Giriş yapmadınız.

1

01.12.2007, 21:03

zevkten dört köşe;kabedeki hakikatlar

“Başınızı yere eğin” diyor rehberimiz merdivenleri çıkarken. “Sütunlar arasından görmeyin onu, tam karşısına gelince haber vereceğim, o zaman kaldırın başınızı ve o zaman yapın geri çevrilmeyecek duanızı.”

Basamakları heyecanla çıkıyoruz. O kadar kalabalık, o kadar yoğun ki, mahşer provası dedikleri kadar var. Başka zaman olsa sürtünüp geçenlere, ayağa basanlara kızabilirdik. Burada ayaklarımız yere basmıyor ki kızalım. Uçarcasına gidiyoruz ona. Düz bir zemine çıkınca rehberimiz bizi topluyor ve ; “şimdi, kaldırın başınızı!” diyor..

Başımı biraz ürkekçe kaldırıyorum. Aman Allah’ım!.. Zaman duruyor. Simsiyah örtülere bürünmüş, bütün haşmetiyle karşımda sevgililer sevgilisi. O resimlerde kocaman avluya nispetle ufacık görünür. Resimlerin yalan söylediğini şimdi fark ediyorum. O kadar büyük o kadar heybetli ki; sanki üstüme üstüme geldiğini, içine çektiğini hissediyorum.

Diyecek söz yok. Dilim tutuldu. Ne dua edeceğimi kestiremiyorum. Dilimden sadece şunlar dökülüyor: “ Beni huzuruna kabul ettin, buna layık mıyım ki?!”

Sonrası kaleme gelecek gibi değil. “Haydi ona koşun” diyor rehberimiz. Koşuyor ve deniz dalgası gibi hiç durmaksızın çırpınan deverana katılarak tavafa başlıyoruz. Ona bakmak bile sevapmış. Ama bakamıyorum. Utanıyorum, huzura alınmışım az şey mi?..

Tavaf, zemzem derken gruptan kopuyor; onunla baş başa kalmak üzere kapısının tam karşısına oturuyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Namaz mı kılmalı, zikir mi çekmeli, Kur’an mı okumalı?.. “Kabe’nin nafilesi tavaftır.” Hadisi geliyor aklıma. Öyle ya, namazı ülkende de kılarsın, ama buradan başka yerde tavaf edemezsin. Tekrar tavafa kalkacakken, bir el kolumu çekiştiriyor.

- Otur, doya doya seyret onu. Vakit daha çok, tavaf ederiz.

Beyaz ihramı içinde oldukça tuhaf bir zat. Gün ışığı görmemiş bir kulübede yıllarca garip yaşamış da bugün insan içine çıkmış gibi, üzerinden yalnızlık ve miskinlik dökülen bir adam. Görünüşü ilk bakışta ürperti verse de sakalı, bıyığı, duruşu öylesine bakımlı ki; içinin güzelliği yansımış dışına. Dilenci yada meczup denmeyecek kadar olgun bir duruşa sahip. Sen kimsin, ne hakla beni durduruyorsun, demek gelmiyor içimden. Kolumu tutan kuru ve soğuk parmaklarda özel bir samimiyet hissediyorum. Mıknatısa kapılan demir tozu gibiyim şu an.

- Söyle! Yazıyor, anlatıyorsun! Onu en güzel tarif eden cümle, diyerek herkese anlattığın o cümleyi söyle hadi!

Evet o cümle. Uçakta, havaalanında, otobüste hep söylediğim, ruhuma işleyen o güzel cümle. Değerli ıslam Alimi Mustafa ıslamoğlu’nun Kabe’yi tarif eden cümlesi:

- ınsanoğlunun kalbi taş kesilmesin diye, taşın kalp kesildiği yerdir Kâbe!

Güzel söylemiş, diyor yanımdaki zat. Hakkını vermiş Kâbe’nin, hakkını vermiş Kâbe dostlarının. Ya sen?.. Beytullah’a dair yazmadın, hele Ehl-i Beyti hiç anlatmadın…

- Amaaa, diyecek oluyorum.

- Aması yok, anlatmadın! Bilmiyorsun ki anlatasın? Bilsen atlardın hemen!

Bilmiyorsun dedi. Ama biliyorum bir şeyler. Ne desem ki? Bilmediğimi kabul edersem bildirir mutlaka, ukalalığın lüzumu yok, kabul edeceğim:

- Evet, bilmiyorum, Allah rızası için bildirir misiniz?

- Aslında biliyorsun da ayna tutulmadıkça göremiyorsun kendini.

Gözlerine ve simasına bakıyorum. Pırıl pırıl bir çehre. Aynam işte. Yüzüne dönüp soruyorum:

- Ehl-i Beyt ile Beytullah bağlantısı?

- Seninki de soru mu? Açık işte.. Beytullah burası Ehl-i Beyt de onun halkı…

Oluk oluk geliyor insanlar tavafa. Bir yanda namaz kılanlar, bir yanda Kur’an okuyanlar, bir yanda kardeşlerine hurma ve zemzem ikram ederek hayırda yarışanlar. Bir derya ki bitesi değil, bir çağıltı ki dinesi değil.

- Bana ehl-i beyti anlatın, nolur açın biraz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin diye çok konuştuk da, onlarla bize fark ettirilmek istenenden galiba perdelendik.

- Önce yanlışı düzeltelim.

- Yanlış?..

- Hane halkını saydın, hane reisini unuttun. Ehl-i Beyt 4 değil, 5 zat. Reisleri Efendimiz (sav). Efendimiz olmasa ötekiler olmaz, ötekiler olmasa ehl-i beyt oluşmaz.

- Eyvallah…

Gözlerini Kâbe kapısına çeviriyor. Uzun uzun bakıyor yarı açık altın sırmalı örtüye. Mültezeme el sürenleri, Hacer-i Esvede yanaşmak için itişip kakışanları derin derin süzüyor. Kâbe’nin kapı olan yüzünü, Makam-ı ıbrahim cephesini bir kitabe okurcasına inceliyor. Kim bilir az sonra neler dökülecek dilinden?..

- ıçinde kapı geçen hadisi oku bakalım.

Pat diye gelen soruya cevap vermek güç. Ama burada dilim çözülüyor. Hemen okuyorum:

- Ben ılmin şehriyim Ali kapısıdır! Hz. Muhammed (sav)

- Yaaa Haydaaaarrrr! Yaaa Murtezaaaa! Yaaaa Aliiii! Ya şah- ı Velaaaayet, diyerek yüksek sesle haykırıyor kapıya doğru.

şEHRE GıRış

- Ledün şehrine Ali’den girilir. Gönül Kâbe’sine girmek isteyen önce Ali kapısını açmalı!

- Evet ama nasıl açarım?..

- Ali’yi tanırsan, sendeki Ali boyutuyla tanışırsan, Ali’yi kuşanır, Ali’yle barışırsan!

- Nolur Ali’yi anlat bana!

ıkindi ezanına daha çok. Uzun uzun anlatsın istiyorum.


NEREDE DOğDU? ıLK GIDASI?

- Ali farklıdır tüm sahabeden. O özeldir. Daha en başta doğumu ile özeldir.

- Nerede doğdu?

Eliyle Kâbe’yi işaret ediyor:

- ışte buranın içinde!

- Yaaaaa!!!

- Annesi Fatıma Hatun çok sancılanır bir gün. Henüz ıslami tebliğ başlamamış.

Muhammedimize danışır ve girer Kâbe’ye. Sancıları dinsin diye. 3 gün kalır içeride. 3 gün sonra kucağında bebekle çıkar kapıya.

Bebek yanaşanı tırmalıyor. Adeta aslan gibi pençe atıyor. Ne annesini emiyor, ne başkasına yanaşıyor. Alemlerin Efendisi gelir. Serçe parmağını mübarek ağzından ıslatıp verir Ali’nin ağzına… Dakikalarca emer Ali. Pençe atan bebek sakinleşir. Muhammedimiz Ebu Talip’e hatırlatır:

- Amca söz vermiştin, bu bebek benim olacaktı.

“Sözüm söz, bebek senindir Ya Muhammed” der Ebu Talip. Adını Ali koyar Efendimiz! Adanmış bir bebektir Ali, ailesi onu Muhammed’e adamış daha doğmadan? Annesi sancılandığında, bir büyük aslan görmüş, bütün canavarları boğan. Haydar ve Ali nidalarını da duymuş Beytullahta içten içe…Ne anladın?..

- Kâbe’de doğmuş. Bu çok ilginç. Gözlerini evrenin kalbinde açmış dünyaya.

- O halde?..

- Önce gönlüne dönecek, önce gönlü esas alacaksın. Çünkü gönül; nazargâh-ı ilahidir!

- Daha başka?..

- ılk gıdası Risalet Pınarından! Anne sütünden önce, Efendimizin parmağı!.. Bilgi kaynaklarım, yol rehberlerim öncelikle Risalet pınarından beslenenler olacak! Referansım; ana gibi bağlandığım, vazgeçilmez sandığım, duygusal ve nefsi boyutlar değil, Risalet damarından âb-ı hayat sunanlar olacak!

- Aklın, mantığın bırakırsa tabii…

- Aaaahhh hiç sorma.. Bıraksın inşallah.

- Amiiin diyor…

Kâbe’nin yanında bu dua çıkmışsa, bu zat da âmin demişse ümitliyim… Kesmeden dinliyorum onu.

- Yüzüme bakma, sen Kâbe’yi seyret, kulağın bende olsun!

- Peki.


KALP; DÖRT ODACIK

Kâbe’yi seyre dalmışız. Cemaati gözümüz görmüyor artık. Sadece Kâbe ve ikimiz! Bu kapıya bakarak Ali’yi düşünüyoruz. ılmin kapısı Ali olduğu için Kâbe’nin 4 yüzünden bu yüzüne Ali cenahı diyorum içimden. Bir süre suskun bekleyen zat devam ediyor:

- Kalp; kaç bölüm?.

- 4 odacıktan oluşuyor kalp. 2 kulakçığı, 2 de karıncığı var sağlı sollu.

- Kâbe de 4 cenaha sahip. 4 cenahın hakkını vererek tavafı tamamlarsan onunla birleşir, içine girmiş gibi tadarsın kulluk lezzetini. ıçinde Muhammed’imiz bekler seni. Ama önce dördünün de hakkı verilmeli.

- Ali diyorduk, Ali ile başlamıştık ilk yüzünü okumaya.

- Evet Ali. şah-ı Velayet Ali… Nübüvvet bahçesinin kudret fidanı Ali…

Hüzün edasıyla anlatıyor. Kâbe neşesini tatmak, bunu onunla paylaşmak istiyorum.

- Diğer yüzleri de okuyunca zevkten dört köşe olur muyuz?

- Oluruz inşallah. Zevkin âlâsıdır ehli beyti yaşamak! Muhabbetin hasıdır onlara yârân olmak!


ALLAH, BABAMA MI SORDU?

- 3- 5 yaşlarında Ali. Hz. Hatice ile Efendimiz salat eda ediyorlar hanelerinde. Uzaktan görünce soruyor Alicik: “Bu yaptığınız hareketler nedir?” Efendimiz anlatıyor kendisinden tebliğ olunacak dini. Henüz açık tebliğ yok. Her şey gizli yürüyor.

Ali önce, bir danışayım diyerek babasına yöneliyor. Birkaç adım sonra dönüyor geri: “Allah beni yaratırken babama mı sordu? Niçin ona gideyim?. Kabul ediyorum bana da öğretin” diyor. Ne anladın?..

- Allah, babama mı sordu?.. Ve o yaşta bir çocukta bu bilinç!..

- Bırak şimdi yaşını. Anladığını söyle.

- ılk gıdası annesi değil. ılk yaslandığı yer de annesi değil..

- Yani?..

- Söyleyeceğim ama, yanlış laf etmekten korkuyorum.

- Söyle aklına geleni!

- Ali; LEM YELıD sırrını kuşanmış en başta. Birinden doğmamışçasına, ana diye bir bağı, bir kaydı olmamış hayata adım atarken. Birinden doğmamak, hayata ön yargılarla, ön kabullerle, peşin hükümlerle değil, öz fıtratı ile başlamak demek! Özü olan Muhammed’den emmiş ilk gıdayı. Kayda girmeden, kayıtsızlığı tatmış! Sınırlanmadan sınırsızla tanışmış!

- Devam et susma!

- Babasına danışmaktan vazgeçiyor. Bu da LEM YELıD sırrı çerçevesinde atalar dinine, alışılmış değerlere, algılara baş kaldırış!..

- Özeti?..

- Anne- baba gibi benimsenen kayıtlar elinin tersi ile itilince Ali haline kapı açılıyor.


DURUN! YATAN O DEğıL, ALı’YMış!

Ali’nin çocukluk yıllarından, kardeşi Cafer ile Hz.Muhammed’in iki yanında namaz kılışlarından, Efendimizin Onu bazı seyahatlere götürmesinden bütün detayları ile bahsediyor. Sıra hicret günlerine geliyor:

- Efendimiz hicret için yola çıkacak. Üzerinde emanetler var! Onları Ali’ye teslim ediyor ve yatağına yatırıyor. Müşrikler kılıç ve mızraklarla içeri girip tam öldürecekken yorganı açan bağırıyor: “Durun! Yatan Aliymiş!.. Reislerinden biri şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibi mırıltı ile konuşuyor: “Demek yatağa Ali yatmış haaaa? Bu nasıl bir inanç, Muhammed’in yolu ne biçim bir yol, inanılır gibi değil!”

- Yattığında çocuk ama?

- Yanlış. Çocuk gibi anlatan tarihler yanılıyor. Çocuk olursa bilinçsizce yapılmış bir hareket olarak anlaşılır. Oysa Ali çok bilinçli yatıyor o yatağa. Ve en az 15 yaşında!..

- Öldürülme ihtimalini göze alarak yatmak!?

- Haydi izah et!…

- Müşrikler; alt nefis boyutlarından kalkıp gelen vesvese, vehim ve benliğe ait kaygılarım. Onların hedefi, Özümü, Muhammedi boyutumu ele geçirmek! Saldırı ne kadar büyük ve riskli olursa olsun emin olarak sığınacağım tek yer yine Hz. Muhammed. Orası eminlik mahalli…

- Başka?..

- Nebevi Emanete sahip çıkacağım. Kur’ana ve Kur’anın yaşamı olarak bize naklolan hadise, sünnete!.. O yoldan gelen ilim ve hikmet ehline…

- Daha başka?..

- Daha başkaaaa.. Bilmem…Siz buyurun..

- Hakikat; ölümü göze alanların yoludur! Büyük risk alamazsan, büyük lutuflara erişemezsin… Oyuncak değil bu iş! Laf salatası değil. Ciddi iş anladın mı?..

Evet, ciddi iş. Sırf okumak, sırf zikretmek de değil. ıdrak edilenin yaşamı geldiğinde eleğin üzerinde kalmak, epey bir adamlık istiyor. Ölüm ihtimali yüksek yatağa yatacak kadar cesaret istiyor.


KAHRAMANLIK KILIÇ SAVURMAK MI?

Hicret sonrası Medine günlerinden bahsediyor, Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i ve Ali’nin bir dizi kahramanlıklarını konuşuyoruz. Zülfikârı savuran aslanın heybet ve azameti imanımızı coşturuyor. Destansı savaş sahneleri dinleyerek büyüdüm cami odalarında. Onlardan anlatsın, daha çok anlatsın istiyorum.

- Kahramanlık kılıç savurmak değil sadece!

- Ne peki?..

- Ali’ye bakalım o söylesin bize asıl kahramanlığın ne olduğunu. Muharebede bir müşrikle vuruşuyor. Uzun hamlelerden sonra deviriyor adamı yere. Tam boğazına çökmüşken Ali’nin yüzüne tükürüyor adam. Sen, ben olsak hemen çalarız kılıcı o öfkeyle değil mi?..

- Herhalde..

- Ali kılıcını kınına sokuyor ve adama kalk ayağa diyor. “Seninle az önceki dövüşüm Allah içindi. şimdi sen tükürünce nefsim galebe edecekti kılıcıma. Onun için kalk. Ve çek git.”

Adam şaşırıyor ve böylesi bir inancın ihtişamı karşısında eriyor, kelime-i şehadet getirerek teslim oluyor!

- Hakaretin en ağırını yapmış adam Ali’ye. Ama o öldürmemiş, niye?..

- Kendine ait sandığın benliğin, sahiplendiğin nefsin varsa hakaret, aşağılama, kasıt vehmedersin! Ali bu, senliği benliği mi kalmış ki üstüne alınsın? Sensiz bensiz birlik hanesinde büyümüş O!..



Sensiz bensiz bir olmak, bir olanda buluşmak. Söylemesi kolay ama uygulaması?..

Zor gibi geliyor.

- Bak hacılara! Burada unvan yok, burada kisve yok, burada ırk yok. Bak şu vahdet denizine, ne güzel dalgalanıyor…

Evet , öylesine güzel bir akış, öylesine tatlı bir salınış ki, seyre doyum olmuyor.


YÜRÜYEN KUR’AN

Tavaf edenler azalıyor, cemaat yavaş yavaş ikindi için saf tutuyor.

- Kalk, namaz öncesi bir daha tavaf edelim.

Kalkıyoruz. Hacer-i Evsedi selamlayarak başlıyoruz tavafa. Ali’yi temsil eden kapının önünden Makam-ı ıbrahim’e seri adımlarla ilerlerken konuşmaya devam ediyor. Aslında tavafta konuşmak doğru değil. Ama o hem yürüyor hem anlatıyor. Herhalde Kâbe’nin ruhunu anlatmak için suskunluğu tercih etmiyor, ibadet niyetiyle konuşuyor:

- Ali yürüyen Kur’andı.

- Evet bunu biliyorum. Sahabe arasında bazı ayetlerin açıklamasında ihtilaflar çıkınca mescidin ortasına dikilir ve haykırır: “Hangi ayet nerede, ne üzerine, nasıl inzal oldu bana sorun ey ashab! Ben yürüyen Kur’anım !..”

- Ne demek yürüyen Kur’an?

- Yani kendini işaretle ben Kur’anı hazmettim mi diyor?

Hatimi, rukn-u yemaniyi geçip birinci şavtı bitiriyoruz. Yürüyen Kur’an’ı açıklıyor:

- “Her an yeni bir şandadır” ayetini tasavvuf okuyanlar çok söyler değil mi?..

- Evet pek severiz, çok söyleriz.

- Ali, sistemin her an yeni şanda devam ettiğini, Kur’anın sürekli yenilendiğini, sürekli yenilenir, yerimizde saymazsak Kur’anı okuyabileceğimizi söylüyor.

- Her an yeni idraklere açık olmak diyebilir miyiz?

- Ayaklarımız ve kalplerimiz mıh gibi şeriat dairesine çivili olarak turumuza devam etmek.

Onun bu tespiti üzerine tavafın kalan kısımlarında yüksek sesle o meşhur duaları tekrarlıyoruz:

YA MUKALLıBEL KULUB! SEBBıT KALBı ALA DıNıKEL ıSLAM.

YA MUHAVVıLEL HAL! HAVVıL HAALENAA ıLA AHSENıL HAL



Yürüyen Kur’an Ali; “Allah var idi onunla beraber hiçbir şey yok idi” hadisi okununca; “şu anda da öyledir!” demiş… “Perde kalksa, her şey açığa çıksa vallahi benim yakıynimde zerre kadar artış olmaz “diyecek kadar vâkıfmış hakikate!..

Safların arasına sıkışarak kılıyoruz iki rekat tavaf namazını. ıkindinin farzı için ayağa kalktığımızda Hakkın lütfu olarak yanıma verilen zata soruyorum Ali’nin sözlerini. Fısıldıyor:

- Daha turun başındayız. Gelinecek nihai noktayı konuşmak için erken. Daha Ali’deyiz. Kâbenin öteki yüzlerini; Fatıma’yı, Hasan’ı, Hüseyin’i seyretmedik daha!

- Sahi, Alinin evliliğini atladık!

- Atlamadık, onu Fatıma bahsinde konuşacağız.

- Gitmezsin hemen değil mi?.. Namazdan sonra devam eder miyiz?.

- Müsterih ol, bugün seninleyim, diyerek gülümsüyor.

ımam Sudeysi, ikindi için tekbir alıyor.

Mültezeme, o muhteşem kapıya dönerek durduk ikindiye!..

Mehmet DOğRAMACI

3

02.12.2007, 02:31

Alıntı

NEREDE DOğDU? ıLK GIDASI?

- Ali farklıdır tüm sahabeden. O özeldir. Daha en başta doğumu ile özeldir.

- Nerede doğdu?

Eliyle Kâbe’yi işaret ediyor:

- ışte buranın içinde!

- Yaaaaa!!!

- Annesi Fatıma Hatun çok sancılanır bir gün. Henüz ıslami tebliğ başlamamış.

Muhammedimize danışır ve girer Kâbe’ye. Sancıları dinsin diye. 3 gün kalır içeride. 3 gün sonra kucağında bebekle çıkar kapıya.

bu kısmın senedi var mıdır?
çok güzel şeyler..

Ali bizim şahımız
Kabe kıblegahımız
Miracdaki Muhammed a.s.m.
O bizim Padişahımız

4

02.12.2007, 14:30

çok hoş bir yazıydı Allah razı olsun kardeşş devamını sabırsızlıkla bekliyorum
DÜNYA ıÇıN DıN FEDA EDıLMEZ

5

03.12.2007, 08:49

bu yazılar tasavvufla ilgilidir..yazar tasavvufçudur..onun için bu gözle okumalı ki yanlış mana verilmiye..

işte devamı;

ıkindi biter bitmez başlıyor tavaf. Bulunduğumuz yerden az geri çekilip tekrar diz çöküyoruz. Bir süre gözlerini kapatıp tefekküre dalıyor ehl-i beytin manasını açan zat. Uzun suskunluk sürecinde kendimizi dinliyoruz. Hafifçe fısıldıyor:

- Oku!…

- Ne okuyayım?..

- ıkindiden sonra okunacak olanı!

Beş vaktin peşine okunması ehlince önerilen sureler var. Dünya meşgalesi içinde çoğu kere ihmal ettiğim bir disiplini hatırlatıyor. Sabahın peşine YASıN, Öğlenin peşine FETıH, Akşamın peşine VAKIA, Yatsının peşine MÜLK sureleri… ıkindi neydi? Buldum, NEBE’ Suresi. Hafif sesle Nebe’ Suresine başlıyorum. Okuma tamamlanınca;

- Sadece kıraat etmek değil okumak, biliyorsun değil mi?

- Evet.

- Kıraati düzgün ve ahenkli olmak tabi ki çok güzel. Ama gönül ister ki; bir harfi gırtlaktan çıkarmaya harcanan emek işaret edilen manayı anlamaya da verilse! Keşke lafzı hafızaya almak için verilen yıllar; ayetleri şuurda sezmeye de ayrılsa!..

- Allah Sisteminde keşke yok ama. Demek ki olması gereken buydu. Böyle gelişti.

Bu çıkışıma biraz bozuluyor. Ayıp ettim galiba. Bakalım ne diyecek?

- Geneli konuşmuyoruz. Oluşu konuşmuyoruz. Seni konuşuyoruz seninle.

- Evet, uzun yıllar verdim dediklerine. Bir o kadar da manayı anlamaya eğilirim bi iznillah. Geç mi kaldım yoksa?

- Geç diye bir şey yok. Fark ettiğin an; başlar zaman! Fark ettiğinde geçmişe takılma, anı yaşayarak ileriye bak!

Yerinden doğruluyor:

- Kabe’nin ikinci vechini konuşacağız

- Yani Fatıma Annemizi.

- Evet ama şimdi değil.

ıçimi derin bir hüzün kaplıyor. Yoksa bırakıp gidecek mi?.. Gelecek yıl bu vakitler konuşalım demez inşallah.

- Sen şimdi ikinci kata çık. Oradan tavafı seyre doyum olmaz. Ben de az sonra gelirim.

- Ama bu kalabalıkta nasıl buluşacağız, n’olur beraber çıkalım.

- Merak etme. Seni bulurum ben. Çık ve Hatimin; Hicr-i ısmail’in tam karşısına otur, bekle.

Peki, deyip ayrılıyorum. Ya gelmezse tereddütü hiç gelmiyor aklıma. Böylesi bir zat sözünü tutacak elbet. Burada vehme, burada tereddüde, burada kaygıya yer yok! Burası eminlik mahalli. Dünyada buradan daha emin yer mi var?

Merdivenlerden, safları yara yara çıkıyorum ikinci kata. Buradan Kâbe nasıl görünecek diye merak ederken ilk görüşte yaşadığım gene oluyor. Sanki hiç uzaklaşmamışım ondan, sanki hiç yukarı çıkmamışım, sanki Kâbe de benimle yukarı çıkmış gibi aynı azamet, aynı heybet ve aynı yakınlık. Bir süre aşağıda akan tavaf selini seyre dalıyorum. Bir yandan da gözüm etrafı süzüyor. Onu görebilir miyim diye.

HATıM; KABE’DEN, FATIMA; EFENDıMıZDEN!

- Geldim, neler seyrettin bakalım?

Birden yanı başımda beliriyor. Birlikte ikinci katın korkuluklarına dirseklerimizi dayayarak 2. vechi seyre başlıyoruz. Fatıma anneyi anlatıyor:

- Efendimiz (sav) Onunla ilgili şöyle buyurmuş: “Fâtıma benden bir parçadır, O’nu seven beni sever, O’na düşmanlık eden, onu üzmüş olan beni üzmüş olur.”

- O halde Fatıma’yı sevmek imanın şartı gibi.

- Gibisi fazla! Ama Fatıma’yı sevmek; sadece şahsını sevmekle sınırlı değil. Onunla bize açılanı bilmek ve sevmek lazım. Manayı sevmekten ne anlıyorsun?

- Sevmek; sevdiğinle bir olmak, sevdiğini yaşamak, sevdiğini ta içinde duymak demek. Onun temsil ettiği manayı yaşamak; nefes alışında, kalp atışında, düşüncende, hayalinde, oturup kalkmanda hep o olmak demek.

- O zaman düşün bakalım, neler çıkacak gönlünden?

Kabe’yi seyrederken gözüm, Mescid-i Haram’ın etrafını çevreleyen ve her biri birer çirkinlik abidesi olarak Kabe’ye abanırcasına sıralanmış beş yıldızlı otellere, saraylara dalıyor. Manzarayı hüzün ve öfke karışımı duygularla izlerken kulağımı çekip başımı öne doğrultuyor:

- Kabe’ye bak! Hala dışarıdasın! Vahdet ocağına geldin, hala Kesrettesin!

- Ama, ama bu manzara çok kötü; diyecek oluyorum, kesiyor:

- Hani olması gerekenden bahsediyordun. Hani keşke yok diye bilgiçlik satıyordun. Kızdırma insanı da cepheni dön Kabe’ye. Gözünle, kulağınla, gönlünle, her şeyinle yönel Ona!

Kabe’ye dönüyorum. Tüm dikkatim onda. Altınoluk, Hatim ve Hatim içinde namaz eda edenleri seyrederken uyarıyor:

- Bütün kuvvelerinle hakikate yönelmedikçe oku- ya- maz- sın! Kıblen tek olacak. El işte, göz oynaşta olursa hava alırsın. Kovulursun huzurdan.

Allah korusun diyor ve nefesimi tutarak yöneliyorum Kabe’ye.

- Bu cenah Fatıma cenahı dedik. Bak bu tarafta Hatim var. Yarım ay gibi. Müminler orada salat etmek için birbirini çiğniyor. Hatim yada Hicr-i ısmail… ışte önümüzde. Neler düşünürsün?..

- Burada Hacer annemizin kabri olduğunu duydum. ısmail (as)in kabri de burada imiş. Bir hanım ve oğlunun tavaf içine alınması, Kabe’nin içinde sayılması muhteşem gelir bana.

- Sıradan bir hanım değil, bir Nebinin zevcesi, bir Nebinin annesi!.. Sıradan bir oğul değil Beytullahın işçisi, Teslimiyet zirvesi!..

- Evet.

- Hacer’i, ısmail’i, Haccın batınını ileride konuşuruz bol bol. şimdi konumuz ehl-i beyt. Fatıma diyorduk. Hatimden devam.

- Hatim bana mi’racı hatırlatıyor. “Kabe Kavseyn” geçer Kur’anda. ıki yay arası mesafe denir. Yay gibi Hatim. Bir yakınlık sembolü. Yukarıda Altınoluk o yayı çeken ok sanki. ıkisinin altında salat; mirac sırrı gibi…

- Devam et.

- Burada namaz eda edenler, sanki Altınoluktan akan Rahmette arınıyor, Hatimin iki ucu arasında mirac ediyor.

- Bu konuda sahabe sözlerini, hadisleri biliyor gibisin.

- Yooo inan bilmiyorum, şimdi baktım da gönlümden bunlar akıverdi.

Elini omzuma atıyor. Uzun uzun yaaaa, yaaa diye söyleniyor.

- şimdi anladın mı; niçin tüm hücrelerinle Kabe’ye yönel dedim?..

- Bağışla ama ben alaka kuramadım.

- Hep şartlanmışsınız sizler. ılim kitapta yazar, ders okulda okunur diye. şimdi bir şey oldu burada. Hiç okumadan, sadece yönelişinle gerçeği sezdin!..

- Affına sığınıyorum ama biraz açıklar mısın?

Ayağa kalkıyor. Ve kollarını omuz hizasında açarak Kabe’ye doğru tekbir alıyor: ALLAHU EKBER ALLAHU EKBER. LA ıLAHE ıLLALLAHU VALLAHU EKBER.ALLAHU EKBER VE LıLLAHıL HAMD.

Ona katılıyorum. Defalarca tekbir alıyoruz. Sonra salavat getiriyoruz: ALLAHUMME SALLı ALA SEYYıDıNA MUHAMMEDıNıN NEBıYYıN ÜMMıYYıN VE ALA ALıHı VE SAHBıHı VE SELLıM..


ıçinde demetlenen hüzün bulutları gözlerinden şebnemler sızdırırken aheste aheste açıklıyor ne olduğunu:

- Efendimiz (sav) mi’rac edecekleri gece Kabe’ye geldiler. Hatimin iki ucu arasına durup salat ettiler. Sonra yan üstü yatarak Hatimde tefekküre, tezekküre daldılar. ışte o zaman Cebrail (as) kalbini açtı Alemlerin Efendisinin ve yıkadı zemzemle.

- Demek burada bir ınşirah daha yaşadı Rasülullah.

- Evet, o inşirahtan sonra da ısra gerçekleşti ve Mescid-i Aksa’ya yol aldılar. Sahabenin ileri gelenleri bunu bildikleri için fırsat buldukça burada namaz eda ederlerdi. Efendimiz sevgili zevceleri Aişe annemize buyurmuşlardı; “Beytullaha girmek istiyorsan burada salat et. Zira burası onun parçasıdır. Senin kavmin Kabe’yi inşa ederken inşaatı kısa tutup onu hariç bıraktılar. Orası atam ıbrahim’in duvarıdır”

- Hatimde namaz kılan Kabe’de kılmış gibi oluyorsa, Hatim Kabe’dense Fatıma’yı fark eden de Rasülullah’ı yaşayacak bir ölçüde diyebilir miyiz?

Susuyor. Aslında konuşuyorum, bir şeyler buluyorum zannetsem de konuşturan hep bu zat. Düşündüklerini benden açığa çıkarttırıyor. Resmen beynimi- kalbimi kullanıyor. Bir ara yüzüne bakacak oluyorum. Çıkışıyor:

- Duruşunu bozma! Kabe’ye bakacaksın! Hem ne kendine ne bana pay çıkar, ikimizi de söyleten O! Beyinlerin, kalplerin sahibi O!.. Devam et, konuş!

Aklıma geleni söylesem mi? Bazen çok uç şeyler gelir aklıma, bunlar sır kapsamında ise kınanmaktan korkarım doğrusu.

- Sınırsızlığın kapısı bura! Mekan içinde mekansızlığın, zaman içinde zamansızlığın, kayıt içinde kayıtsızlığın yaşandığı yer Kabe! Fenanın Bekaya açıldığı yer. Korkma, aç içindekini!

- Hatime baktım da, sanki bu şişkin çıkıntı hamile bir kadını andırıyor.

Bozuldu mu diye göz ucuyla süzüyorum. Hafif bir tebessüm yayılıyor esmer çehresine. Göz ederek devam, diye işaret ediyor:

- Kabe; simsiyah örtüsü ile Mescid-i Haram’ın orta yerinde. Mahrem yerde, sırların merkezindeyiz. Rahman ve Rahim birlikteliği ile zuhura çıkış oluyor. Besmele çekebilmek; Rahman ve Rahimi okuyabilmekle mümkün!

- Sonra?..

- Ön yüzde Ali; Rahman sembolü. Bu yüzde Fatıma; Rahim sembolü. ıkisinin izdivacı ile B Sırrı zuhura çıkıyor. Ve ikisinden çağlara akıyor Risalet şelalesi.

- Altınoluktan dökülen yağmur gibi değil mi? Altın silsileden, temiz soydan devam ediyor Muhammedi Muhabbet…

- Evet.

- Yani Hatim aynı zamanda esmanın daimi bir zuhurla ef’ale çıkışını, kesilmeyen akışı ilham ediyor değil mi?

- Eyvallah.

VAHDET ÜLKESı

Altınoluka dikkatle bakıyoruz.

- Ne yana dönük bu Altınoluk?..

Sevinçle atılıyorum:

- Bizim ülkemize, Türkiye’ye dönük! Önceleri ağaç yada demirdenmiş. Osmanlı ecdadım ona son şeklini vermiş, altından yapmış.

- Altınoluk Türkiye’yi işaret ediyor. Hatim de o yönde. Haydi dökül bakalım…

Irkı ve milliyeti ile övünme konumuna düşmekten Allah’a sığınırım. Hele böylesi bir yerde bunu yapmak, doğrusu çok yanlış olur. Ama her hak sahibinin de hakkını vermek gerek. Ülkemi, ülkemde zuhur edeni seviyorum:

- Türkiye doğu ile batının orta yerinde. Ne doğuya ne batıya nispeti olmayan zeytin ağacından çıkan bir yağdan tutuşturulur der ya Kur’an!

- Ne imiş tutuşan?.

- Nur Suresi 35. ayet canım. Allah’ın Nuru anlatılırken böyle bir tasvir var!

- Evet.

- Benim ülkemin doğuya da batıya da nispeti yok. Ortada, Vahdet halinde. Yada Sıratı Müstakim gibi orta yolda diyelim.

- Eee nolmuş yani?..

- Sülale-i Rasülden çok gönül ehli var ülkemde. Zengin bir Nebevi mirasa sahibiz. ıslami ilimleri yaymada, Muhammedi aşkı tatmada çoğu ıslam ülkesinden öndeyiz biz. ıslam bir başka yaşanır, bir başka hissedilir benim ülkemde.

- Nasibiniz bol olsun ehli beytin gönlünden. Feyziniz hep çağlasın ol mübarek nesilden!

Bu duaya yürekten amin diyorum. ıkindi güneşi tepelerin ardına doğru çekilirken Kabe’nin gölgesi düşüyor üstümüze. Yanımıza genç bir çift geliyor. Çekik gözlü, fidan gibi delikanlılar. Hanımın elleri kınalı, beyefendinin de halinden belli yeni evli oldukları. Malezya ve Endonezya’da hoş bir adet var. Evlenenlerin mihri Hac veya Umre oluyormuş. Gelinle damadı görünce tekrar Ali ve Fatıma’ya dönüyorum.

CEBRAıL NıKAH KIYMIş!

- Ali ve Fatıma’nın nikahını konuşmadık. O nikahta bana ilginç gelen bir yön var!

- Neymiş söyle bakalım.

- Efendimiz ikisinin nikahını kıymadan önce semavatta Cebrail (as) kıymış nikahlarını. Mukarreb Melekler, Gayb Ehli akın akın gelmiş o düğüne. Bilemediğimiz, göremediğimiz boyutlarda dillere destan bir düğün, muhteşem bir seyran olmuş. Ama hem o alemde hem bu alemde nikahlanmaları, arzdaki nikahtan önce Cebrail’in nikahı, düşünülesi geliyor bana. Bunu nasıl anlamalı?..

Derinlere dalıyor gözleri. Uzun uzun süzüyor aşağıda durmaksızın dönen insan selini. Ve hafifçe dudaklarını aralarken sanki bu konuyu konuşmak istemezcesine, isteksizce soruyor:

- Eee, bunu nasıl düşünüyorsun?..

Doğrusu içime doğanı açıp açmakta tereddütlüyüm. Onun birden içe kapanması ve durgunlaşması da etkiledi beni. Ama gene de çıktığı kadarı ile birkaç cümle edeyim:

- B sırı ile Besmeleyi okumak; Rahman ve Rahim boyutlarını kendimizde birleştirmek, dengeli olarak açığa çıkarmakla mümkün.

- Evet.

- Ali; ılim ve Kudreti ile Rahman boyutu dersek; Fatıma; Aşk ve Gönlüyle Rahim timsali. Bu izdivaç; B sırrı ile okunanı açığa çıkarıyor da nesillere devrediyor ilim ve muhabbet.

- Tamam da sözü getireceğin yer neresi?..

- Yani diyorum ki hepimiz ya Rahman yada Rahimden birini ağırlıkla taşıyarak doğuyoruz. Bir yarımız bizde ama öteki yarıyı tamamlamak bir başka mahal ile mümkün!..

- Birazı doğru, birazı yanlış!

- Doğrusu?

- Her iki boyut da var bizde. Ama perdeler biriyle yaşamaya mahkum ediyor. Perdeyi açan, öteki boyutunu tanıyor, ama o boyut dışarıda değil gene bizde. şimdi devam et.

- Eyvallah. Diyeceğim o ki; B sırrının zuhur edeceği bazı mahaller; bazı üst bilinçler, daha onlar birbirini bu alemde tanımazdan önce, Rabbani bir el tarafından, nikahlanırcasına birleştiriliyor. Cebrail’in nikah kıymasını böyle anladım. Buna misaller verebilirim…

Birden sözümü kesiyor:

- Sus!.. Sakın konuşma!… Ağzını açma!..

Müthiş Celallendi. Hiç bu kadar çıkışacağını ummamıştım. Kolumdan tutup;

- Yürü, aşağı iniyoruz, diyor.

Neye uğradığımı anlamıyorum. Merdivenlerde soruyorum:

- Bir kusur mu ettim? Niye bu kadar Celal?..

Az daha sakin ama gene tonu yüksek bir sesle:

- Sus!.. Sözün bittiği yerler var. Söz bitti. Öteye bir adım daha atarsan yanarsın! Ne diyordu Aşkın Sultanı Mevlana? “Sırrın gönlünde kalsın! Sırrın gönlünde kalırsa maksuduna çabuk varırsın!”


Susuyorum. ıkindi harareti yerini akşam serinliğine bırakırken tekrar tavafa katılıyoruz.

ıSıMDEN MÜSEMMAYI KUşANMAK

Tavafın son şavtını tamamlayıp Hacer-i Evsedi de öptükten sonra bu defa Hacer-i Esved köşesine doğru dönerek safta yerimizi alıyoruz. Akşam ezanına 5-10 dakika kaldı. Hz. Fatıma’nın muhtelif isimleri olduğunu zikrederek;

- Hatırında kaldığı kadarı ile isimlerini söyle bakalım, diyor.

- En başta Fatıma. Sonra Betül- Azra- Tahire- Zehra- Marziye- Eşrefünnisa- Seyyidetünnisa isimlerini hatırlıyorum.

- Manaları ne?

Mana deyince elbette sözlük anlamından öte, içsel bazı anlamlar istiyor. Sözlük anlamını

basamak yapıp tefekkür binasına çıkmaya çabalıyorum.

- Fatıma; Fa-Ta-Me kökünden. Fatame; kesen, ayıran, iki şeyin arasını açan, kendini beri tutan demek. En basit anlamı da çocuğun sütten kesilmesi.

Bu anlamı bir hadisle destekliyor:

- “Kızımı Fâtıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allah’ın onu ve onu sevenleri cehennemden uzak tutacağı gerçeğidir.” Buyurdu Efendimiz! Demek Fatıma olmak; şeriat dairesine aykırı hallerden uzak kalmak, günah ve haramla arasına set çekmek, kendini nefsin şeytani ataklarından uzak tutmakmış. Sütten kesilmek de, manen rüştünü ispat edip kendi ayakları üstünde duracak cesareti temsil ediyor. Fatıma zaten öyle! Diğer isimler?..

- Betül; erkekten uzak kalan kadın demek.

- Ama Fatıma evli.

- O zaman bunun cinsiyetten öte anlamları olmalı.

- Konu erkekten yada kadından uzaklıktan öte; duygu ve düşüncelerini nefsaniyetin, şehvetin yönlendirmesine izin vermemek! Bu da epey bir yürek ister.

- Evet. Azra; kirden arınmış manasına. Hayatını incelerken dikkatimi çekti; Fatıma annemiz; hayız ve nifastan beri imiş. Bunları hiç yaşamamış. Hikmeti ne ola?..

- Derin… Söze gelmez… Geç öteki isme..

- Zehra; çiçek gibi, gül yüzlü demek. Efendimiz onu pek severmiş, okşarmış, koklarmış da “Fatıma’yı gördükçe miracımı ve cennet hurilerini hatırlarım “dermiş. Seyyidetünnisa, Eşrefünnisa buyurması da onu cennet hanımlarının reisi, efendisi olarak saymasından.

- Tahire ve Zekiye?

- Bunlar da hem dış hem iç dünyası arınmış, temiz demek. Yani hem çevre ile hem kendisiyle barışık. Gönlünde sükûneti bulmuş demek.

- Kesret Vahdet dengesini kendinde kurmuş diyebilir miyiz?

- Eyvallah…

Akşam ezanı başladığında namaz için saflar beliriyor ve tavafa yavaş yavaş sona eriyor. Ezan ve kamet arasında:

- Marziyeyi de söyle sonra namaza duralım.

- Oldukça üst nefs boyutu. Allah’ın kendisinden razı olduğu kimse demek.

- Haydi Raziyeyi az bir şey anlarız. Hepsini hoş görüyor, her şeyi hak biliyorsak razıyızdır. Allah’ın bizden razı olduğunu nasıl anlarız?..

Ağır bir soru. Ne desem bilmem ki…

- Bilmiyorum, nasıl anlarız?

- Hafızanın bir köşesine at, elbet cevabı çıkar bir gün.

Namaza duruyoruz. Manzara öyle hoş ki! Herkes aynı noktaya yöneliyor. Karşı saftakilerin yüzü bize bakıyor. “Kabe’yi alıver aradan, insan insana secde eder! ınsan; insandaki halife sırrına secde eder” sözü de hayli ibretli…


Akşamın farzı biter bitmez tavaf tekrar başlıyor aynı heyecanla. Yanındaki bidondan bana zemzem doldurup veriyor:

- ıç, Kabe’nin zevkiyle iftarı unuttuk. Aç orucunu.

Sahi ezanla açabileceğimiz halde unutmuşuz iftarı. Zemzem içiyorum kana kana. ıki de hurma, yetti işte. Bulunduğumuz yerde çok güç duruyoruz.

- Hatime girelim, orada salat edelim, diyor.

- Ama görmüyor musun polis salmıyor, nasıl geçeriz?..

- Gel sen, elbette görüyorum, kör değilim.

Peşinden güç adımlarla yaklaşıyorum Hatime. O gelince polis açıyor bariyeri, içeri geçiyoruz. Konuşulanlardan sonra burada salat! Gönlüm kanatlanıyor sanki.

Birinci rekâtı tamamlamışız ki yağmur çiseliyor. ıkinci rekâtın sonuna doğru, ka’deye oturduğumuzda başımıza dökülen sularla irkiliyoruz. Altınoluktan rahmet akıyor. ınsanlar kenara kaçışırken o yerinden kıpırdamıyor. ıyiden iyiye ıslanıyoruz.

Az sonra o kalkınca ben de peşinden kalkıyorum. Revaklı, kapalı kısma doğru yürürken hoş bir şey söylüyor:

- Az önce demiştin, Altınoluktan akan rahmetle yıkanmak. Hatimde mi’rac yaşamak!

- Evet dedim!

- Herkes, The Secret peşinden koşa dursun, sen “Ameller niyete göredir” “ Kulumun zannı üzereyim” hadislerini bir kere daha düşün olmaz mı?..

(Sürecek)

Mehmet DOğRAMACI

6

03.12.2007, 13:26

nerden ekliyorsunuz bu yazıları?

7

04.12.2007, 08:51

özel mesajla ancak söylebilirim..webmaster izin verirse..selam

8

06.12.2007, 08:52

Mescid-i Haramın revaklı kısmında oturuyoruz bir süre. Öğle namazından bu yana açılan sırlardan öylesine doluyum ki; yeni idraklerle ruhen yaşadığım gönül genişliği, bedenimde müthiş bir yorgunluk olarak kendini gösteriyor. Bir sütuna yaslanıyorum. Bitkinliğimi görünce;

- Kestir biraz, diyor.

- Ama burası mescid, olur mu?

- Burası en emin yer, burası gönlümüz, burası bizden içre biz. Niçin olmasın?

Biraz kendimden geçmişim. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama Yatsı ezanına doğru uyandırılıyorum. Abdest tazelemek için Babü’s- Selamdan lavabolara doğru geçiyorum. Döndüğümde Mescid-i Haram ışıl ışıl. Büyük spotlar altında Beytullahın siyah örtüsü ve o alnında kuşaklanan altın sırmalı şerit ruha sevinçler saçan bir armoni oluşturuyor. Siyah ve sarı bu kadar mı birbirini tamamlarmış, hayran hayran izliyorum.

Yatsıya bu defa Rukn-u Yemani cihetinde duruyorum. Namazdan sonra gözlerim onu arıyor.

Arka saflardan geliyor usul usul. Tavaf epeyce genişlediği için gerilere diz çöküp Rukn-u Yemani’ye yöneliyoruz.

BEYTULLAHTAN GÖNÜLE

Kabe’nin dört cenahından ilhamla Ehl-i Beyti konuşuyorduk. Aslında gönül denen o emin, o muhteşem saraya sığınmanın, özümüzde mevcut Beytullahla bütünleşmenin yollarını konuşuyoruz. Ehl-i Beytten de anladığımız; Gönül Ehli. Yani gönülce yaşamın ana unsurları. Neyi, nasıl düşünür, nasıl hisseder, nasıl uygularsak gönülce bakışın engin huzuruna kavuşuruz?.. Arayışımız bunun için. Yoksa Kabe’nin dört cenahını sadece dört zat ile sınırlamak değil niyetimiz. Zaten konuştuklarımız da zat adı altında hakiki manalar!..

Kabe’de Rasülullah’ın selamladığı, hürmet gösterdiği, öptüğü yegane cenah; Hacer-i Esved. Bir ikinci köşe de Rukn-u Yemani. Kabe örtüsünün sanki bıçakla kesilmişçesine çok az açıldığı bu yeri de selamlıyor ve öpüyor tavaf edenler. Rasülullah burayı selamlamış, burada RABBENA DUALARI nı okumuş.

Birinci cenahta kapıdan ilham alıp Hz. Ali (k.v) ile açılan manaları, ikinci cenahta Fatıma annemizle doğan idrakleri konuştuk. şimdi 3. cenahı konuşacağız. Yanımdaki zat Rukn-u Yemani’yi göstererek başlıyor:

- 3. ve 4. cenahın kesiştiği yer bura. Yemen köşesi; Rukn-u Yemani. Neler düşünürsün?

- ıki cenahı birleştirip konuşacağız sanıyorum. 3. cenahı başlı başına konuşmayacak mıydık?

- Hasan’ı Hüseyin’den, Hüseyin’i Hasan’dan ayırabilir misin?.. Rasülullah onları dizlerine oturtup severmiş. Onun için iki cenahı bir köşede buluşturup konuşalım.

Eyvallah, diyorum.

ıKı CENNET REYHANESı

Hasan ve Hüseyin’i anlat bana dediğimde çocuksu bir tebessüm kaplıyor simasını ve başlıyor:

- Onları dizine oturtmuş Efendimiz. Karşılıklı severmiş. Ve ashaba şöyle buyurmuş: “Bunlar

benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanemdir. Ya Rab! Ben bunları seviyorum, sen de sev! Bunları sevenleri de sev!”

- Hasan ve Hüseyin’i biz de seviyoruz, diyorum.

Biraz önce yüzüne yayılan nurlu tebessüm hüzne dönüşüyor. Titrek sesle devam ediyor:

- Efendimiz onları severken Cebrail (as) göründü, elinde sarı ve kırmızı iki gömlek vardı. Ya Muhammed! Onların ikisi de şehit olacak, sarıyı Hasan’a, kırmızıyı Hüseyin’e getirdim. Giydir onları!

- Tam severken gelen habere bak!

- Bize göre kötü ve korkunç. Ama Rasülullaha göre iki goncanın da şehadet haberi bu! Ona göre müjdenin hası, ona göre goncanın gül olup açması!

Gözlerinden yaşlar süzülüyor. Birden içimi kaplayan hüznün kalbimi titrettiğini hissediyorum. Duygusal paylaşımlara girişecekken yine kesiyor:

- Rukn-u Yemani’ye, Kabe’ye bak. Bana bakmayacaksın. Kaç kere dedim. Gözünü ayırma Kabeden, bağını çözme gönülden, hitaba kulak ver, seslenince özünden!..

RAHMANDAN RAHıME, CELALDEN CEMALE

- Ali ile Rahmani boyutu, Fatıma ile Rahimiyyet boyutunu anlamaya çalıştık. Hasan ve Hüseyin neyi temsil ediyor?

- Bana sormayacaksın, soru da cevap sende, kendinde bulacaksın o manayı.

Hasan ve Hüseyin’in hayatlarından ilhamla sesli düşünüyorum:

- Hz. Hasan’ınn belden yukarısı, Hz.Hüseyin’in de belden aşağısı Rasülullaha benzermiş. ılginç değil mi?..

- ılginç değil. Gayet doğal. Yüzleri de çok benzerdi. Ama birinin belden yukarısına, ötekinin belden aşağısına benzemesi manidar. Düşün, bir şeyler bulursun sen.

- şöyle düşündüm. ınsanın belden yukarısında kalp, sine ve beyin mevcut. Yani belden yukarısı daha çok ilim, akıl, şefkat, merhamet, kısaca gönül sembolü.

- Belden aşağısı?..

- Belden aşağısında da hemen akla gelen; ayaklar! Ayak; kudret sembolü. Ayağa kalkıyorsanız kudretlisinizdir. ıkame etmek derken dahi ayakta durmaya işaret var !

- şimdi dönelim gül goncalarına. Hasan belden yukarıda Rasulullaha benziyordu değil mi?..

- Evet!

- Nasıl bir hale, duruşa sahip Hasan?..


Hz. Hasan’ın hayatına dair bildiklerim sayfa sayfa akıyor zihnimden. Hepsini özetlemek gerek. Hikayeden çok, satır arasında mevcut karakteri okuyabilirsem, ondan yansıyan manayı kavramış olacağım.

- Hz. Hasan oldukça Halim. Yumuşak, şefkatli, merhametli bir zat. O bu haliyle Razı olmuş mümin duruşunu hatırlatıyor. Razı olmuş, iç dünyasındaki kavgayı bitirmiş, herkesle barışık, sulh ve birliği yansıtan bir zat.

- Yani?..

- O sanki Efendimizin CEMAL boyutunu almış!..

- Zaten hadis var. “Bu benim oğlum seyyiddir. Ümit edilir ki Allahu Teala onun vesilesiyle ümmetimden iki tarafın arasını bulur.” Nasıl arasını bulmuş anlat bakalım. ıslam tarihinden hatırlıyorsundur.


Hasan ve Hüseyin’in hayatı denince derin bir acı, yoğun bir üzüntü kaplıyor her yanımı. ınsanın hatırlamak istemeyeceği sahneler. Dayanabilirsem özetleyeceğim.

- Hilafet Hz. Ali’nin vefatından sonra Hz.Hasan’a geçmiş. Kufe ahalisi Hz. Hasan’a biat etmiş. Diğer yandan şam’da da Muaviye halife!.. Bu durum tabii ki gerginlik oluşturacak.

- Nasıl çözülmüş peki?

- Kufe’den güçlü bir ordu ile yola çıkmış Hz. Hasan. Diğer yandan da kalabalık bir kitle ile Muaviye!.. Karşılaştıkları anda, Arapların dört dâhisinden biri olan Muaviye, ince politika ile Hz. Hasan ordusunda fitne çıkarmış. Ordu içindeki ayrışmalar ile durumun kötüye gittiğini, fitnenin ayaklanıp ayrılık oluşacağını ve kan akacağını sezen Hasan Efendimiz Muaviye’ye teslim etmiş hilafeti.

- Niçin direnmemiş?

- Hadis var ya, fitne anında iki büyük grubu barıştıracak, kan akmasına mani olacak demiş Efendimiz. O yüce Rasülün öngördüğünü icra etmiş.

- Sonra?

- Sonra kendisi Medine’ye dönmüş. Burada ikamet etmiş.

- Medine halkı kınamamış mı onu?

- Kınamışlar, hatta “Sen başımızı yere eğdirdin, bizim utancımızsın” diyerek çok ileri gidenler bile olmuş. Ama o şöyle demiş: AR; NARDAN HAYIRLIDIR !..

- Yani?

- (DÜNYADA) UTANÇ; (AHıRETTE) ATEşTEN (CEHENNEMDEN) DAHA HAYIRLIDIR!


Bu sözü uzun uzun düşünüyorum. Utanç pahasına barışçı olmak!.. Aşağılanma pahasına ümmetin selametini istemek! Hakkı olandan vazgeçmek, kendinden çok başkalarını düşünmek. Çok büyük, çok erdemli, çok yüce bir davranış!.. Diğerkâmlığın, fedakârlığın zirvesi bu!

- Hasan, Hakikat boyutunda seyretmiş olayı. Onun için Razı olmuş ezelde Efendimiz tarafından bildirilen sahnedeki rolüne.

- Eyvallah!

- Kendi programında mevcut Cemali, Rızayı, şefkati, Sulhu açığa çıkararak kulluğunu icra etmiş değil mi?..

- Evet!

- Nasıl tanırız kendi programımızı?

- Sana nelerin kolaylaştığına bak ve tereddütsüz onları icraya koyul.

- Etraf ne der kaygısına düşmeden değil mi?..

- Kabeye bakan, gönle yönelen etraf görmez ki zaten.

- Eyvallah!

Hz. Hasan’ın ortaya koyduğu rıza halinin neticelerini düşünüyorum. Büyük bir savaş, dehşet bir fitne duraklamış. Ne yazık ki saltanat düşkünlerinin hırsı hiçbir zaman bitmeyeceği için yine de rahat verilmemiş Hz. Hasan’a.

- Ölümü nasıl Hz. Hasan’ın?..

- Zehirlenmiş! 40 gün hasta yatmış. Başta kardeşi Hüseyin olmak üzere Medine’liler ne kadar zorladılarsa da kendini zehirleyeni söylememiş. Örtmüş hep.

- Kimmiş zehirleyen?..

- Muhtemelen Muaviye tarafı ile irtibatlı olan karısı!..

- Niçin söylememiş?.. Söylese de şöyle iyi bir ceza alsaydı bunu yapan!

- Kaderini okuyanın sebeplerle işi olmaz ki!.. Kudretten seyreden Hikmete bakmaz ki!.. Kaderini okuyan; kaderine koşar!

……..

Vakit gece yarısına doğru ilerliyor. Gündüz ki kadar olmasa da tavaf edenlerin azaldığı söylenemez. Daha geç vakitleri bekliyorum. Hacer-i Evsedi öpmek, Ruknu Yemaniyi selamlamak için. Ama yoğunluk 24 saat sürecek gibi geliyor. Ben Hz. Hasan’ı anlatırken yoğun bir tefekkürle gözlerini kapatıyor. Göz kapaklarını araladığı bir anda:

- Vefatı ve defni nasıl?

- Sormasan olmaz mı? Dayanamıyorum.

- Anlat, diye üsteliyor. Anlatıyorum:

- Vefat etmeden önce Hz. Aişe annemize haber salmış. ızin verirse dedem Rasulullah’ın yanına gömüleyim demiş. Annemiz izin vermişler. Ama ne yazık ki Emevilerin Medine valisi karşı çıktığı için, Baki kabristanına defnedilmiş.

- Başka ne gibi özellikleri var Hasan’ın?

- Neleri yok ki?..15 kere hac yapmış. Hem de yürüyerek gitmiş Medine’den Mekke’ye… 47 yıllık ömre 15 hac sığdırmak! Sonra çok hayırsever. Çok cömert. Malını öyle bir dağıtırmış ki; iki kere elinde hiçbir şey kalmayasıya fakir düşmüş.

- Vecizelerinden, öğütlerinden hatırladığın var mı?

- Onu da siz lütfetseniz.

Biraz düşündükten sonra ilim hakkındaki sözünü naklediyor: “ılim için çalışınız! Ezber zorunuza gidiyorsa yazınız. Yazdıklarınızı evlerinize de taşıyınız!”

- Yazdıklarını eve götürmeyi iki türlü anladım.

- Nasıl, aç bakalım.

- Yazdıklarını, ilmini gönlüne yerleştir, hazmet ve uygula birinci anlam. ıkincisi de dışarıda kendin bir şeyler okuyup öğrenmişsen bunu eşinle, çocuklarınla, akrabanla, komşunla da paylaş!

- Güzel…

Biraz da Hüseyin’i konuşalım diyor ayağa kalkarken.

- Madem ki Hüseyin ayaklanmanın, kıyamın, direnişin, ikamenin sembolü, onu ayakta konuşacağız. Boş boş ayakta durmayalım gel girelim tavafa.

GÖKLERıN VE YERıN SÜSÜ

Saat gecenin 02 sini gösterirken tekrar tavafa dahil oluyoruz. Gündüz ki kadar olmasa bile akış hız kesmiyor. Ama biraz daha rahat dönüyoruz şavtları. Son şavtta Rukn-u Yemanide duruyoruz. Diz çöküp altın halkalara tutunarak açıyor Hüseyin bahsini:

- Hüseyin hakkında Kerbela’ya işaret eden hadis var değil mi?..

- Evet Rasulullah önceden bildirmiş.

- Hasan’ı öğrendik, Hüseyin hakkında neler doğar gönlüne?..

Kabenin 3. vechine ellerimi dayıyorum. Örtüden yayılan koku misk ü amber gibi. Avuçlarımı açıp ellerimi yapıştırdım Kabeye!

- Hüseyin, Hasan gibi infak ehli. O da bulduğunu dağıtmış etrafa. Paylaşımı zirvede yaşamış. Babası Hz. Ali’nin bedeni kuvveti sanki Hüseyin’e geçmiş!

- Sadece bedeni kuvveti mi?

- Kudret ve ıradesi de. Elbette ilmi de.

- Başka?..

- Rasülullah CELAL yüzünü Hüseyin’den göstermiş ümmete. Sorgulayan, nebevi düsturlar çerçevesinde hesap soran ve ıslam adına demir yumruk olunması lazımsa o yönüyle de öne çıkan bir mücahid Hüseyin!

- Yani şeriatin, kulluk boyutunun hakkını vermede oldukça hassas değil mi?..

- Elbette.

- Rasülullah GÖKLERıN VE YERıN SÜSÜ demiş Hüseyin’e… Bunu nasıl anlarsın?..

- Bilmem, pek bir şey gelmiyor aklıma.


Yanımızdan bizi sıkıştırarak geçişiyor müminler. Sıkışmak yada ezilmek gibi bir kaygımız yok. Ehl-i Beyt sırrını açan zat Rukn-u Yemaniyi çocuğunu okşayan bir baba gibi okşayarak şöyle diyor:

- Süs; güldür. Gül, aşkın sembolü! Gül, kırmızı. Gül; Rasülullahın özü! Kırmızı gül demetleri yayılır Hüseyin’in yüreğinden. Yayılır da ümmete şehadet ve kıyam bilinci baki kalır!.. Gül; Muhammedi bahçenin en hoş çiçeği. Semanın ve arzın, bilinç katmanları ile bedeni kuvvelerin birleştiği, kişinin tek noktaya odaklandığı yerdedir Gül. Beşeriyetin insaniyetle bütünleştiği anda doğar şehadet. ışte o zaman açar gönül gülleri.


şimdi bir başka dünyadayız. Bir yanıyla kan ve gözyaşı, diğer yanıyla kıyam ve şeriat! Bir yanıyla cennet gülleri, diğer yanda yürekten sızan kanla tazelenen yara! Söz Kerbela’ya geldi dayandı. şimdi o anlatıyor:

- şam’da hüküm süren saltanat odaklı hilafet, Medine’de yaşayan Hüseyin’e huzur vermeyecektir. Kendisine yönelik komploları duyunca ailesi ve sevenleri ile birlikte emin yere; Mekke’ye göç eder Hüseyin. Burası emindir, en azından burada cana kastedilmez diye düşünür.

- Rahat bırakırlar mı peki?

- Bırakmazlar. Birkaç defa hacı kılığında suikastçılar yollanır Hüseyin’i öldürmek için! Bunlar yakalanır, kurtulur ama artık burada da eminliğe darbe vurulacağını sezmiştir.

- Ne yapar peki?..

- Sevenlerini, ileri gelenleri toplar ve onlara bir konuşma yapar:

“ Korkarım ki biz buradayız diye gözünü hırs bürüyenler Kabe’nin, Mescidi Haramın izzetine, eminliğine de kast edecekler! Bizim yüzümüzden Beytullaha halel gelmesin! Biz buradan ayrılıyor ve şehadete yürüyoruz!”

ıleri gelenler, yapma, gitme dedilerse de Hüseyin: “ Korkmayın! şehadetimizi biliyoruz. Dedem Rasülullahın hadislerinden biliyoruz. Biz zulme rıza göstermeme, haksızlığa baş kaldırma geleneği başlatmak için gidiyoruz” der ve ailesi, çocukları, ehlibeyt sevenleri ile yola çıkar!

Kerbela denen mevkide kalabalık bir ordu kendisini kuşatmaya alır. Biat et, baş eğ çağrılarına karşı çıkar. Günlerce susuz ve çaresiz kaldıktan sonra çemberin iyice daraldığı günlerde bir gece vakti çevresindekileri toplar ve :” Bizim sonumuz malum! Sizler bizimle kalmak zorunda değilsiniz. Size kırılmayız. ısteyen yurduna dönebilir.” Der.

Bu sözler üzerine çoğunluk tekrar bağlılık gösterirken, bir kısım menfaat ehli gece oradan ayrılır. Ertesi gün ailesiyle birlikte şehadet şerbetini içer Hüseyin!..

Saltanata, arza egemen olmak isteyen ego kökenli hırslara baş kaldırmaktır Hüseyni duruş! Egona başkaldırırsan erersin şehadete!..


O bunları kâh gözyaşları kâh iştiyak dolu bir imani heyecanla anlatırken Rukn-u Yemani hakkında zihnimde şimşekler çakıyor.

RUKNU YEMANı; NıÇıN AÇIK?

- Rukn-u Yemani kısmında Kabe örtüsü neden açık?

- Kıblenin henüz Mescidi Aksaya dönük olduğu günlerde Rasülullah namazı buraya dönerek eda etmiş. Buraya dönünce Kabe ve Kudüs aynı doğrultuya geliyor ve aynı anda ikisine de yönelmiş oluyor.

- Aksa; en uzak demek. Harem de en mahrem, en içsel. Yani bu tavrı; insanın varacağı en uzak algı ile en iç hissedişin birliği diye düşünebilir miyiz?.. Uzak boyutlarla, dışarıdaki geniş alanla; afakla, içte olanın, enfüsün bütünleşmesi diyebilir miyiz?..

- Deriz de Hüseyin ve Hasan’ın fonksiyonunu unuttun!..

- Haaa o da şu; Hasan’la öne çıkan Rıza, Hüseyin’le öne çıkan ıkame hali bizde birleşirse Ruknu Yemaniye yöneliş kemal bulur diye düşündüm.

- Ama asıl düşündüğün bu değildi, daha basit bir imaj yakalamıştın?..

Hayret gene içimi okudu. Evet, yakalamış ama söylememiştim. şimdi vakti geldi:

- Rukn-u Yemanide Kabe örtüsü bıçakla kesilip oyulmuş, yaralanmış gibi.

- Yani?..

- Hasan ve Hüseynin şahadetini söyler gibi…

- Daha başka?..

- Razı bir kul olmanın, şeriatin hakkını vermenin; göze alınması çetin bir mücadele ve hal olduğu!.. .Ölümü, sınırsız vermeyi göze alanların hakiki kul olacağı!…


Bu ifadelerimle mest olduğunu seziyorum. Ruknun bir başka boyutunu açıyor:

- Yemen’e dönük bu köşe! Yemen deyince neler gelir akla?..

Bunu ondan dinlemeliyim. Siz buyurun nolur diye ısrar ediyorum. Açıklıyor:

- “Rabbim bana Yemen tarafından bir delikanlı suretinde göründü” diyor Efendimiz. Bir de büyük velilerden Üveys El Karani (ks) Yemen’li… Bunları da unutmayalım. Ve düşünelim tabii Yemen’le işaret edileni.


A’MADA SEYRETTıK ALEM ıÇRE ALEMı

Rukn-u Yemaniden Hacer-i Esvede geliyoruz. Hacer-i Evsedi öpmek artık kolay. Çünkü yoğunluk epeyce azalmış. Öpüyor ve başımı sokuyorum cennetten gelen taşa. Tavaf seline kendimizi bırakıp Makam-ı ıbrahim karşısında kıyama duruyoruz.

- Gözlerini yum, diyor.

- Ama namazda göz yummak caiz değil, secde mahallini görmeliyim.

- Gözlerini yum ve ben aç diyene kadar da açma!

Gözlerimi yumuyorum. Tavaf selinden yayılan dönüş hışırtısı, etraftan gelen sesler ve kalabalığın etkisi bir anda kalkıyor omuzlarımdan. Aç dediğinde gözlerimi açıyorum. Ama her yer alabildiğine karanlık.

- şimdi salata dur!

- Ama kıbleyi göremiyorum, ne yana duracağım?..

- Sus, dış gözünle değil, kalp gözünle göreceksin şimdi. Yönler, köşeler, cenahlar bitti artık. Yüzünü ne yana dönersen kıble orası şimdi!..

Baştan ayağa üşüyorum. Yapayalnız ve alabildiğine karanlıktayım. Sonra birden alev alev sıcaklık sarıyor her yanımı. Ne düşünce, ne hayal, ne akıl, ne aşk, sanki hepsi nötrlendi şimdi. Tekbir aldığımda madde kayıtlarından sıyrılmış, hafiflemiş gibiyim. Sanki ayaklarım yerde değil. Dış gözle görmekten geçtim. Ya içimde hissettiklerim? Hepsi durdu. Bambaşka bir şey oldu.

Eda ettiğim iki rekat salattan selamla çıktığımda yine Makam-ı ıbrahim önündeyiz. Yanımdaki zat son sözlerini söylüyor:

- Buraya kadardı. Ben gidiyorum. Bunu al, beni hatırlarsın!

Başımı döndüğümde yok artık. Gitmiş. Göremiyorum. Elimde yeşil bir mendil. Çevresi kırmızı işlemeli bir küçük ve nazenin bir hatıra.

Anlıyorum. Kimdi, niçin geldi?.. Anlıyor ve tam sevinçten uçuyorken yan taraftan bir çocuk el atıyor mendile. Pakistanlı bir hacının çocuğu. 4-5 yaşlarında. Kendi lisanınca onu bana ver, dercesine çekiştiriyor. O bana muhteşem bir hatıra diyecek oluyorum, sonra vazgeçip veriyorum.

Zat gitmekle kalmıyor, hatırası da gidiyor.

Benliğimle, nefsimle sevdiğim, övünç duyduğum ne varsa alınıyor bu yolda.

Kabe’ye bakıyorum tekrar tekrar! Hacer annenin tevekkülü, ıbrahim babanın feragati, ısmail atanın teslimiyeti dökülüyor zemzem çeşmesinden!…

Kana kana içiyorum…

Ab-ı hayat niyetine…

Mehmet DOğRAMACI

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir