Giriş yapmadınız.

1

25.06.2005, 10:13

Kainatın dilinden..

Yeryüzünü Dolaşmak

"Yeryüzünü gezip dolaşın!" Amerikan Jeoloji Derneğinden Allison R. Palmer, Kuran'daki bu emri yerine getirenler arasında. Mesleği, yeryüzünü gezip dolaşmak... Tebliğine, "Evet, bütün jeologlar yeryüzünü dolaşıp durmakta" diye başladı Palmer. Niye? Cevaben, başta sunduğumuz ayetin devamını okudu: "Ta ki Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir görün." (Ankebut Suresi 20)

Allison Palmer, hemen ardısıra, jeologların son iki asır boyunca gezip gördüğünü sıraladı. Mesela volkan gazlarından söz açtı. "Bilindiği gibi" dedi, "volkan gazları, içlerinde büyük miktarlarda su buharı ve karbondioksit taşırlar. Dünyanın ilk zamanlarında da volkanların birbiri peşisıra patladıklarını biliyoruz." Akabinde, son yıllarda jeologların buradan yola çıkarak okyanuslar ile atmosferin volkanlarla kurulduğuna kanaat getirdiklerini hatırlattı. Okyanuslar ve atmosfer, adeta volkanlardan fışkırmıştı. Nitekim, "Kuran'da; "Ve yerden sular çıkardı" (Naziat Suresi 31) buyurur" diyordu Palmer.

Aynı ayetin hemen ardından, söz dağa getiriliyordu. Ki bu ayet, dağlara alışılmadık bir bakış açısı sunmaktaydı: "...Ve O dağları sıkıca çaktı". Allison Palmer, ayeti okuduktan sonra "dağlar" dedi, "sanıldığı gibi, sadece yüksekçe bir toprak yığını değil. Artık dağların birer "kökleri" olduğunu biliyoruz. Dağların asıl yüceliği altlarında gizlidir. Her biri yerkabuğunun derinliklerine doğru görünür yüksekliklerden çok daha derin bir kök salarlar. Bu kökler, ince yerkabuğunu da aşarak, onu bir raptiye gibi, bir kazık gibi yerkürenin merkezine bağlar." Zaten, Palmer'in işaretlediği gibi, Nebe Suresinde Allah soruyor: "Biz dağları birer kazık yapmadık mı?"

Bir diğer ABD'li ilim adamının, Stanford Üniversitesinden Prof. Robert Coleman'ın dikkatini ise, başka bir ayet çekmiş: "O Rab ki, yeri sizin için döşek yaptı." (Bakara Suresi 22) Niye "döşek" diyordu ayet? Coleman ve arkadaşları, bundan şu sonuçları çıkarmışlar: "Yerkabuğunun hemen altında, tıpkı döşeklerde olduğu gibi, yumuşatıcı elastik bir madde olmalı. Ki bu, sıvı haldeki mağma tabakasına işaret eder. Arabalardaki yaylı amortisör sistemleri gibi, bu elastik tabaka yerkabuğunu ani sarsıntılardan alıkoyuyor olmalıdır." Ayetin tasvirine göre, kıtalar sanki birer gemi gibi, sıvı bir tabaka üzerinde yüzüyordu. Keza bu tasvir, bir başka ayette de çizilmişti: "O yeri döşedi."

Coleman'a göre, bu halihazır kıtaların oluşma teorisinin aynısı! Bu teoriye göre de önce yekpare olan kıtalar zamanla birbirinden yüzerek ayrılmış ve yerküre üzerine, "döşenmiş"ti. Peki, aynı sıvı tabaka hala var olduğuna göre, kıtalar nasıl olup da şimdi yerlerinde duruyorlar? Aynı ayetin devamında "buna cevap var" diyor Coleman: "Dağları oturaklı kılan da O'dur." Coleman'ın belirttiği üzere, aslında kıtalar hala hareket ediyor; oturdukları bir sıvı zemin üzerinde milim milim kayıyorlar. ama dağlarla oturaklı kılınmışlar: "Nasıl gemilerin tabanındaki ağırlıklar gemiyi suya daha derinlemesine gömüp tehlikeli yalpalanmaları ve sallantıları önlüyorsa, dağlar da kıtaları elastik sıvı içinde oturtuyor, sabitleştiriyor."

"Kuran ve ılim"i ele alan bir başka gayrimüslim konuşması ise, dinleyicileri okyanuslara, dipsiz derinliklere doğru götürdü. Colorado Üniversitesinden W.W.Hay'e göre, Kuran bize okyanusun esrarlı kıpırtılarını dinlemeye çağırıyor ve şöyle diyor: "(öyle bir okyanus ki) dalga üstüne dalga sarmalıyor; üstünde de bir bulut... Birbiri üstüne sarılı karanlıklar..." (Nur Suresi 40)

Hay'e göre, bu ayette: "En son gözlem tekniklerimizin gelişmesine kadar hepimize gizli kalmış bir alemin tasviri var." "Okyanus diplerinde devamlı kıpırdanışlar, iç dalgalanmalar vardır. En alttaki dalgalanmaların üzerinde bir başka su tabakası başka bir dalgalanma gösterir. Onun üzerinde bir başkası... Böylece, okyanusun yüzeyine ve alışık olduğumuz dalgalara kadar çıkarız. Bütün bu tabakalar, üzerindeki bulutlarla beraber, aşağılara indikçe koyulaşan içiçe karanlık tabakalarını oluştururlar." Kısacası, bir başka konuşmacının ifadesiyle, "Kuran'da okyanuslar vahyedilmiş."

Kuran'da neler vahyedilmemiş ki? Konferansa katılan tebliğlerin başlıkları fikir vermeye yeterli. Kuran, mesela denizlerin ve nehir sularının birbirine karışmamasından; ağır elementlerin yıldızlarda pişirilişine kadar bütün fiziki ilimleri kavrıyor. Oradan suyun bulutlardan indiriliş şekline, gezegenlerin düzenleniş tarzına, tohumların topraktan başlarını uzatmalarına kadar uzanıyor. Ve Kanadalı Embriyolog Keith Moore'un tebliğinde ortaya koyduğu gibi, hücrenin en ince ayrıntılarına kadar giriyor; yavruların ana rahminde nasıl büyüdüklerini dakika dakika anlatıyor.

Çünkü Kuran, kainatı yaratan Rabbin kelamı.

Kelebek: Bir Doku, Bir Dokunuş

Kelebeklerin kanatlarındaki desenler, küçük ve renkli pulların mozaik gibi işlenmesinden meydana gelmiştir. Bu haliyle pullar, çatıda birbiri üzerine bindirilmiş kiremitlere benzer. Eğer kelebeği bir süre elinizde tutarsanız, parmaklarınıza ince bir toz tabakasının bulaştığını görürsünüz. ışte bu tozlar, aslında kelebeğin kanadını meydana getiren pullardan başka bir şey değildir.

Farklı renkteki pullar, farklı boya maddelerini ihtiva ederler. Ancak bazı kelebeklerin pullarında bu boya maddeleri bulunmaz. Yani kanatlar tamamen renksizdir. Ancak ilahi sanat, bu durumdaki kanatları da renkten mahrum bırakmamış ve onlara, güneş ışığını yansıtan bir özellik ihsan etmiştir. Sizler bu renksiz kanatlarda her zaman gökkuşağı görebilir ve bu renklerin devamlı olarak değiştiğini farkedebilirsiniz.

Bazı kelebeklere renk veren maddelerin, kelebekte bulunan kimyasal maddelerden meydana geldiği anlaşılmıştır. Mesela, Pieridae adı verilen bir kelebekteki sarı renkler, kelebekten salgı halinde çıkan ürik asitle açıklanmaktadır. Bazı kelebek türlerindeki renkler ise, tamamen kelebeğin yaşadığı ve beslendiği bitkilerden alınmaktadır. Mesela Venessidi adı verilen bir kelebekteki kırmızı ve kavuniçi fonlarındaki renkler, kelebeklerin larva halindeyken yaşadığı ağaç ve bitkilerden alınmaktadır.Yani diğer bir ifadeyle larva gıdalarındaki boya maddeleri, sonradan onların elbiselerini süslendirecektir.

Evet, kainatta hiçbir hususta israf yoktur. Renkler, kanatları süslendirmekle kalmayıp onların sahibini de düşmanları tarafından yenmekten kurtarır. Çünki bazı renkler, bu kanatların zehirli olduğunu ihtar eder. Kanatlardaki zehir, kelebeğin larva halindeyken yaşadığı ağaç veya bitkide bulunan maddelerden meydana gelir. Zehirlerin bir kısmı ısırgan gibi yakıcıdır. Bir kısmı ise insanlarda bile allerji ve kanamalara yol açar.

Kelebeklerin kanatlarında yer alan renklerin hikmeti, bunlarla da bitmemiştir. Çünki bu renkle, kelebeklerin bulundukları ortama uyum sağlamalarını ve böylelikle düşmanlarından korunmalarını da sağlar. Mesela, Kallima adı verilen bir kelebek, bir dala konup kanatlarını kapattığı zaman, kurumuş bir yapraktan ayırtedilemez. Çünki renklerinin yaprak rengi olmasının yanı sıra, kanatlarındaki desenler de, ağaç yapraklarında bulunan damarlara benzer.

Renkler gibi desenler de gayesiz yaratılmamıştır. Çünki kelebeklerin hayatı, büyük ölçüde bu desenlere bağlıdır. Bazı kelebeklerin kanatlarında göze benzeyen lekeler vardır. Eğer bir kuş, böyle bir böceği yemek isterse, kelebek kanatlarını açıp bu lekeleri kuşa gösterir. Kendisine iki büyük gözün baktığını gören kuş, ürkerek kaçar. Baykuş kelebeğin arka kanatlarının altında, yine göze benzeyen lekeler vardır ve kelebek dala başaşağı konarak düşmanlarını korkutur.

Bu tür kelebeklerle yapılan bir araştırmada, kelebek önce bir kuş ile karşılaştırılmış ve kelebek ile tekrar bir araya getirilmiştir. Bu denemede kelebek, kuşu korkutmak için tekrar kanatlarını açmış fakat lekeler silinmiş olduğu için kuş, hiç korkmadan kelebeği yutmuştur.

Evet, kainatta parmak izinden tutunuz, kelebeğin kanatlarındaki izlere kadar her şeyde sonsuz bir ilim ve kudret kendini göstermekte ve insana, ebedi bir hayat için yaratıldığını müjdelemektedir. Çünkü ahiret yoksa yaratılan herşey, tam manasıyla israf olacaktır. Kelebeğin kanadındaki renk ve desenleri binbir gaye ile düzenleyerek israf etmeyen Zat, insanı ölümünden sonra diriltmemekle israf eder mi?

Yumurta: Nasıl Paketlenir?

"ınsan yediklerine bir baksın" Abese Suresi, 24

Diğer nimetler gibi, yumurta da hiçbir zaman elimize çıplak olarak ulaşmaz. Yirmidört saatlik bir üretim faaliyetinin neticesi olan bu aziz ve leziz nimet, mutfağımıza kadar güvenle ulaşabilmesi için son derece dikkatle planlanmış bir ambalaj içinde bize sunulur.

Yumurta kabuğu diyip geçmeyin. Bir çırpıda kırıp çöp sepetine atıverdiğimiz bu mükemmel ambalaj, aslında mimarisiyle akılları hayrette bırakan bir sağlamlık, pratiklik ve geometri şaheseridir. Bu şaheserin ortaya çıkışı ise, bir tavuk vücudu kadar küçücük bir yerde cereyan eden mucizeler zinciri içinde bir halkayı teşkil etmektedir.

Tavuğun vücudunda yumurta üretimini başlatan emir, çoğunlukla sabaha karşı verilir. Bu emri gereken yerlere ulaştıran hormonun salgılanmasından altı saat kadar sonra yumurta sarısı hazır hale gelir.

Yumurta sarısı, bundan sonra bir imalat şeridi boyunca hareket edecek ve uğradığı her istasyonda ayrı bir işlem görecektir.

Nitekim az ileride bir başka hazırlık saatlerdir Magnum dokusu adı verilen bir istasyonda, tavuğun kanından sürekli olarak amino asitler emilir ve bunlardan albümin proteinleri inşa edilerek depolanır. Sonra, yumurta sarısı buraya ulaştığı zaman, dört saat süren bir işlemle bu maddeler yumurta akı olarak buna ilave edilir.

ımalat şeridinin bir sonraki durağında, yumurta akı üst üste iki zar ile kaplanacaktır. Kaba paketlemenin bu şekilde tamamlanmasından sonra ise, "şişirme" safhası gelir. Ve yaklaşık beş saat boyunca, zar gözenekleri arasından yumurtaya su ile gerekli tuzlar pompalanır.

Mamulün üretimi bu şekilde bitirilmiş, artık sıra ambalajlamaya gelmiştir. Yumurta üretiminin en uzun safhasını teşkil eden bu işlem, yumurta kabuğu bezinde tamamlanır. Bu bez, son derece zengin bir damar ağıyla beslenmiştir.Bezin boş olduğu zamanlarda, buradaki dolaşım sistemi sıradan bir şekilde sürüp gider. Fakat paketlenmeye hazır bir yumurta gelip de buraya yerleştiği zaman organ faaliyete geçer. Kapaklar açılır ve bu zengin damar ağından kalsiyum ve karbonat iyonları emilmeye başlar. 15-16 saat süren bu faaliyetin sonunda, yumurta %40'ı kalsiyumdan meydana gelen beş gramlık bir kabukla kaplanmıştır.

Yumurta kabuğunun inşa edilişi kadar, bu şekle kavuşması da akıl almaz bir hadisedir. Yumurta kabuğu bezinde yumurtayı andıran maddi bir kalıp yoktur ki, kandan çekilen kalsiyum ve karbonat iyonları bu kalıba dökülsün.şekil kusursuz ve sağlamdır. ıki ucundan parmaklarınızla ne kadar kuvvetle bastırırsanız bastırın yumurtayı kıramazsınız. Bilerek ve bir gayeye göre planlandığı apaçık belli olan bu kabuk, manevi bir kalıba göre dökülmektedir ki, buna "kader" diyoruz. Bir yandan dünyanın ve bizim hayatımızı şekillendiren kader, bir tavuk vücudunda da yumurtanın akıbetini böylece şekillendirmekte ve tavuk kanından en zengin bir besin deposunu çıkarıp lezzetli bir nimet halinde paketleyerek bize sunmaktadır.

Öyle bir fabrika düşünün ki, tavuk kanı gibi basit ve pis bir maddeden hem yumurta sarısını, hem yumurta akını, hem de kabuğunu ayrı ayrı çıkarsın. Ve, beş on santimlik bir üretim şeridi içinde bütün bu işleri ayrı ayrı gerçekleştirdikten sonra, kan ve dışkı gibi iki necasetin tam ortasından, yumurta gibi tertemiz bir nimeti ortaya çıkarsın. Bir şeyden her şeyi yapan bir ilim ve kudretin sahibinden başka bu fiile mührünü basabilecek kim var?

Yumurta kabuğunun ham maddesi olan kalsiyum, kandan alınır. Kana ise bu maddeler besin yolu ile karışmaktadır.Fakat tavuğun vücudunda yedek kalsiyum depoları da vardır; kemikler. Günlük besinin içinde kalsiyum alamadığı zaman, tavuk doğrudan doğruya bu yedek depolara baş vurur ve kendi kemiklerinden kalsiyum çeker. Bir tavuk, bir gün içinde bir yumurta için kemiklerinin onda birini harcayabilir. Kalsiyum yokluğunda bu yedek depoların devreye girmesi ve kemiklerden bu kadar yüksek miktarda kalsiyum çekilmesi de, yumurta üretimi sırasında her türlü ihtimalin dikkate alındığını ve üretimin bir bütünlük içinde tanzim edildiğini göstermektedir.

Kalsiyum yokluğu uzun zaman devam ederse, yumurta kabuğunun incelmeye başladığı görülür. Sonunda, vücutta kalsiyum kalmadığı zaman, yumurta üretimi bütünüyle durur. Oysa yumurta sarısının ve yumurta akının kalsiyum depolarıyla ilişkisi bulunmamaktadır. Mesela Magnum dokusu, yumurta kabuğu bezinde veya kemiklerde neyin saklı olduğunu bilemez. Bu durumda, üretim şeridindeki diğer merkezlerin faaliyetlerine aynen devam etmeleri ve yumurtanın kabuksuz olarak üretilmesi gerekirdi. Üstelik, böylesi tavuk için çok daha konforlu olurdu!

Ambalaj malzemesi yokluğu sebebiyle üretimin durması, genlerle yada hormonlarla da açıklanacak bir hadise değildir. Çünkü bunlardan hiç birisi, yumurta üretiminin safhalarını birden göremez; değişen şartlara göre bütün üretime hükmedecek kararlar alamaz.

Ortada tek bir gerçek var: Tavuğun kanından kemiğine kadar her şeyi, her haliyle, her anda gören, bilen ve bir yumurtanın yaratılışını bütün safhalarıyla bir bütünlük ve vahdet içinde gerçekleştiren bir ilim , kudret ve rahmetin eseri, elimizdeki yumurtada apaçık görünüyor.

ınsan medeniyeti, tavuğun besininden yahut kanından yumurta yapabilecek bir fabrika kuramadı. Muhalfarz, eğer kurmuş olsaydı bile, bugün bir yumurtayı bin liraya değil, milyonlarca liraya yiyemezdik. Onun için, tavuğun bir yumurta için gıdaklamasını sakın çok görmeyin. Alemlerin Rabbi tarafından hizmetimize sunulmuş bu mübarek hayvancığın sesini eğer dikkatle dinleyecek olursanız, bu ilahi hediyesindeki harikuladelikleri size işittirmek için çırpındığını görür gibi olursunuz.

Bir dahaki yumurta kırışınızda kabuğu atmadan önce ona uzun uzun bakın.

Size bu aziz nimeti bu mükemmel ambalaj içinde göndereni düşünün.

O'nun adını anın.

Afiyetle yiyin.

Ve O'na şükredin...

Bir Böcek!

"Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, insanlar yanlarından geçiyorlar da, yüz çevirip gidiyorlar." Yusuf, 105

Ayet-i Kerime'deki "ayet" ifadesi, Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren belirti ya da kanıtlar anlamındadır. Örneğin bayrak bir belirtidir, ülkeyi gösterir. Dalgalandığı bir yerin o ülkenin olduğunu bildirir. Ancak bayrağı bilmeyen kimse için, yalnızca bir bez parçasıdır. Bunun gibi, her bir varlık, Allah'ın teklik (tevhid) bayrağı hükmündedir. Allah'ın mülkü ve sanatı olduğunu gösterir ama bazı kişiler bunu bilmez, bilmek de istemez...

Anlatacağım böceğin savunma yöntemi diğer hayvanlara pek benzemiyor. Böcek, bedeninin alt tarafında birbirinden ayrı iki bölmede saklanan iki kimyasal maddeyi (hidrojen peroksit & hidrokinon) saldırıya uğradığı anda "Yakma odası" olarak adlandırılan özel bir bölmede birleştiriyor. Aynı anda bu yakma odasının duvarlarından salgılanan özel bir katalizör (Peroksidaz) maddenin etkisiyle, karışım 1000C'lik korkunç bir kimyasal silaha dönüşüyor. Basınçla fışkıran bu çok sıcak kimyasal maddeyle haşlanan düşman ise,elbette paniğe kapılarak hazırlandığı avdan vazgeçiyor.

Bu son derece karmaşık savunma düzeneği nasıl var olmuştur? sorusuna yanıt aramaya kalktığımızda, böceğin bu düzeneği "kendi kendine" geliştirmesinin olanaksız olduğunu görürüz. Bir böcek, birbirine karıştığı anda patlayacak iki ayrı kimyasal maddenin formülünü nasıl oluşturabilir? Oluştursa bile, bunları nasıl kendi bedeninde salgılayıp biriktirebilir? Salgıladı diyelim, bunlar için, kendi bedeninde iki ayrı bekleme, bir de "yanma odası" nasıl oluşturabilir?

Tüm bunları "başarsa" bile, iki maddenin tepkimesini hızlandıracak bir "katalizör" maddenin formülünü nasıl hesaplayıp bunlara ekleyebilir? Tüm bunların ardından bir de, kendi kendine, "yanma odası"nın ve karışım püskürttüğü borunun duvarlarını yanmaz bir alaşımla "yalıtmalıdır"!

Böceğin yaptığı bu işlemleri, kimyagerler dışında insanlar bile yapamazlar. Kimyagerler de bu işlemi, kendi bedenleri içinde değil, ancak laboratuarda yapabilirler elbette...

Böceğin böylesine üstün bir kimya uzmanı olduğunu ve kendi bedenini, yapacağı tepkimeye göre dönüştürüp düzenleyecek yetenekte bir tasarımcı olduğunu kabul etmek elbette akıl dışıdır. Belli ki, böcek bu inanılmaz işlemleri, içeriğinin farkında olmadan, yalnızca bir refleks olarak yapmaktadır. Ne kendisinde, ne de doğada böylesine üstün bir güç ve aklı bulunan bir yaratık yoktur. ınsan da böyle bir canlıyı varedemez. Bırakın böylesine karmaşık (kompleks) bir canlıyı var etmek, bilim adamları canlılığın en basit temeli olan proteini bile ellerinde örneği olduğu halde yapabilmiş değillerdir.

Açıktır ki, böcek, son derece üstün bir bilgiye ve güce sahip olan bir varlık,yani Allah tarafından yaratılmıştır. "Bombardıman böceği" daha milyarlarca yaratılmış gibi, O'nun sonsuz gücünün, benzersiz yaratmasının bir örneğidir...


Sivrisinek deyip geçmeyin!

Kur'an sık sık insanları, doğayı incelemeye ve burada yaratılmış olan "Allah'ın ayetlerini" görmeye çağırır. Tüm doğa, tüm evren "yaratılmış" olduklarını gösteren belirtilerle doludur ve kendilerini "yaratanın" güç, bilgi ve sanatını göstermek için vardırlar. ınsan aklını kullanarak bu belirtileri görmek ve Allahü Teala'yı tanımakla sorumludur.

Tüm canlılar böyle iken, bir de Kur'an'ın özel olarak dikkat çektiği bazı canlılar vardır. Sivrisinek bunlardan biridir. Allah, Bakara 26'da, belki de insanı, içinde bulunduğu "ülfet"ten kurtulmaya çağırmaktadır.

"Ülfet": gerçekte olağanüstü ve şaşılacak özellikteki şeyleri, alışkanlık nedeniyle doğal karşılamak, şaşırmamak, hayran olmamaktır. ıste sivrisinek, hemen her insanın "ülfet"le baktığı, önemsemediği ve üstünlüğünü düşünmediği, "sıradan" olarak gördüğü bir varlıktır. Ama gerçekte bu canlı bile, Allah'ın bazı "ayetlerini" içerir, bu nedenle önemlidir ve Allah onu - ayetin ifadesiyle - "örnek vermekten çekinmez"!

Sivrisineğin Olağanüstü Yaşam Kesiti

Sivrisineklerle ilgili olarak genelde bilinen kan emici yaratıklar oldukları ve kanla beslendikleridir. Oysa bu pek de doğru bir bilgi değildir. Sivrisineklerin hepsi değil, yalnız dişileri kan emer. Ayrıca dişilerin kan emme nedenleri beslenme gereksinimi değildir. Hem dişilerin hem de erkeklerin besinleri çiçek özleridir. Dişilerin erkeklerden farklı olarak kan emmelerinin tek nedeni, taşıdığı yumurtaların olgunlaşmak için kanda bulunan proteinlere gereksinimleri olmasıdır. Başka bir deyişle dişi sivrisinekler yalnızca türlerinin devamını sağlamak için kan emerler.

Sivrisineğin en olağanüstü ve şaşırtıcı özelliklerinden biri gelişim sürecidir. Canlı, küçücük bir kurttan çok farklı aşamalar geçirerek sivrisineğe dönüşür. Bu gelişimin kısa öyküsü söyle:

Kanla beslenen ve olgunlaşan sivrisinek yumurtaları, yaz ya da sonbahar aylarında, nemli yaprakların üzerine ya da kurumuş gölcüklere dişi sivrisinek tarafından bırakılırlar. Anne sivrisinek ilk önce karnının altındaki hassas alıcılar yardımıyla, zeminde yumurtalar için uygun koşullar arar.

Gereken özelliklerde bir yer bulduğunda yumurtlamaya baslar. Uzunlukları 1 mm'yi bile bulmayan yumurtalar tek tek ya da gruplar halinde olmak üzere sırayla dizilir. Bazı türler ise yumurtalarını bir sal oluştururcasına birbirine yapışmış biçimde bırakırlar. Bu yumurta gruplarının bazılarında 300 kadar yumurta bulunur.

Anne sivrisineğin özenle yerleştirdiği beyaz renkli yumurtalar hemen koyulaşmaya başlar ve iki saat içinde bütünüyle kapkara duruma gelir. Bu koyu renk, böceklerle kuşların kendilerini farketmelerini engellediğinden yumurtalar için önemli bir koruma sağlamaktadır. Kuluçka döneminin sona ermesi için bir kısın geçmesi gerekir. Yumurtalar uzun ve soğuk bir kısa dayanabilecek yapıda yaratılmış olduklarından ilkbahar gelip kuluçka dönemi son bulana kadar zarar görmeden canlılıklarını korurlar...

Yumurtadan Çıkış

Kuluçka dönemi tamamlandığında kurtlar hemen hemen aynı anda yumurtadan çıkmaya başlarlar. Birinci yumurtayı diğerleri izler ve bütün kurtlar suda yüzmeye başlarlar. Aralıksız beslenen kurtçuklar hızla büyürler.

Kısa bir zamanda derileri daha fazla büyümelerini engelleyecek kadar gerginleşir. Bu ilk deri değişimi zamanının geldiğini gösterir. Oldukça sert ve gevrek olan deri kolayca kırılır. Sivrisinek kurdu gelişimini tamamlayıncaya kadar daha iki kez deri değiştirecektir. Kurtların beslenmesi için tasarlanmış olan yöntem oldukça ilginçtir. Kurtçuklar, tüylerden oluşan yelpaze biçimindeki iki uzantıyla su içinde küçük girdaplar oluşturarak, bakteri ve diğer organizmaların ağızlarına doğru akmalarını sağlarlar. Kurdun solunumu ise dalgıçların kullandığı snorkel benzeri bir hava hortumuyla sağlanır.

Su içinde başaşağı dururlar. Bedenlerinin salgıladığı yapışkan bir sıvı suyun hava aldıkları deliklerden içeri kaçmasını engeller. Kısacası canlı, birçok hassas dengenin bir arada islemesi ile yasamaktadır. Hava hortumu olmasa ya da yapışkan salgı hortumun tıkanmasını engellemese yasayamayacaktır.

Aradan geçen zaman içinde kurtların çoğu, derilerini bir kez daha değiştirmişlerdir. Son deri değiştirme diğerlerinden oldukça farklıdır.

Kurtçuklar artık sivrisinek olmak için son asama olan "pupa" dönemine girmişlerdir. Kurtçuğun derisinin içinde yeterince gelişen pupanın artık bu kılıftan kurtulma zamanı gelmiştir. Ama kılıfın içinden öylesine farklı bir canlı çıkar ki, bunların aynı canlının farklı gelişim evreleri olduğuna inanmak zordur. Ve bu değişim, ne kurdun, ne anasının, ne de bir başka yaratığın tasarlayamayacağı kadar karmaşık ve ince bir işlemdir.

Bu son değişim sırasında bir boru aracılığıyla suyun üstüne uzanmış solunum delikleri kapanacağından, canlı havasız kalma tehlikesiyle yüz yüze gelir. Ama yeni çıkan canlının solunumu artık bu kanaldan değil, bas tarafında beliren iki boru aracılığıyla yapılacaktır. Bu yüzden kılıf değiştirmeye başlamadan, ilk önce bunlar su yüzüne çıkar. 3-4 gün süren pupa dönemi içinde beslenme hiç olmaz.

Pupa kozası içindeki sivrisinek artık iyice gelişmiş ve son biçimini almıştır. Bu anten biçimindeki duyargaları, hortumları, ayakları, göğsü, kanatları, karnı ve basının büyük bölümünü kaplayan gözleri ile sivrisinek artık uçmaya hazırdır. Pupanın kozası bas taraftan yırtılır. Gerçek bir sivrisineğin ortaya çıkacağı bu asama, ölüm tehlikesi en fazla olan asamadır. Bu aşamada en büyük tehlike kozanın içine su girmesidir. Ancak yırtılan baş taraf, sineğin kafasının su ile temasını önleyecek bir yapışkan sıvıyla kaplanmıştır. Sivrisinek suya değmeden kabuğundan çıkmak zorundadır. Suyun üzerine yalnız ayakları değer. Bu an çok önemlidir, küçük bir esinti onun sonu olabilir. Pupadan çıkan sivrisinek yarım saatlik bir dinlenmeden sonra ilk uçuşuna çıkar.

Canlı, suya değmeden, suyun içinden çıkmıştır...

Bu noktada sunu sormak gerekir: acaba ilk sivrisinek nasıl olmuş da böyle bir dönüşüm geçirecek "yeteneğe" ulaşmıştır? Bir kurtçuk, kendi kendine, üç kez deri değiştirip bir sivrisineğe dönüşmeye "karar" mı vermiştir? Doğal olarak yanıt: HAYIR. Açıktır ki,Allah'ın örnek verdiği bu canlı özel olarak bu biçimde yaratılmıştır...

Sivrisineğin Kan Emmesi

Sivrisineğin kan emme yöntemi kusursuzdur. Hedef üzerine konan sivrisinek hortumundaki dudakçıklar aracılığıyla önce bir nokta seçer. şırıngaya benzeyen iğnesi bir kılıfla korunmuştur. Kan emme işlemi sırasında bu kılıf iğneden sıyrılır.

Deri sanıldığı gibi iğnenin basınçla batırılması yöntemiyle delinmez. Burada görev bıçak keskinliğindeki üst çene ve üzerinde geriye doğru eğimli dişlerin bulunduğu alt çeneye düşmektedir. Alt çene testere gibi ileri geri hareket eder ve deri üst çenenin yardımıyla kesilir. Açılan yarıktan içeri sokulan iğne kan damarına ulaşınca delme işlemine son verilir. Canlı artık kan emmeye başlayacaktır.

Ancak bilindiği gibi insan bedeni, damardaki en ufak bir zedelenme karsısında kanı anında pıhtılaştırarak, o bölgedeki kan akısını durduran bir enzime sahiptir. Bunun sivrisinek için büyük bir sorun olması gerekir ki, onun açtığı deliğe de beden anında tepki gösterecek, hemen kan pıhtılaşıp onarım başlayacaktır. Bu da canlının kan emmemesi demektir.

Ama sivrisinek için bu sorun ortadan kaldırılmıştır. Canlı kan emmeye başlamadan bedeninde salgıladığı özel bir sıvıyı insan damarında açtığı deliğin içine bırakmaktadır. Bu sıvı kandaki pıhtılaşmayı sağlayan enzimi etkisiz duruma getirir. Böylece pıhtılaşma sorunu olmadan, sivrisinek besinine ulaşabilir. Sivrisineğin soktuğu yerde kasıntı ve şişmeye neden olan da bu pıhtılaşmayı önleyici sıvıdır.

Bu kuskusuz olağanüstü bir işlemdir ve karsımıza su soruları çıkarır:

1) Sivrisinek insan bedeninde bu tür pıhtılaştırıcı enzim olduğunu nereden bilmektedir?

2) Bu enzime karsı kendi bedeninde bir salgı geliştirmesi için, enzimin içeriğini (kimyasını) bilmek zorundadır. Bu nasıl olabilir?

3) Böyle bir bilgiye ulaşsa (!) bile, nasıl olup kendi bedeninde böyle bir salgı üretip, bunu iğnesine aktaracak "teknik donanım"ı oluşturabilir?

Gerçekte bu soruların yanıtı kolaydır. Sivrisinek bunların hiçbirini başaramaz. Ne bunun için gerekli akla, ne kimya bilgisine, ne de salgıyı üretecek "laboratuar" donanıma sahiptir. Sözünü ettiğimiz varlık, birkaç mm. büyüklüğünde akilsiz ve bilinçsiz bir sinektir, o kadar!...

Onu böyle inanılmaz, olağanüstü ve hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, "Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi olan" Allah'tır. Bakara 26:

"Kuskusuz Allah, sivrisinekle ya da ondan büyükle örnek vermekten çekinmez. inananlar bilirler ki; o Rablerinden gelen bir gerçektir. Kafir olanlar ise; ö Allah bununla ne demek istedi? ö derler. Allah, bu örnekle çoklarını saptırırken, çoklarını da doğru yola getirir. Fakat saptırılan kişiler, fasıklar(ilahi yasalara uymayanlar)dan başkası değildir."

Tsaedeouef mue;.! ??? (Tesadüf mü?)

Kusursuz bir sarayın ustasını inkar edip, "bu yapı taşların rastgele birleşmesiyle oluştu" diyen birini görsek güler geçeriz. Sanatlı bir dizenin yazarını tanımayıp, "bu dizeler sözcüklerin rastgele toplanması ile yazıldı" diyeni ciddiye almayız.

Peki kendisinin "çağdaş" olduğunu savunan biri çıkıp, canlıların, örneğin kelebeğin rastgele var olduğunu söylerse ne der, ne ederiz?

Oysa "düşünen her insan", atomların şuursuz olduğunu bilir. Yaratıkların yapı taşı olan bu görünmez varlıklar bilgi, istenç ve yaşamdan yoksundur.

Değil evrendeki üstün yapıtları, kendilerini bile tanımazlar. Usta bir sanatkarca bir plan içerisinde kullanılmadıkça "eser" olamazlar.

Her eser, güzellik ve uyumun diliyle sanatkarını ilan eder. Kelebeğin resmini tuvale aktaran ressamı takdir edip, aslini serseri tesadüfe havale etmek hangi insaf iledir? Birbirine benzemeyen suretler bile, harika yaratılışlarıyla rastlantının beş para etmediğini göstermeye yeter.

Varlıkları, suretleri gibi büyüklükleri de birbirinden farklı. Aynı fark organlar için de söz konusu. Kelebekle kartalı, göz ile kanadı yanyana koyarsak bu gerçeği açıkça görürüz. Hemen soralım, kelebek neden kartal kadar büyümüyor? Kanat niçin metrelerce uzamıyor? Atomları belirli bir çizgide durduran nedir?

Bu sorulara "tesadüf" deyip geçemeyeceğini anlayan tesadüfçünün "genler" diye fısıldadığını duyar gibiyiz. Oysa gen, bizim kanıtımızdır. Çünkü, her gen bir plan örneğidir ve ilim sahibi bir planlayıcıyı gösterir. Biz, o programa genel bir söylemle "kader" diyoruz. Atomlar mutlak manada "emir kulu" olduklarından kaderin emrine asla karsı gelemezler... Aynı biçimde, her plan bir uygulayıcı ustanın tanığıdır. Planın bina yaptığı nerede görülmüş?

Her varlık belli yasalar ile oluşur ve her canlı değişmez yasalar içinde yaşamını sürdürür. Yasa ise, bir ilim ve şuur isidir. Bu durumda "yasanın olduğu yerde rastlantıya yer yoktur. Rastlantı, bilgisizlik ve şuursuz olmanın anlatımıdır."

Bir uçak düşünelim ki, yakıtını kendisi sağlıyor, her yıl kendine benzer binlerce uçak üretiyor, pilotsuz uçuyor, konup kalkmak için özel havaalanı istemiyor, üstelik de avucumuza sığacak kadar küçük. Bir mühendis çıksa da böyle bir uçak yapsa, bütün dünyanın beğenisini toplar. O mühendisi inkar eden, uçağın rastgele yapıldığını söyleyen bir kimsenin ise, herkes için alay konusu olacağında kuşku yoktur.

Örneği gerçeğe uyarlarsak, her kelebeğin, yukarıda hayal etmeye çalışmış olduğumuz uçaktan daha kusursuz olduğunu görürüz. Üstelik kelebek canlı bir varlıktır. Diğer canlıların da kelebekten sanatça geri olmadığı bir gerçek. Bir bahar mevsiminde milyarlarcası yaratılan bu başyapıtı "tesadüf" sözcüğüyle açıklamak olası mıdır?

Yedi harften oluşan tesadüf sözcüğünün bile rastgele yazılması olanaksız iken, milyarlarca atom harfinden oluşan varlıkların rastgele varolduğunu nasıl kabul edebiliriz?

Evren her tür yazı ile dolu. Gülün kokusunda, kelebeğin kanadında, bülbülün sesinde, toprağın dirilisinde yazılar vardır. ınsanın düşünüşü, sevişi, ağlayışı, gülüşü hep birer yazı örneğidir. Evren çeşit çeşit yazılarla oluşturulmuş bir kitap, varlıklar birer ibret levhası, anlam simgesi ve gerçeğin habercisi.

Rastlantı (tesadüf), varlıkların manevi cephesindeki ilahi mührü okuyamayanların, "Allah" demekten korkanların, güneşe karsı göz kapayanların sözcüğü...

Kanguru

Ana kangurunun çiftleşmesinden sonra ilk yavrunun gelişimi başlar. 1 cm büyüklüğe erişen bu canlı (neonat) ana rahminden kayarak ana karnında kendisi için hazırlanmış olan keseye geçer. Gelişimini burada sürdürmeye başlar. 33 gün sonunda yeni bir yavru daha doğar. Bunlar da gelişimlerini birlikte sürdürürler. 235 gün sonunda yeni bir çiftleşme sonucu yeni bir yavru daha ortaya çıkar.Ana kanguru bu üç yavruyu da kendi sütü ile besler.

235 günlük yavru ot yiyebilecek duruma gelse de ana sütüne gereksinimi vardır. Aynı gereksinim diğer iki yavru için de geçerlidir. Ancak burada önemli olan her üç yavrunun sütünün üç ayrı memeden akıyor olmasıdır. Bilindiği üzere 3 aylık bir bebek ile 3 yaşındaki bir çocuğun yemeği farklıdır. Kangurunun da 3 ayrı memesinden 3 ayrı süt çıkarak yavrularının yaşamının sürmesi sağlanır. Burada bir diğer nokta bu 3 sütün çıktığı kaynağın aynı yer olmasıdır. Başka önemli bir nokta da bu üç yavrunun yiyeceğini alacağı yeri bilmesidir. Yeni bir yavru kendisi için zararlı olabilecek, daha büyük yavru için gerekli olan besini almaz, kendi sütünü içer...

Evet bu kusursuz düzenek ana kanguru tarafından yapılıyor olamaz. Bilindiği üzere canlıların kendi bedenlerinin yapısal isleyişi üzerinde bir etkileri yoktur (kan dolaşımı, soluk alıp verme, alyuvar sayısı gibi). Bunu kendini korumayı beceremeyen, düşüncesi, bilgisi olmayan doğa sağlamış olamaz. Evrim adı verilen rastlantılar zinciri sağlamış olamaz. Bu durumda tek bir yanıt vardır: bu kusursuz düzeni yaratan bir Yaratıcı vardır...

"... Onun ilmi olmaksızın ne bir dişi gebe kalır, ne de doğurur. ..." Fatır, 11

Termitler

Doğadaki mimarlar arasında termitlerin yeri tartışılmazdır. Görünüş olarak karıncalara çok benzeyen bir böcek türü olan termitler topraktan yaptıkları görkemli yuvalarda yasarlar. Bu yuvaların yüksekliği 6 m'yi, genişliği ise 12 m'yi bulur. ışin ilginç yanı ise, bu böceklerin kör olmasıdır.

Yuvanın yapı malzemesi, isçilerin salyalarını toprakla karıştırarak yaptıkları, sert ve dayanıklı harçtır. Termitlerin yapı sanatının en olağanüstü özelliği ise, koloniye düzenli hava ve şaşılacak bir sabitlikteki ısı ve nem sağlamasıdır.Topraktan yaptıkları gökdelenlerin kalın ve sert duvarları, yuvanın iç bölümünün, dışarıdaki sıcaktan uzak tutulmasına yarar. Hava çevirimi için yuvanın iç duvarları boyunca uzanan özel koridorlar yaparlar. Diğer taraftan gözenekler havayı sürekli filtre eder.

Orta boydaki bu yuvanın sakinlerinin ihtiyaç duyduğu oksijen için, her gün 1500 lt hava gereklidir. Eğer bu hava doğrudan doğruya içeri alınırsa yuvada oluşan ısı termitler için son derece tehlikeli boyutlara çıkacaktır. Ancak termitler, baslarına geleceği biliyormuşçasına bunun önlemini almışlardır. Aşırı ısınmaya karsı yuvanın altına, nemli mahzenler yaparlar. Büyük Sahra'da yasayan türler ise zeminin 40 m aşağısına bir su cetveli kazıp, yukarıdaki yuvaya suyun buharlaşarak ulaşmasını sağlarlar. Gökdelenin kalın duvarları ise, içerideki nemin korunmasına yardımcı olur.

Sıcaklık denetimi de nem gibi incelikle yapılır. Dıştaki hava, yuvanın yüzeyine yapılmış ince kanallardan geçerek nemli mahzenlere girer ve buradan yuvanın en üstündeki hole uzanır; orada hava, böceklerin bedenleriyle temas edip ısınarak yükselir. Böylece basit bir fiziksel ilke yoluyla, koloni işçilerinin sürekli olarak denetlediği bir hava dolaşım sistemi sağlanmış olur. Ayrıca yuva dışında, su baskınlarına karsı eğimli bir dam ve oluklar göze çarpar.

Görme yeteneğinden yoksun, 1 mmü'ten bile küçük beyni bulunan bu canlılar, bu kadar karmaşık bir yapıyı nasıl başarmaktadırlar?

Termitlerin yaptığı bu is, açıktır ki, hayvanlar arasında kollektif bir çalışmanın sonucudur. Çünkü "hayvanlar birbirinden bağımsız tüneller kazıyorlar da bunlar rastgele birbirine uygun çıkıyor" demek yalnızca bir safsatadır. Ama bu noktada söyle bir soru ile karşılaşıyoruz: termitler bu karmaşık isi yaparken birbirleriyle nasıl uyum içinde çalışabilmektedirler? Bu tür bir yapı insanlar arasında yapıldığında, yapının bir mimar tarafından önceden çizildiği, sonra da planların isçilere dağıtıldığı ve tüm inşaatın bir şantiyede organize edilip düzenlendiğini biliyoruz. Ama aralarında bu tür bir iletişim olmayan, üstüne üstlük bir de kör olan termitler, nasıl böyle dev bir inşaatı uyum içinde başarmışlardır?

Konuyla ilgili olan bir deney, soruyu iyice ilginç duruma getirmiştir. Deneyde, inşası başlayan bir termit evi ikiye ayrılmış ve termitler birleşmesin diye de "inşaat" boyunca ayrı ayrı tutulmuşlardır. Fakat buna karsın evin inşasına basarı ile devam edilmiştir; öyle ki; bütün yollar, kanallar, depolar ve diğer yerler her iki tarafta aynı biçimde ortak bağlantılarla birlikte yapılmıştır. Açıkçası birbirinden bağımsız olarak inşa edilen termit yuvasının iki parçası da birbiriyle tam uyum içindedir. ıki parça bir araya getirildiğinde, yapılan tüm kanallar, yollar birbirini tutmaktadır!

Bu olağanüstü olayın tek bir açıklaması olabilir. Öncelikle, termit evinin, bütün olarak inşası hakkında gerekli bilginin bütün termitlerde var olmadığı açıktır. Birey olarak bir termit dahil edildiği sürecin ancak bir kısmını bilebilir. Bu nedenle tüm bilgilerin korunduğu yerin termitler topluluğu olduğu sonucuna varabiliriz. Bu durumda biz bilgiden, daha doğrusu büyük bilgiden sözedebiliriz. Böyle bir bilgi ancak aynı türe ait bireyler topluluğunun söz konusu edilmesi halinde vardır. Kaldı ki bu tek örnek değildir.

Çekirgeler, örneğin, topluca uçtukları zaman çoğunlukla titizlikle belirlenmiş bir yöne doğru uçarlar. şimdi bu topluluktan bir çekirgeyi ayırıp, kapalı bir kutuya koysak, hareket yönünü o anda kaybeder ve panik içinde her tarafa uçmaya çalışır. Eğer bu kutuyu uçan oğulun ortasına koysak kutunun içindeki çekirge birdenbire doğru olan yönü bulur ve simdi ancak bir yöne, açıkçası oğulun uçtuğu yöne hızla uçmaya baslar!

Kısaca, bağımsız organizmalarda büyük bilgi, ancak topluluk düzeyinde ortaya çıkar. Bireylerde ayrı ayrı yoktur. Bir başka deyişle, termitler, arılar gibi kollektif "inşaat"lar yapan canlılar, bireysel olarak ne yaptıklarının tam farkında değillerdir (onlardan böyle birşey beklemek de mantıklı olmaz). Ancak hepsinin ötesinde, hepsini denetleyen ve hepsinin yaptığı isi bir araya getirerek mükemmel sonucu vareden bir AKIL vardır.

Kur'an'da bal yapımının arılara "vahyedildiği"ni biliyoruz. Aynı şey termitler ve diğer bütün hayvanlar için de söz konusudur.

"Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitap'da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; onlar sonra Rablerine toplanacaklardır." Enam, 38

Balina

Sonar sözcüğünü hepimiz duymuşuzdur. Bu sistem,suyun içindeki (deniz, ya da göl) cisimler ve dip şekilleri hakkında bilgi edinmek için kullanılır. Çalışma prensipleri temelde oldukça basit olan sonarlar, yaydıkları ses dalgalarının yansımalarından yararlanarak uzaklık tesbiti ve analiz yaparlar. ıngilizce'de "Sound Navigation and Ranging" cümlesinin kısaltılmışıdır. Sound; ses, Navigation; denizcilik, Ranging ise uzaklık belirleme ya da ölçü anlamlarını taşır.

Sonarlar 2 çeşittir: 1) Aktif sonar 2) Pasif sonar

Aktif sonar, yukarıda anlatıldığı gibi yaydığı ses dalgalarının yankılarını değerlendirir. Pasif sonar ise, sudaki çok küçük sesleri bile alabilen ve bu seslerin kaynakları hakkında bilgisayar destekli çözümleme yapan bir sistemdir. Sonar,bir denizaltının her şeyidir. Aynı biçimde denizaltı avcı gemilerinde de yaygın biçimde kullanılır.

Suda ilerleyen bir denizaltının uskur ve reaktör gürültüleri, km'lerce uzaktaki başka bir denizaltının pasif sonarıyla alınabilir ve bu gürültülerin bilgisayarla çözümlenmesi sonucunda, o denizaltının hangi ülkeye ait olduğunu (reaktör gürültüsü ve uskur tipinden), gittiği yön, bulunduğu derinlik ve yaptığı hız gibi özellikleri belirlenir.

Yine denizaltılara ya da avcı gemilerine (bazan helikopterlere) yerleştirilen sonarlı (ses güdümlü) torpidolar kullanılarak kendisini gürültüsü ile belli eden gemi kolayca vurulur. Aktif sonar kullanan denizaltılar, bu sistemin yaydığı ses dalgaları nedeniyle kendilerini ele verme tehlikesiyle karsı karsıyadır. Bu nedenle pasif sonarlar daha fazla ilgi görmektedir.

Denizaltı komutanlarının en çekindikleri şeylerden biri de, hızlı gitmek ve böylece çok gürültü çıkartmaktır. Çünkü bu durumda kendisinden yavaş giden düşman denizaltısı onu daha önce farkedip silahlarını da daha önce ateşleyen taraf olacaktır. Bu yüzden süper güçler sessiz ama hızlı gidebilen denizaltılar yapabilmek için birbirleriyle yarış halindedir.

Kitaplara göre sonarlar son 50 yılın bulusudur. Nedendir bilinmez ama bu kaynakları hazırlayanlar balinalarda yüzbinlerce yıldır var olan mükemmel sonar sistemini görmezlikten gelir. Evet, sonar belki insan için son elli yılın bulusudur. Ancak, yasayan en büyük memeli hayvanlar olan balinalar yaratıldıkları günden beri bu cihazın en yeteneklisini kullanmayı sürdürmektedirler...

Balinalardaki sonarın nasıl büyük bir rahmetin tecellisi olarak yerleştirildiğini anlamak için, hayvanın genel özelliklerine bir göz atmak gerekir...

Balinalar, bilindiği gibi memeli hayvanlardır (akciğerli solunum yaparlar, doğurarak çoğalırlar), genel olarak 2 alt grupta toplanırlar. 1- Çubuklu (Mysticeti) 2- Dişli (Odontoleti). Çubuklu balinaların en önemli özelliği, ağız bölümüne çok sık olarak yerleştirilmiş kemiğimsi çubukların arasından suyu geçirerek planktonları süzmesidir.

Dünyadaki en büyük balina olan mavi balina, bir çubuklu balinadır ve hikmete bakınız ki en küçük deniz canlıları olan planktonlarla beslenir!...

Dişli balinalar ise çok daha farklı özelliklere sahiptir. Bunların adları,ağızlarındaki küçük dişlerden gelir. Hayvan,bu dişler aracılığı ile mürekkep baliği, ıstakoz ve benzeri gibi küçük deniz canlılarını yakalar, fakat bu dişlerini avlarını çiğnemek için kullanmazlar. Bu yüzden çok mükemmel bir sindirim sistemiyle donatılmıştırlar.

Grup halinde yasayan dişli balinalarda bazan bir grupta, binden fazla balina bulunabilir. Grupta ana ve yavrular ortada tutularak korunur. Zor durumda olan ya da yaralanan bir başkası, iyileşene ya da ölene kadar köpekbalığı ve benzeri düşmanlardan korunur... Bu sevimli yaratıklar, dalganın üzerinden atlayarak, birbirlerini kovalayarak, hızla sudan fırlayıp ardından derinlere dalarak oyun oynarlar.

Hepsinde çok hassas bir işitme duyusu bulunur. ınsan kulağının duyabildiğinin 10 katı yüksek titreşimli sesleri duyabilirler.Açıkçası çok üstün bir pasif sonarla donatılmışlardır. Bu pasif sonara bir de ses gönderici eklenip, gerektiğinde kullanılacak bir de aktif sonara sahip kılınmışlardır. Bu sistemler sayesinde balinalar, derinlerdeki dip yapısı ve yiyecek durumu hakkında bilgi edinir. Tersi durumunda yiyeceğini yüzlerce metre derinlerde aramak zorunda olan bir dişli balinanın (örneğin ispermecet) soluğunu tutabildiği 70 dk. içinde, karanlık bir yerde yalnız gözlerini kullanarak birşeyler yakalayabilme olasılığı ortadan kalkar. Ancak,programlandığı biçimde davranan balina dalmadan önce, avın duyamayacağı bir titreşimden yayın yapan aktif sonarıyla onun yerini belirler ve rotasını ona göre ayarlayıp güdümlü bir torpido gibi hedefe ulaşır. Elbette bunu yaparken, çok övünülen nükleer denizaltılar gibi bir sürü ses çıkarıp avın kaçmasına neden olmaz.

Dünya dalma şampiyonu olan ispermecet balinaları,yalnızca kusursuz bir sonarla donatılmamıştır. 1130 metreye kadar dalanları gözlenen bu hayvanların bas kısmındaki 1900 litrelik boşluğa, yaşamsal organları, yüksek basıncın etkisinden koruyacak yağlı bir sıvı doldurulmuş ve kusursuz bir basınç odası takdir edilmiştir.

Rabbimizin her eserinde olduğu gibi balinalarda da karsımıza çıkan yüksek ilim sanatının muhteşem uyumu,insanı derin derin düşünmeye sevk ediyor. Akılalmaz mükemmelliklerle donatılan, denizi değil kirletmek, tersine temizleyen, 70 dk. süreyle 1130 m.'ye dalıp orada avlandıktan sonra yeniden yüzeye çıkabilen, bu derinlikteki avına ilişkin hedef kartezini ve bütün sorunları henüz yüzeydeyken halleden ve 40 mil hız yapıp hiç ses çıkarmayan bu süper denizaltılar, acaba Allah'tan başka kimin eseri olabilir? 20. yüzyılın bütün gelişmiş olanakları ile yapılan birkaç yüz metreden fazla derine inmeyen denizaltılar, bu ilahi eserleri kıskanmasın da ne yapsın?

ıki karışlık bir derinliğe daldığında bile sık sık "vurgun" yiyerek haşlanmış tavuğa dönen insanoğlu, belki de binlerce derinliğe dalabilen balinaları, ilahi bir kudretin eseri olarak görmediği sürece, ahirette de "ebedi bir vurgun" yemeye mahkumdur!

Yaraların ıyileşmesi Mucizesi

Yaşamın en şaşırtıcı yönlerinden biri de bedenin kendisini yenileme, hasarları onarma ve iyileştirme özelliğidir. En ufak kesik bile gökdelen yapımından daha karmaşık onarım çabaları gerektirir. Biz, yaraların iyileşmesini oldukça doğal karsılar ve onsuz ameliyatların söz konusu olmayacağını ve en ufak yaraların bizi ölüme götürebileceğini aklımıza bile getirmeyiz.

Normal olarak beden,koruyucu bir deri tabakası ile örtülüdür. Bu zarın hasara uğramasıyla altındaki hücreler de parçalanır, sinir ağları ve kılcal damarlar yırtılır. Son derece girintili bir biçimde birbirine geçmiş olan bu canlı madde parçacıklarının yenilenmesi ve bozulan bağlantıların yeniden sağlanması gerekir.

Orta derecede bir yaralanma durumunda, dörtlü bir uyarı dizgesi bütün savunma düzeneklerini seferber eder. Kanamayı azaltmak üzere tansiyon (damarlardaki kan basıncı) düşer. Kanın pıhtılaşma süresi birkaç sn'ye iner. (Deney tüplerinde kan 3 ile 4 dk.'da pıhtılaşır) Kan kaybını karşılamak için dalak, kendi kan stoklarını dolaşım şebekesine gönderir, akyuvarların üretimi hızlanır ve gerektiğinde normalin on katına çıkabilir.

Hücreler balık gibidirler. Yaralanma durumunda hava ile temasa geçmek onları kurutur. Kaza, olay bölgesindeki kan damarlarını kopartır ve bedeni, organik sıvıların en değerlisinden mahrum kalma tehlikesiyle karsı karsıya bırakır, ek olarak mikroplar ordusunun, bedeni işgal etmesi için kapı açmış olur.

Bütün bu tehlikelere karsı hızlı koruma çareleri gerekir. Lenf, dokuların hücreler arası sıvısı ve plazma, derhal yaraya akarak hücreleri ıslatırlar (kurumaktan alıkoyarlar). Diğer yandan da kan pıhtıları ile kurulan barajlarla, kan dindirilir.

Kan, dolaşım sırasında pıhtılaşmaz. Tersi durumunda yaşamsal kanallar tıkanırdı. Ancak yara yerinde de hemen pıhtılaşması gerekir. Bu, bir yara yüzünden hava ile temasa geldiklerinde patlayan normal, yassı kan hücreleri sayesinde mümkün olur.ö Bunların parçalanmasının ne olduğu henüz bilinmeyen bir kimyevi maddeyi serbest bıraktığı ve bu maddenin de kanda bulunan protrombini, trombin durumuna döndürmek yeteneği bulunduğu sanılmaktadır. Trombin de, kanın diğer bir normal bileşeni olan fibrinojenle birlikte pamuğa benzer beyaz bir madde olan fibrini oluşturur. Böylece ortaya çıkan fibrin ağının delikleri, alyuvar tarafından tıkanarak ağ geçirimsiz duruma gelir. (Fibrin aynı zamanda lenfatik damarlardaki çatlakları da tıkayarak mikropların organizmaya girmesini engeller)

Buna paralel olarak yara yerinin çevresindeki kılcal damarlar da genişler (yaraların çevresinin kızarmasının nedeni budur). Cidarları da inceler, fagositler "hücre yiyiciler" ve bazı akyuvarlar salıverir. Bunların görevi, yaranın iyileşmesini geciktirebilecek olan cisimleri yiyip bitirmektir.

En ufak yara bile binlerce hücreyi tahrip eder. Fagositler bu ölü hücreleri de toplayıp böbreklere atmakla görevlidir. Kendilerinden bin kez daha büyük diken ve kıymıklara saldırmaktan geri durmazlar.Bunları yemeleri mümkün olmadığı için, çevredeki dokuları eriten bir ferman (ferment) salgılarlar, bu biçimde oluşan kalın sıvı, sınır dışı etmek üzere yabancı maddeyi derinin yüzeyine sürükler. Fagositler çok aç gözlüdür. Bazan fazla şişmekten patladıkları olur, bu durumda, irin dediğimiz şeyi oluşturan elemanlara katılırlar...

Bazan fagositler mikrop istilasıyla basa çıkamaz duruma gelirler. O zaman fagositlerin yükünü hafifletmek üzere dikkat çekici diğer bir savunma düzeneği işleve geçer. Saldırgan bakteriler, bizzat antikor yapımına neden olurlar. Ne kadar üstün görünürse görünsün, bütün bunlar yalnız alelacele alinmiş ön tedbirlerdir. Asil is olan onarma sırası bundan sonra gelir. Bunda ilk rolü fibroblast hücreleri oynar. Yaralanma durumunda bu fibroblastlar hemen savaş alanının yolunu tutarak fibrin ağlarının üzerinde birikir, yarayı geçici olarak bir tür alçıya alma görevi yaparlar.

Organizmadaki milyarlarca hücrenin her biri, kan dolaşımı sistemi ile beslenir. Ama yaralı bölgede bu dolaşım şebekesinin de tahribe uğramış olduğunu unutmayalım. Yaşamlarını sürdürebilmek için fibroblastlar, tek hücreli deniz canlılarının yöntemine başvurarak, besinleri yarayı sürekli yıkamakta olan sıvıdan almaya çalışırlar. Birkaç gün içinde yerlerine o kadar sağlam bir biçimde yerleşmişlerdir ki,artık fibrin ağına gereksinimleri kalmamıştır. O zaman ağ çözülerek parçalanır ve yeniden yetişmekte olan hücrelere ek bir besin durumuna gelir. ıyileşmekte olan bir yarada hiçbir telef olmaz.

Organizmanın ekonomisinde, yaralara her zaman öncelik tanınır. Gerekli onarım malzemesi gerektiğinde, sağlam dokulardan ödünç alınır: örneğin yara yerinde yeni dokuyu oluşturacak aminoasitler, adaleler eritilip sağlanır. Ağır yaralıların neredeyse göz önünde "erimeleri"nin nedeni budur.

Yeni dokunun oluşturulması gerçekten şaşırtıcıdır. ılahi kudretin idaresindeki lif hücreleri kimyevi kristaller gibi düzenli geometrik biçimlere uygun olarak mevzilenirler. Yeniden oluşan dokular, eskiden daha karmaşık olduklarından, beslenmeleri için daha fazla kana gereksinim duyarlar, bu yüzden bu bölgede ek bir kılcal damarlar şebekesi oluşur. Deneyciler bunu, kazaya uğramış bir tavsan kulağı üzerinde kolaylıkla müşahede ve takip edebilirler: Yaranın hizasına daha dokunurken kanayacak kadar incecik kılcal damarların, yeni dokunun içinde kendilerine yol açarak ilerledikleri görülür. Kan kaybına neden olmamak üzere uçları kapalıdır. Kimi o taraftan, kimi bu taraftan ilerlerken karsılaşırlar, o zaman iki kör uç hemen birbirine kaynar ve yeni şebeke oluşturmaya başlamış olur. Yeni dokunun içinde yeni sinir sisteminin ortaya çıkısı, daha da çapraşık bir gelişime bağlıdır.

Bütün bu anlattıklarımız derinliklerde olup bitenlerdir; bu sırada tam yara kabuğunun altında ise, yeni bir üst deri tabakası ortaya çıkmaktadır. Yaranın kenarlarındaki deri hücreleri çıplak kalmış bölgenin merkezine doğru uzayarak orasını örtmeye başlarlar.

Yaklaşık olarak bir hafta içinde yara kapanmış görünür. Gerçekte ise daha yapacak pek çok is, hem de önemli isler vardır. ızleyen aylar zarfında minicik adale lifleri yaranın kenarlarından hareketle ortada birleşir ve birbirine düğümlenirler. Ağ ve yağ ile konjonktif doku birleşir. Sonuçta, bazan bir yıl sonra yara dokusu, yerine bütünü ile fonksiyonel (görev yapan) dokuya bırakmış olur. Onarım çalışmaları artık bitmiş ve beden eski durumunu almıştır.

Evet, insanın yaratıcısını bulması zor değildir. Düşünen bir insana bazan bir çiçek, bazan bir böcek hatta bazan bir zerre Rabbini göstermeye yeter. Tersi durumunda her zerrenin,o insandan daha akilli olduğunu kabul etmek gerekmez mi?

Kurbağa

Rheobatrachus silus adi verilen kurbağanın yumurtadan çıkmak üzere olan yavrularını yutma sebebi, onların emniyetli bir şekilde gelişmesini sağlamaktır. Acaba anne kurbağanın midesine inen yavrular, mide tarafından hazmedilmeyecek midir? Elbette hayır! Çünkü bütün evrende görülen ilahi rahmet, bu yavruları da ihmal etmeyecektir.

Yeni doğan aciz yavrulara anında süt yetiştirerek, merhametini gösteren Rabbimiz, mideye inen yavruların hazmedilmemesi için de, kurbağanın midesindeki sindirim işlemini anında durdurur. Dişi kurbağanın daha önceden midesine doldurduğu gıdalar bağırsağa itilir ve midenin sekliyle yapısı tamamen değişerek , yavrular için sıcak ve emniyetli bir beşik suretine girer. Oburluğuyla tanınan bu kurbağanın iştahı, aynı rahmet sahibince sonra tamamen kesilecek, ve kuluçka tamamlanıncaya kadar hayvan tam iki ay aç kalacaktır.

Kuluçkanın ileri safhasında mide büyüyerek akciğere dayanır. Ve onun işlevinin durmasına yolaçar. Ancak ilahi Rahmet burada da yardıma yetişir ve akciğerleri devreden çıkan kurbağa derisiyle nefes almaya baslar Yumurtadan çıkan yavrular daha sonra yemek borusundan tırmanır, ve anne kurbağanın ağzından atlayarak, gün ışığına çıkarlar... Mide yavruların tamamen çıkmasından 8 gün sonra normal durumuna gelir, görevini yerine getiren kurbağa, yiyip içmeye baslar... Bu olay fizyoloji bilimini alt-üst etmiştir.

Örümcek

Ağların dişi örümcekler tarafından örülmüş olduğu çok yakın bir geçmişte keşfedildi. Ve bu haber tafsilatlı olarak, dünyaca meşhur Alman Kosmos Dergisinin 1984 şubat sayısında bütün dünyaya duyuruldu. Oysa ki Kur'an, bu gerçeği 14 asır öncesinden haber vermiş ve hicret sırasında Efendimiz "sav" Hz.Ebubekir ile birlikte sığındığı mağaranın girişine ağ ören örümceğin, dişi olduğunu açıkça belirtmişti. Hem de sadece tek bir "t" harfi ile.

Bilindiği gibi ıngilizcede "he" sözcüğü erkekler, "she" ise dişiler için kullanılmaktadır. Benzer kaide Arapça'da da vardır ve cümlede erkeklik ile dişilik, kelimeye getirilen eklerle ifade edilir. Birşeyi yapan ya da eden manasına, erkeklerde "ittehaze" kelimesi kullanılırken, dişilik sözkonusu olduğunda aynı kelimenin sonuna bir "t" harfi ilave edilir. Yani ortaya çıkan "ittehazet" kelimesi, burada işi yapan canlının dişi olduğunu gösterir.

Kur'an, Ankebut Suresi'nde "ittehaze" kelimesi yerine "ittehazet" kelimesini kullanarak bu ağların dişi örümcek tarafından örüldüğünü haber vermekte ve "tek bir" harfinin bile mucize olduğunu veya "bir harfini dahi değiştirmenin mümkün olmadığını" ispatlamaktadır. Bu durum Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi; etrafındaki surlar yıkıldıktan sonra Kur'an'ın kendi kendini müdafaa etmesinin en güzel delillerinden biridir.

Örümcek Yuvası

"Allah'tan başka dost edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Halbuki, evlerin en çürüğü, kuşkusuz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi." Ankebut, 41

Bu ayette Allah'tan başkalarını dost edinenlerin durumu, örümcek ağına benzetilmiştir. Ayette geçen ve ev manasına gelen "beyt" kelimesi aile manasına da gelir. Buna göre, Allah'tan başkasını dost edinenler, örümcek ailesine benzer. Çünkü örümcekler belli bir yaştan sonra yalnız yaşarlar ve aralarında hiçbir bağ kalmaz. Aslında puta tapan ya da inanmayan bir kafiri dost edinmek, tıpkı örümcekler gibi birbirinden habersiz yaşamaktır. Yani birbirlerine yardımcı olamazlar. Putlar, putperestlere hiçbir konuda yardım edemedikleri gibi, putperest de puta yardım edemez...

Öte yandan bu sure Hicret'ten önce indiği için ayrı bir mucizedir... Ayetin sonundaki "keşke bilselerdi" sözü çok önemlidir; evet inançsızlar, bir örümceğe yenileceklerini ve Allah'ın böyle küçük canlılardan örnek vermesinin bir eksiklik olmadığını "keşke bilselerdi".

Kaynak: Düşünen ınsanlar ıçin ve Zafer Dergisi

2

25.06.2005, 11:25

Allahın varlığına inanmayanlar şu kainata bi baksınlar bi düşünsünler..kainat herşeyi gösteriyoki zaten..

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir