Giriş yapmadınız.

1

17.06.2004, 17:25

Hidayet Öyküleri

Ben Zaten Müslümanmışım!”



LARA
1993’te, 23 yaşında, üniversitede okurken ihtida etti. ıskandinav asıllı bir Kanadalı.


ıSKANDıNAV ASILLI BıR AıLENıN Kanada doğumlu bir çocuğuyum ve Kanada’da büyüdüm. 1993 şubat’ında, yirmiüç yaşında Müslüman oldum. O zamana kadar herhangi bir dine bağlı değildim gerçi, ama ateist de değildim. Ondört-onbeş yaşıma geldiğimde dine dair birtakım şeyler düşünmeye başlamıştım ve daha o zaman tevhide, Allah’ın birliğine inanmıştım. Hıristiyanlık asla ilgimi çekmedi.

Müslümanlarla ilk kez temasım, 1988’de değişik ülkelerden gelmiş bazı Müslüman öğrencilerle tanışmamla gerçekleşti. Onlar sayesinde ıslâm hakkında bir parça mâlûmat edindim. Meselâ, Ramazan orucundan haberdar oldum. Ancak, gerçekte 1992’ye kadar ıslâm’la ilgilenmiş olduğum söylenemez. 1992 yılının yaz aylarında, bir Kanada gazetesi, bizatihî ıslâm’ı aşağılamaya matuf bir teşebbüs dahilinde, bazı Müslümanların ıslâm’a aykırı davranışlarını malzeme edinerek ıslâm’a saldıran bir dizi makale yayınladı. Gayrimüslimler ıslâm’ı bazı müslümanların davranışlarına bakarak yargılama eğilimindedirlerósözkonusu Müslümanların bu davranışları ıslâmî olmasa bile. Henüz Müslüman olmuş biri değildim; lâkin, sözkonusu makaleler o kadar rezilâne idi ki, gazetenin editörüne ıslâm’ı savunan bir mektup gönderdim. Bu vesileyle ıslâm’ın gerçekten ne olduğunu merak etmeye başladım. Amerika’daki Müslüman üniversite öğrencilerinin derneği olan MSA’in okuduğum üniversitede birkaç ay önce düzenlediği ıslâm’ı Tanıma Haftasında açtığı sergide görüp aldığım bazı makaleleri yeniden okudum.

Bu makalelerden biri, ısa Aleyhisselam’ın bir ıslâm peygamberi olduğuna dairdi. Ayrıca, üniversiteden tanıdığım bir Müslümandan bana ıslâm hakkında bazı kitaplar getirmesini rica ettim. Getirdiği kitaplar topyekün ıslâm ideolojisi hakkındaydı ve iki tanınmış Müslüman yazar tarafından yazılmışlardı. Etkilenmiştim. "ıslâm bu mu? Buysa, doğru birşey gibi gözüküyor" diye düşündüm.

Takip eden aylarda, üniversitedeki derslerimi takip ederken, ıslâm hakkındaki araştırmamı devam ettirecek boş zamanım da oldu ve Dr. Muhammed Heykel’in Hazreti Muhammed’in Hayatı adlı eseri gibi otantik ıslâmî eserleri okudum. Anladım ki, ıslâm’ın gerçekte ne olduğunu medyadan öğrenmek kesinlikle imkânsız! Ayrıca, ıslâm dairesine yeni girenlerin, ıslâm’a bağlı olduklarını ifade eden ama insanları yanlış yola sevkeden sapkın grupların yazdıklarından kaçınma noktasında da özellikle dikkatli olmaları gerek. Ve, bir yazarın Arapça bir isim taşıyor olması, mutlaka onun bilgi ve marifet sahibi bir Müslüman olduğu anlamına gelmiyor. Müslüman ismi taşıyan bir yazar, ıslâm hakkında insanları bilgilendirecek bir Müslüman olmayabilir, hatta Müslüman bile olmayabilir.

Dahası, bana hiç mi hiç baskıda bulunmayan bilgi ve marifet sahibi Müslüman erkekler ve hanımlardan ıslâm hakkında birşeyler öğrendim. Bu süre zarfında davranışımı ıslâmîleştirmeye başladım; ki, bu muazzam bir değişim gerektirmiyordu benim için. Alkol kullanmaktan ve domuz eti yemekten oldum olası kaçınan biriydim. Ayrıca, muhafazakâr, edepli bir giyim tarzını hep tercih etmiştim ve evimin dışında makyajlı, parfüm sürünmüş halde veya mücevherat takınarak dolaşmaktan zaten uzak durmaktaydım. O yüzden, ilk etapta, ıslâmî usulde kesilmiş etleri yemeye başladım. Bu zaman zarfında, hayatımda ilk kez, bir mescidi ziyaret ettim. bulunduğum şehirdeki bir mescidi.

ıslâm’ı keşfedinceye kadar, onun hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. ‘Keşfetmek’ten söz ediyorum; çünkü medya kanalıyla her zaman kendisine dair birşeyler işittiğim ‘ıslâm’ gerçek ıslâm değil. O zamana kadar ıslâm’ın insan elinin eseri başka bir din olduğunu sanıyordum, onun Hakikat olduğundan habersizdim. Ayrıca, bir insanın Müslüman sayılması için, Müslüman olarak yetiştirilmiş olması gerektiğini de sanıyordum. Bütün insanların Müslüman olarak, yani ıslâm üzere, yani Yaratıcıya teslim olmuş olarak doğduğu gerçeğinden habersizdim. Pek çok ‘Batılı’ gibi, ıslâm’ı ‘Doğu’yla özdeşleştirmiştim ve ıslâm’ın gerek zaman, gerek mekân itibarıyla evrensel olduğunu bilmiyordum. Bununla birlikte, elhamdülillah, ıslâm hakkında hiçbir zaman olumsuz duygular taşımamıştım. ıslâm’a dair daha fazla bilgi edindikçe, şunu da ziyadesiyle anlamaya başladım: Ben, umumî anlamda Müslüman sayılmasam da, gerçekte zaten Müslümanmışım; ıslâm’ın va’zettiği birçok iman esasını kabul edegelmişim zaten.

Düşünüp taşınarak ıslâm’ın esas olarak ne olduğu ve Müslüman bir kişinin görevlerinin ve yapması gereken asıl vazifenin neler olduğu konusunda böylesi bir aşinalık sağladıktan sonra, ıslâm’ı kabul etmeye ve bir Müslime olarak yaşamaya hazır hale geldiğimi hissettim. Elhamdülillah, evde olduğum bir gün kelime-i şehadet getirdim ve beş vakit namaz kılmaya başladım. Bu, 1993 şubat’ında, oruç ayı Ramazan’ın başlamasından birkaç gün önce gerçekleşti. Önümüzde Ramazan ayı varken, Ramazan orucunu kaçırmak istemedim! Oruç, bana tahmin ettiğimden çok daha kolay geldi; oruç tutmazdan evvel, açlıktan bayılabileceğim endişesi taşıyordum, ama hiç de öyle olmadı. ılk etapta namaz kılma ve oruç tutma eksenindeki yeni gündelik hayata alışma noktasında belli bir ‘intibak süreci’ geçirdim, ama bu hiç de zor değildióbilakis, heyecan vericiydi. Abdullah Yusuf Ali’nin mealiyle Kur’ân okumaya başladım; bu ıngilizce meali, ıslâm’ı kabul etmemden çok kısa bir süre sonra, biri vermişti bana. Daha önce, başka kitaplarda Kur’ân’dan bazı pasajlar okumuştum yalnızca. Ayrıca, başlangıçta, Dr. Yusuf el-Kardâvî’nin ıslâm’da Helâller ve Haramlar kitabı da benim için faydalı bir rehber oldu.

Ocak 1996’da (gene Ramazan ayı içerisinde) başörtüsü takmaya başladım. Anladım ki, Müslüman olmak Allah’a teslim olmak olduğuna göre, başımı örtmezsem Allah’a tam anlamıyla teslim olamamış durumda olacağım. Anladım ki, ıslâm’ın bir bütün olarak kabul edilmesi ve yaşanması gerekiyor; o bir "kafana-göre-takıl," "işine-göre-eğ-bük" dini değil. ıslâm’ı kabul ettiğimde, Müslüman bir kadının başını örtmesi gerektiğinin farkındaydım ve en sonunda buna niyet etmiştim. Müslüman olur olmaz başımı örtmüş olmam gerekirdi aslında, ama birçok Müslime için (hatta Müslüman bir aileden gelen insanlardan bir kısmı için) gayrimüslim bir toplumda bu adımı atmak ve başına örtüyü geçirmek pek de kolay değil. Birçok insanın onu bir bez parçası diye görmesi aptalca birşey! Hem, enteresandır, Hıristiyan rahibeler, onlar da başlarını örttükleri halde, başlarını örtüyorlar diye tenkit edilmiyorlar. Kendi hayatımda, başını örten mesture hanımlar gördüğüm vakit onlara karşı hiçbir zaman olumsuz duygular taşımamışımdır. Beni başımı örtüp örtmeme konusunda tereddüde sevkeden şey, başka insanlardan, özellikle ailemden kötü mualeme görme korkusu idi. Fakat, bizim yalnızca Allahu Teâlâ’dan korkuyor olmamız gerek; başkalarından değil. Başımı kesin olarak örtmemden önceki birkaç ay zarfında, adım adım başörtüsü takma ‘pratiği’ne başladım. En başta, evim ile Cuma günleri Cuma namazlarına iştirak etmek üzere gitmeye başladığım mescid arasında gidip gelirken başımı örttüm. (Maamafih, Müslüman olalı beri, her namaz esnasında başını zaten örtüyordum). Başımı tamamen örtmeye başlamamdan iki hafta önce, dualarımda, Allah’a başörtüsü takmayı benim için kolay kılması yolunda tazarruda bulunmaya başladım.

En sonunda başımı kesin olarak örtme noktasına ulaştığım gün, artık örtüsüz bir başla dışarı çıkamayacağımı hissettim ve başkaları başımı örtmemden hoşlanmasa da başı açık vaziyette ‘kemale ermemiş’ olacağımı düşündüm. Yaptığım amellerin hesabını verecek olan bendim ve benim ıslâmî vazifelerimi yerine getirmem gerekiyordu, o yüzden de başkalarının hoşnut olup olmaması hiçbir surette beni ilgilendirmemeliydi.

Kimi zamanlar, başörtüsüne muhalefet bir denetim meselesidir: Bazıları, bağımsız, ne yapması gerektiğine kendisi karar veren insanlardan hiç hi hiç hoşlanmazlar; hele hele bunlar kendi çocukları ise...

Başımı örttüğümde, hemencecik kendimi ‘koruma altında’ hissettim ve en nihayeti erkeklerin bana gözlerini dikmelerinden, onların şehvetli bakışlarının hedefi olmaktan kurtulmaya muktedir olmuş oldum. ılk etapta bir derece tedirginlik yaşamadım değil, ama birkaç hafta sonra başörtüsüyle dolaşmaya tamamen alıştım. Zaman zaman, sair insanlar beni bu halde görünce şaşırıyor, hatta şaşkına dönüyorlar; sanıyorum, soluk benizli, mavi gözlü Müslimeler görmeye pek alışık olmadıkları için! Bu bakımdan, başımı örtüyor olmam, insanların dikkatini ıslâm’a çekerek, bir nevi ıslâm’a davet niteliği de taşıyor.

ıslâm’ı kabul edişimden beri, dinin hakikatına dair bilgi edinme çabamı sürdürüyorum; bu, erkek-kadın bütün Müslümanların ömür boyu yürütecekleri bir görev çünkü. Halihazırda Arapça öğreniyorum ve inşaallah, kısa bir zaman sonra Kur’ân’ı Arapça olarak okumaya kâdir olacağımı ümit ediyorum. Okumak, sair Müslümanlarla ıslâm’a dair müzakerelerde bulunmak ve Cuma hutbesi, hepsi insanı eğiten şeyler. Olabildiğince müttaki bir insan olmaya cehdetmek ve kendi nefsine karşı mücadele etmek, yani nefsi ile olan cihadını yürütmek gayret istiyor; üstelik, bu, Müslümanlar için daimî ve hiç bitmeyecek bir görev.

ıslâm’ı hadsiz derecede hayranlık uyandırıcı bir din olarak görüyor ve bir Müslime olarak yaşamaktan çok hoşlanıyorum.

Metin Karabaşoğlu

2

15.09.2007, 05:59

Yeni Müslüman Penny’nin ilk orucu

M. Hasan Uncular / Dünya Bülteni

[img:250:190]http://www.dunyabulteni.net/images/news/23596.jpg[/img]

Müslüman olarak doğanların belki de çok azı ilk Ramazanlarını hatırlar ama yeni Müslüman olanlar için Ramazan yeni buldukları imanlarının en güçlü adımlarından biridir.

Birçok Amerikalı Müslüman ilk Ramazan ve oruçlarıyla ilgili konuşurken, ailelerinden, toplumdan ve çalıştıkları iş yerinden kaynaklanan birçok durumla alakalı konuşuyorlar ve Müslüman topluluğunun yardımlarını anlatıyorlar.

30 yıl önce ıslam'la tanışan Kamile "oruç zamanında çok büyük bir huzur duydum ve ıslam'la alakalı birçok kitap okudum" diyor. Hatta tam olarak Ramazan'ın 10. günü ıslam'ı seçmeden önce, Ramazan orucuna başlamış.

ılk başta oruç benim için çok zordu, çünkü hava çok sıcaktı ve bütün bir gün susuzluk çok ağır gelmişti. ılk deneyim her zaman en zor olarak hatırlanır ve çok muazzam bir yolculuk gibi hatırlanır hep.

Kamile devamla şunları söylüyor: "Allah olmadan hiçbir şey olduğumuzu hissedip ulaştığımız alçak gönüllülük ve acziyet hali bana kendimi tamamen Yaratan Allah'a teslim etmem gerektiğini gösterdi".

ış ARKADAşLARI VE PATRONU DESTEK VERıYOR

Gayri Müslim bir toplumda oruçla yeni tanışıp ıslami çizgiye göre hayatı düzenlemek zor bir durum. Kuzay Carolina'da bir bilim kadını olan Penny, ıslam'ı 5 yıl önce seçti. ılk Ramazan'ı, Müslüman olup Kelime-i şahadet getirdikten bir hafta sonra idi.

Penny o zamanki duygularını şöyle ifade ediyor: "ılk oruca başladığımda bir iş gezisindeydim ve işimde başarısız olacağımdan korkuyordum. Daha önce hiç oruç tutmadığım için ne olacağını da bilmiyordum."

Ama işler Penny'nin düşündüğü gibi ters gitmemiş. Penny "Dünyada aynı zamanda oruç tutan 2 milyar insandan biri olduğumu düşündüm ve Allah'ın yardımıyla oruç tutabileceğime inandım" diyor.

Penny, iş arkadaşları ve patronunun anlayışlı tutumlarımdan dolayı minnettarlığını ifade etmeyi ihmal etmiyor. "Kısaca onlara Ramazan'dan bahsettim ve öğle yemeği vakti çalışacağımı, akşam güneş batmadan önce de evde olmam gerektiğini söyledim" diyen Penny, iş arkadaşlarının ve patronun onun önünde bir şey yiyip-içmediklerini ve ona büyük saygı duyduğuna işaret ediyor.

ıBADET VE KUR'AN ıÇıN VAKıT AYIRIYOR

Penny'den farklı olarak Cemile sadece üç ay önce Müslüman olmuş ve bu onun ilk Ramazan'ı olacak."Yapılması ve yapılmaması gerekenleri öğreniyorum" diyen Cemile, sahur vaktinden sonra güne başlayacak şekilde hayatını planlıyor. "ıbadet edip, Kur'an okumak için iki buçuk saat erken kalkıyorum" diye ilave ediyor.

Marry'nin de bu ilk Ramazanı olacak ama o da Müslüman olmadan önce oruç tutanlardan. Marry Ramazanla ilgili şunları söylüyor: "Müslüman kocamla birkaç yıl önce evlendim ve ıslam'ı seçmeden önce oruç tuttum ve bana zor gelmiyor. ış yerinde iş saatlerim değişmedi, iş yerinde yemeklere katılmadım. Ama ikinci Ramazan'ım daha da hoştu. O zaman öğlen yemeği vakitlerinde ibadet ve sohbet edeceğim bir ablayla tanıştım."

GAYRı MÜSLıM AıLELERE ORUCU ANLATMAK ZOR

ıslam'a yeni giren Müslümanlar için en büyük sıkıntılardan biri ailelerine Ramazan'ı ve orucu anlatmak oluyor. Çoğu zaman aileler oruca olan ihtiyacı anlamakta güçlük çekiyor ve orucu daha da zorlaştırıyor.

Penny "Ailem benim ne yaptığımı anlamadı ve bunu aptalca buldu ve beni incitti" diyor. Ama ne olursa olsun bu olumsuzluklar Penny'nin orucuna mani olmamış. Penny sözlerine şunları ekliyor: "Allah'a inanıyorum, Ramazan orucunun O'nun emri olduğunu biliyorum ve başkaları ne derse desin bu emre itaat etmemin gerektiğini biliyorum. Allah onlara hidayet versin."

Tabii ki aile bireylerinden birinden küçük bir destek gelince bir rahatlama oluyor. Cemile, Gayri Müslim ailesinin büyük bir bölümünün ama öyle ama böyle yorum yapmadığını, ama erkek kardeşinin kendisine destekçi olduğunu belirtiyor. Cemile'nin kardeşi, ablasının yaptıklarının ne için olduğunu anladığını söylüyor.

Aynı şeyler Mary için de olmuş ve ailesi oruç tutmasına destek vermiş. Mary, "Ailem Müslüman olmamdan dolayı kırgındı ama bana destekçi oldu, Elhamdülillah ıslam bize tüm zorluklara rağmen birbirimizi sevme ve kabullenme yetisini kazandırıyor" diye konuşuyor.

MÜSLÜMAN VAKIFLAR DESTEK OLUYOR

Aile desteğinin olmadığı yerde bu boşluğu doldurmak için Müslüman topluluğuna çok büyük ve kritik bir görev düşüyor. Cemile yeni Müslüman olduktan sonra, Müslüman arkadaşlarından çok büyük destek gördüğünü belirtiyor. Kelime-i şahadet getirip Müslüman olduktan sonra, çok davet aldım ve yeni Müslümanlarla tanışmanın ayrıcalığını yaşadığını söylüyor.

Penny de Müslüman ailelerin iftar davetini hatırlıyor ve bu vesile ile daha da destekçi, büyük ve cömert bir aile ortamı olduğunu ifade ediyor.

Marry'e göre Müslüman topluluğunun desteği zamanla daha da artıyor. Marry, "ılk yıl kimseyi tanımıyordum, sonraki yıl harika ablalarla çok güzel derslere ve aktivitelere başladık ve bugün de bunlar devam ediyor" diyor.

Her yıl yaklaşık 20,000 kişinin ıslam'la şereflendiği Amerika'da yaklaşık 7 milyon Müslüman olduğu tahmin ediliyor.
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

3

15.09.2007, 06:02

ıngiliz öğretmenin ilk Ramazan heyecanı

M. Hasan Uncular / Dünya Bülteni

[img:250:190]http://www.dunyabulteni.net/images/news/23683.jpg[/img]

Hayatımızın unutulmaz anlarına bir baktığımızda insanların ve yerlerin bizim için özel bir anlamının olduğunu ve bir fark edemesek de Allah'ın elinin günlük yaşantımıza nasıl müdahil olduğunu görürüz.

Çoğu zaman, hayatımızın nasıl bir şekil aldığını ve bugün bizi nereye sürüklediğini fark edemeyecek kadar meşgulüz. Bağışlayan ve esirgeyen Allah'ın bizim üzerimizdeki ebedi planına etrafımızda olup bitenlere baktığımızda şükretmeyi öğreniyoruz.

ıdris Tevfik, Müslüman olarak geçirdiği ilk Ramazan'a bakıyor ve o zamandan sonra hayatında nelerin değiştiğini gözlemliyor. "ılk Ramazan'ım çok özeldi. Onunla alakalı bir şeyler anlatmadan önce, ondan iki sene önceki Ramazan'dan bahsetmek istiyorum" diyor.

Tevfik, bir ıngiliz yazar ve öğretmen. Çok farklı ıngiliz okullarında dini eğitimler bölüm başkanlığı da yapmış, birkaç yıl önce Müslüman olmuş eski Roma kilisesi rahiplerinden aynı zamanda.

ıNGıLTERE'DE OKULLARDA ALTI BÜYÜK ıNANÇ ÖğRETıLıYOR

"ıngiltere'nin güneyinde bir erkek okulunda dini eğitimler bölümü başkanıydım ve farklı dinleri öğrencilere öğretmek benim görev alanımdı" diyerek başlıyor sözlerine. Ve devam ediyor "ıngiliz okullarında öğrenciler dünyadaki altı büyük inancı öğrenir: Hıristiyanlık, Budizm, Musevilik, ıslam, Sihizm ve Hinduizm ve hiçbirine ayrım yapılmaz. Öğrencilere bilgi verilirken, aynı zamanda öğrenciler çok kültürlü dünyaya hoşgörülü ve anlayışlı bir şekilde yaklaşmaya teşvik edilirler."

ıngiliz insanının ıslam'la alakalı duydukları yanlış fikirleri düzeltmenin çok hassas bir konu olduğunu söylüyor Tevfik.

Daha önce Mısır'a gittiğini ve orada çok kibar ve tatlı Müslümanlar olduğuna bizzat şahit olduğunu anlatıyor ve şunları ekliyor: "Ve ıslam'la alakalı bildiklerimi öğretmeye karar verdim. Müslüman olmadığım için derslerime ıslami kaynakları okuyarak hazırlanıyordum ve öğrencilere bir şeyler öğretebilmek için kendim de öğreniyordum."

Ders verdiği okuldaki öğrencilerin büyük bir bölümünün Arap kökenli Müslümanlar olduğunu belirten Tevfik, okuldaki ilk Ramazan'ından kısa bir süre önce yanına birkaç öğrencinin yaklaştığını ve sınıfını namaz kılmak için istediklerini belirtiyor.

"Müslüman olmadığımı bildikleri halde benden böyle bir şey istediler. Bazen Allah, insan hayatında sıra dışı bir şekilde basit şeyleri harikulade işlere dönüştürebiliyor" diyor.

NAMAZ KILMALARI ıÇıN SINIFIMI VERDıM

Tevfik, "Tek halı kaplı ve lavabolu sınıf benimki idi, ki bunlar namaz kılanlar için temel ihtiyaçtı. Öğrencilerin bu isteklerini kabul ettim ve artık orada namaz kılmaya başladılar.

Bir Ramazan boyu öğlen yemeği vakti benim sınıfımda namaz kılmalarını seyrettim onların. Cuma günleri ise cemaatle Cuma namazı kılıyorlardı" diyor.

ÖğRENCıLERıM BANA ÖRNEK OLDU

O Ramazan'ın sonuna doğru Müslümanların nasıl ibadet ettiklerini öğrendiğini söyleyen Tevfik, o zaman, anlamlarını bilmediği halde ezberden duaları kendi kendine okuyabildiğini anlatıyor.

Ramazan'dan sonra da, bir yıl boyunca öğlen arasında, öğlen namazlarının sınıfında kılınmaya devam ettiğini belirten ıngiliz öğretmen, gayri Müslim olarak bir sonraki Ramazan'da öğrencilerle oruç tuttuğunu, öğrencilerle dayanışma içinde olduğunu gösterdiğini söylüyor ve çok geçmeden ıslam'ı seçtiğini anlatıyor.

Öğrencilerinin kendisine örnek teşkil ettiğini söyleyen Tevfik, en az bilgili ve en yeni Müslüman olarak öğrencileriyle beraber namaz kıldığını belirtiyor.

ıLK RAMAZANIM ÇOK ÖZELDı

Müslüman olarak geçirdiği ilk Ramazan'ın çok özel olduğunu belirtiyor Tevfik ve Ramazanın sonunda öğrencileriyle beraber özel bir iftar hazırladıklarını söylüyor ve şunları kaydediyor:

"Kadir gecesinde de öğrencilerle okul sonrasında program yaptık. Derslerin bitimi ile namaz vakti arasında Peygamber Efendimiz(S.A.V)'in hayatıyla ilgili bir film seyrettik. Sonra beraber akşam namazı kıldık ve güzel sesiyle en büyük öğrencim imamlık yaptı. Güneş batarken sınıfta toplandık ve sanki bir melek bizi ziyarete gelmiş gibiydi. Beraber iftar ettik. Herkes yiyecek ve içecek getirmişti. Çok güzel bir iftar oldu."

11 EYLÜL'E RAğMEN GÜZELDı

Bu olayın 11 Eylül'den sonra olduğunu söyleyen Tevfik, ıngiltere'deki birçok kişinin ıslam ve Müslümanlarla alakalı derin bir kuşku içinde olduğu bir dönemde yaptıkları bu organizasyon sonrası birçok gayri Müslim öğretmen arkadaşının gelip kendilerini tebrik ettiğini ve iyi Ramazanlar dilediklerini ifade ediyor.

MÜSLÜMAN ÜLKELERDE ıBADET DAHA KOLAY

"Müslüman ülkelerinde orucu ve diğer ibadetleri destekleyen dostlar ve insanlar var. ıslam'ı öğrenmeye vesile olan özel programlar hazırlanıyor ama Müslüman olmayan ülkelerde bu çok zor" diyor ıngiliz öğretmen.

"Genellikle oruç tutan tek kişi sizsinizdir bu ülkelerde, özellikle yakınlarda bir cami olmazsa, iftardan sonra özel hiç bir şey olmaz. Ama Müslüman olarak geçirdiğim o ilk Ramazan'ı asla unutmayacağım. Elhamdülillah diğer insanlara da ıslam'ın bir mesajı oldu bu, kalplerimizi dolduran neşe ve kardeşliğin gerçek bir şenliği oldu." diyerek sözlerini bitiriyor.
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

4

15.09.2007, 06:05

Ramazanda yalnızlık ve evlilik

M. Hasan Uncular / Dünya Bülteni

[img:300:232]http://www.dunyabulteni.net/images/news/23703.jpg[/img]

Amerikalı öğretmen ve yazar Ayşe Robertson'un kaleminden ıslam'ı seçiş hikâyesi ve Ramazan:

"Bu Ramazan benim on üçüncü Ramazan'ım oluyor ve gelişini dört gözle bekliyorum. Müslüman olduğumda 27 yaşındaydım ve 27 yıl Hıristiyan bayramlarıyla ve doğum günü kutlamalarıyla vakit geçirdim. Bir geçiş süreci yaşadım hayatın ve yeni inancımın şekillenmesinde. Bir Müslüman kadın olarak şimdi ıslami bayramları kutlayıp sahiplenmenin derin bir gururunu yaşıyorum.

ıLK RAMAZANIMI DÖRT GÖZLE BEKLEDıM

ıslam'ı seçtikten sonra çarçabuk namaz kılmayı ve başörtüsü takmayı öğrendim. Beni Müslüman kimliğine soktuğu ve bana hidayet nasip ettiği için Allah'a şükrediyorum. ılk Ramazanımı dört gözle bekliyordum çünkü Müslüman cemaatle yapabileceğim ıslami ibadetlerin temeli olacağına inanıyordum. Orucun bireysel bir ibadet olduğu doğrudur, iftar, sahur ve teravih ise cemaatle yapılan ibadetlerdir.

NE OLURSA OLSUN ORUÇ ALLAH'IN EMRıYDı

Daha önce, Paskalyadan önceki kırk günlük ibadet için oruç tutmuştum; Ramazan orucuna pek benzemese de çünkü o oruçta gün içinde su içiyordum. Daha önceden oruç deneyimim olmasına rağmen gün boyu aç ve susuz kalabilir miyim diye endişeliydim. Bundan emin değildim çünkü özellikle gayri Müslimlerin yoğun olduğu Amerika'da günlük hayat Ramazan'a göre ayarlanmaz. Ama biliyordum ki eğer Allah bunu emretmişse, oruç tutmak mümkün olan bir şeydi.

EVLıLıK ıSLAM'I YAşAMAMA YARDIMCI OLDU

ılk Ramazanımda çok yalnız olduğumu hatırlıyorum. Yeni ıslam'a girmiştim ve bekârdım. Temel olarak sahura kalkıyordum ve yalnız başıma yemek yiyip, tek başıma teravih kılıyordum. Üniversiteden mezun olmuştum ve yalnızdım. Benim üniversitemin Müslüman Öğrenciler Birliğinde genel olarak erkekler vardı ve iftarlara onlar davet edildiği için ben katılamıyordum. O zaman Müslüman ablaları da bilmiyordum ve evim mescide yakın değildi. Mescide cemaat iftarlarına ve teravihlere gitmek için arabam yoktu. Ama hep Allah'ın yanımda olduğunu hissettim. Allah'a daha yakındım.

ARTIK CEMAAT KORKUSU YOK

Ramazan'da başıma gelen en güzel şeylerden biri de evlilik oldu. Aslında daha önceden nişanlıydım ama mevcut şartlarımdan ve ailemden destek olunmamasından dolayı Ramazan ayı içinde evlenmemizin daha güzel olacağını düşündük. Evlendikten sonra eşimle sahur yaptık, namaz kıldık ve iftar ettik. Bu bana büyük bir huzur ve ferahlık hissi verdi. Bir defasında teravihe de gittim ve cemaatle ibadete içim ısındı. Kendimi çok büyük bir topluluğun bir parçası olarak görmeye başladım.



Arkadaşlarımdan Emine de sonradan ıslam'ı seçenlerden. ılk Ramazanıyla alakalı deneyimlerini sorduğum zaman benim yaşadıklarımın aynısını yaşadığını öğrendim.

MÜSLÜMANLARIN AYRI BıR ıYıLığı VAR

Emine ablanın diğer Müslümanlarla buluşması muhteşem bir deneyim olmuş. Emine "bir tuhaflık hissettim çünkü diğer insanların bana aile gibi davranması garipti. Bugüne kadar sadece bir şey istedikleri zaman iyi davranan insanlar görmüştüm" diyor.

Ayşe abla da sonradan ıslam'ı seçenlerden. Kenya da yaşıyor. Ayşe de "ilk Ramazan'ım bir parça yalnızlık içinde geçmesine rağmen çok maneviyat doluydu. Gerçekten manevi ve ruhi ihtiyaçlarımı karşılamaya ihtiyaç duyuyordum. Birçok kez mescide gidip mescit fobimin ortadan kalktığını gördüm" diyor. Ben de onunla aynı durumu yaşadım.

KALABALIK ıSLAM TOPLULUKLARINA ÖZLEM

Ayşe, Ramazan bayramının çok sönük geçtiğini çünkü eşi ve kızından başka etrafta hiçbir Müslüman'ın olmadığını söylüyor. Allah'a tüm bu güzellikler için şükreden tüm bu din değiştirip ıslam'ı seçenler yakın bir Müslüman ortamına hasret. Müslümanların birbirleriyle daha yakın ve destekçi olmasını istiyorlar.

ılk Ramazan bayramımı eşim ve ailesiyle geçirmeme rağmen yine de çok yalnız hissediyordum, belki de kendi öz ailem bayramda benimle beraber kutlama yapmadığı için. Allah bizi dünyada imtihan ettiğini söylüyor ve ben sırf Allah rızası için Müslüman oldum. Diğer insanları memnun etmek veya dünyevi çıkarlar için değil.
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

5

15.09.2007, 06:12

Alman kadın, kızıyla müslüman oldu

[img:250:190]http://www.dunyabulteni.net/images/news/23701.jpg[/img]

Manavgat'ın Kızılağaç turizm bölgesinde yaşayan ve bir Türk ile evli olan Silke Akçabelen (35), ıslam dinini araştırmaya başladı. Müslüman olmaya karar veren Silke Akçabelen ve kızı Jennifer (15), Manavgat Müftülüğüne müracaat etti.

Manavgat Müftüsü Halil Taş'ın makamında Kelimei şahadet getiren Silke, ismini Zeliha olarak değiştirirken, Jennifer de, Elif adını aldı.

Halil Taş, ihtida (din değiştirme) belgelerini verdiği Zeliha ve Elif'e, Kur'an-ı Kerim ile 'Dinimi Öğreniyorum' kitabını da hediye etti. Anne ve kızını ramazan ayında Müslüman oldukları için kutlayan Taş, ''Siz şu anda annesinden yeni doğmuş bir bebek kadar masum, günahsız bir insan oldunuz'' dedi.

Zeliha Akçabelen ile evli olan Yüksel Akçabelen de, eşi ve üvey kızının uzun zamandır ıslam dinini araştırdıklarını ve ailesinden çok etkilenerek Müslüman olmayı tercih ettiklerini söyledi. Akçabelen, eşi ve kızının Müslüman olması için hiç bir telkinde bulunmadığını ve bunun tamamen kendi kararları olduğunu ifade etti.

ELıF BıR YILDIR KUR'AN OKUYOR

Bir yıldır Kur'an-ı Kerim okuduğunu belirten Elif Akçabelen, Müslümanlar'ın daha cana yakın olmasının ıslam dinini seçmesinde etkili olduğunu söyledi. Arapça olarak Kur'an-ı Kerim okumayı da öğrendiğini belirten Elif Akçabelen, Fatiha Süresi'ni okudu.

Manavgat Müftülüğü'ndeki törene oruçlu geldiklerini belirten Alman anne ile kızı, müslüman olmaktan dolayı çok mutlu olduklarını dile getirdi. Junnifer Arnemann'ın (Elif) Kelime-i şehadet getirdikten sonra Fatiha suresini okuması Müftü Halil Taş ile vaize eşi Fedan Taş'ı duygulandırdı.

[img:300:253]http://foto.tnn.net/haberfotochannel/AA_0344_14092007194722356_R_GEN_20070914000000_ANT343.jpg[/img]

Arnemann, Müftü Taş'a kendisine hediye edeceği Kur'an-ı Kerim'in Almanca değil, Türkçe mealli olmasını istedi. Alman anne ile kızının Ramazan ayının ilk Cuma gününde Müslüman olmaları ile çifte mutluluk yaşadıklarını ifade eden Müftü Taş, "Alman anne ile kızının Müslümanların bayramı olan Ramazan ayının ilk cumasında ıslamiyet'le şereflenmesinden ötürü çok mutluyum. Bilindiği üzere, ıslam dinine giren herkesin geçmiş günahları affolur ve annesinden yeni doğmuş gibi günahsız olur. Alman anne ile kızının ihtida törenine oruçlu gelmesi beni ayrıca duygulandırdı." dedi.

Kur'an-ı Kerim okumasını öğrenen Junnifer Arnemann, Ramazan ayında da hatim indirmek istediğini söyledi. Kızı ve kendisinin hiçbir baskı altında kalmadan ıslam dinini seçerek Müslüman olduklarını anlatan anne Silke Mayer Akçabelen, "Kızımla 5 yıllık bir araştırma sonucu müslüman olmaya karar verdik. Yeni dinimi ve Türk eşimi çok seviyorum. Eşime, kızım ve benim müslüman olmama vesile olduğu için çok teşekkür ediyorum. Kızım ve ben bir daha Almanya'ya dönmeyi düşünmüyoruz. Bundan sonra bizim yeni vatanımız Türkiye. Zaten kızım da beş yıldır Manavgat'ta okuyor." dedi.

AA
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

6

15.09.2007, 07:27

Güzel hikayeler, Allah razı olsun, etkilendim.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

7

15.09.2007, 11:00

maşallah...ne kadar güzel ...

:cry:
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

8

15.09.2007, 20:21

Allah razı olsun.. güzel bir paylaşımdı..insan duygulanıyor böyle şeyleri okuyunca.. Gurur duyulacak bir durum Bizim dinimizi seçmiş olmaları.. Ya birde müslüman iken hristiyanlığı seçenlere ne demeli.. ne büyük bir ızdırap ya yarabbi.. Allah kimseyi Hak yolundan islam yolundan ayırmasın...
Allah Yar ve Yardımcımız olsun...

duygu

Profesyonel

  • "duygu" bir kadın

Mesajlar: 966

Konum: istanbul

Meslek: ev hanımı

Hobiler: hat ve ebru sanatı, tasarım, araştırmak ve farklılık.ney çalmak

  • Özel mesaj gönder

9

17.09.2007, 13:42

amin ecmain...
Sus gönlüm...
Seni senden daha iyi bilen, Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar sus
...

10

23.09.2007, 23:42

Eski ıngiliz Diplomatın ıslâm’a Yolculuğu: Charles Le Gai Eaton


[img:250:347]http://img231.imageshack.us/img231/9915/charleslegaisk7.jpg[/img]


ıNGıLıZ bir aileden ve aynı zamanda savaş çocuğu olarak ısviçre’de doğdum. Doğumum esnasında, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren son barış antlaşması, Lozan yakınlarında Türkiye ile imzalanıyordu. Dünyanın çehresini değiştirmiş olan en büyük fırtına geçici olarak durulmuştu, ama etkileri her yerde görünür durumdaydı. Eskiden kesin olduğuna hükmedilen düşünce ve ahlak anlayışları, ölümcül bir darbe almıştı.

ısviçre’de doğmuş olsam da, ısviçreli değildim. Annem Fransa’da büyümüştü ve Fransa’yı diğer bütün ülkelerden daha çok seviyordu, ama ben Fransız da değildim. Peki ıngiliz miydim? Hiçbir zaman kendimi ıngiliz hissetmedim. Annem ıngilizlerin soğuk, aptal, akılsız ve kültürsüz olduklarını hatırlatmaktan hiç bıkmadı. O halde nereye aittim? şimdi geriye doğru baktığımda, bu tuhaf çocukluğun ıslâm’a tutunmam için iyi bir zemin teşkil ettiğini görüyorum.

Peki Hıristiyan mıydım? Babamın dinî inancı, doksan yaşında ölüm döşeğindeyken “Orada mutlu bir yer var mı?” sorusuyla sınırlıydı. Babamın ölümünden sonra büyütülme sorumluluğum, anneme kaldı. Annem yaratılış olarak dine kayıtsız değildi, ama kurulu dinlerden nefret ederdi. Bu yüzden çocuğunun müstakil bir akla sahip olmasına destek olmaya çalıştı.

ıngiltere ve ısviçre’de değişik okullara gittim. Elbette bu okullarda Hıristiyanlıkla ilgili dersler de gördüm. Bunlar benim üzerimde tesir yaptı mı derseniz, hayır! Ne benim ne arkadaşlarımın üzerinde bir etkisi olmadı. Bunda şaşılacak bir şey yok. Din, eğitimin bir boyutu gibi sunulduğunda ve hayatın tümüne nüfuz etmediğinde, nefes alamaz. Din ya hep ya hiçtir. Ya dünyaya ait her şeyi kendi eteğinde toplar, ya da onların gölgesinde kaybolur. Okulda haftada bir iki kez ıncil okuyorduk. Hepsi o kadar. Dinin gördüğümüz eğitimin omurgasını oluşturan diğer ana derslerle hiçbir ilişkisi yoktu. Allah tarihe müdahale etmiyordu. Fen dersinde gördüğümüz olaylara karışmıyordu. Yaşanan olaylarda hiçbir etkisi yoktu. Her şeyi tesadüf ve maddi kuvvetler yönetiyordu.

Oysa ben kendi varoluşumun anlamını bilmeyi istiyordum. Hayatlarında bu ihtiyacı hissedenler, bu hissin açlık ya da cinsel arzu kadar güçlü olduğunu bilirler. Nereye ve niçin gittiğimi anlamadan, hangi ayağımı öne atacağımı bilemezdim.

Bilgiyi nerede arayabilirdim? On beş yaşına geldiğimde, felsefe diye bir şeyin var olduğunu öğrendim. Bu kelime “bilgi sevgisi” anlamına geliyordu. Benim aradığım şey de buydu. Yoğun bir merakla, tıpkı bir kaşif gibi, Descartes, Kant, Hume, Spinoza, Schopenhauer ve Bertrand Russell ve diğerleriyle fikri âlemde yolculuklar yaptım. Çok geçmeden, bir şeyin yanlış olduğunu farkettim. Bu felsefecilerin yemeğinden ne kadar yesem de, tok olmuyordum. Çünkü bu adamlar hiçbir şey bilmiyordu. Sadece zanna dayanıyor, fikirler etrafında kendi kıt akıllarıyla patinaj yapıyorlardı.

Tam bir şüpheci olmuştum. Herkesin kesin gözüyle baktığı şeylerden şüphe duyuyordum. Sonra Mısır üzerine araştırmalar yapan Profesör Perry’nin yazdığı Kadim Okyanus isimli bir kitapla karşılaştım. Perry, Mısır’ın geçmişi üzerine araştırmalar yaparken, dünya üzerindeki inançların birliğine ilişkin şaşırtıcı deliller bulmuştu. Dünyada ne kadar biçim ve sûret farklılıkları var ise de, bunların gerisinde evrensel hakikatler yer alıyordu. Gerçeklik, dünyanın yaratılması, insanlık, insan tecrübesi… tüm bunlarda tezahür eden hakikat, kanımız ve kemiklerimiz kadar bizim bir parçamızdı.

MODERN dünyada inançsızlığın başlıca sebeplerinden birisi, karşılıklı duruşlarıyla çelişki anlamına gelen dinlerin çokluğudur. Uzun zamandan beri Avrupalılar kendi ırklarının üstün olduğuna inandıkları için, Hıristiyanlığın tek doğru din olduğu hususunda şüphe etmediler. Kendilerini dinlerin evrim sürecinin tepe noktası olarak gördüler. Ne zaman ki bu ırksal güven gerilemeye başladı, şüpheler aldı başını yürüdü. Hıristiyanların yalnızca kendilerinin kurtulacağına inanmaları ne kadar doğruydu? Ayrıca aynı iddiayı Müslümanlar da dile getiriyordu. O zaman kim haklıydı? Bundan nasıl emin olunabilirdi? Perry’nin kitabını okuyana kadar, bu sorulara cevabım, hepsi aynı anda haklı olamayacağına göre hepsinin de yanlış olduğuydu. Din insanların kendi kafasında kurduğu bir şeydi benim için. Ama başkalarının yaptığı gibi, “hurafe”nin yerine “bilimsel” gerçekleri de koyamazdım. Çünkü bilim, asla ispatlanamayacak olan aklı ve duyusal tecrübenin yanılmazlığı üzerine temelleniyordu.

YIL 1939’du. Cambridge Üniversitesi’ne başladığımda savaş patlak vermiş ve iki yıl sonra kendimi orduda bulmuştum. Almanların beni öldüreceği ihtimalinden çok korkuyordum. Çünkü artık takıntı haline gelen sorularıma cevap bulamadan ölebilirdim. Bu vakit darlığı bile beni kurulu dinlere yöneltmedi. Arkadaşlarımın çoğu gibi, ben de kiliseyi aşağılıyordum, yapmacık bir saygı gösteriyordum. Ama sonra bu düşmanlığımı yumuşatmama neden olan bir olay yaşadım. Birkaç arkadaşımla King Koleji’nin salonunda kahve içip sohbet ediyorduk. Derken dinden konuşmaya başladık. Masanın başında zeki bir arkadaşımız oturuyordu. Biraz da onu etkilemek için “Bugün akıllı hiç kimse, dinlerin tasvir ettiği yaratıcıya inanmaz” dedim. Cevap vermeden önce üzgün bir ifadeyle yüzüme baktı ve “Tam aksine, bugünlerde akıllı insanlar sadece Allah’a inananlardır” diye cevap verdi. Masanın altında kaybolmak istediğimi bugün gibi hatırlıyorum.

SONRADAN esaslı bir arkadaşım olan yazar Leo Myers, o zamanlar ıngiltere’nin tek felsefî romancısı olarak saygı görüyordu. Benden kırk yaş büyüktü. ıçimi kemiren sorularıma onun Kök ve Çiçek (The Root and the Flower) romanı hem cevap verdi; hem de merhametli bir sükûnet hissi sağladı ruhuma. Bu kitap insanın varlık karmaşasını bilgece çözüyordu. Ona yazmaya başladım, o da bana cevap yazdı. Üç yıl boyunca ayda en az iki kez olmak üzere yazıştık. Sonra buluştuk ve dostluğumuz iyice pekişti.

Fakat her şey göründüğü gibi değildi. Bana yazdığı mektupları tekrar incelediğimde, ruhunda eziyet, üzüntü ve hayal kırıklığının çöreklenmiş olduğunu farkettim. Maneviyat ve mistisizmle büyülendiğinden, hiçbir dine bağlanmamıştı. Artık yaşlandığını hissediyordu, fakat kendisini iyi edecek reçeteyle bir türlü yüzleşemiyordu. Mektuplaşmaya başladığımızdan üç yıl sonra intihar etti.

Leo Myers’ın ölümü, bana kitaplarında öğrendiğimden daha çok şey öğretti. Onun bilgeliği, sadece kafasındaydı ve insanî özüne hiçbir zaman nüfuz edememişti. Bir adam hayatını manevi kitaplar okuyarak ve büyük mistiklerin yazılarını tefekkür ederek geçirebilir. Böylece ahiret ve dünyanın sırlarını çözdüğünü hissedebilir, ama bu bilgi o insanın kendi tabiatıyla birleşmedikçe kısır ve sonuçsuz kalır. Bu farkındalık bende şu düşünceyi doğurdu: Basit bir kavrayışla ama bütün kalbiyle Allah’a dua eden bir adam, en üst derecede manevî ilimleri bilen birinden daha değerli olabilir.

Myers, büyük ölçüde Hindu Vedanta’nın kitabından etkilenmişti. Bu kitap Hinduizmin metafizik öğretilerini anlatıyordu. Vedanta o saatten sonra benim öncelikli ilgi alanım oldu ve o yolla ıslâm’a kavuştum. Bu söylediğim, pekçok Müslüman’a şok edici gelebilir. Ama yaşadığım gerçek bu. Hindular neye inanırsa inansınlar, Vedanta saf birlik, tek hakikat öğretisidir ki ıslâm’da bunun karşılığı “tevhid”dir. Kraliyet Askeri Koleji’nde iken birkaç yıl Vedanta ve Taoizm hakkında biraz daha derin okuma fırsatı buldum. Sonuçta eşyanın ardında “nihaî hakikat” olduğunu daha iyi kavradım. Artık varlık âlemi benim için rüyanın ötesinde bir şeydi. Fakat hâlâ bu hakikati tanrı diye isimlendirmeye hazır değildim.

ORDUDAN ayrılınca yazmaya başladım. Düşüncelerimi düzene koymak için yazmam gerekiyordu. O zamanlar bir yayınevinin başında bulunan T. S. Eliot’la tanıştım. Yazılarım, En Zengin Damar (The Richest Vein) adıyla kitaplaştı. Aynı dönemde hayatının büyük bölümünü şeyh Abdülvahid ismiyle Kahire’de geçirmiş olan Fransız Rene Guenon’u da keşfettim.

Guenon beni özellikle sarstı; çünkü inanılmaz entelektüel kesinliğiyle modern (Batılı ya da Batılılaşmış) insanın garanti gördüğü bütün varsayımları alt üst ediyordu. O, kadim gelenekten bahsediyordu. Büyük dinlerin kökenindeki metafizik öğretiyi ortaya koyuyordu. Bu geleneğin dili sembolizmin diliydi ve bu dili yorumlamada onun üstüne kimse yoktu. Dahası “ilerleme” fikrini ters yüz eden de oydu. ınsan manevî mükemmellik yolundan geriye düştükçe, Karanlık Çağ’a giriyor; eski kültürler yok ediliyor, tüm seçenekler masadan kalkıyor ve niteliğin yerini nicelik alarak çöküş kendi sonuna yaklaşıyordu. ıtiraf etmek gerekir ki, onu okuyan ve anlayan hiçkimse, bir daha asla eskisi gibi kalamıyordu.

GUENON okuduktan sonra, bakışı dönüşmüş başkaları gibi, ben de yirminci yüzyılın dünyasına yabancıydım artık. O, düşüncelerini ıslâm’ı kabul ettikten sonra oluşturmuştu. ıslâm daha öncekileri toparlayan Son Vahiy’di. Fakat ben henüz onun yolunu kabul etmeye hazır değildim. Leo Myers gibi henüz kendi içimdeki çelişkileri çözememiştim. Yine de, artan bir merakla ıslâm’la ilgili kitaplar okumaktan da kendimi alamadım.

Bu ilgimin artışında Ortadoğu’da çalışan ve orada ıslâm’a karşı ciddi önyargılar geliştiren yakın bir arkadaşımın da etkisi oldu. Ona göre bu dinin manevî bir boyutu olamazdı. Her şey şekilciliğe, kör itaate, akıl dışı yasaklara, tekrarlı ibadete, bağnazlığa ve riyakârlığa indirgenmişti. Bu arada, iş bulamadığım için fakir bir hayat sürüyordum. Kahire Üniversitesi’nde bir iş bulunca, hiç düşünmeden 1950 Ekim’inde 29 yaşındayken Kahire’ye gittim. Üniversite’de evini Mısır hükümetinin yaptığı ıngiliz Müslüman Martin Lings de çalışıyordu. Guenon’un arkadaşı olan Lings, daha önce rastladığım kişilere benzemiyordu. O zamana kadar kafamda ürettiğim teorilerden daha fazlasını yaşamına katmış biriydi. Bütün, tutarlı ve huzurlu bir insanla sonunda tanıştığımı anlamıştım. şehrin dışında geleneksel bir evde yaşıyordu. Her hafta sonu onu ve eşini ziyaret ederek, modern Kahire’nin gürültüsünden kurtuluyor, zamanın durduğu bir yere iltica ediyordum. Orada yaşadığımız dünyanın kabul gören (ve benim de alışmış bulunduğum) gerçekleri, gölgeli bir karartıya dönüşüyordu.

Galiba benim ihtiyacım, iltica etmekti. Önceki hayatımın hiçbir değeri yoktu. Üniversite’de derslerimde öğrencilere aşk şiirleri okuyordum ve okurken gözlerimden yaşlar akıyor, öğrenciler birbirlerine, “ışte kalbi olan bir ıngiliz!” diyorlardı. Çünkü tüm ıngilizlerin buz gibi soğuk olduklarını düşünüyorlardı.

ASLINA BAKARSANIZ Mısır’a gelişim de bir ilticaydı. Bu genç Mısırlıları sevdim. Zamanla onların inançlarını da sevmeye başladım. Çünkü bu genç insanlar iyi Müslümanlardı. Artık şüphem yoktu. Kararımı vermiştim; eğer kendimi bir dine adarsam bu ancak ıslâm olabilirdi. Ama henüz değil! Aziz Augustine’in duasını hatırladım: “Tanrım, beni temizle, ama şimdi değil!” Sonra çağlar boyunca gelip geçen genç insanları düşündüm. Belki pek çoğu temizlenme, rahmet ya da daha iyi bir hayat için dua etmişlerdi, ama benim gibi bunun gereğini hep yaşlılık yıllarına bıraktıkları için belki de bulundukları hâl üzere ölmüşlerdi.

EğER Mısır’dan ayrılırsam, bir daha ıslâm’a bu kadar yakın olma fırsatı bulamayabilirdim. O yüzden ciddi bir karar vermem gerekiyordu. Müslüman olma kapısı önümde açık duruyordu. O kapıdan girmediğim takdirde belki sonsuza dek bir daha açılmayacaktı. Müslüman bir hayat sürme hususunda yeterince güçlü bir karakterim olup olmadığını da düşündüm ve bir karara vardım.

Martin Lings’e gittim. Öykümü anlattıktan sonra bana kelime-i şehadeti söyletmesini istedim. Biraz tereddüt geçirse de, bu isteğimi yerine getirdi. Korkuyla ama büyük bir zevkle ilk namazımı kıldım. Ertesi gün Ramazan ayı idi ve ben hiç ummadığım halde oruç tuttum. Kısa bir süre sonra öğrencilerime bu gerçeği açıkladım. Buna tepkileri sıcak bir kucaklama oldu. O zaman anladım ki, daha önce aramızda bir tür barikat varmış. şimdi ise onların kardeşi olmuştum. ıçlerinden biri hergün bana Kur’ân öğretmeye geldi.

Yıl sonu geldiğinde üniversitede çalıştığım bölüm benden habersiz işime son vermişti. Mısır’dan ayrılacağım gün, aynada yüzüme baktım. Yüz aynı yüzdü, ama derinlerde başka bir insanı saklamaktaydı. Ben bir Müslümandım! Mısır’dan ayrılırken hâlâ bir hayret hâli içindeydim.

Kaynak:

Sorularla Islamiyet

Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

11

24.09.2007, 07:51

Allah razı olsun, kardeşim
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

12

24.09.2007, 20:35

ecmain insallah..
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

13

24.09.2007, 20:53

Alıntı sahibi ""nurciv""



SONRADAN esaslı bir arkadaşım olan yazar Leo Myers, o zamanlar ıngiltere’nin tek felsefî romancısı olarak saygı görüyordu. Benden kırk yaş büyüktü. ıçimi kemiren sorularıma onun Kök ve Çiçek (The Root and the Flower) romanı hem cevap verdi; hem de merhametli bir sükûnet hissi sağladı ruhuma. Bu kitap insanın varlık karmaşasını bilgece çözüyordu. Ona yazmaya başladım, o da bana cevap yazdı. Üç yıl boyunca ayda en az iki kez olmak üzere yazıştık. Sonra buluştuk ve dostluğumuz iyice pekişti.

Fakat her şey göründüğü gibi değildi. Bana yazdığı mektupları tekrar incelediğimde, ruhunda eziyet, üzüntü ve hayal kırıklığının çöreklenmiş olduğunu farkettim. Maneviyat ve mistisizmle büyülendiğinden, hiçbir dine bağlanmamıştı. Artık yaşlandığını hissediyordu, fakat kendisini iyi edecek reçeteyle bir türlü yüzleşemiyordu. Mektuplaşmaya başladığımızdan üç yıl sonra intihar etti.

Leo Myers’ın ölümü, bana kitaplarında öğrendiğimden daha çok şey öğretti. Onun bilgeliği, sadece kafasındaydı ve insanî özüne hiçbir zaman nüfuz edememişti. Bir adam hayatını manevi kitaplar okuyarak ve büyük mistiklerin yazılarını tefekkür ederek geçirebilir. Böylece ahiret ve dünyanın sırlarını çözdüğünü hissedebilir, ama bu bilgi o insanın kendi tabiatıyla birleşmedikçe kısır ve sonuçsuz kalır. Bu farkındalık bende şu düşünceyi doğurdu: Basit bir kavrayışla ama bütün kalbiyle Allah’a dua eden bir adam, en üst derecede manevî ilimleri bilen birinden daha değerli olabilir.


ılginç.

14

24.09.2007, 21:00

En son yazının okunmasını şiddetle tavsiye ederim, yoksa okumayanları nurciv'in komando civcivlerine atmakla tehdit edicem,
:gözlük3:
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

15

24.09.2007, 21:02

:mrgreen:
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

16

06.10.2007, 01:33

Ezanı dinlemek için Türkiye'ye yerleşti

Ezanı dinlemek için Türkiye'ye yerleşti

[img:196:130]http://www.yeniasya.com.tr/2007/10/06/resim/03a.jpg[/img]

Alman Sosyolog Dr. Andrea Kronenthaler (45), Müslüman olduktan sonra ‘Ezan-ı Muhammmed’i’ günde 5 vakit bütün benliğinle hissetmek için Antalya’nın Manavgat ilçesi Side beldesine yerleşti.

Müslüman olmadan önce geçirdiği bir ameliyata ‘Euze- Besmele’ çekerek giren Alman sosyolog doktor, ıslam dini ile tanıştıktan sonra ramazan ayı rahmet, bereket ve çoşkusunu benliğinde hissetmek için Kur’an-ı Kerimi Almanca okuyarak mukabele ediyor. Beş yıl önce Almanya’nın Stutgart şehrinde ıslam dini ve şark kültürü üzerine akedemik çalışma yaparken müslüman olan Sosyolog Dr. Andrea Kronenthaler, Hz. Hatice’nin örnek hayatına hayran kaldığı için ‘Hatice’ ismini aldığını ifade etti. Andrea Kronenthaler, 15 ay önce tatil için geldiği Manavgat’ın Side beldesinde ıbrahim Halil Özdemir’le evlenip bu beldeye yerleşti. Böylece Kronenthaler’in Almanya’da duyduğu ezan sesine hasreti de bitti.

Kaynak: Yeni Asya
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

17

10.10.2007, 09:59



Juliana, Fatma oldu; kilise karıştı :

Bulgar Kilisesi'nin eski Yönetim Kurulu üyesi Bojidar Cipof'un eşi Juliana Müslüman olunca eşi ve çevresinin baskılarına maruz kaldı. Tekrar Hıristiyan olması istenen Fatma direnince evden atıldı.

Patrik Bartholomeos hakkında suç duyurusunda bulunan Bulgar Ortodoks Kilisesi'nin eski Yönetim Kurulu üyesi Bojidar Cipof, ıslam dinine geçerek Fatma adını alan eşi Juliana Cipof'la boşanmanın eşiğine geldi. ıddialara göre, Müslüman olduğu için ailesinin baskılarına maruz kalan Fatma, eşi tarafından evden atıldı.

Bulgar Ortodoks Kilisesi'nin saygın isimlerinden olan Cipof Ailesi'nden 48 yaşındaki Juliana Cipof, 21 Haziran 2006'da Kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Kocasından ve Hıristiyan çevresinden çekindiği için Müslüman olduğunu bir süre saklayan Fatma Cipof, ibadetlerine gizli devam etti.

SEN MıSıN MÜSLÜMAN OLAN!

Fatma Cipof, 54 yaşındaki kocası Bojidar Cipof ve iki kızından Müslüman olduğunu iki ay gizleyebildi. ıddialara göre sırrını öğrenen kocası kendisine hakaretler yağdırdı ve bir gece yarısı kendisini evden attı. Tek suçu Müslümanlığı seçmek olan Fatma, dostlarının sayesinde geceyi bir otelde geçirdi. Kocasının ve kızlarının tepkisinin geçici olduğunu düşünen Fatma, ertesi gün evine döndü. Ancak Fatma Cipof, evine döndükten sonra bu düşüncesinde yanıldığını kısa sürede anladı. Ailesi tarafından 'Kara Fatma' diye çağrıldı, namaz kılarken itilip kakıldı, oruç tutarken horlandı, başörtüsüyle dalga geçildi.

SıLAHLA TEHDıT ıDDıASI

Fatma'nın kafasına silah dayanarak, "Hıristiyan olacaksın, bizi cemaat içinde rezil ettin" şeklinde tehdit edildiği de ileri sürüldü. Çevresinde akıl hastası olduğu yönünde de dedikodu çıkartılarak akrabalarından soğutulmaya çalışıldı. Baskılara dayanamayan Fatma Cipof, sonunda evini terk etmek zorunda kaldı.

BOşANMA DAVASI AÇTI

Baskılardan yılan Fatma Cipof, Müslüman bir ailenin yanına sığındı, 'evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı' gerekçesi ile boşanma davası açtı. Kocasının maddi durumunun iyi olduğunu belirten Fatma Cipof, aylık bin 500 YTL nafaka ile 25 bin YTL tazminat istedi.



Kara Fatma diye dalga geçtiler

Eşi ve kızlarının kendisini dövdüğünü söyleyen Fatma Cipof, “Kara Fatma diye alay ettiler, gece sokağa attılar. Yakın dostlarım sayesinde geceyi otelde geçirdim. 9 aydır bir ailenin yanındayım. ınandığım gibi yaşıyorum, çok huzurluyum. Asla geri adım atmayacağım" dedi.



Evden atıldığı iddiası yanlış, ıslam'a geçiş sertifikasını buldum

Bojidar Cipof, eşi Juliana'nın iddialarının asılsız olduğunu savunarak, "27 yıllık karıma Müslüman olduğu için baskı yapmam söz konusu olamaz. Müslüman olduğunu öğrendiğimizde de ona evimizi açtık. Çocuklarım da karşı çıkmadı. Müslüman olduktan sonra da 4.5 ay yine beraber yaşadık. Kimse ibadetlerine karışmadı. Sonuçta hepimiz aynı Allah'a inanıyoruz" dedi Cipof, eşinin Müslüman olmasında ve kendisine yöneltilen iddialarda, bazı güç odaklarının parmağı olduğunu ileri sürdü. Cipof, boşanma davası için verdiği savunmada ise eşinin panik atak hastası olduğunu ve uzunca bir süre tedavi gördüğünü öne sürdü. Hıristiyanların 1 Mayıs 2006'daki 'Paskalya Bayramı'ndan bir ay sonra ıslam dinine geçen eşinin bu durumu ailesinden gizlediğini anlatan Cipof, şüpheler üzerine evde arama yaptıklarını ve 21 Haziran 2006'da müftülük tarafından verilen 'ıslamiyete Geçiş Sertifikası'nı bulduklarını belirtti.



şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

  • "Saule Gun" bir kadın

Mesajlar: 33

Konum: Kazakistan/Astana

  • Özel mesaj gönder

18

10.10.2007, 17:05

Hikayeleri Worda kopyalayıp dosya yaptım ki.Sürekli okuyayım diye.Bir sakıncası yoksa arkadaşlara da göndermek istiyorum. Bizim Kazakistan veya başka orta Asya ülkeleri sözde müslüman bir ülke ama 70 sene kommunizm reziminde bulunmuş bir ülkeler olarak,bizler de müslümanlık duygularını geç tadanlardanız.Ama Allahın büyüklügü her gün her yerde görünüyorki, bayramlarda camilerin dolup taşması, önceden oruç tutan görmemişken şimdileri her geçen gün oruç tutanların çoğalması v.s.Beni ilk önce her şeyden önce şu kelime etkilemişti '' çok bilip yapmamaktansa,az bilip sım sıkılı sarılmak ibadetlere''Tabi bir Türkiyede büyümüş imanı çocuklugundan tatmış birlerinden daha az bilgiliyiz,ama her geçen gün biligimizi arttıtrmaya çaba gösteriyoruz.Allah bize imanı getirenlerden razı olsun!!!!

19

10.10.2007, 19:58

Sultanahmette bir gün namaz için abdest alırken, bayanlar tuvaletine, türki cumhuriyetlerden olduklarını anladığımız, iki bayan gelmişti. Biz başörtümüzü bağlarken, onlar makyaj tazeliyordu. "Ramazanınız mübarek olsun" dedik. "Biz bilmiyor ramazan, ama biz biliyor bismillah" dediler..O an ağlamamak için kendimizi zor tuttuk :cry: daha sonra diğer bayan, anlatacağımız kadar bir lisanla dilencilere yardım ettiğinden bahsetti. Demek ki; o dehşetli kominizim perdesi, "bismillahı ve infakı" unutturamamış! çekirdek olarak o diyarları muhafaza etmiş :!:

  • "Saule Gun" bir kadın

Mesajlar: 33

Konum: Kazakistan/Astana

  • Özel mesaj gönder

20

10.10.2007, 21:53

bir insan hapishanede 40 gün oturup çıksa,onun etkisinden aylarca kurtulamaz derler..Düşünseniz 70 sene...bir nesil yani..O kommunizm sistemini yaşayan bilir.Ama gende yine de bir müslümanlık olunca bir bismillah ve bir sadaka vermek kalıyor.Allah unutturmuyor işte kendisini her ne kadarda, savaşsalarda. Ama 70 sene önceden koparılmış dalların köklerini öldürememişler ki, ilk Allah var diyiyip gelenler su serpmiş gibi, yeniden yeşermeye başladı.Bundan sonraki senelerde daha güzel şeyler olucagından eminiz, Sizlerde dualarınızı eksik etmeyin!!

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir