Giriş yapmadınız.

Sultan

Stajyer

  • Konuyu başlatan "Sultan"

Mesajlar: 99

Konum: Kütahya

Meslek: Dağcı

Hobiler: Kızak, yüzme, orman gezileri

  • Özel mesaj gönder

1

06.05.2004, 14:59

AmerikAbant

AmerikAbant


Gördüğünüz gibi, yazının başlığında iki kelime ortak bir harfle birleşmiş. Abant toplantıları yöneticileri de “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” toplantılarına kendilerine göre bir âyeti delil getirerek, Müslümanların, gayrimüslimlerle ortak bir kelimede birleşmelerinden bahsediyorlar. Dayandıkları âyetin meali şöyle:

“Ey Habibim, de ki, ‘Ey kitap ehli! (Yahudi ve Hıristiyanlar) Bizimle sizin aranızda eşitlik sağlayan (ortak) bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ın dışında birimiz diğerini rab edinmesin.’ Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse, (onlara) ‘şahit olun ki, biz gerçek Müslümanlarız’ deyin.” (Âl-i ımran Sûresi, âyet 64)

Ancak, diyalogda bu âyetin tamamını değil, sadece “Ortak bir kelimeye gelin” kısmına kadar okuyup katiyen ileriye geçmiyorlar. Sadece baş kısmını okuyup diyorlar ki:

-Gayrimüslimler de Allah’a inanıyor biz de. Âyet onlarla ortak bir kelimede buluşmamızı emrediyor. Bu da ancak diyalogla olabilir.
ıyi de cancâzlarım, bizde “Tevhid” inancı var, Hıristiyanlarda “Teslis.” Yani, bizim inancımıza göre Allah bir, onlara göre üç. Üç ile birin ortası iki. Onlar üçü bir eksiltip iki demeli, biz de bire bir daha ekleyip iki demeliyiz ki ortada birleşilsin!.. Yoksa nasıl ortak noktada birleşilecek?
1400 senelik ıslâmî geçmişte hiçbir ıslâm âlimi diyalog diye bir şeyden bahsetmemiş. Diyalogda karşılıklı konuşma, sohbet etme, yeme-içme var. Karşı tarafın ıslâm’ı kabul etmesi düşüncesiyle konuşmak yasak. O derece yasak ki, diyaloğu böyle bir düşünceyle yapmak, diyalogculara göre “dinsizce bir hareket” sayılıyor. (Böyle saydıklarını isbat elbette bize düşer) Düşünceleri böyle olduğu halde, diyaloğu ille de yukarda mealini arz ettiğim âyete dayandırmak için 2 Mayıs 2004 Pazar günü Cemal Reşit Rey’deki salonda söylendiği gibi “ıslâm’ı tebliğ etmek niçin kötü olsun?” deniliyor. Zannedersiniz ki, diyalog toplantılarında tebliğ yapılıyor. Asla! Madem diyalogda ıslâm’ı tebliğ var da, niçin ismi tebliğ değil de diyalog toplantıları?


Hayır! ıslâm’da diyalog yok. Peygamberimiz’in yaptığı gibi tebliğ var. Hz. Resûlullah’ın, Rum Kralı Hirakl’i ıslâm’a davet mektubunda, yukarda mealini verdiğim âyet yazılıydı. Peygamberimiz, diyalogcuların, diyaloğa alet ettikleri o mübarek âyetle ıslâm’ı tebliğ etmişti. Hıristiyanlara, -hâşâ- “Siz üç Allah inancına sahipsiniz, ama olsun; varlığını kabul ediyorsunuz ya; bu noktada birleşiyoruz” demedi. Çünkü âyetin son tarafı Müslümanlığı vurguluyor ve kabul etmezlerse, “Biz Müslümanız” deyip çekilmeyi emrediyordu. Diyalog aşkına güllüm-ballım onlarla oturmayı değil.

Eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz, “Akıl vahiyden üstündür” dediği için şiddetle tenkit edildi; edilmeliydi de. Oysa, Abant’ta profesörler tarafından akılla vahye güreş tutturulmuştu. Bu da Abant’ın başka bir yönü. Gürüz tenkit edilirken, Abant’ta bunların olduğunu kimse hatırlamadı.
Buna rağmen Abant’tan seslenmek yetmedi mi de, bu sene AmerikAbant toplantısı yapıldı?


şuna bakın! Toplantının ev sahipliğini ve açış konuşmasını CIA ajanı, BOP’un mimarı ve ıslâm düşmanı Francis Fukuyama’ya yaptırmışlar. Bu adam, “ıslâm faşizmi” diye bir suç uydurup, Müslümanların bir kısmını bu suçla suçlayarak diyor ki; “Ilımlı ıslâm yanlıları haricindeki tüm kişi ve kuruluşlar zor kullanılarak bertaraf edilecektir.” Yani, ortadan kaldırmaya niyetliyiz diyor.

Ne acı ki, bu adam diyalogcuların dilinde, “dünyaca ünlü sosyal bilimci” övgüsüyle anılıyor. Diyalogcuları, sırf bu övgüleriyle bile anlamak mümkün. Dünyayı ayağa kaldıran bir toplantı olarak gösterdikleri AmerikAbant toplantısına ABD’de o kadar büyük bir ilgi varmış ki(!), 150 kişilik salonda oturacak yer kalmamış. Breh breh breh...

Bu abartmaya göre 150 kişi hiçbir şey değil, ama bu 150 kişilik salonun yarısını dolduracak kadar adam zaten Türkiye’den gitti. Bunları yazan, demek ki, gülünç olacağını da düşünememiş.

Bu toplantıların tam isminin, “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” olduğunu hatırlayalım ve hoşgörüyle dolu bir diyalogcunun yazı başlığını okuyalım: “Diyalog Düşmanları Çatlasın.”

Zinhar yanlış anlaşılmaya; çatlamasını istedikleri kimseler, gayrimüslimler falan değil, diyaloğun yanlışlığını dile getiren Müslümanlar, siz, biz...


_____________

Ali Eren - Vakit Gazetsi
6 Mayis 2004 Pesembe


Ali Eren'in Benzeri Konular Üzerine Yazdigi diger Yazilar:

Kapalı yerde söylenen sözler
Üç vakfın konferansından
Kutlu Doğum Haftası, Diyanet ve Diyalog
Ylâhiyat profesörleri Kur’an’daki hatalary (!) düzelteceklermi?
Ayağa kalk Sakarya



"Diyanet kimlere emanet edilmiş?"
Diyanet’in cevabı
DıB, ibadete teşvik etmeli değil mi?
Diyanet’in bastığı kitap başka konuşuyor, Başkanı başka
Kitaplara itimat ahmaklıksa...
Halef-Selef Diyanet ışleri Başkanları
Sevgi Çiçekleri

2

06.05.2004, 15:27

Vakit gazetesi her zaman radikal çikislari ile biliniyor sahsen bu gazteyi kale almiyorum.

Birseyleri çekemedikleri besbelli.

Üstad'in bize gösterdigi yola izlemekteler: isterseniz BEdiüzzaman Sempozyomuna 2003 bakin üstadin Dinler arasi dialoga bakisini.

Hoşgörü Sürecinin Tahlili

1990’lı yılların ortalarından itibaren girilen hoşgörü ve diyalog sürecinin dini temelleri adına bazı şeylerin yerli yerine oturmadığını görüyorum. Gerek bu sürece can-ı gönülden destek veren dost ve taraftar çevre, gerekse bunun ıslamî nasslarla çerçevelenen esaslara aykırı olduğunu iddia eden müslüman çevrenin gözden kaçırdığı esaslar bunlar. Birinciler bu sürecin yeniden başlamasına –dikkat edin yeniden diyorum- vesile olan kişi/kişiler veya kurumları ön plana çıkartırken, ikinciler nassları siyak-sibak bütünlüğünü kopararak yaptıkları yorumlarla bu sürece öncülük edenlere "bid'atkar"dan "kafir"e uzanan çizgide ithamlarda bulundular/bulunuyorlar.

Hoşgörü, diyalog veya bizim vazettiğimiz ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali ıslam tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası'nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu ınsanlığın ıftihar Tablosu o mübarek sesini yükselterek aleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika'da var mı yok mu? Aynı hakikatlar başka bir dille, başka bir anlatma üslubu ve edası ile Veda Hutbesi'nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat var, tahkim var.

Bu kabuller ne Medine Vesikası'nda, ne de Veda Hutbesi'nde zikredilmekle kalmamış. Edebiyat tarihine edebi bir risale olarak tevdi edilmemiş. Ağızdan çıkan bu hakikatlar aynı zamanda hayat olmuş. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış, tabiîn yaşamış, tebe-i tabiîn yaşamış. Bakın fetih dönemlerine, müslümanlar nerede kilise ve havraları yıkmışlar? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlar? Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişler? Ve nerede düşünce hürriyetini tahdit etmişler? Tarihte müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar kendilerine tanınan bu hakların başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlar müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini. Demek bizim mazimizin özü, üsaresi bu. Bizimle başlayan bir süreç değil.

Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatlar 15 asırlık ıslam tarihinde her zaman Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem), Raşid Halifeler'in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamış. Uygulanmamış çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş. ıslam ile bağdaştıramayacağımız dünyevi düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim ıslam adına nice kabalıklar yapılmış. Ama bunlar esasında ıslam'ın değil, müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.

Meseleye bu zaviyeden bakınca biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme diyorsak Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) Medine Vesikası'nı seslendiriyoruz. Veda Hutbesi'nde beyan buyurduğu hakikatları haykırıyoruz. Böylece vazifemizi ve vecibemizi yapıyoruz. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış olabilirler. Dahilî veya haricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alakadar etmiyor, biz yapabilirsek, yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.

Dikkat edin vazife ve vecibe diyorum. Dolayısıyla bunu bir fazilet saymayın. Fazilete terettüp eden şeyleri beklemeyin. Hiç mi kıymeti yok diye aklınızdan geçirebilirsiniz. Evet, sizin öncülüğünü yaptığınız bu süreç belki bir kıymet ifade ediyor olabilir ama bu kıymet çokları bu düşünceye uyanmadığı ya da yapmadığı içindir. Yani nedretten dolayı bir kıymet-i harbiyesi vardır. Yoksa vazifenin zati değerinden dolayı değil. Bir başka ifadeyle; nasıl piyasada nedret olduğu zaman birden bire emtianın değeri yükseliverir, bu da öyle. Hoşgörü diyen, diyalog diyen bu insanlara "faziletli", "erdemli" denmesi, el üstünde tutulması, barış kahramanları gibi isimlerle anılması hep bu sebepledir.

Burada bir başka hususa işaret edeyim: bana kalırsa bu süreci isimlendirmemek en iyisi. Hoşgörü süreci, diyalog süreci gibi şeyler de demeyelim. Neticesi henüz belirlenmemiş, nereye varacağı henüz kestirilememiş bir meseleye ad koymayalım. Bırakalım onu zaman koysun veya biz zamanı gelince koyalım. Kim bilir bu süreçte daha nice yumuşak ve kucaklayıcı mülahazalar olacak. Bu mülahazalar herkesi umudumuzun üstünde yumuşatacak. O zaman hoşgörü, diyalog kavramları bile mevcud durumu tarif etmek için yetmeyecek. Kim bilir?

Evet, demek girilen bu süreci bütünüyle bizim temel kaynaklarımıza bağlayabiliriz, onlardan akıp geldiğini söyleyebiliriz. Ben bu konuda çok ısrarlıyım. Çünkü bu mesele falanın-filanın iç inceliğinin ifadesi değildir. “Böyle davranırsam kendi düşüncem, kendi gayem adına yol alırım, mesafe katederim.” mülahazasına bağlı bir tavır da değildir. Böyle olmadığı için dünya elli defa hallaç olsa, yüz defa değişse biz hep aynı düşünceleri ifade edeceğiz; edeceğiz zira temel kaynaklarımız farklı düşünmeye müsaade etmiyor.

Öte yandan, kaynaklarımız bunun böyle olmasını söylüyorsa, bunu bir vazife ve vecibe olarak müntesiplerinin omuzlarına yüklüyorsa bu süreci biz kendimize mal edemeyiz. Hiç kimse de edemez. O sizin şefkatinizin, merhametinizin ürünü değildir. Aksine ıslam’ın şefkati, merhametidir.

Yalnız her meselede olduğu gibi bu süreçte de bazen olur ki konjonktürün gerektirdiği bazı farklılıklar zuhur edebilir. Mesela, şartlar öyle gerektirir ve bir devlet sizin devletinize savaş açar. Sizin küçük çapta ve aksi istikametteki irade ve gayretleriniz buna engel olamamıştır. O zaman siz yine dinininizin belirlediği şekilde, savaş hukuku adına ortaya koyduğu disiplinlere göre hareket edersiniz. Hareket etmek mecburiyetindesiniz daha doğrusu. Bu o dönemin yükümlülüğüdür. Fakat şunu unutmamak lazım, savaş kişilerin ve kurumların değil ancak devletin/devletlerin karar vereceği bir hadisedir.

Bir diğer önemli konu da; bir gerçeği ortaya koyma, hakkını teslim etme mevzuunda siz ve sizin dışınızda birileri bu süreçte rol alanlara bir isim koyuyorsa mübalağa etmemeliler. Bahsi edilen sürece öncülük yapanlara “fikir mimarlarımız, geleceğin fikir işçileri, barış kahramanları” vs... gibi şeyler denirken mübalağa edilmemesi lazım.

Evet, isterseniz tekrar başa dönelim ve tekrarlayalım; artık bu sürecin kuralları ortaya konmuş ve yaklaşık 10 yıldır işlene işlene bir yere gelmiştir. Bu bir ibdâ (öncesi olmadan yeni ortaya konmuş bir şey) değil, ihyadır. Sıfırdan inşa değil kullanılmaya kullanılmaya körelmiş kuyulardaki suyu tekrar gün yüzüne çıkartma gibi, kullanılmaya kullanılmaya bize yabancı olmuş, hakkında “yok” hükmü verilmiş ama aslında zatında mevcut olan bir şeyleri yeniden ortaya çıkarmadır. Diyorsunuz ki, “ınsan hayvan değildir. O ne bir hayvan-ı nâtıktır (konuşan hayvan), ne bir hayvan-ı hassas (hisseden), ne hayvan-ı mâşî (yürüyen), ne de hayvan-ı müteharriktir (hareket eden). O insandır. Konuşan, duyan ve hisseden, yürüyen, hareket eden ve her şeyin şuurunda olan, aklıyla muhakeme yapan, bugünü yarınla beraber mukayese eden, kendini yarınlara göre hazırlayan, çok geniş ve engin ufuklu hatta ufku kainatları da aşıp nâmütenâhîye ulaşan, fiziğin, kimyanın kurallarının geçmediği yerlerde dolaşan, ta Allah’a, Esmâ-i ilahiye'ye, sıfât-ı sübhaniye'ye kadar varan, ulaşan bir varlıktır. Öyleyse buna göre davranışımız farklı bir çizgide olmalı, farklı kıstaslar ihtiva etmelidir. ınsanlarla olan münasebetlerimiz de elbette insan olma esprisine bağlı cereyan edecektir.”

Pekâlâ hiç mi yoktu sizden evvel bunları telaffuz edenler? Elbette vardı; vardı ama bugünkü olduğu kadar yaygınlaşmamıştı. Fikir planında ortaya konan, kitap sayfaları arasında kalan, geniş uygulama alanı bulamayan düşüncelerdi onlar. Bilemem belki bu yüzden yakın ve uzak dost çevrelerden bunu anlamayan, anlamamakta ısrar eden kişiler oldu. Belki hasetten, kıskançlıktan, kendileri bu işe öncülük yapmadığı için olumsuz mülahazalar ile yaklaşanlar oldu, hâlâ da var. “Gavurlaşma” saydılar bu girilen süreci.

Fakat her şeye rağmen girilen bu yolda, veya yukarıdaki yaklaşımımız içinde neticede alacağı veya bizim vereceğimiz isim, ünvan ne ise işte onda mesafenin yarısı katedilmiştir. Motor çalışmış, araç harekete geçmiştir, geriye dönülmesi artık mümkün değildir. Sadece şartlara, konjonktüre göre bir kısım koordinatların değiştirilmesi olabilir. Bunda da biraz sabırlı olmak ve beklemesini bilmek gerek. Elektrikle işleyen aletlerde veya elektronik sistemlerin harekete geçmesinde bile bir bekleme süresi var. Burada da bekleme süresine ihtiyaç duyulması gayet tabiidir.

Yolun yarısı alınmıştır dedik ama bu iş bundan sonra ters yüz edilemez, dağıtılamaz, kimse bozamaz iddiasında da değiliz. Her şeyden evvel biz Allah'ın inayetiyle kendimizi böyle bir tabiyede bulduk. Allah'ın inayetiyle geç kalmış olsak bile durumu iyi okuma, imkanları değerlendirme zemini bulduk. Ümidimiz yine Allah'ın inayetiyle bunun devam edeceğidir. Tek taraflı yani bizim canibimizden bir ahdi bozma olmazsa bu iş devam eder. Ama bizden bir ihanet olursa, Allah’a karşı münasebetlerimiz bozulursa, O da muamelesini değiştirir. Bir başka tabirle muhlisînden (ihlâslı kullardan) olmazsak Allah bugüne kadar meccanen (karşılıksız) verdiği lütufları çeker alır elimizden. Dua edelim, bizi ihlâstan ayırmasın, verdiği lütufları elimizden almasın. Çünkü dünyanın esasen bu türlü bir anlayışa, bu türlü bir mülâhazaya, eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacı var.

Sözün başında iki çevreden bahsettim. Bunların ikisi de dost çevredendi. Bir de düşmanlar var. Düşman demek de istemiyorum; istemiyorum çünkü Allah tanımaz, Peygamber kabul etmez, manevi veya kudsi kavramı içine girecek her şeye kapalı bir çevrenin dahi bu süreçte bir yeri var. Tıpkı Efendimiz'in (aleyhissalâtü vesselâm) müşriklerle münasebetlerinde olduğu gibi. Ama onlar bu sürece karşı almış oldukları tavırlarla o ismi kendilerine kendileri veriyor ve “Düşmanız biz!” diyorlar. Sizden gelecek her türlü hayra ve iyiliğe hayır diyorlar. Alabildiğine mütemerrid, kendi menfaatlerinin ötesinde ne milleti, ne devleti, ne de insanlığı düşünmeyen paranoyak bir çevredir bu.

Evet, bizim bunlara karşı bir yaptırım gücümüz yok ama Allah'ımız var. "Hasbünallâhu ve Ni'me'l-Vekîl. Ni'me'l-Mevlâ ve Ni'me'n-Nasîr"imiz var. "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" gibi bir hazinemiz var. Dopdolu, hiç bitmeyen, kullandıkça artan bir hazine. Korkmayın Allah yanınızda ise size kimse bir şey yapamaz. Asrın Beyin Yapıcısı'nın sık sık vurguladığı gibi: “Endişe etmeyin kardeşlerim! Biz inayet altındayız.”

Bir serçe bir kartalı

Salladı vurdu yere

Yalan değil doğrudur

Ben de gördüm tozunu

diyor ya Yunus. Öyle de gün gelecek kartal yuvarlanacak, serçe de gülecek. Çünkü küçüğe büyük şeyler yaptıran Allah'tır. Ye’se düşmeyin. Yeis “mâni-i her kemâldir”. Bir bataktır o. Akif’in ifadesi ile düşerseniz boğulursunuz. Azminize sımsıkı sarılın; sarılın çünkü önünüzde katedeceğiniz yol daha çok uzun. Geçilmesi gereken derin sular var. Yine Yunusça diyelim:

Bu yol uzaktır

Menzili çoktur

Geçidi yoktur

Derin sular var.

Fakat o sulardan boğulmadan geçen, öteki vadiyi, öteki kıyıyı kendilerine yurt edinmiş, halden sıyrılmış, sahib-i makam olmuş o kadar çok insan var ki. Siz niçin bunlardan birisi olmayasınız?

Risale Okuyorum

Üyeliği İptal Edildi

  • "Risale Okuyorum" bir erkek
  • "Risale Okuyorum" adlı kullanıcı yasaklandı

Mesajlar: 663

Konum: Ankara

Meslek: Öğrenci

Hobiler: İnternet, Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

3

09.05.2004, 15:21

Meselenin özü...

SerkaNReaL'e katılıyorum. Biz Nur Talebeleri olarak karşımıza çıkan her meselede Risale-i Nur ölçüleriyle bakmaya ve de bu ölçülerle hareket etmeye mecburuz!!!

Risale-i Nur'a göre de, "Müslümanlar Hristiyanların Ruhanî kesimiyle ittifak ederek dinsizliğe sed çekmeye mükelleftirler" Bu ittifak inançta, amelde, dini yaşamakta değil gayede ittifaktır. Gaye ise dinsizliği engellemektir.

Meseleye bu açıdan yaklaşmak isabetli olacaktır....
"şimdi oku, kabirde okuyamazsın!" (Zübeyir Gündüzalp)

4

09.06.2004, 02:34

SerkaNReaL sana katiliyorum Allah razi olsun yazin çok güzel.

Vede gerçekten Vakit gazetesinin böyle anlamsiz, ve kini perçinlestirecek yazilardan vazgeçmesini diliyorum.

MeRCaNDeDe

Stajyer

Mesajlar: 119

Konum: ıstanbul

Meslek: Hamal

  • Özel mesaj gönder

5

10.06.2004, 17:36

Vakit'e de ihtiyaç var.
Hem yazarlarının kişisel düşünceleri gazetenin misyonuna endeksli olmamalıdır.
Sezarın hakkını sezara vermekte önemli.Vakit Gazetesi çok uç ve söylemleri keskin olabilir.Fakat öyle zamanlarda öyle şeylere şahit oldukki.Mesela Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendiden tutunda Üstadımızın güzel talebelerinden Mehmet Kutlular ağabeyimize kartel gazeteleri ve kemalizmi alet eden sözde demokratlar saldırdığı zamanda en keskin yazılarla bu iki mubarek zatı savunmaya geçmiştir.Manşetlere taşımış yazıları tekzip etmişlerdir.

Ali Ercan bildik tanıdık bir isim.

Fakat herkes nasibi kadar algılar ve yaşar.Bu yüzden dua edelim.
Bir Savaşçıdır Kalbim...

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir