Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

26.07.2006, 14:28

evrim teorisi nasıl anlatılmalı

EVRıM TEORıSı NASIL ANLATILMALI?
Adem Tatlı


EVRıM TEORıSı, bildiğiniz gibi, bu evrendeki varlıkların nasıl ortya çıktığını ve günümüze kadar nasıl var olageldiklerine dair çeşitli açıklamalar getirmeye çalışan bir teoridir. Elbette bu varlıkların başında insan gelir.
Görüldüğü gibi, ele alınan konu hem çok geniş ve hem de geçmişle alâkalıdır. Dolayısıyla burada ortaya konacak görüşler, laboratuardan elde edilecek deliller değil, tamamen yorum ve değerlendirmelere dayanmaktadır.

Günümüzde ilkokuldan üniversitelere kadar, bütün eğitim birimlerinde bu ve benzer konulara materyalist ve diyalektik bir yaklaşımla cevap verilmeye çalışılır. Yani, “Atomdan galaksilere kadar bütün varlıklar, gelişigüzel ve tesadüfen ortaya çıkmış ve günümüze ulaşmıştır. Her şey tabiat ve tesadüfün eseridir.” şeklinde anlatılır.

Aslında bu yaklaşım tarzının uzun bir geçmişi vardır. Roma Devleti’nin Milâdî 100-150’lili yıllarında Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul etmesinin ardından bütün idarî, siyasî ve ilmî, çalışmalar bu dinin kurallarına göre şekillendiriliyordu. Aslında din olarak Hıristiyanlık siyasî ve toplumu ilgilendiren konularda çok fazla prensip ve düstur ortaya koymuyordu. Fakat bütün boşluklar, din adına, başta papazlar ve idaredeki hâkim sınıflar bir takım kurallar koyarak, âdeta din namına insanlara zulüm ediyorlar, bilimsel düşünceye geçit vermiyorlardı. ışte böyle bir ortamda 1789 yılında yapılan Fransız ıhtilali, dine ve din adına tahakküm eden hâkim sınıfa karşı bir başkaldırma idi. Bu ihtilalden sonra gerek Avrupa’da ve gerekse dünyanın başka yerlerinde fikrî yönden büyük bir değişiklik gündeme geldi. Bütün siyasî, sosyolojik ve ilmî çalışmaların temeli ateizme dayandırılıyordu. Yaratıcı ve din, toplumun bütün kesimlerinden uzaklaştırılmıştı. Her şey materyalist felsefe ile ve tesadüflerle açıklanmaya çalışılıyordu. Hıristiyanlık adına ileri sürülen bir takım yanlışlıklara karşı bir çıkış olduğu için, başlangıçta bu materyalist felsefe, geniş taraftar bulmuştu. Ama sınır burada kalmadı. ışin doğrusuna yanlışına bakılmadı. Bütün dinlere ve dinle alâkalı her türlü değerlendirme ve açıklamaya karşı savaş açıldı. Öncekiler ifrat etmişti, aşırı gitmişlerdi. Bunlar da tefrit ediyor, asla bir yaratıcı fikrini kabul etmiyorlardı.

1917 yılında Rusya’da yapılan komünist ihtilal kendisine, ateizme ve diyalektik materyalizme bağlı felsefeyi seçmişti. Her şey tesadüf ve tabiatla ifade edilmeli, bir yaratıcının varlığını hatırlatan bütün düşünce ve değerlendirmeler derhal bertaraf edilmeliydi. Bütün dünyaya hâkim olan bu felsefî akım ve düşünce sistemi, 1990’lı yıllarda komünist bloğun çöküşüyle büyük bir destekçisini kaybetti. Böylece bilim sahasındaki çalışmalar ve düşünce sistemi, yavaş yavaş ideolojik platformdan ilmî platforma, yani normal sahasına çekilmeye başladı. Varlıkların ortaya çıkışında tesadüflerin rolünün bulunmadığı, her şeyin belirli bir plân ve programla, ölçülü ve intizamlı olarak bir yaratıcı tarafından yapıldığı dillendirilmeye başlandı. Nitekim son aylarda Amerika’da “Akıllı programlama” veya “Bilinçli dizayn” adı altında yeni ekoller gündeme geldi.

Kâinatta hiçbir şey kararında değildir. Daimî bir faaliyet söz konusudur. Gerek bitkiler, gerek hayvanlar ve gerekse insanlar tek hücre olarak varlık âlemine çıkmakta devamlı olarak değişme ve farklılaşma kanunlarına tâbi tutulmaktadır. Bütün bu faaliyetleri tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışmak, ne eğitimciyi ve ne de öğrenciyi tatmin etmemektedir. Bu konudan evrimciler de şikayetçidirler. Pierre Grasse bu rahatsızlığını şöyle dile getirir:

“Tesadüf kavramı, ateizm görüntüsü altında, kendisine tapınılan bir ilâh hâline gelmiştir” (Evolution of Living Organisms.Academic Pres, New York, 1977, s.107).

Sonuç olarak, Evrim teorisi, bütün varlıkların plânsız ve programsız şekilde rastlantılar sonunda, ya da tesadüflerin ürünü olarak ortaya çıktığını, yaratılışçılar ise, atomlardan galaksilere kadar her şeyin şuurlu, plânlı, hikmetli ve gayeli yaratıldığını belirtir. ışte evrim teorisiyle dinlerin çatıştığı nokta budur. Bir başka deyişle, yaratılışçılarla evrimciler arasındaki düşünce farkı, ilmî metotlarla elde edilen verilerin yorumlanmasındadır. Materyal her ikisinde de kâinat içindeki varlıklardır. ınceleme metotları da aynıdır. Ancak, yorum farklıdır.

Selimiye’yi Mimar Sinan’nın eseri bilerek incelemek, bu eserin tesadüf ve tabiat ürünü olduğunu kabul ederek incelemekten çok daha akla uygundur. Dolayısıyla, bir hücreyi, ya da hücre içerisindeki bir organeli bir yaratıcının eseri olarak tetkik etmek, inceleme ve araştırmaya ket vurma değil, aksine araştırmaya teşvik eder. Çünkü araştırıcı, her şeyin mutlaka bir gayeye ve maksada ve plâna göre yapıldığını düşünür ve varlıklar arasındaki o gizli nizam ve intizamı bulmaya çalışır.


Birinci yüzyıldan 18. yüz yıla kadar, kâinattaki varlıkların yapısı din adına açıklanmaya çalışıldı ve bu konuda ifrat edildi. 19. ve yirminci yüzyıllarda da materyalist felsefe hâkimiyeti ele aldı. Bir yaratıcıyı inkâr ederek, her şeyi tesadüf ve tabiatla açıklamaya çalışarak o da tefrit etti. 21. yy, akıl, mantık ve ilmin hâkim olduğu bir asırdır. Artık bu asırda, ifrat ve tefritten uzak, her iki görüşün değerlendirme tarzlarına yer vererek, orta yolun bulunmasına gayret etmeliyiz.

Netice olarak, konu ile alâkalananların, ideolojik yaklaşımlardan ve acele yorumlardan kaçınmaları gerekir. Tamamen materyalist felsefeyle meseleleri açıklama yerine, hem materyalist felsefe taraftarlarının ve hem de bir yaratıcıyı kabul edenlerin konuya yaklaşım tarzları nazara verilmelidir.

Bu konudaki tartışmaların tamamen ortadan kalkacağını beklemek de çok büyük iyimserlik olur. Buna gerek de yoktur. Çünkü, farklı düşünce ve yaklaşım tarzları, ilmî gelişmelere yol açar. Esas olan, farklı görüş ve düşüncelere saygılı olmak ve onlara karşı tolerans göstermektir.

Bütün dünyanın eğitim sisteminde böyle bir metodun benimsenmesi, insanların birbirlerine karşı olan tolerans ve hoşgörüsünü de artıracak ve daha huzurlu ve yaşanılabilir bir dünyanın yolu açılmış olacaktır.

2

22.08.2006, 07:56

Her bir varlık, mahiyetiyle, suretiyle, sıfalarıyla Allah’ın ezelî ilminde takdir edilmiş ve o ılahi plan üzere yaratılmıştır. ınsanın, devenin, kuşun, balığın müstakil hakikatları vardır. Bunlardan birisi diğerinden meydana gelmiş değildir. ınsaniyet hakikatının, meselâ melek hakikatına, yahut hayvan hakikatının cin hakikatına dönüşmesi mahaldir. Bir sınıf mahlukun tekamül ile bir başka sınıfa dönüşmesinde, mesela, su ve topraktan bir çiçeğin yaratılmasında tahavvül-ü esnaf söz konusudur. Suyun ve toprağın hakikatı yine aynıdır. Bu hakikatler değişmemiş, bu iki sınıf varlıktan bir başka sınıf varlık yaratılmıştır. Nev’i mütevassıt için de bu kaide geçerlidir. Burada da yine hakikatler aynen kalmış, iki nevin birleşmesinden üçüncü bir varlık dünyaya gelmiştir. Buna misal olarak “katır” verilir. Katırın nesli devam etmez. Atın ve merkebin hakikatları da aynen devam ederler; katıra inkılap etmezler.

Her bir hayvanın ruhu müstakil yaratılmış, o ruha göre de bir beden giydirilmiştir. Tenasül yoluyla bir varlığın bir öncekilerden, yani çocuğun anne ve babadan, onların da kendi anne ve babalarından dünyaya gelmeleri ılahi bir kanundur. Ancak, hiç bir anne yahut baba çocuklarını kendileri yapmış değillerdir. Bunun aksini düşünmek bir vehm-i batıldır. Kaldı ki bu batıl vehmin ilk canlılarda hiç yeri yoktur. Yani her canlının ilk pederinin müstakillen yaratıldığı şüphesizdir.

Üstadın bu ve benzeri ifadeleri evrim felsefesine karşı verilmiş kuvvetli cevaplardır. Bu vesileyle bu konuda üç okuma parçası takdim ediyoruz.:

3

22.08.2006, 07:57

OKUMA PARÇASI 1 : MAZıYE DOğRU

Hayalen geçmiş zamana doğru uzanalım. Git gide tâ dünyanın lâv hâlinden yeni yeni uzaklaşmaya başladığı, soğumaya yüz tuttuğu devreye varalım. ıçi kızgın ateş, dışı ise yavaş yavaş sakinleşmekte olan bu arz küresinin başında durup, bugün şahit olduğumuz eşyanın isimlerini birer birer sayalım. Lügattaki bütün isimleri burada sıralayacak değiliz. Sadece konuya ışık tutmaya yetecek birkaç kelimeyi hatırlayalım:

El, ayak, kanat, göz, ince barsak, pankreas, pençe, gaga, tırnak, dal, kök, yaprak, çam, söğüt, elma...

Sonra, dünyamızda hayat süren bitki ve hayvan türlerini sayalım birer birer. Herbirinin organlarını tek tek hatırlayalım. Ve soralım kendimize: Bütün bunlar sonsuz bir ilim ve hikmetten haber vermiyorlar mı? Bunların bir ateşin soğumasıyla kendi kendine, zamanla evrim geçirerek meydana geldiklerine nasıl inanılabilir?..

...

Yine mâziye dönelim. Dünya dayanmış döşenmiş. Boş bir saray gibi, misâfirlerini bekliyor. O an kâinatta olmayıp, bugün iç âlemlerimizi kuşatmış olan manevî hâdiseleri bir bir hayalimizden geçirelim:

Sevgi, korku, merak, endişe, kin, merhamet, zulüm, kurnazlık, saflık, hırs, umursamazlık, şefkât...

Bütün bunlar, yeryüzündeki canlılara nereden ve nasıl ithal edildiler? Sonsuz denecek kadar çok olan bu farklı karakterler, hangi evrimle vücut buldular?

Yaratılış ister âni olsun, ister milyarlarca sene sürsün. ınsan, ister doğrudan yaratılsın ister dolayısiyle... şu soruların cevabı nasıl verilecek:

Görmeyen kâinattan gören insanları kim çıkarttı? Bilmeyen şu âlemden, bilen meyveleri kim süzdü? Hissetmeyen, sevmeyen, korkmayan şu saraya, bütün bu hissiyatla donatılmış misafirleri kim getirdi? “Görmemek” nasıl evrim geçirdi de “görmek” oldu? ışitmemek işitmeye, anlamamak anlamaya nasıl inkılâp etti? Hayat nedir bilmeyen bu kâinat, şu canlı meyveleri nereden elde etti?..

Akıllara durgunluk veren bu hâdiseleri cahil unsurların uzun süre beklemesiyle izah etmek mümkün mü?

şimdi bir perde daha gerilere gidelim. Kâinatın şu hazır hâle getirilmek üzere ilk hareket noktasına hayalen uzanalım. O noktadan evvel hiçbir mahlûk mevcut değil. şu sayacağım kelimeleri hayalimizden sıra sıra geçirelim:

Su, taş, hava, yıldız, ay, gezegen, güneş, demir, azot, krom, nikel, dağ, ova, arz, sema, samanyolu, cazibe, radyoaktif dalgalar, elektrik... ve daha niceleri.

Bu eşyanın yoktan yaratılışı, sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse nasıl izah edilecektir? Dünkü boş arsada bugün bir köşk görüyorsak hemen soruyoruz: ‘Bu köşkü kim yaptırdı?’ diye. Değil aklımızdan, hayalimizden dahi geçmiyor ki; “arsa evrim geçirdi de köşk oldu” diyelim. O halde, yokluk üzerine halk ve inşa edilen bu kâinat için, bu safsata nasıl ileri sürülebiliyor. Yokluk, evrim geçirdi de varlık mı oldu?

Bütün bunlar bir yana, şu sorunun cevabını arayalım: Dünya ile güneş başlangıçta aynı mahiyette iken, dünya okyanuslarla, ormanlarla, hayvanlarla, insanlarla doldu da beriki neyi bekliyor. Niçin evrim geçirmiyor? Çok iyi biliyoruz ki o da tekâmül etse ortada ne güneş kalır, ne dünya... O halde, soruyu şöyle değiştirelim: Güneş’in tekâmülüne kim müsaade etmiyor?

Prof. Dr. Alaaddin Başar

4

22.08.2006, 07:58

OKUMA PARÇASI 2 : RUHUN EVRIME CEVABI

Varlık âlemi ikiye ayrılıyor: Biri gayb, diğeri ise şehadet âlemi... Bir başka ifadeyle, fizik ve metafizik âlemler..

Gayb âlemi, mahiyeti bilinmezler, sırrına erilmezler âlemidir. Beş duyunun hükmü bu âlemde geçmez... Melekler, ruhlar ve kâinatta cereyan eden bütün kanunlar hep bu âlemden, duyu organlarıyla keşfedilen eşya ise, şehadet âleminden.

Bu iki ayrı âlem, kâinatın meyvesi olan insanda, ruh ve beden olarak kendilerini gösteriyorlar.

Biz fizik âlemini kısmen görüyor ve biliyoruz. Fennî keşiflerle bu âlem hakkında hergün yeni şeyler öğreniyoruz. Ama gayb âlemi hakkında bildiklerimiz çok hem çok sınırlı.. Yine bilemediğimiz bir nokta da, gayb âleminin şu görünen âlemle münasebet keyfiyeti. En basitinden, şu küremize bakalım: Toprak, şehadet âleminden. Onun bir de görünmeyen yönü var: Yerçekimi kanunu... Bu kanun nasıl bir şeydir? Nasıl çalışır? Toprağın neresinde gizli? Yoksa her yanını kuşatmış mı? Kuşatmışsa, bu ne cinsten bir kuşatma? Çepeçevre sarmayla bir benzerliği var mı? Bütün bunları lâyıkıyla açıklayamıyoruz.

Bilmem şu misal meseleye biraz ışık tutar mı? Bir yazıyı, meselâ bir mısrayı düşünelim. O yazıda hem kelimeler var, hem de mânâlar...

Kelimeler şehadet âleminden, mânâlar ise gayb âleminden. Kelimeler; mürekkepten, kalemden, bedenden haber verirler. Mânâlar ise ruhtan, akıldan, hâfızadan...

Mânâ kelimelerle görünmede, kendini hissettirmede, okutmada... Ve kelimeleri harf harf kuşatmış, ama onların ne içlerinde ne dışlarında. Beden ile ruh arasında da böyle izah edilemez bir gizli münasebet var.

Yazıda esas olan mânâdır, insanda ruh... Hangimiz bir eseri okurken mürekkebini sık sık hatırlarız. Ama, ondaki mânâdan hiç ayrılmaz, eserin sahibini hatırdan çıkarmayız. Bir insanın da, boyundan, kilosundan nadiren söz ederiz. Sohbetimiz daha çok onun karakteriyle, ilmiyle, ahlâkiyle ilgili olur. Bunlar ise insanın gayp cihetidir.

Ateistler ve evrimciler, gayb âlemini hiç dikkate almaz, ruh bahsinden ise dikkatle kaçarlar. Bütün konuşmalar beden üzerinde cereyan eder. Bir başka ifadeyle, hep yuvalardan, evlerden, binalardan söz edilir; onlarda tasarruf eden misafirler ise görmezlikten gelinir.

Korkak tavuk, yırtıcı pars, uysal koyun, kurnaz tilki, haşmetli balina, ufacık karınca, bal döken arı, zehir akıtan yılan ve daha niceleri hep bu âlemin meyveleri ve bu arzın misafirleri... Hepsinin bedeni kendi ruhuna uygun. Ve bedenlerindeki farklılıklar, ruhlarının ihtilâfından haber vermekte. Bu farklılıkları madde ile izah etmek mümkün değil...

Elementler koyun gibi uysal mı? Tilki gibi kurnaz mı? Yoksa insan gibi akıllı mı?.. Ne öyle, ne de böyle. Bütün madde ve mânâ âlemleri, fizik ve metafizik, aynı zâtın iradesiyle, kudretiyle vücut bulmuşlar, şekillenmişler. Ayrı özelliklere, yahut farklı karakterlere sahip kılınmışlar.

Evrim felsefesinde bu gerçek görmezlikten gelinir ve bedenlerin müstakilen ayrı ayrı yaratılması imkânsızmış gibi, “acaba hangi beden hangisinin evrimleşmesiyle meydana gelmiştir” yollu münakaşalar yapılır, görüşler serdedilir.

Kâinatı başıboş, gayesiz ve sahipsiz vehmedenler, onun bir küçük misâli olan insanı da ruhsuz zannettiler. Kendi bedenleri ile ruhları arasındaki mahiyet farklılığını vicdanen bildikleri halde, maddecilik, yahut evrim hesabına ruhu inkâra çabaladılar. O harikalar harikası beden fabrikalarını idarecisiz ve o beldeleri sahipsiz ilân ettiler. Bile bile, iradî fiillerle refleks hareketleri aynı gibi takdim ettiler. Halbuki, bir iğne battığında elimizi çekmemizi refleksle izah etsek bile, acı bir haber aldığımızda olay mahalline doğru koşmamızı neye bağlayacağız? Kulaktan sesin girmesiyle ayakların olay mahalline doğru yol almasını otomasyonla açıklamak mümkün mü? Günlük hayatımız böyle binlerce iradî fiille dolup taşmakta.

ışte bütün bu fiiller ruhtan haber veriyorlar.

ınsan ruhu:

O, maymuna benzetmek için her türlü gülünçlüğe düştükleri güzelim insan bedeninde oturan bilinmez misafir... Bedenin organlarından çok, onun duyguları, hisleri, elemleri, kederleri, arzuları var... Akıl ve hâfızadan, sevgiye ve korkuya kadar uzanan ayrı bir âlem.

Evrimciler bu âlemi izah edecek kelime bulamaz ve işi demagoji ile geçiştirmeye çalışırlar.

Nitekim Darwin şöyle der:

“En aşağı maymunlarda zihin faaliyetinin nasıl ortaya çıkmış olduğunu araştırmak, bütün hayatın kökenini araştırmak kadar şu anda mânâsız bir cakadan ibarettir.”

ılk bakışta insaf kokan bir ifade. Ama, hakikatte, altında çaresizlik yatıyor. Bu sözlerde, hayatın evrimle izah edilemeyeceğini itiraf saklı. ışin tuhaf tarafı, hayat hakkında birşey söylenemeyeceğini söyleyenler, hayat sahiplerinin meydana gelişlerini evrime bağlama gayreti içindeler.

Ruhî faaliyetleri evrimle geçiştirmek mümkün değil!.. ınsanlar arasındaki farklı telâkkiler, ayrı inançlar, değişik idealler, muhtelif felsefeler, birbirine zıt fikirler evrimle nasıl izah edilecektir?..

Birisi yaratılışa inanan, diğeri evrimi savunan iki insanı hayalen yan yana getiriniz. Ve sorunuz evrimciye: “Bu adamların hangi organları yaratılışa inanıyor, yahut evrimi kabul ediyor? Elleri mi, ayakları mı, ciğerleri mi, mideleri mi, kanları mı, beyin hücreleri mi? Sorunuza karşılık ister istemez: “Hiçbiri!..” diyecektir. “O halde bu zıt görüşlerin sahipleri kimlerdir?” şeklindeki ikinci sorunuza, bilmem, ne cevap verecektir?

...

Bütün oyunlar ruhu hedef alıyor. Bütün propagandalar onu aldatmak için. Bütün oyuncaklar onu oyalamakta... Her ideoloji ona ok atar, onu avlamaya çalışır. Evrim felsefesi de bunlardan biri. Onun muhatabı da ruhtur. Bu felsefe, ruhu milyonlarca, milyarlarca yıl öncesiyle uğraştırır, yorar, takatten düşürür. Artık bu yorgun ruh, lâyıkıyle ne kendini düşünebilir, ne bedeni, ne de kâinatı. Ne nimete hakkıyla bakabilir, ne de onu ihsan edeni hatırlar. Vehimlere dalar, gaflette yüzer, eğlencelerle ömür çürütür, kahkahalarla zaman öldürür.

...

ışin garip tarafı, maddeciler ve evrimciler hem ruhu avlamaya çalışırlar, hem de onun varlığına inanmak istemezler...

Prof. Dr. Alaaddin Başar

5

22.08.2006, 07:59

OKUMA PARÇASI 3 : ıRADE MI, TESADÜF MÜ?

Evrim, tartışmalarının altında, gerçekte, şu soru yatıyor: ırade mi, tesadüf mü? Yâni, bu âlemi şu hazır hâline, mutlak bir irade, sonsuz bir ilim, nihayetsiz bir kudret sahibi mi getirmiş; yoksa bu gözler kamaştıran güzellikler, bu akıllara durgunluk veren eserler rast gele mi vücut bulmuşlar?

“Tesadüf” ve “rast gele” kelimeleri, ihtimaller teorisinde çok geçer. Bu teoride bir çarpma kaidesi vardır. Kaideyi kısaca şöyle ifade edebiliriz. Birbirinden bağımsız olayların birlikte meydana gelmeleri ihtimali, bunların ayrı ayrı meydana geliş ihtimallerinin çarpımına eşittir. Bu kaideyi, çoğu zaman başvurulan “torbadan harfler çekip kelime yazma” misâliyle izah edelim. Bir torbaya yirmi dokuz harfi koyalım ve harfleri torbadan sırayla çekerek herhangi bir kelime yazmak isteyelim. Çektiğimiz bir harfi tekrar torbaya iade ettiğimiz takdirde, her harfin çekilme ihtimali her seferinde 1/29’dur. Bu harfi torbaya iade ettiğimizde ikinci çekişte “a” gelme ihtimali yine 1/29’dur ve sabittir. Bu harflerle bir kelime, meselâ “bahçe” yazmak isteyelim. Torbadan çektiğimiz ilk harfin “b” olması ihtimali 1/29’dur. Bu harfi torbaya iade ettiğimizde, ikinci çekilişte “a” gelme ihtimali yine 1/29’dur. Birincinin “b”, ikincinin “a” gelme ihtimali ise bu iki ihtimalin çarpımına, yâni 1/29’un karesine eşit olur. Bu ise yaklaşık, “binde birlik bir ihtimal” ifade eder. Yâni, yaptığımız iadeli çekişlerle iki harfli bin ayrı kelime yazabiliriz; In, ak, sn, mb, au, ik... gibi. Bunlardan birisi de “ba” kelimesidir ve sırayla yaptığımız iki ayrı çekişle bu kelimeyi yazma ihtimalimiz binde birdir.

Birinci harfin “b”, ikincinin “a”, üçüncünün “h” gelme ihtimali ise 1/29’un üçüncü kuvveti kadardır ve “yirmibeş binde bir”lik bir ihtimal demektir. Sözün kısası, “bahçe” kelimesini bu çekişlerle tesadüfen yazma ihtimalimiz “yirmi milyonda bir”lik bir ihtimal.

şimdi düşünelim, beş harfli bir kelimenin tesadüfen yazılma ihtimali yirmi milyonda bir olunca bir satırın, paragrafın, hele bir kitabın bu tip çekişlerle rastgele yazılması mümkün mü?

Kaldı ki, insanın yazı yazması bu misalle açıklanacak cinsten değil.. Biz harfleri torbadan çekmiyor, zihnimizde teşekkül ettiriyoruz ve öylece kaleme alıyoruz. Buna göre bir insanın herhangi bir kelimeyi tesadüfen yazması mümkün değildir. Bir kere, adam eline kalem almaya mecbur değil. Alsa da kalemini hareket ettirmeye, ettirse de yazı yazmaya mecbur değil, rastgele bir çizgi, yahut bir şekil, bir resim de çizebilir. Harfleri rastgele de sıralayabilir. Sonsuz denecek kadar çok şekil, resim ve kelime içerisinden bahçe kelimesinin tesadüfen yazılma ihtimali “sonsuzda bir”dir ve sıfıra eşittir. ıhtimal sıfır olunca iki hâl söz konusu oluyor. Ya o kelime meydana gelmeyecektir, geliyorsa bu hâdise ihtimalle değil, irade ile izah edilecektir. Buna göre yazı vücut bulmuşsa, o insan “bahçe” yazmayı irade etmiş demektir.

Bir misâl de kâinattan verelim. şu üzerinde oturup her yıl güneş etrafında bir tur attığımız yer küresi, kâinattaki sonsuz denecek kadar çok cirimden sadece bir tanesi. Bu kürenin meydana gelişini ihtimalle izah etmek mümkün değil. ılim bize bildiriyor ki, arzımız şu hazır yerinden başka bir yerde bulunsaydı, şu mevcut sür’atinden daha farklı bir sür’atle dönseydi, yahut hiç dönmese sabit kalsaydı, şu eğiminden daha ayrı bir eğime sahip olsaydı, üzerine hava sarılmasa toprak döşenmeseydi ve böyle daha nice şartlar tahakkuk etmeseydi dünyada hayat olmazdı. Ben bu sayılan ve sayılmayan binlerce faktörden sadece birisi olan “mekân faktörü” üzerinde durmak isterim. Arz küresinin şu sonsuz fezada şu hazır mekânda bulunma ihtimali sonsuzda birdir ve sıfıra eşittir. Bu hâdise ihtimalle izah edilemez.

Kaldı ki, her şeyden önce, arz küresinin yaratılması bir iradeyi gerektiriyor. Önceki misalde “kelimenin yazılması” gibi...

Kâinatın yaratılışını tesadüfle ve evrimle izah edemeyeceklerini çok iyi bilenler, meseleyi dar bir sahaya çekmeyi tercih ettiler ve insanın yaratılışı üzerinde kalem oynatmaya, tahminler yürütmeye kalkıştılar. Bir hayli şahsî ve indî görüş çıktı ortaya. Kimi, insanın maymundan geldiğini iddia etti. Kimi, kurbağadan; kimi, tarla faresinden... Bir başkası insanın, tek bir nev’in evrimleşmesiyle değil, ancak iki nevin müşterek mahsülü olarak ortaya çıktığını savundu ve bu nevileri “ayı” ve “kurt” olarak ilân etti.

Hergün ayrı bir hayvanın kapısını çalan bu şaşkın grubun, nerede konaklayacakları merak edilmekte...

Prof. Dr. Alaaddin Başar

6

22.08.2006, 08:01

Bediüzzaman Hazretleri ve Materyalizm

''Hayatı boyunca dinsizlikle mücadele etmiş olan Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de, Kuran'ın bir tefsiri olarak hazırladığı Risale-i Nur Külliyati'nda sık sık "maddiyyun ve tabiiyyun taunu"ndan söz etmiştir.

Üstad'ın "tabiatçılık yani tabiata tapma ve maddecilik yani sadece maddenin varlığını kabul etme hastalığı" olarak tanımlayabileceğimiz bu ifadesi, dinsizliğin temelini oluşturan materyalizm ve Darwinizm'e dikkat çekmektedir. Bediüzzaman, "maddiyyun ve tabiiyyun" olarak tanımladığı bu dinsiz akımların mantık bozukluklarını çok detaylı olarak açıklamıştır. Bu açıklamalarından biri şöyledir:


“Veyahut Firavunlaşmış maddeci filozoflar gibi, "Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar. Kendilerine lâzım olan her şeyi yaratıyorlar" diye mi düşünüyorlar ki, imandan, kulluktan çekinirler. Demek kendilerini birer yaratıcı zannederler. Halbuki bir tek şeyin yaratıcısının her şeyin yaratıcısı olması gerekir. Demek kibir ve gururları onları son derece ahmaklaştırmış ki bir sineğe, bir mikroba karşı mağlup mutlak bir acizi, her şeye gücü yeten zannederler. Evet, akılları gözlerine sukut etmiş maddeci felsefecilerin hikmetsiz hikmetleri, faydasızlık esasına dayanan felsefelerine göre tesadüfe bağlı olan zerrelerin hareketini, bütün kanunlarına esas oluşturup, ilahi yaratılışa kaynak göstermişlerdir. Sonsuz hikmetlerle süslenmiş yaratılışı, hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye dayandırmaları, ne kadar aklın hilafına olduğunu çok az şuuru olan bilebilir. (Risale-i Nur Külliyati, Sözler, s. 551)


ınsanların kendilerine bir "ilahlık" vasfı vermeleri son derece anlamsızdır. Nitekim Bediüzzaman da yukarıdaki ifadelerinde bu gerçeğin üzerinde durmaktadır. ınsanın Allah karşısında aciz bir varlık olarak bu kusursuz kainatın varoluşunu "tesadüfler"e bağlamasının, Allah'ın apaçık varlığını inkar etmesinin ne kadar büyük bir nankörlük olduğuna dikkat çekmiştir. Bediüzzaman, başka ifadelerinde ise günümüzde bu tip bir dinsizlik akımının çok yoğun olarak yaşanacağını, bu "dinsizlik dini"nden insanların mutlaka kurtarılması gerektiğini önemle belirtmiştir:


Materyalist, maddeci felsefesinden çıkan nemrudca bir fikir akımı, ahir zamanda materyalist felsefe aracılığı ile yayılarak kuvvet bulur, Uluhiyeti inkar edecek bir dereceye gelir... Bir sineğe mağlup olan ve bir sineğin kanadını bile yaratmaktan aciz bir insanın ilahlık iddasında bulunması ne derece ahmakça bir maskaralık olduğu malumdur”.

Bediüzzaman'ın da üzerinde durduğu gibi cansız maddelerin kendi kendilerine evreni ve canlılığı yarattıklarına inanmak son derece akıl ve mantık dışıdır. Böyle bir inanca sahip olanların akıl ve muhakeme yeteneğine sahip insanlar olduklarını söylemek mümkün değildir. Nitekim Hz. ıbrahim de önceki sayfalarda anlattığımız kıssanın devamında, elleriyle yonttukları putlara tapan kavminin akılsızlığını şöyle ifade etmiştir:

“Dedi ki: "O halde, Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?"” (Enbiya Suresi, 66-67)

7

22.08.2006, 08:06

Üstadım tarafından da açıklanmış konu herzamanki gibi güneş kadar açık..Allah razı olsun Üstadımızdan..


şimdide Biraz gülelim :)

Nail Papatya ,'' evrimciler hakkında ne düşünüyorsunuz'' diyenlere:

-Dünyanın en vefasız insanlarıdır,cevabını vermiş.Baksanıza kendileri lüks hayat yaşarken ,maymun dedeleri hala mağaralarda sürünüyor :D

8

22.08.2006, 11:15

Allah razı olsun.
nur ışığında evrime bakışı buraya aktarmışsın.
çok güzel.bu gösteriyorki nur talebeleri daha kolay ve kısa yoldan
evrimi çürütüyorlar.

çünkü onlar en büyük tefsiri okuyorlar.
Allah cümlesinden razı olsun.selam.

9

22.08.2006, 12:50

Amin.ecmain abim.

karşıma bir soru çıkınca cevabın kaynağı Asrın Kuran tefsiri Risale-i nur olunca tatmin olabiliyorum görmeyen gözlere gösteriyor hakikatleri..

Rabbim bizi nurlarımızdan ayırmasın inş..

selametle..

10

22.08.2006, 13:15

Konuyla çok alakalı olmasa da buraya yazma ihtiyacı hissettim. Geçen hafta memleketime gittim. Orada dayı tarafımın şeyhleri vardı. Ziyarete gittik. Kendileri bir cemaate bağlı değillerdi. Ben de nur cemaatinden olduğumu söyleyince şeyh diye tabir ettikleri kişi arkasına yaslandı ve şöyle dedi.

"Bediüzzaman asrın mehdisidir. Gün gelecek büyük bir savaş çıkacak ve Türkiye savaşa girmeden selamete çıkacaktır" dedi.

Bu konudaki görüşleriniz nedir?

11

22.08.2006, 13:46

ya dem savaş başlamış bile.yakında irana ve suriyeye de karışsalar
tam anlayacaksın.

mehdi i azam bediüzzamandır.risalei nur olduğundan türkiyeyi Allah koruyacaktır.

2.dünya savaşında koruduğu gibi.hatta üstad diyorki 2.dünya savaşına girmememizin en büyük sebebi imanları kuvvetlendiren risalei nurdan dolayı.kastamonu lahikasında bununla alakalı mektub var.bulursam aktarayım.

unutma mehdi beklenilen mehdi bediüzzamandır.

12

22.08.2006, 13:50

Evet, âlem-i ıslamın, bu asrın en büyük hasâreti olan bu dehşetli ıkinci Harb-i Umumîden kurtulmasının sebebi, Kur’an’dan gelen ımân ve âmâl-i saliha olduğu gibi;fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi, illallezine amenu kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalade bir surette yüz bin insanın kalblerine tahkiki bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

13

22.08.2006, 14:08

Allah razı olsun. Ben mehdi a.s. 'ı Risale-i Nurlar zannediyordum

14

03.09.2006, 00:35

Kardeşler yazı uzun ama konuyla alakalı ve çok güzel.okumanızı tavsiye ederim.muhabbetle..


Ya Hayat, Ya Evrim


BıR FARE KAPANI ne zaman fare tutar?

Bir uçak ne zaman uçar?

Bir göz ne zaman görmeye başlar?

Bu soruların cevabını aşağı-yukarı tahmin edersiniz. Yine de, bu yazıda çıkacağımız uzun ve muhtemelen zorlu yolculuk için, cevapları beraber verelim. Bir fare kapanının fare yakalayabilir olması için en azından tam bir fare kapanı olması gerekir. Fare kapanının yarısı fare tutmaz. Bir uçağın da uçuyor olabilmesi için tam bir uçak olması gerekir. Uçağın üçte biri ya da üçte ikisi uçmaz. Sözgelimi, uçağın üçte biri uçmaya yetseydi, o ‘üçte birlik’ kısmına ‘uçak’ diyecektik ve uçağın diğer üçte ikisine ihtiyaç duymayacaktık.
Buraya kadar, az-buçuk muhakemesi olan bir insanla anlaşabilirsiniz. Ancak, fare kapanı ve uçak için sorduğumuz soruyu bir de göz için sorarsak, bazı akıllı insanlarla—en azından evrimcilerle—anlaşamayabilirsiniz. Gözün yarısı görebilir mi? Gözün yarısı görmeye yetiyorsa, diğer yarısına ne ihtiyaç var? Görmeye yeten bir ‘yarım göz,’ neden kendini illa da tamamlamak istesin? ‘Yarım göz’ denen şey görme işlevi görmüyorsa, yarım da olsa, göz olarak nitelendirilemez ki, göz olmaya doğru ‘evrimleşiyor’ olsun.

Evrim teorisinin mimarı Darwin’in korktuğu da tam bu durumdu: “Eğer çok sayıda ardarda gelen ve gözle görülür küçüklükteki değişikliklerle oluşamayacak kadar kompleks bir organın var olduğu ortaya konulmuş olsaydı, benim teorim yerle bir olurdu. Ama ben böyle bir organ bulamadım.” (Türlerin Kökeni, Charles Darwin)

Darwin’in bulamadığı organı artık bütün dünya biliyor: hücre. Darwin’in zamanında bütün canlı yapıların temelinin bir hücrenin karmaşık ve bütüncül işlevlerine dayandığı bilinmiyordu. Bir hücre, Darwin’in korkarak belirttiği gibi ‘kompleks bir organ’dır; dolayısıyla ‘ardarda gelen ve gözle görülür küçüklükteki değişikliklerle’ oluşması mümkün değildir. Tıpkı bir fare kapanının fare tutması, bir uçağın uçması gibi, ancak tamam olduğunda işlev görür. Eksik olduğunda işlevsizdir. Bir diğer deyişle, yarım hücre diye birşey mevcut değildir. Bir hücre ya vardır, ya yoktur. Bir hücrenin fonksiyonlarını yarıya bölmeniz mümkün değildir.

Darwin ve takipçilerinin, biyokimyacıların bugünlerde ‘eksiltilemez karmaşıklık’ ya da ‘indirgenemez karmaşıklık’ diye seslendirdiği bu gerçekten haberlerinin olmaması ya da biraz daha kötümser bir bakışla, haberli olmamak istemeleri normal karşılanmalı. Çünkü, onların evrimin ‘doğal seleksiyon’una olan inançları bir hücrenin işleyişine olan inançlarından daha kuvvetli görünüyor. Doğal seleksiyon, tam da hücrede görünen gerçeğin tersini, bir sistemin zaman içinde kendi kendine deneye yanıla birbirine eklenebilen rastgele olumlu değişikliklerle oluştuğunu öngördüğüne göre, evrimcilerin önünde, görülmemesi gereken bir hücre var demektir. Ne çare ki, her canlı hücrelerden ibarettir.

Aslında, Darwin’in ‘doğal seleksiyon’ fikrinin temelleri Darwin’den de öncesine dayanıyor ve Darwin’den sonra da sürmesine şaşırmamak gerek. ‘Evrim teorisi’ gibi bir anlayış, herşeyi parçalarına ayırarak anlamaya çalışan ‘indirgemeci’ bakış sayesinde başını gerçeğin arasından uzatabiliyor. Çünkü, hayatın bütünlüğe dayalı gerçeği, bu parçalanmışlık içinde unutuldu; kendi-kendine, rastgele, zaman içinde, yavaş yavaş, dereceli olarak gelişen bir hayat senaryosunun üretimine kapı açıldı. Gerçekte ise, hayatın hiçbir yanı parçalanmaya izin vermiyor. Hiçbir hücre, parçaların üstüste yığılması, rastgele biraraya gelmesi, uzun zaman içinde seleksiyonla seçilip ayakta kalması şeklindeki bir sanal tarihin uzantısı olmaya müsait değil.

Hücrelerin moleküler yapısına dair bilgilerin ortaya çıkması, yeryüzünde canlılığın tâ başından beri bir ‘belirlenmişlik’ içinde olduğunu gösterir. Meselâ, canlı organizmaların karbon atomu üzerinde inşa edilmesi, karbon atomunun tâ başından beri var olan net özellikleriyle ilişkilidir. Örnek vermek gerekirse, suyun hayatı ağırlamaya müsait oluşu, tâ öteden beri kesin olarak belirlenmiş moleküler özelliklerine bağlıdır. En azından, karbon ve su için konuşursak, bu iki mikro-yapının hayata elverişliliği tıpkı bir bilgisayar komutunun dijital kesinliğine benzer. Bilgisayarda bir komut ya 0’dır ya da 1’dir. Bilgisayarın yapısı ne kadar karmaşık olursa olsun, ne kadar çok bilgi işleniyor olursa olsun, bilgi aktarımında 0 ve 1 arasında bir komut yoktur. şu halde, karbon ve suyun özel yapılarının hayatın gerçekleşmesi için olumlu bir komutu temsil ettiklerini görüyoruz. Karbon ve suyun yapısı hayata ‘evet’ anlamında ‘1’ diyorlar; yani hayatın var olması yönünde başından beri var olan kesin bir iradenin olduğunu gösteriyorlar. Bu iradeden sonrası, hayata doğru giden kasıtlı bir inşadır, iradeye dayalı bir varediştir; rastgele, kendiliğinden, sürpriz biçimde, deneye yanıla süren bir ‘evrilme’ tasvirine denk düşmez.

Ne var ki, evrim teorisinin öne sürdüğü ‘doğal seleksiyon’ anlayışı, ‘1’ ve ‘0’ arasında bir boşluk icad ediyor. Tüm bir hayatın bir belirsizliğin içinden geçen uzunca zamanların ‘hoşgörüsü’ sayesinde, ardarda gelen ‘şanslı’ kazanımların birikmesiyle gerçekleştiğini öne sürüyor.

Darwin’in Kara Kutusu (Aksoy Yayıncılık, 1998) adlı kitabı yazarak aklı başında bilim adamlarının var olduğunu da hatırlatan biyokimyacı Michael J. Behe, son birkaç yıldır aklı evrimde kalmış meslektaşlarına işte bu 0-1 netliğini anlatmaya çalışıyor. Hayatın karmaşasının indirgenemez bir bütün olduğunu hatırlatıyor. Behe, özetle, bir hücrenin ya bütün olarak tâ başından var olması gerektiğini ya da hiç var olamayacağını söylüyor. Bir hücrenin fonksiyonlarının karmaşık ve birbirini sıkı sıkıya tamamlayan görüntüsü, hücrenin yarısının ya da birazcık azının evrim süreci içinde bir zamanda gerçekleşmesine izin vermiyor. Çünkü, bir hücre ancak yüzde yüz tam olduğunda fonksiyon görür, yoksa fonksiyonsuz kalır, fonksiyonsuz olduğu için de,—eğer varsa—doğal seleksiyon sürecinde işe yaramadığı için eleniyor olmalıdır. Behe’nin ‘eksiltilemez fonksiyon’ dediği bu gerçek, evrimcileri hayli şaşırtıyor ve ürkütüyor; çünkü Behe ne klasik evrim karşıtları gibi çok eskilere gidip fosillerden delil getirmeye kalkıyor, ne de Batılı ‘yaratılışçı’ların yaptığı gibi düşüncelerini evrenden kopuk, eşyadan ayrık olarak öne sürüyor. Behe ‘şimdi ve burada’ gördüklerinden hareketle evrimin rastgeleliğine karşı duruyor.

Dr. Behe, Darwin’in evrim teorisinin bir haricî yakıştırmadan ibaret olduğunu, hayatın aslını ve özünü kaçırarak biçimlendiğini anlatırken bilgisayar örneğini veriyor. Bilgisayarın içini hiç bilmeyen biri, bilgisayarın düğmesine basıldığında, prize takıldığında, klavyesinin tuşlarına basıldığında ekranında birtakım işlemler yapıldığını zaman içinde öğrenebilir. Zaten, birçok bilgisayar kullanıcısı için bilgisayar dış kasasından ibarettir. Çoğu insan, kasanın içinde ne olup bittiği, işlemlerin nasıl sürdüğü konusunda kafa yormak zorunda değildir. Aynı şekilde, Darwin de, hayatı hep dışarıdan bir kasadan seyredegeldi. Sadece gördüklerinden yola çıkarak, hayatın oluşumuna kendince bir senaryo çizdi. Kasanın dışından, bazı şeylerin rastgele olabileceği, uzun zaman içinde şans eseri gelişebileceği izlenimine izin veren bir görüntü çıkarsadı. Ancak kasanın içinde olup bitenler kesin hesap ve kasıtlı tasarım işidir. Kasanın dışarıdan görünen fonksiyonu, kasanın içindeki eksiltilemez karmaşıklığa bağlıdır. Kasanın dış görüntüsü ne olursa olsun, kasanın içi her zaman için tamamlanmış durumdadır; çünkü bilgisayarın birazı ya da az eksiği fonksiyon görmez.

ışte hücrenin iç yapısı ve moleküler fonksiyonları ‘kasanın içi’ ya da Behe’nin kitabının başlığında öne çıkardığı ismiyle Darwin’in henüz açmadığı ‘kara kutu’ydu. ‘Kara kutu’ açıldığında, hiçbir şeyin Darwin’in gördüğü gibi olmadığı ve olamayacağı rahatlıkla anlaşılacaktı. Behe, olabildiğince anlaşılır bir dille, ‘eksiltilemez karmaşa’ dediği hücre bütünlüğünü mütevazi bir fare kapanı örneğiyle anlatıyor:

“Fare kapanının işlevi fare yakalamaktır ve fare kapanı birçok ayrı parçadan oluşmaktadır: bir zemin oluşturmak için tahta bir platform, fareyi yakalama görevini gerçekleştirecek metal kapan, fareyi yakalamak üzere metal kısmı platformun üzerine kapatacak uçları uzatılmış yay, hafif bir basınç meydana geldiğinde hemen kapanan hassas yakalayıcı ve tuzak çalıştıktan sonra yakalayıcıyı ve kapanı tekrar hassas eski durumuna getirecek bağlantıları tutan metal çubuk.”

Sistemin ‘eksiltilemez karmaşıklıkta’ olup olmadığını anlamanın yolu, bir sistemin işlevi için bütün parçalarının gerekli olup olmadığı sorusudur. Bu örnekte cevap açıkça ‘evet’tir. Eğer fare kapanı dediğimiz şeyi fare tutma fonksiyonuna göre tanımlıyorsak, bir fare kapanı ya tam aksamıyla birlikte vardır ya da hiç yoktur. Bu da, fare kapanının başından bir bütün olarak belirlenmiş olmasını gerektirir.

şimdi aynısını canlıların alabildiğine karmaşık fonksiyonları için düşünün. Bir hücrenin hataya tahammül edebilir bir yapısı var mıdır? Bir hücre, meselâ hücre zarı olmaksızın işleyebilir mi? Bir hücrenin içindeki fonksiyonlar, meselâ su molekülünün yapısının hatalı ya da eksik duruşuyla tamam olabilir mi? Bu soruların cevabı, açıkça ‘hayır’dır. Tıpkı bilgisayar komutu gibi; keskin ve net; 1 ya da 0; ortası yok.

Evrim teorisinin muhakemesini izlersek, bir sistemin zaman içinde kendi kendine gelişmeye açık olması, rastgele değişimlerden yararlanıyor olabilmesi için, gelişiminin herhangi bir aşamasında bir ‘işe yarıyor’ olması gerekir. Behe’nin ‘minimum fonksiyon’ dediği bu kural, değil son derece karmaşık bir canlı için, basit bir fare kapanı için bile geçerli değildir. Uygunsuz malzemeyle yapılan bir fare kapanı, bu minimum fonksiyon kriterine uymaz, işe yaramaz; yani fare tutamaz. Fare tutamayan bir malzeme yığını da, kimse tarafından ‘fare tutabilir bir fare kapanı’ olmak üzere evriltilmez ya da sözümona doğal seleksiyonun elinde saklanamaz.

Burada çok ince bir noktaya işaret etmemiz gerek. Mesele, parçaların biraraya gelmesi değildir; parçalar biraraya rastgele geliyor olsa bile, biraradalığın bilinçli bir tasarıma konu edilmesi, bir bütünlük iradesinin parçaların yanında hazır olması gerekir. Bunu gösterebilmek için, dünyanın ilk küçük botuna ait motorun tasarlandığını ve pazara sürüldüğünü düşünelim. Motor kusursuzca işlemektedir: Benzini ekonomik olarak yakmakta, bütün gücü yaymakta ve pervaneyi hareket ettirmektedir. Ama pervane saatte sadece bir devir yapmaktadır. Bu etkileyici bir teknolojik beceridir, ancak benzini pervanenin yakınında bir yerde, bir teneke kutu içerisinde yakmak motoru çalıştırmak için yeterli olmayacaktır. Sorun motor ile benzinin yan yana durmasıyla bitmiyor. Motor ve benzinin anlamlı bir tasarım niyetiyle bütünleşmeleri gerekiyor. ışte indirgemeci bilim anlayışının bütünü parçalara ayıra ayıra göremediği ya da gözden kaçırdığı gerçek budur. Bütünleme niyeti, bir amaç etrafında tasarlama iradesi, ancak parçaların fonksiyon bütünlüğünü görmek üzere baktığınızda farkedilebilir.

Bu noktada, motor minimum bir fonksiyon görmektedir. Ancak, minimum da olsa, bir fonksiyonun varlığından motor ile benzin arasında anlamlı bir ilişkinin tasarlanması sayesinde sözediyoruz. Zaman içinde maddenin rastgele etkileşiminden farklı olan, işte bu ilişkilendirmedir. Bu kasıtlı ilişkilendirme maddeyi aşan ve maddeyi bağlayan bir yönelimdir; ya başından vardır ya da hiç yoktur. Motor örneğinde, motoru ‘motor olmak üzere’ tanımlayan bu ilişkilendirmedir. Yoksa, bir motoru meydana getiren birbirinden habersiz ve bağımsız parçalar, üzerlerinden ne kadar süre geçerse geçsin, ne kadar çok şanslı mutasyonlara maruz kalırsa kalsın ‘motor olmak üzere’ yönelemezler. Tam da burada, ‘evrim’ fikrinin devreye girip motorun zaman içinde geliştiği; daha güçlü, daha ekonomik, daha hızlı, daha sessiz motorların bu motorun ardından geldiği söylenebilirdi. Ancak, bir ‘motor’ yapma fikri, başından belirlenmiş olmalıdır, bu belirleniş zamandan bağımsız olarak gerçekleşir. Eğer ‘motor yapma’ iradesi başından var olmasaydı, benzinin yanışı ile motorun mekanizması arasında bir irtibat kurulmaz; benzin yanabilir, ama motor bir işe yaramazdı. Benzinin yanmasını ve motorun hareketini anlamlı ve fonksiyonel kılan işte bu ‘bütünleme’ ve ‘ilişkilendirme’ iradesidir.

şimdi baştaki sorulara dönebiliriz: Bir göz de, en az bir fare kapanı kadar, en az bir uçak kadar, bütün aksamıyla tamam olduğunda işgörür. Yarım ya da eksik bir halden rastgele ve zamanla tamam olan birşey yoktur hayatta. Öyleyse evrimin, doğal seleksiyon ve mutasyon gibi rastgele mutasyonlar ve deneme-yanılmalar üzerine kurduğu senaryoda rol alacak herhangi bir canlı yoktur. Hayat için ‘ya hep ya hiç’ kuralı geçerlidir. Hayat, baştan bellidir; yaşamanın karmaşık fonksiyonları bir defalığına ve net olarak belirlenmiştir. Madde üzerinde hayattan yana kasıtlı bir yönlendirme yapılmıştır. ‘Ya hep ya hiç’ seçeneklerinden birincisi seçilmiş ve hayat ‘hep’ten ve ‘tamam’ olarak var edilmiştir.

Allah’tan hayat ‘hep’ var edilmiş de, şimdi, burada, güzel ve eksiksiz bir hayatın orta yerinde, nefes nefese hayatın nasıl başladığını tartışıyoruz. ‘Hiç’ seçeneği gerçekleşseydi, şimdi hayatta olmayan evrimcilerle, hiç yürümeyen bir hayatı tartışmak hayli sıkıcı olurdu!


senaidemirci@zaferdergisi.com

15

03.09.2006, 15:36

KUYRUKLU GERÇEKLER

Gereksizlik, fazlalık, işe yaramazlık, güdüklük, anlamsızlık, işlevsizlik—yakın zamana kadar kuyruğu anlatmak için kullanılan kelimeler, bunlardı.


Başını evrimcilerin çektiği bir bilim anlayışı, kuyrukları yaratılışta sözümona rastgeleliğin bir uzantısı, birbiri ardınca sürüp giden deneme-yanılma süreçlerinin bir kalıntısı gibi görmek istedi. Tavuskuşunun gözleri hayran bırakan muhteşem kuyruğu, balinanın okyanus sularını süsleyen zerafetli kuyruğu, kuşların binlerce tüy ve telekten kurulu ahenkli kuyrukları hep bu lüzumsuzluk bakışı içinde sıkıştı kaldı; ve kuyruğa dair bu işe yaramazlık söylentisi zaman içinde uzadı durdu. ınsanın kuyruğunun da sözümona ‘zaman içinde kaybolması’ndan dem vuran bu bakışla, kuyruğu gereksiz bir uzantı, gelişmemişlik göstergesi bir fazlalık olarak görmek hiç de zor olmadı!


Uzadıkça uzayan bu kuyruk hikâyesi, sonunda, kertenkelenin kendini avlamak isteyen hayvanlara kuyruğuyla yaptığı hilenin benzerini kuyruklu yalan peşinde olanların başına getirdi.


Kertenkeleyi görenler bilir; oldukça süslü ve dikkat çekici bir kuyruğu vardır. Kendisini avlamaya kalkan hayvanların ilk dikkatini çeken de bu kuyruktur. Avcısının önü sıra kaçmaya çalışan kertenkele, avcı ona yaklaştığında, bu cazibeli kuyruğunu hayvanın önüne bırakıverir. Avcı bu kuyrukla oyalanırken kertenkele kaçıp sır olmuştur bile. Kertenkelenin omurgasının özel bir yerinden kopan kuyruğu çok geçmeden aynı ihtişamıyla tekrar büyür ve uzar.


Kuyruklu yalanların peşine düşenler de işte böyle bir şaşkınlığı yaşıyorlar bugünlerde. Yaratılışa kuyrukları bahane ederek atfettikleri rastgelelik, gereksizlik, kendi kendinelik yakıştırmasıyla oyalanırken, gerçeğin kuyruğunu bırakıp kaçan kertenkele gibi sır olup uzaklaştığını, ellerinde kalan kuyruğun da öyle yenilir yutulur birşey olmadığını yeni farkettiler.Kuyruklar hayvan bedenlerinin bir uzantısı olarak algılandıkları sürece, ‘uzantı’ algılamasının çağrıştırdığı ‘gereksizlik,’ ‘fazlalık,’ ‘güdüklük,’ ‘işlevsizlik’ gibi aşağılamalara konu olagelmişlerdi. Oysa, bir kuyruğun arkası sıra uzandığı hayvanın hayatının merkezinde yer alan hayatî fonksiyonlarını gördüğümüzde, rastgele bir uzantıyla değil, son derece anlamlı ve tamamlayıcı bir tasarım detayıyla karşılaşırız.


En çok aşina olduğumuz kuyruklardan, köpek kuyruklarından başlayalım. Köpeklerde kuyruklar incelikli bir iletişim aracı gibi işlev görüyor. Köpek kuyrukları çok özel ve kolay okunur bir dil gibi. Köpekler, kendi aralarında ve insanlarla olan iletişimlerinde tepkilerini, duygulanımlarını kuyruk hareketleriyle anlatıyorlar. Dilimize yerleşmiş birçok ‘kuyruk’lu söz, köpek kuyruklarından geliyor: kuyruğunu kıstırmak, kuyruğu dikmek, kuyruk sallamak gibi… Köpekler, bir yaramazlık yaptıklarında kendilerini uyaran sahiplerine sadakatlarini göstermek için kuyruklarını aşağı doğru kaydırarak bacaklarının arasına sokarlar, yani kuyruklarını kıstırırlar. Bir tehlike anında ise kuyruklarını dikerler. Saldırı anında kuyruklarını daha da dikerler. Tehlike geçince kuyruklarını indirir, güvende olduklarını ve sadık kalacaklarını bildirirler. Bir köpeğin mutlu ve neşeli olup olmadığını anlamak istiyorsanız, gözlerinden ve yüzünden çok, kuyruğuna bakın: Kuyruğunu yavaş yavaş sağa sola sallıyorsa, değmeyin keyfine!


Genel olarak, kuyruğun biçiminde, renginde, uzunluğunda, konumunda, bir özel fonksiyonun ipuçlarını görebilirsiniz. Meselâ kertenkele kuyruğunun renkli ve parlak oluşu, kertenkele için bir hayat-memat meselesidir. Kertenkele kuyruğunun amacı, dikkat çekmektir. Çok renkli ve parlak kuyruk, kertenkele avcısı hayvanın dikkatini çeken ilk ve muhtemelen tek şeydir. Avcı hayvan, her keresinde, kertenkelenin hayatî organlarına değil de, cazibesine kapıldığı bu kuyruğa saldırır. Ne var ki, avcı kuyruğu kaptığı anda kuyruk da kertenkeleden ayrılır. Omurun içinden planlı olarak kopan kuyruk çok geçmeden yenilenir. Bu açıdan bakınca, kertenkele kuyruğu gibi ‘korunma’ amaçlı kuyrukların bir ‘uzantı’ ya da ‘fazlalık’ değil, hayatın ‘temel’ organı olduğu görülebilir.


Öyle ki, kuyruğun fonksiyonu olmadığı yerde kuyruğun kısa kaldığını, hatta olmadığını görüyoruz. Kuyruk, varsa, işe yarar. ışe yaramayacaksa, yoktur! Örnek mi istiyorsunuz? Sulak bölgelerde yaşayan kurbağalar… Zıplayarak hareket eden kurbağalar için bir kuyruk gerekmiyor. Ancak bu kurbağalarla aynı bölgeyi paylaşan su semenderleri kuyrukludurlar; çünkü tırmanarak hareket ediyorlar.


Kuyruğun hareket etmeye yönelik en belirgin fonksiyonunu karadan başınızı kaldırıp göğe baktığınızda ya da başınızı suya daldırdığınızda görebilirsiniz. Modern uçakların kuyrukları, gövdelerine göre küçük görünmesine karşılık, gövdesinden daha az fonksiyona sahip değildir. Öyleyse ‘klasik uçaklar’ olan kuşların, sineklerin, kelebeklerin, arıların vs. kuyrukları hiç mi hiç ‘fazlalık’ görünmemeli. Suda zerafetli ve kıvrak yüzüşlerini gördüğümüz bütün balık türleri, deniz hayvanları ve balinalar için de öyle… Kuyruk, bedenlerinin en gerisinde olsa bile, tüm deniz hayvanları için en önde gelen hareket ve yönlenme organı.


Kuşların tüm kanat hareketlerinde kuyruk çok özel bir koordinasyon görevi görüyor. Kuşlar süzülürken kapanan kuyruk telekleri, kuşlar bir yere konmak istediğinde yüzlerce teleği ve binlerce tüyü ile havada eşsiz ve görkemli bir âhenge dönüşüyor. Kuyruğun değil tamamının, tek bir tüyünün bile anlamsız bir fazlalık olduğunu söylemek tüyler sayısınca ‘kuyruklu yalan’ sayılır. Kuşların uçuş sırasındaki hızlı ve kıvrak manevralarında kuyrukları kanatlarıyla birlikte hava zerreleriyle adeta bütünleşir; tüylerin arasından geçen hava akımı bir tür uçuş dansına dahil olur.


Kuşlar içinde ağaçkakanlar kuyruğunu kullanma konusunda biraz farklı bir köşede dururlar. Ağaçkakan kısa ama çok sağlam tüylerle kaplı kuyruğunu ağaçların gövdelerine tutunmak için kullanır.


Gelelim balıklara: Aslında hava ile benzer mekanik özelliği paylayan su içinde yaşayan canlılarda, kuyruklar ile yüzgeçler koordineli biçimde çalışır. Balinanın tüm vücudu sulardayken ardısıra bıraktığı kuyruk görüntüsü, derin suların altında sonsuz derinlikte hesapların yapıldığını, okyanusların karanlık sularında bile herşeyin hesaplı ve kasıtlı olduğunu haykıran bir heykel gibi durur zihinlerimizde. Balıkların kuyrukları, kuşlarınkinden farklı olarak, pullu, tüysüz ve olabildiğince esnektir. Balıkların su içindeki ani yön değiştirmelerinde, incecik kuyruklar hidrodinamiğe göre tasarlanmış bedenlerini bütünleyen ince bir tasarım detayı gibidir. Hiçbir deniz hayvanının içinde yüzdüğü suda—istisnalar hariç—bir kıvrım ya da kırışma göremiyorsanız, bu, kuyruk, gövde ve yüzgeçlerin eşsiz âhenginin ifadesidir. Çoğu âhenkler gibi bu da sessiz, gürültüsüz ve girdapsızdır.


Kuyruk deyince, şu ünlü ‘kuyruk acısı’nı hatırlamamak mümkün mü? Yılan gibi sürüngenlerde kuyruk gövdenin bir uzantısı gibi değil kendisi gibi durur. Bu yüzden yılanın, kertenkelenin aksine, kuyruğundan hemen vazgeçmeyeceği, vazgeçmeyeceği için de ‘kuyruk acısı" çekeceğini tahmin edebilirsiniz. Hele de çıngıraklı yılandan bahsediyor olsaydık, ‘kuyruk acısı’ daha bir katmerleşirdi. Çünkü bu çıngıraklı yılan adını aldığı ‘çıngırak sesi’ni ağzından değil kuyruğundan çıkarıyor. Kendisini tehlikede hisseden çıngıraklı yılan kuyruğunun kuru pullarını birbirine sürterek çıngırak sesine benzettiğimiz bir ses çıkarır. Böylece kendisini ezmesi muhtemel büyük memelileri uyarır.


Memelilerdeki kuyruklara gelince; bu defa tek bir fonksiyondan bahsedemiyoruz. Köpek örneğinde anlattığımız gibi, kuyruklar ihtiyaca göre fonksiyonlar üstleniyor. Alın kangurunun kuyruğunu.. Kangurunun son derece kalın ve kaslı kuyruğu, kangurunun şu ünlü zıplayışlarının da sebebidir. Güçlü kuyruğunu bir yay gibi kullanan kanguru, kuyruk kaslarına depoladığı enerjiyi her sıçrayışta boşaltır ve yeniden doldurur. Kanguru için kuyruk sadece zıplarken değil, dururken de gereklidir. Dinlenirken kuyruklarını bir baston gibi kullanıp yaslandıklarını görebilirsiniz.


Tilkinin bol tüylü kuyruğu da bir tür denge organıdır. Kendi cüssesindeki hayvanlara göre hayli kalın ve bolca tüylü kuyruğa sahip olan tilki özel bir estetik görünüm kazandığı gibi, avını hızla kovalarken bol tüylü kuyruğunu dengesini yitirmeden yön değiştirmek için kullanır.


Maymunlara gelince; evrimcilerin hayli ilgisini çeken bu hayvanlar da pekâlâ kuyrukludur. Ama hiç de işe yaramaz değildir kuyrukları. Oldukça güçlü ve kıvrak olan maymun kuyruğu çok zarif biçimde kıvrılabilir, hatta düğüm bile olabilir özelliktedir. Maymunlar yaklaşık 70 cm kadar uzayan kuyruklarını bir kol gibi kullanıp ağaçlara tutunmakta, meyveleri taşımakta kullanıyorlar.


Bazı kemirgenlerde kuyruk çok duyarlı kıllarla kaplıdır. Titreşime duyarlı bu kıllar sayesinde, avcılarının kendilerine yaklaşırken toprakta çıkardıkları titreşimleri hissedebiliyorlar.


Lemürler birbirine zıt renkli tüylerden oluşan kuyruklarını kendi aralarında bir tür işaret olarak kullanıyorlar, biraraya toplanmaları gerektiğinde uzaktan farkedilen bu renklerle bir tür işaret diliyle iletişebiliyorlar.


Son olarak tavus kuşunun renkli ve ihtişamlı kuyruğuna bir bakalım. Tavuskuşlarına bahşedilen bu eşsiz güzellik, sandığımızın aksine, dişilere değil, erkek tavuskuşlarına özgüdür. Dişi tavuskuşları genellikle en güzel kuyruğa sahip olan erkeği beğendiği için, erkekler kendilerine verilen bu zerafeti çiftleşmek istedikleri zamanlarda sergilerler.


Görüldüğü gibi tavuskuşunun kuyruğu da fazladan bir süs değil, üremenin nezaketi ve zerafeti için ortaya konmuş vazgeçilmez bir fonksiyon ve estetik örneğidir.


Tüm bu kuyruklu gerçeklerden sonra, insanın kuyruk sokumuna da kısa bir göz atalım. Önce şu ‘kuyruk sokumu’ tabirinde gizli eksiklik vurgusunu tashih edelim. ‘Kuyruk sokumu’ deyimi insanlarda bir tür kuyruğun sokulabileceği ya da yakıştırılabileceği bir anatomik nokta olduğunu ima eder. Bunun da altında, "ınsanlar bir zamanlar kuyrukluydu ve kuyruklarını zaman içinde düşürdüler" gibi bir hükmün saklı olduğu hiç şüphe götürmez. Buna göre, insanın kuyruk sokumu bir tür işe yaramaz güdük ya da bir tür deneme-yanılma kalıntısı olabilirdi.


Oysa anatomik ve fizyolojik çalışmaların hiçbiri kuyruk sokumu kemiğinin kendine kuyruk arayan fonksiyonsuz bir güdük olmadığını gösteriyor. Tam tersine, kuyruk sokumu kemiği, kendi başına mükemmel bir organ; ve eksiksiz bir işlevi yerine getiriyor. Evvela, kuyruk sokumu, omurganın en ucunda bulunarak insanın yürüyüşünü dengeliyor. ınsan yürüyüşünün pürüzsüz ve sorunsuz olması için kuyruk sokumu kemiğine bağlı kaslar ve bacaklara bağlı kaslar arasında detayları hâlâ daha çözülememiş eşsiz bir âhenk var. Kuyruk sokumu kemiğine bağlı kaslar ve bağ dokuları insanın oturma, eğilme ve doğrulma gibi hareketlerine zerafet ve süreklilik kazandırıyor. ınsan vücudunun aldığı tüm pozisyonlarda omurga hareketlerine destek veriyor.


Kuyruk sokumu kemiği insanlarda, omurganın parçalı yapısının aksine yekparedir, birbirine kaynamış kemiklerden oluşur. Kuyruk sokumu kemiğinin bu özelliği hepimizin ana rahmindeki misafirliğinin konforu içindir. Çünkü kadınların hem iki ayak üstünde olup hem de bedenlerinin ön kısmına eklenen bu ağırlığı taşıması için sağlam bir dayanağa ihtiyacı vardır. Kuyruk sokumu kemiğine bağlı güçlü kaslar hem bu sağlam dayanağa temellik etmekte, hem de mesane ve üreme organlarının muhafaza edildiği özel bir pelvis boşluğunun çevresini tamamlamaktadır.


Ne insan bedeninde, ne de başka bir canlının bedeninde bir rastgelelik uzantısı ya da eksiklik kalıntısı yoktur. Eksiklik gördüğümüz yerde, ya bakışımız sorunludur ya da henüz bilmediğimiz bir sır vardır. Kendilerine yalancı kuyruk arayanların kuyruklu gerçekleri bulması beklenemezdi elbet. Ama kuyruğun bile lüzumsuz bir uzantı olmadığını bilecek bir hikmetli bakış giyinmişsek, artık gerçeğin kuyruğundayız demektir. Bir gün gerçeğin sırası gelecektir nasılsa…




senaidemirci@hotmail.com

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir