparta’nın karşısındaki Hacılar köyünden bir koyun çobanı üstlenmişti.

Bu Nur talebesi Mehmet Vehbi Efendinin sözlerini, itirazını duyar duymaz, hemen çarıklarını giyer, torbasına da 20 ve 21. Lem’aları, yani ıhlâs Risâlelerini alıp yola koyulur. Önce Üstada gidip, “Üstadım, müsaade ederseniz, Konya’ya gidip 20 ve 21. Lem’alar’ı Mehmet Vehbi Efendiye vereceğim” diye ondan izin ister. “Gidebilir misin keçeli?” der Üstad. “Müsaade edersen giderim Üstadım” diye cevap verir o da. “Haydi bakalım öyleyse yolun açık olsun” diye uğurlar Üstad.

O gün, bugün olduğu gibi ulaşım araçlarını bulmak neredeyse imkânsızdı. Hizmet adına yaya olarak üç yüz kilometrelik yolu katetmeyi zevk ve şevkle göze almıştı bu Nur talebesi. Aşk, şevk ve heyecanla o uzun yolu nasıl katettiğini bilemez. Doğru Konyalı Halıcı Sabri’nin yanına gider, dükkânına varır, selâm verir.

Bakalım Mehmed Vehbi Efendiyi nasıl bulacak, onunla nasıl konuşacaktır?

18.02.2005

E-Posta: sdogen99@ttnet.net.tr
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

3

19.02.2005, 07:28

Mehmet Vehbi nasıl “arslan hoca” oldu




Isparta Hacılar köyünden Nur talebesi çoban Halıcı Sabri’nin yanına uğrar. Hoş-beşten sonra Halıcı Sabri, “Hayrola ne bu vaziyet? Ayağın çarıklı, üstün abalı, başın sarıklı nereye böyle?” der.

“Ben çobanım ağabey” diye cevap verir misafir. “Mehmed Vehbi Efendiyi görmeye geldim. Bir müşkilim var, onu soracağım.”

“Söyle ben halledeyim.”

“Senin yapacağın iş değil, ben onunla görüşmek istiyorum.”

“Kardeşim, bu vaziyette sen o muhterem hocamın yanına gidemezsin.”

“Neden?”

“Onun yanına gidebilmek için turist modeli bir ayakkabı giyeceksin—o zamanlar turist denilen sivri uçlu ayakkabılar modaymış—ütülü pantolonun olacak. Kıravat, frenk gömleği, ceket, bir de fötr şapka gerekli. Hoca Efendiyle ancak böyle görüşebilirsin. Ayağının çarığıyla, üstünün abasıyla gidilir mi o muhterem zâta?”

Aslında takılmak istiyordu Halıcı Sabri. Onun sabrını ölçüyordu.

“Ben çobanım, çoban Sabri Efendi. Benim kıyafetim sana nene lâzım. Sen bana Hoca Efendinin adresini söyle yeter.”

Meğer Mehmet Vehbi Efendi de o anda Halıcı Sabri’nin yanındaymış. Sabri Efendi, “Hocam,” demiş. “Ayağı çarıklı, omuzu abalı, başı sarıklı bir misafiriniz var.”

“Buyursunlar” demiş Hoca Vehbi Efendi ve devam etmiş, “Evlâdım, tâ Isparta gibi yerden gelmişsin. Nedir müşkülün?” “Hocam, sormayın bizim oraya Bediüzzaman diye birisi geldi. Cuma namazını kılmazsanız gavur olursunuz’ diyor. (Böyle demezdi şüphesiz Bediüzzaman, maksadı Hoca Efendiyi tahrik edip risâleleri okutmaktı.) Biz de fıkıh kitaplarından okuyoruz. ‘Üç Cumayı terk edenin cenaze namazı kılınmaz’ diye. (Yine tahrik!) ıki mescid arasında kalmış bînamaza döndük. Onun eserlerinden iki tane getirdim. Onları okuyup da bana yol gösterin n’olur hocam.”

Sözünü bilmez kimseler gibi, çıkışıp, “Hocam, siz nasıl bir cür’etle Bediüzzaman gibi bir allâmenin eserlerine tefsir değil dersiniz, utanmadınız mı? Allah’tan korkmaz mısınız? Okuyun da öyle söyleyin” dese, tahrik etmiş olur, değil okumasını sağlamak, belki de kovdururdu kendini.

Hemen kitabı alıp okumaya başlıyor Mehmet Vehbi Efendi. Daha açar açmaz helâk olan âlimlerle ilgili hadis-i şerifi görüyor. Sonuna kadar okuyor okuyor; okudukça ağlıyor, okudukça ağlıyor ve yeminle şöyle söylüyor: “Evlâdım, Bediüzzaman, Mehmed Vehbi’nin imansız gideceğini hissetmiş, seni imdadıma göndermiş. Eğer bu eserler elime ulaşmasaydı, onları görmeseydim imansız gidecekmişim ahirete. Bunların böyle güzel tefsir edildiğini önceden bilseydim bütün eserlerimi yakardım. Bunları bana bırak, belki necatıma vesile olur. Git, Bediüzzaman’ın elini, ayaklarının tozlarını öp benim için, beni affetsin.”

Çoban dönüyor Isparta’ya. Kamerayla olup bitenleri seyretmiş gibi talebesi daha gelmeden dış kapıya çıkıp onu karşılayan Üstad, talebesini görür görmez, “Keçeli, sahralar dolusu kırmızı koyun tasadduk ettin” diyerek onu tebrik ediyor. Hani, hadis- i şerifte buyuruluyor ya, “Bir kimsenin imanının kurtulmasına vesile olman, senin için sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka olarak vermekten daha hayırlıdır”2 diye. Üstad bu iltifatıyla talebesinin yaptığı hizmetin önemine dikkat çekiyor, o da, “Sayenizde Üstadım” diye cevap veriyordu.

Talebesi Hafız Ali’nin, “Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbî’nin (r.a.) Risale-i ıhlâs karşısında mağlûbiyetiyle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle Hafız Ali demiş: ‘Risale- Nur’un bir kerametidir. Öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan hocanın en evvel, ıhlâs Risaleleri eline geçmiş”1 diye ifadelerin yer aldığı mektubunda bahsettiği arslan Hoca işte Konyalı bu Mehmet Vehbi’dir.

Dipnotlar:

1. Kastamonu Lâhikası, s. 198.

2. Buharî, Cihad: 103; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 34.

19.02.2005

E-Posta: sdogen99@ttnet.net.tr




Kaynak 1
Kaynak 2
Kaynak 3
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir