Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

05.09.2011, 19:02

Kadere İman, Kaderin İşleyişi, Allahın Sabrı, Anlayışı

Kadere iman bilindiği üzere imanın altı rüknünden birisidir. Kader içerisinde en önemli konu ise hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiği hususudur. İnsanlar hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiğini unutup sebeplere bakarlar. Şer karşısında öfkelenip deliye dönerler, dinden imandan çıkıp katil bile olurlar; hayırda da Allah’a (c.c.) şükretmeyi unutup vesilelere takılıp kalırlar.

Allah (c.c.) kullarına karşı her zaman lütufkardır. Onları kaldıramayacakları yüklerle imtihan etmez. “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, ayet 40).” Allah’ın (c.c.) ed-Dârr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel ismi insanın zararına değil hayrınadır. Şöyle ki: Dünyada başımıza gelen kötü şeyler bir hikmete dayanır. Dünya hayatı geçicidir, asıl olan ahiret yurdudur. Bu dünyada kötü olarak görülen şeylerin altında insanların ahiret hayatlarında kurtuluşa, ebedi mutluluğa vesile olan pek çok hayırlar bulunabilir. Bu açıdan asıl şer, zarar bu başa gelen kötü şeylerden gereği şekilde yararlanmamaktır.

Bu durumda başımıza gelen kötü şeyler, her ne kadar Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile meydana geliyorsa da bu durumun sünnetullaha, ilahi bir kurala dayanan bir nedeni bulunmaktadır. Allah (c.c.) bela ve musibetleri yaptığımız kötü şeylere karşı vermektedir: “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi, ayet 30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, ayet 79).”

Başına böyle bir bela ve musibet gelen, bununla ruhu daralıp sıkılan bir müminin hemen geçmişini değerlendirip günahları için gözyaşı döküp tövbe ile Allah’ın (c.c.) rahmetine sığınması gerekir. Bu tür bir davranış yerine isyan etmek, birilerini suçlayıp öfkelenmek insana bir şey kazandırmaz. Belki pek çok şeyi alıp götürebilir. Yalnız Allah’ın (c.c.) el-Adl güzel ismi gereği bir zulme uğramışsak hakkımızı savunmamız, adaleti gerçekleştirme yolunda mücadele etmemiz de gerekir. Tabii işin bu cephesi yanında iç muhasebe ile kendimizde bazı kusur ve hataları aramak, bunlardan pişmanlık duyup Allah’ın (c.c.) merhametine sığınmak da icap eder.

Başa gelen, özellikle başkalarının başına gelen bela ve musibetleri yalnız yukarıda sözünü ettiğimiz sünettullahla, yani ilahi kuralla açıklamak Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerine ileri geri konuşmak anlamına geleceğinden çok tehlikelidir. İnsanı maazallah dinden çıkarır. Çünkü Allah’ın (c.c.) olayları yaratmadaki ilahi hikmetini kimse tam anlamıyla kavrayamayacağı gibi böyle bir konuda söz ve hüküm sahibi de değildir. Hele başkaları için böyle birtakım yargılarda bulunmak, örneğin bir hasta yada kaza nedeniyle geçmiş olsun ziyaretinde ilgili hastalığın yada kazanın gerçek nedenini yapılan günah yada günahlar yüzünden olduğunu söylemek, bu konuda açıklamalarda bulunmak büyük bir edepsizliktir. Allah’ın (c.c.) öfkesine yol açabilecek bir kendini bilmezliktir.

Bela ve musibetleri yukarıda sözünü ettiğimiz sünnetullah, yani ilahi kanun yanında Allah (c.c.) başka nedenlerle de yaratabilir. Bunu kimsenin tam olarak bilmesine olanak yoktur. Örneğin Allah (c.c.) kulun katındaki derecesini yükseltmek için bela ve musibete uğramasına izin verebilir. Nitekim Mekke döneminde ilk Müslümanlar böyle bir sınavdan geçmiş, büyük bela ve musibetlere uğramışlardı. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ey müminler, (itaat edeni asi olandan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan ve mahsullerden eksiltmek ile imtihan edeceğiz. Ey resûlüm, sabredenleri müjdele! (Bakara suresi, ayet 155)”

Bir Müslüman’ın kendi başına gelen bela ve musibetleri günahları ile, başkalarının başına gelen bela ve musibetleri Allah (c.c.) katındaki derecelerin yükselmesi ile açıklamaya çalışması edep ve nezaket gereğidir. Bu yolla hem kendisinin sabırlı olmasında hem de başkalarına sabrı tavsiye etmede önemli bir manevi güç bulabilecektir.

Sabır, şükür gibi Allah’ın (c.c.) sevdiği duygulardan birisidir. Allah (c.c.) ed-Dârr güzel ismiyle kulda sabır meyvesinin oluşmasını arzular. En-Nâfi’ güzel ismiyle de kulda şükür ister. Bunların ahiretteki karşılığı çok büyüktür. İnsan sabır ve şükür ile Allah (c.c.) katındaki derecesini yükseltir: “Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir (Zümer suresi, ayet 10).”

Genellikle hoşumuza giden şeyleri hayır, gitmeyenleri şer olarak adlandırırız. Halbuki bu değer ölçüsü son derece görecelidir. Sadece insanın bu dünyadaki yaşamına göredir. Ebedi ahiret yurdu göz önünde bulundurularak yapılmış değildir. Çünkü bu dünya ödül ve ceza yurdu olmadığı için başa gelen hayır ve şerrin hikmetini de bilmek olanaksızdır. Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır. Yine olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerlidir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz (Bakara suresi, ayet 216).” Savaş görünüşte şerlerin, kötülüklerin simgesi gibidir. Çünkü onda her türlü bela ve musibet vardır: Açlık, yoksulluk, can ve evlat kaybı, ölüm korkusu, mal ve namus kaygısı… Her şey başa gelebilir. Allah (c.c.) işte böyle şerrin ve kötülüğün simgesi olan savaşta bile hayırların gizli olduğunu belirtmektedir. Bizim hayır sandığımız şeyler ise ahiretimiz için, Allah (c.c.) bizleri onlardan korusun, kim bilir nice bela ve musibetleri içeriyor olabilir. Gerçekten insanın Allah’ı (c.c.) el-Vekîl olarak kabul edip (Hasbünallahu ve ni’mel-Vekîl [Allah bize yeter, O ne güzel vekildir] deyip,) O’na sığınmaktan başka bir çaresi yoktur. Çünkü ahiretimiz için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ancak Allah (c.c.) bilebilir.

Ed-Dârr (Şer, zarar hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) ve en-Nâfi’ (hayır, iyilik hikmeti gereği Allah’tan [c.c.] gelir) güzel isimleri ile kula düşen görev, hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiği bilincine sahip olmaktır. Başına gelen hayrı Allah’ın (c.c.) bir lütfu ve ihsanı olarak görüp şükretmek, şerri ise günahlarının bir meyvesi olarak düşünüp tövbe etmektir.

Allah (c.c.) kullarının günahlarına karşı çok sabırlıdır. Hemen cezalandırmaz. Onların yola gelmeleri için süre tanır. Bu zaman zarfında onları anlayacağı dillerle uyarır.

Yüce Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de kullarını hemen cezalandırmamasının nedenini şöyle açıklamaktadır: “Eğer Allah insanları işledikleri günahlar yüzünden cezalandıracak olsaydı dünyada tek bir insan bile bırakmazdı. Ama Allah onların cezasını belirlenmiş bir vadeye kadar erteler. O vadeleri geldiği vakit hükmünü yerine getirip onları cezalandırır. Çünkü Allah kullarını tamamen görmektedir (Fâtır suresi, ayet 45).”

Es-Sabûr (cezaları erteleyen, çok sabırlı) güzel ismi, el-Halîm (kulun yaptığı kötü şeylere yumuşak davranan, anlayışlı olan) güzel ismine anlam olarak çok benzer. Ama aralarında bir anlam ayırtısı da bulunmaktadır. El-Halîm güzel isminde kulların günahlarını hemen cezalandırmamanın yanında bunlardan vazgeçme, bağışlama gibi bir anlam inceliği söz konusudur. Çünkü el-Halîm güzel ismi Kuran-ı Kerim’de genellikle (altı ayrı ayette) el-Gafûr güzel ismi ile birlikte kullanılmaktadır. Oysa es-Sabûr güzel isminde sadece kullarının günahlarını hemen cezalandırmama, sonraya bırakma anlamı bulunmaktadır. Bir insan çaresizlikten, zayıflıktan, yoksulluktan dolayı insanlara yumuşak huylu görünebilir. Ama aynı insan diş geçireceği birisini buldu mu arslan kesilebilir. İşinde üstlerinin karşısında elleri böğründe nice kişi evlerinde çoluk çocuğuna zulmedebilir. Asıl ağır başlılık ve anlayışlı olma, elinde bir güç ve olanak olduğu halde ve her türlü iktidar imkanına kavuştuktan sonra da çevredeki tüm insanlara yumuşaklık göstermektir.

Allah (c.c.) sonsuz ve sınırsız bir güç ve kudrete sahipken ve bundan dolayı kimseye hesap vermeyecek bir makamda iken tüm kullarına yumuşak davranır. Allah (c.c.) kafirleri el-Kahhâr güzel ismi ile ebedi cehennemle cezalandıracaktır. Böyle iken dünya yaşamında onlara yumuşak davranmakta, mühlet vermekte, onların rızklarını bile kesmemektedir.

Allah’ın (c.c.) el-Kahhâr (öfkesi ve cezası şiddetli olan; her varlığa hakim olan ve üstün gelen) güzel ismi ile birlikte el-Halîm olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bu bize kızgın, öfkeli anlarda durup düşünmemiz gereken bir uyarı anlamı taşımaktadır. Çünkü bir Müslüman’a Allah’ın (c.c.) ahlakı ile ahlaklanmak yakışır.

El-Halîm güzel ismi Kuran-ı Kerim’de genellikle el-Gafûr (günahları bağışlayan) güzel ismi ile birlikte geçmektedir. Bu da el-Halîm güzel isminde ifadesini bulan yumuşak başlılığın ve anlayışın günahların üzerini örtme, günahları affetme ile tamamlandığını göstermektedir. Demek ki Allah (c.c.) hem yumuşak başlılığı hem de affetmeyi bir arada daha çok sevmektedir. Kendisini bu isimlerle andığına göre bizim de böyle bir ahlak anlayışına sahip olmamızı istemektedir.

Peygamberimiz (s.a.s) Allah’ın (c.c.) sabrı hususunda şöyle buyurmuşlardır: “İşittiği ezaya Allah’tan daha sabırlı hiçbir kimse yoktur. Çünkü O’na çocuk isnat ederler. Sonra O, yine bu kimselere afiyet ve rızık veriyor.”

Allah (c.c.) evrene, yeryüzüne sabrı ile tecelli etmiştir. Şöyle ki: Kutsal kitabında yerleri ve gökleri altı günde yarattığını bildirmiştir. Gece gündüz, mevsimler birbirlerini yavaş yavaş karşılarlar. Bitkiler, hayvanlar, insanlar gözle takip edilemeyen bir yavaşlıkla büyürler, gelişirler. Halbuki Allah (c.c.) dileseydi tüm bu işler bir anda da olabilirdi. Ama O’nun ezeli hikmeti bu gibi şeylerde sabrın tecellisini öngörmüştür.

Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Sabır, imanın yarısıdır.” Bu açıdan sabır, Allah’ın (c.c.) güzel bir ahlakıdır. Bir mümine de bu ahlakla olmak yaraşır. Ama insanda nefsani bir zayıflık olarak acelecilik, isyan, nankörlük, tahammülsüzlük, zevk ve eğlenceye düşkünlük, sıkıntılara katlanamama gibi sabra ters düşen özellikler bulunmaktadır. Bu açıdan sabır ahlakını edinmek için insanın kendisi ile mücadele etmesi, kendisini aşması gerekmektedir. Bu da haliyle her insanın yapabileceği, üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Bunun için müminler genellikle Allah’ın (c.c.) kendilerini sabırla imtihan etmemesi için duada bulunulurlar.

Allah (c.c.) bir kutsi hadiste şöyle buyurmuştur: “Kullarımdan bir kuluma bedeni, malı veya evladı yüzünden bir musibet verirsem o da bunu sabr-ı cemil (kimseye şikayette bulunmama, kaderine razı olma hali) ile karşılarsa kıyamet günü kendisi için terazi kurmaktan veya amel defterini açmaktan haya ederim.”

Sabır üçe ayrılır: a. Günahlara sabır: Nefis günahlara düşkün bir yapıya sahiptir. Onların çoğundan zevk alır. Günahlardan el çekmek Allah (c.c.) korkusu ve sabırla olur. b. İbadetlere sabır: İbadetlerin nefse ağır gelen bir yapısı vardır. Ama onlara devam etmekle bu zorluk aşılır. Zira nefis alıştığı şeyi yapamadan da edemez. c. Bela ve musibetlere sabır: İşte gerçek sabır böyle anlarda gösterilir. Hastalıklar, sıkıntılar, âfetler, kazalar, belalar … insanların ağır bir biçimde imtihan edildiği zamanlardır. Bu sıralarda sabır gösterilirse Allah’ın (c.c.) kullarına karşı şefkati de hissedilir. Böyle bir anda iken vesilelere takılmadan Allah’ın (c.c.) iradesinin tecelli ettiğini gören, kadere teslim olup rıza gösteren, haline şükreden birisi büyük bir ecir kazanır. Bu belki de ahireti için bir kurtuluş olur.

Bir işe başlarken nasıl besmele, yemekten sonra elhamdülillah çekiliyorsa bela ve musibet anında da “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn (Biz muhakkak Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz)” dememiz gerekir. Bu zikir bir ayet-i kerimede anıldığı için (Bakara suresi, ayet 156) böyle bir durumda iken onu söylemek üzerimize farz veya en azından vacip olmaktadır.

Bir hadis-i şerifin işaretiyle de anlaşıldığı üzere sabır bela ve musibetin karşılandığı ilk anda gösterilir. Daha sonra bela ve musibete insan ister istemez katlanır. Ama ilk an imtihan için uygundur. Tepkimiz Allah’ın (c.c.) rızasına uygun biçimde olursa ilgili cümle ağzımızdan çıktığında başa gelen bela ve musibet bir ibadet hükmüne dönüşür. Bu anda mümine verilen ödül çok büyüktür: “Ancak sabredenlere ödülleri hesapsız olarak verilecektir (Zümer suresi, ayet 10).”

Tabii insan unutkandır. Bela ve musibet anlarında Allah’ı (c.c.) unutabileceği gibi ilgili cümleyi de söylemek hatırına gelmeyebilir. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde geçmişteki bir bela ve musibeti akla getirerek “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn (Biz muhakkak Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz)” zikrini sonradan tekrar eden kimseye de bela ve musibetin ilk anında söylenmesine eşdeğerde sevap verileceğini belirtmektedir.
Allahın ahlakı ile ahlaklanması gereken bir Müslümanın da insanlara karşı sabırlı ve anlayışlı olması gerekir. Başa gelen iyilik ve kötülüklerin imtihan gereği Allahın izni ve yaratması ile meydana geldiğini düşünmeli ve bilmelidir. Bunun doğal sonucu olarak da hatayı kendisinde arayıp sabrı ve anlayışı elden bırakmamalıdır.
Muhsin İyi

Kullanılmış Etiketler

Allahın, Anlayışı, iman, İşleyişi, Kadere, Kaderin, Sabrı

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir