Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

19.07.2007, 21:37

Temmuz 2007 - Kapak: Geldi Düğün, Dernek Mevsimi


Geldi Düğün Mevsimi

Düğün mevsimindeyiz.

Düğünün mevsimi mi olur diyeceksiniz, ama şu bir gerçek ki yaz aylarında yapılan düğünlerin sayısı diğer aylarla mukayese bile edilemeyecek kadar fazla! Zaten okulların tatil olması küçük beyefendilerin sünnet sezonunun açılması anlamına geliyor. Hasat mevsimi ile çiftçinin eline para geçmesi dolayısıyla köylerde, uzakta bulunan akrabaların da düğüne iştirak etmesi için şehirlerde düğün alayları eksik olmuyor!

O yüzden bu ayki dosyamız düğünler üzerine… Dosyamızda neler mi var?
Davet organizasyonları ile ilgilenen Refika Ertekin, gözlemlerini paylaşıyor bizlerle.
Yeni Asya Gazetesinin değerli Fıkıh Günlüğü yazarı Süleyman Kösmene ise düğünler üzerine Kur’an ve sünnet ölçüsüyle bir değerlendirme sunuyor.
Hz. Fatma’nın düğün çeyizinin, evlilik hazırlıklarında bulunan çiftlere bir ibret levhası oluşturacağını düşünüyoruz.
Bir damat adayının düğün hazırlıkları üzerine yazdığı çalışmayı sanırız kız annelerinin mutlaka okuması gerek!
Değerli sanatçı Taner Yüncüoğlu ile Süleyman Beydilli’nin yaptığı sohbeti zevkle okuyacaksınız.
Tarihçi Zeynep Çakır’ın milliyetçilik üzerine hazırladığı çalışmayı okurken insanlık tarihinin derin dehlizlerinde seyahat edeceksiniz.
Psikolog Banu Yaşar “Duygu Keşifleri” sayfasında bizi iç dünyamızda yolculuğa çıkaracak.
Mümine Güneş, bu güzel yaz günlerinde soğuk limonatanızı keyifle yudumlarken zevkle okuyacağınız çalışma ile karşınızda…
Sevgili anne babalarımızın dikkatine sunulur! Ergen Psikolojisi sayfalarımızda Psikolog Belkıs Ertürk bu ay gençlerimizde arkadaşlık bağlarını inceliyor.
Not Defteri, Ummandan Katreler, Çalışan Anne, Sağlık ve Hayat, Düşünceler, Tefekkür, Asr-ı Saadetten sayfalarımızda da orijinal hadiseler ve yorumlarını bulacaksınız.
Bebeğinizin diş sağlığından, dekorasyona, pratik bilgilerden, bilim teknik sayfalarımıza, Çiçek bakımından, şifalı sebzelere uzanan sayfalarımız bilgi dağarcığınıza yenilikler katacak!

Bugününüz dünden daha güzel, yarınınız da gönlünüzce olsun…




Temmuz 2007 sayısı hakkında düşünceleriniz burada paylaşabilirsiniz...

2

20.07.2007, 18:41

Zaman tünelinde tesettüre dair levhalar


Tesettür hürriyettir!
Müstehcenlik probleminin kökleri insanlık tarihi kadar derinlere uzanıyor. Tarihî kaynaklar, asırlar boyu tesettürün kadının hür mü, yoksa köle mi olduğuna dair bir “işaret, sembol” anlamını taşıdığını belirtiyorlar. Tarihte, hür kadınlar vücut hatlarını gizleyen örtüleriyle, kendilerini teşhir eden köle kadınlardan ayrılıyorlardı…

Müstehcen giysilerin köle olsun, hür olsun kadınlar arasında revaç bulduğu toplumlarsa hiçbir zaman uzun ömürlü olmadılar. Sözgelimi, tarihin büyük imparatorluklarından Roma’yı yıkan aslî sebeplerden biri de sefahat âlemleri ve kadınlardı. Ünlü filozof Seneca, Romalı kadınların içler acısı halini tarihe şu notla düşmüştü: “Erkekler için kadınların artık çekici kalan hiçbir yanları kalmadı. Nasıl kalsın ki, kadınların artık her şeyleri meydanda…”

21. asrı geçmiş yüzyıllardan ayıran en önemli özelliklerden bir tanesiyse kadının meta olarak kullanılmasının yaygınlaşması. Müzik, sinema, klip, defile, reklâm, magazin dünyasının vazgeçilmez öğesi durumunda kadın.

Hayâ duygusunun giderek aşındığı bu tablo içinde, aile yapısı zedeleniyor, kadına yönelik suçlarda hızlı bir artış görülüyor. Cinsel suçlardaki artış, “Tesettür esarettir!” diyerek Kur’ân’ın tesettür emrine muhalefet eden sefih medenîlerin hayâsız yüzlerine vurulan şiddetli bir tokat değil mi sizce de?

Osmanlı aydınları tesettürü tartışıyor.
Bugün kamuoyunu en çok meşgul eden, devletin en hassas olduğu konuların başında tesettür meselesi gelir. Yüzyılın başında da tablo aynıydı. Yani değişen bir şey yok…

Yakın tarih uzmanları, Cumhuriyet ideolojisi üzerinde etkili olan bazı Osmanlı aydınlarının kıyafeti bir "çağdaşlık projesi" olarak gördüğünü anlatır. Bir türlü tamamlanamayan bu projenin(!) mimarları arasında Abdullah Cevdet, Beşir Fuat, Baha Tevfik gibi isimler vardır. Bu aydınlar fikirlerini ıçtihad, Meşveret gibi dergilerle halka ulaştırırlar.

Mehmet Akif Ersoy, ısmail Hakkı ızmirli gibi Osmanlı aydınları ise tesettürün çağdaşlaşmaya engel olamayacağını makalelerinde ifade ederler. Sırat-ı Müstakim-Sebilürressad, Beynül-hak, ıslâm mecmuası, Volkan gibi dergilerdeki çalışmalarıyla halka ulaşırlar. Sözgelimi; 1914 yılında, ısmail Hakkı ızmirli, Sebilürreşad dergisindeki makalesinde şunları söyler: "Bugün bizi en ziyade meşgul eden bir mesele-i ilmiye var ise, o da tesettür meselesidir."

Osmanlının pozitivist aydınlarından Abdullah Cevdet ise kendi çıkardığı ıçtihat dergisinde başörtüsü aleyhinde yazılar neşreder. Bir makalesinde, Fransız edebiyatçı dostunun tavsiyesiyle “Avrupa’dan damızlık erkek” getirmeye kadar vardırdığı Müslüman kadını çağdaşlaştırma formülünü şöyle izah eder:

“Fermez le Coran, ouvrir les femmes.”
Yani: “Kur’ân’ı kapa, kadınları aç.”

Abdullah Cevdet’in dostlarından ve dönemin aydınlarından Baha Tevfik de bir tesettür aleyhtarıdır. Bir makalesinde “Maddî sebepler ve tesettür insanları birbirinden ayırıyor” der. Evlilik kurumuna şiddetle karşı çıkar.

Tesettüre dair bir risale
Bediüzzaman Hazretleri, Darülhikmeti’l-ıslâmiyede bulunduğu yıllarda (1918–1922), Avrupa’dan tesettür ayeti aleyhine gelen itirazlar üzerine Tesettür Risalesini kaleme alır, ama neşretmez. Neşretmeme sebebini de “ılerideki kanunlara temas etmemek için o Tesettür Risalesini setrettim” diyerek açıklar. Ne var ki, yanlışlıkla bir yere gönderilen bu eser ilmî bir risale olmasına rağmen rejimi tehditkâr bulunur. (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat 2006 baskısı, s. 344.) Kur’ân’ın tesettür emrinin kadınların fıtratına uygun olduğunu psikolojik, sosyolojik, biyolojik, tarihî yönleriyle anlattığı bu eserindeki iki cümle yüzünden 1935’te tutuklanır. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla, hukukî bir suç isnat edilmemesine rağmen, “kanaat-i vicdaniyeye” dayanarak 11 ay hapisle birlikte Kastamonu’da “mecburî ikamet” cezasına maruz kalır, 15 talebesi de altışar ay hapis ile cezalandırılır. (Tarihçe-i Hayat, 2006 Yeni Asya Neşriyat baskısı, s. 11.)

Tesettürle birlikte, miras hakkı ile ilgili ayetlere yaptığı yorum da mahkeme tarafından “irtica fikriyle” suç unsuru olarak gösterilmiştir. “Erkeğin mirastan hakkı iki kadın payı kadardır.” (Nisa Suresi, 176.) “Annenin hakkı altıda birdir,” (Nisa Suresi, 11.) ayetlerine yaptığı açıklamalar 163. Madde ile suçlanmasına neden olmuştur. (A.g.e, s. 399.)

Bediüzzaman Hazretleri, Eskişehir Mahkemesi savunmasında Tesettür Risalesi’nin, “mim”siz medeniyet ve ıngilizlerin siyaset oyunlarına verilmiş ilmî bir cevap olduğunu belirtmiştir. (A.g.e, s. 389.)
Günümüzde, kadınların tesettürü konusundaki yasaklamaları “mim”siz medeniyet ve ıngilizlerin siyaset oyunları içinde bir oyun olarak hiç düşünmüş müydünüz?

Orta Doğu’ya barış ve özgürlük için geldiklerini söyleyen Avrupa ve Amerikalıların işe kadınların kıyafetinden (burkasından, çarşafından…) başlaması boşuna değil anlaşılan. Ne dersiniz?


Yasemin Güleçyüz

Kaynak: Bizim Aile
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

3

20.07.2007, 18:43

Öyle bir şeref ki!

Bir tohum düşünün. Önce, bütün sırlarıyla birlikte, kapalı sandukçasının içinde keşfedilmemiş gizli halini, sonra kabuklarını atıp sümbüllenişe durduğu, daha sonra da çeşitli safhalardan geçerek ulu bir ağaç olmuş halini düşünün. Bu arada sayısız tavırlar sergilemiştir ki, her birinin hikâyesi kitaplara sığmayacak kadar geniştir, anlamlı, sırlı ve mucizelidir.

ışte, insanlar da hadsiz sümbüllenişe mazhar, bir çekirdek, bir tohum gibi, nice hakikat ve güzellikleri saklıyor. ıstidatları sümbüllenecek mezraya atılmadıysa veya sümbüllenmemek için inatla bütün kapılarını kapatmışsa ya da sınırlı ve dar dünyasını kendisi için yeterli görüyorsa; sırlı, güzel, geniş dünyasını ve o dünyayı dokuyan muhteşem hakikatleri tanıyamadan, keşfedemeden kalacaktır. Hâlbuki kâinat genişliğince sümbüllenebilirdi. Zira insan kâinatın çekirdeğidir.

ınsan kendini keşfedebildiği kadar vardır. Ulu bir ağaç olma macerasının hangi basamağında kalmışsa, keşfedebildiği, yüreğine, idrakine sığdırdığı hakikatler de o kadardır. Ruhu o mertebeden seyreder âlemi. Ulu bir ağaç olduğunda ise, âlem onun içindedir.

Sümbülleniş çok sancılı, iç içe gerçekleşen doğumlar manzumesidir. Çok sürprizli, çok güzel, ferahlı ve çok mutluluk verici, ama çok gayret gerektiren zorlu bir iştir. Her bir aşamada bir alttaki dala bakıp, içindeki hakikati keşfetmenin sevinciyle heyecanlanır, derin bir haz ve mutluluk ile dolarsınız. Istıraplı bir doğumdan sonra yavrusunu ilk defa bağrına basan bir annenin mutluluğunu yaşarsınız sümbüllenişlerde.

Kâinattan içimize yansıyan izdüşümlerde, bize en çok kendisini hissettiren, kâinatın o uçsuz bucaksız genişliği içinde, saf saf dizilmiş mevcudatın diliyle icra ettirilen, musika-i ılahiyedir.

şimdi gelin, ıssız, karanlık bir gecede, bir dağın en yüksek bir zirvesinde, yıldızların ağaçlarla kucaklaştığı ulvi bir buluşma sahnesinde, biz de bir köşeye oturalım ve sessizce dinleyelim.

Manzaranıza istediğiniz her mevcudu yerleştirebilirsiniz. Etrafımızı nur gibi aydınlatan bir mehtaba ne dersiniz? şu aşağı vadilerde kıvrım kıvrım akan ve ay ışığında hazin, şırıltılı nağmeleriyle sonsuzluğa seslenen, ışıktan iplerle örülmüşçesine kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir nehir. ışte bakın, orada coşkuyla akmakta. ıki kıyısında pembe beyaz çiçeklerini taze bir gelin letafetiyle başına takınmış ve ulvi bir törene hazırlanıyormuşçasına ince, narin edalarıyla bahar ağaçları. Az uzağımıza mis kokularıyla bizi mest eden bir gül bahçesi yerleştirebiliriz. Güllerin o latif, revnaktar, hakikat membaı güzelliklerini ifade etmek üzere, her gülün üzerine de bir bülbül konduralım. Cırcır böcekleri de olsun mu? Nerelerde oldukların göremiyoruz, ama. Hatta şu arkamızda, içinde nilüfer çiçekleri olan bir göl ve kenarında fasılalarla bağrışıp, sessizliği parçalayan kurbağalar… Kızmayın canım, kurbağaların bu muhteşem orkestrada bir yeri var ki, Allah musika-i ılahiyeye onları da dâhil etmiş. Gece seslerini duyuran çeşitli böcekler de gizli kuytularda.

Aaaa, bu karıncalara bakın! Ay ışığında hâlâ gündüz sanıp, asker nizamı ile yollarına devam ediyorlar.
Çeşitli dağ çiçeklerinin rayihaları ortalığı sarmış. ıster misiniz, dağın eteklerinde, haşmetli seslerini bulunduğumuz mevkie kadar işittiren, bir de deniz uzansın. Çevremizde o kadar çok ağaç var ki. Rüzgârın esmesiyle yaprakları ahenkli fısıldayışlarla sanki zikrediyor. Bembeyaz bulutlar, bir mücevherat hazinesinden dökülmüş gibi, lacivert gökyüzü fistanına hikmetle saçılmış nurefşan yıldızları, bir an kucağına alıp, sonra nazikçe bırakarak, denizin üzerine doğru kümelenip, sefere hazırlanacak bir ordu gibi birikiyorlar.

Belki çok yakınınızda olduğu için bazı çiçekleri görebiliyorsunuz. Papatyalar, çiğdemler, sümbüller. Altında oturduğunuz ağaç da o kadar ulu ki, şöyle bir bakıyorsunuz, dal ve yaprakları yıldızları avuçlayıp, nurdan bir meyve gibi başına takınmış.

Manzaramızı dilediğimiz kadar genişletebiliriz. Dünyayı bir bahçe olarak görüp, gece ve gündüz sahneleri içinde, binler değişik ulvi âlemi seyredebiliriz.

Benim anlatmak istediğim, kelimeler fırçasıyla hayal sahnenize resim çizmek değil, ressamı hissettirmek! Öyle bir ressam ki O, eserleri canlı, hayattar ve hep Onu yâd ediyorlar. Hem öylesine yâd ediyorlar ki, zikirler nağmeleriyle inleyen muhteşem, sayısı ve büyüklüğü akla sığmayan emsalsiz bir orkestrada…

Renk olup nakışlanan, ışık olup cilvelenen, nur olup harelenen, sır olup gizlenen, intizam, hikmet, sanat satırlarıyla yazılan, bin bir güzellik ile saçılan, zikir olup nağmelenen, hayat şualarıyla tebessüm eden, rızık olma neşesiyle meyvelenen sayısız iç içe satırlar okunuyor şu kâinat kitabında.

Biri başlayan, diğeri susan, biri his, biri nefes, biri ney, diğeri kalbin tellerini koparacakmış gibi geren haşmetli, yürek dağlayan bir nağme… Duyulan, duyulmayan bütün sesler, birbiri içinde. Birbiriyle öylesine mezcedilmiş ki, letafet, güzellik ve haşmeti sizi sarsıyor. Göz göz pınarlar açılıyor, her bir zerrenizde. Sanki tüm zerratınız, o orkestrayı dinliyor ve eşlik ediyor.

Bu orkestradan kalbinize yansıyan muhabbet, ruhunuza yansıyan marifet, aklınıza yerleşen hikmet, hayal, hatırat ve hissiyatınıza dağılan rahmet, saadet, haz ve sevince dönüşüyor. Evet, evet siz böyle bir orkestrayı dinlemek için yaratılmışsınız ve en şerefli misafir olarak davet edilmişsiniz.

ıstediğiniz manzara eşliğinde, istediğiniz yerde, her an ve zaman dilimi içinde, göz ve kulağınızı hikmet nazarlarıyla açıp, hissiyat ve latifelerinizi rahmet reşhalarıyla çözerseniz, eğer, neden hissesiz kalasınız ki?

Rabbim, Sen, bizlerin hissesini bol eyle. Sümbülleniş ve çözülüşümüzü eksiksiz ve meyvedar eyle. Bizi kendi kabuğumuz içinde hapis ve bahtsız bir mahkûm gibi bırakma. Kendi içimizde hür, kabrimizde hür, ebedimizde hür olabilelim ki, Senin cemalinle müşerref olma şerefine erişebilelim. Lütfeyle, kerem eyle, ne olur Rabbim!


Mümine Güneş

Kaynak: Bizim Aile
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

4

20.07.2007, 18:46

Hz. Fatma (r.a.) ve düğün çeyizi

Peygamberimiz (a.s.m.) Sahabe hanımlara, Hz. Fatma’nın (r.a.) evini, odasını hazırlamaları ricasında bulundu. Kadınlar, Hz. Fatma’nın gelin gideceği eve gittiler. Odanın içersine yumuşak toprak serdiler. Hurma kabuğundan yastık yaptılar. Düğün yemeği olarak hazırlıkta bulundular. Sonra da Hz. Fatma’nın çeyizini getirdiler, yerleştirdiler.

Hz. Fatma’nın çok az bir çeyizi vardı. Çeyizi taşınırken Peygamberimiz ona baktı ve şöyle bir duada bulundu. “Ya Rab! Senin haram kıldığın israftan çekinen şu iki insana bu eşyayı hayırlı ve bereketli kıl!”

Çeyizi çok az olduğu halde, Fatma Validemiz bundan en küçük bir rahatsızlık bile duymuyordu. Çünkü o, insanın değerinin altın ve gümüşle ölçülemeyeceğini çok iyi biliyordu. Resulullahın kızı olduğunu şu konuşmasıyla ortaya koydu:

“Canım babacığım, evlenen her kızın mehri altın ve gümüş ile takdir ediliyor. Ben de bunu istersem, senin kızın olmamın ne manası kalır? Ben, evlilik mehrimin Kıyamet Günü günahkârlara ulaşan şefaatinin olmasını, bu sayede onların Allah’ın affına uğramasını isterim.”
Peygamberimiz (a.s.m.), “Ey Fatma, ebediyen mesut ol. Bu davranışınla Peygamber kızı olduğunu ispat ettin” buyurarak ona iltifatta bulundu.

Bir ibret tablosu olması bakımından “Kadınların Sultanı”nın çeyizini anlatalım.
• Üç minder
• Saçaklı bir halı
• ıçi hurma lifi ile doldurulmuş bir yastık
• ıki tane el değirmeni
• Bir tane su kırbası
• Topraktan yapılmış bir su testisi
• Meşinden yapılmış bir su bardağı
• Bir elek
• Bir havlu
• Bir koç postu
• Eskimiş, tüyü dökülmüş bir kilim
• Hurma yaprağından örülmüş bir sedir
• ıki elbise
• Bir kadife yorgan


Hz. Fatma ile Hz. Ali, hayatları boyunca bu eşyaya bir şey eklemeyecekler, fakat züht ve takva ile yaşayarak mesut bir aile tablosunu ortaya koyacaklardır.

Emine Yüksel

Kaynak:
Bizim Aile
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

5

20.07.2007, 18:55

Saç dökülmeleri


Saç ve yapısı

ınsan saçı keratin denen bir proteinden oluşur. Tamamen saçla kaplı bir başta ortalama 100.000 adet saç vardır. Sağlıklı bir insanda saçların yaklaşık % 90'ı sürekli uzama halindedir. Bu büyüme evresi 2–6 yıl kadar sürebilir. Geriye kalan % 10'luk kısım ise 2–3 ay kadar süren dinlenme evresinde bekler. Bu dinlenme evresi sonucunda saçlar dökülür

Saç neden dökülür?

1. Olağan saç dökülmesiSaç artık ömrünü tamamladığı için veya dış etkilerle (tarama, şampuanla yıkama, fırçalama, saça şekil verme çalışmaları) dökülür. Günde ortalama 100 adet saç dökülür.

2. Uygunsuz saç bakımı ve kozmetik ürün kullanımı Saça uygulanan her türlü boya, renk açma, saçı düzleştirme veya perma gibi yöntemler uygun koşullarda yapılmazsa saça zarar verebilir. Saçı sık yıkamak, taramak ve fırçalamak da saçı kırabilir.

3. Ailesel saç kaybı: Saç dökülmelerinin en sık sebebi kalıtsal özelliktir. Bu kalıtıma sahip olan kadınlarda da saçlarda azalma görülür ancak kellik oluşmaz. Bu duruma “Erkek Tipi Kellik” denir, 10–20-30'lu yaşlarda başlayabilir. Son zamanlarda yeni tıbbi tedavi seçenekleri sunulmasına rağmen kalıcı bir düzelme sağlamak, saç nakli dışında henüz mümkün değildir.

4. Metabolizma, salgı sistemi ve besinsel etkilere bağlı saç dökülmeleri
Stres ve saç dökülmesi: Kronik, sinsi, yavaş gidişli saç dökülmelerinde, dış etkilerin yanında nevrozlar ve kronik sıkıntı durumları etkilidir. Bağışıklık sistemi psikolojik olayların etkisiyle harekete geçer ve sonuçta saç dökülmesi meydana gelir.

Saç kıran: Madeni para büyüklüğünde, yani 2–2,5 cm çapında dairesel oluşan saç dökülmesidir. Çoğu vaka tedavi gerekmeden iyileşir. Bu hastalığın ortaya çıkışında psikososyal streslerin etkili olduğu gösterilmiştir.

Tiroit hastalıkları: Fazla ve az çalışan tiroit bezi saç kaybına neden olabilir. Tiroit hastalıkları laboratuar testleri ile araştırılabilir. Tiroit hastalığının tedavisi ile saç kayıpları da düzelir.
Eksik protein içerikli beslenme: Proteinden fakir diyetler yapan veya anormal beslenme alışkanlığına sahip kimselerde protein eksikliği oluşur ve vücut proteini muhafaza etmek için saçları dinlenme evresine sokar. 2–3 ay sonra yoğun bir saç kaybı oluşur. Saç kökleri zayıflar. Bu durum diyet ve yeterli miktarda protein alınımı ile düzelebilir.

Düşük serum demir düzeyi: Demir eksikliği saç dökülmesine neden olur. Bazı insanlar demiri besinsel olarak eksik alırken bazılarında ise demirin bağırsaklardan emilimi yetersizdir.

5. Kanser tedavileri: Bazı kanser tedavileri saç hücrelerinin bölünmesini durdurabilir. Saçlar deriden çıkınca zayıflar ve kırılır. Bu durum kemoterapiden 1–3 hafta sonra gerçekleşir ve hastalar saçlarının % 90 'ını kaybeder, tedavi sona erdikten sonra saçlar tekrar büyüme gösterir ve eski haline döner.

6. Doğum kontrol hapları: Doğum kontrol hapı kullanan bir bayanda saç dökülmesi sıklıkla kalıtsal bir yatkınlıkla oluşabilir. Bu durum doğum sonrası gözlenen saç dökülmesi mekanizması ile benzerdir.

7. Doğum sonrası: Gebe bayanlarda saçlarının büyük bir kısmı büyüme halindedir. Doğum sonrası saçlar saç büyüme döngüsünün dinlenme fazına geçerler. 2–3 ay içerisinde saçların aşırı miktarda döküldüğü fark edilebilir, bu süreç 1–6 ay kadar sürebilir ve çoğunlukla saçlar büyüyerek eski miktarlarına ulaşırlar.

KISA KISA…

Erik mevsimini iyi değerlendirinUzmanlar eriğin bol miktarda B vitamini içerdiğini ifade ediyorlar. Erik, kansızlığı giderir, iştah açar ve hazmı kolaylaştırır. Romatizma, mafsal kireçlenmesi ve nikriste faydalıdır. Ateş düşürücü etkisi de olan erik, diş temizliğine de yardımcı olur. Regl düzenleyici, idrar söktürücü ve terleticidir. Tuzsuz rejim yapan ve romatizma rahatsızlığı olanlara iyi geldiği bilinmektedir. Kalp ve böbrek hastalıklarına, karaciğer hastalıklarına karşı B vitamini ihtiva eden erik, bu özelliği sayesinde sinir sistemini takviye eder. Çekirdekleri ise bağırsak solucanlarını düşürmekte kullanılabilir.

Havuzlara dikkat!
ıyi temizlenmeyen havuzlardan en çok tifo, hepatit A, kolibasili, giardia, shigella, dizanteri ve paratifo gibi ateşli ishal yapan mikroplar bulaşıyor. Hepatit A ve B aşısı olmayan çocuklar havuzlara gönderilmemeli. Ayrıca kirli havuzlardan mantar ve çeşitli kulak burun boğaz enfeksiyonlarını da bulaştırabilir.

Sırtınız ağrıyorsa hareketli olun!
Sırt ağrılarına; yanlış oturma, duruş bozukluğu veya ağır kaldırma gibi mekanik faktörlerin yanı sıra bazı sosyal etkenler de yol açabiliyor. Özellikle de hareketsizlik; omurgaya destek olan sırt kaslarının tembelleşmesine ve istenmeyen kasılmalara neden oluyor. Sırt ağrısı olanlar egzersiz yapmayı bir yaşam biçimi haline getirmeli.

Ne kadar süt içmeli?
Bir bardak süt 6 yaşındaki bir çocuğun ihtiyacı olan tüm maddeleri karşılıyor. Yüzde 52 kalsiyum, yüzde 30 potasyum, yüzde 35 protein, yüzde 11 B1 vitamini, yüzde 9 A vitamini, yüzde 44 B2 vitamini, yüzde 12 folat, yüzde 14 B6 vitamini, yüzde 18 magnezyum, yüzde 12 çinko, yüzde 55 fosfor, yüzde 6 enerji ve yüzde 6 niasin.

Yapılan araştırmalarda, sütün de balık gibi büyük bir Omega–3 kaynağı olduğu belirlendi ve her gün içilen bir bardak sütün, kalp krizini yüzde 15 oranında önlediği kaydedildi. Yine günde 1 bardak süt içmek, bağırsak kanserine yakalanma riskini yüzde 12 oranında azaltıyor.


Dolunay Coşkun


Kaynak: Bizim Aile
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

6

20.07.2007, 19:01

Ergenlikteki arkadaşlık ilişkileri

Çocuklar büyüdükçe bir grubun içinde olmak ve o grupla birlikte hareket etmek isteğini duyarlar. ılk çocukluk yılları bittikten sonra çocuğun sosyal gelişiminde arkadaş ilişkilerinin rolü önemlidir. Her yaşta arkadaşlık kurulabilir. Fakat ergenlik döneminde arkadaş ilişkilerine yasak konuldukça, ergen arkadaşlarına değil ailesine karşı tavır alır.

Arkadaşlık en önemli toplumsal ihtiyaçlardan biridir. Toplumsal ihtiyacın tamamlanabilmesi, özellikle yaşıt ilişkilerine bağlıdır. Yaşıt ilişkileri -küçük ya da büyük gruplar olsun- özellikle 12 ile 18 yaş arasında kendi kişiliklerine veya fiziksel özelliklerine uygun yaşıtlarını tercih ederler. ılk ergenlik dediğimiz dönemde (12-15 yaş) tanıdıkları çevrelerden arkadaş seçerler. ıleri ergenlikte ise (16–19 yaş) arkadaşlık ilişkileri, ailenin tanımadığı farklı çevrelerden de oluşabilir. Özellikle bağımsızlaşmanın gerçekleştiği, kimliğini tanımladığı, benlik bütünlüğünü sağladığı bir dönemde bazen sosyal rollerde bir karışıklık yaşanabilir. Sosyal rollerin oturması ve çatışmanın çözümlenmesi ergenlik dönemindeki fırtınanın dinmesiyle mümkün olabilir. Bu fırtınayı bazen arkadaş ilişkileri farklı tetikleyebilir. Kötü arkadaşlık deneyimleri, benliğinde olumsuz izler bırakır ve bu yüzden ailesiyle çatışabilir.
Ergen zarar verecek arkadaş gruplarındaysa:

* Davranışlarında ciddî bir değişim gözlenebilir. Huysuzluk ve hırçınlık nöbetleri geçirebilir.
* Kıyafet değişiklikleri fark edilir derecede artar. Bunun sebebi arkadaş grubuna uyum sağlamak ve kabul edilmektir.
* Düzensiz ve dağınık olabilir. Bu bazen kendini ifade etmenin yollarından biri haline gelir.
* Harçlığının yetmediğini söyler ve daha fazla para harcama isteği artabilir.
* Daha önce bulunduğu yerleri ve gittiği yerleri söylerken artık açıklama ihtiyacı hissetmez.
* Eve geç gelmeye başlar. Söz verdiği saatten daha farklı saatlerde evde olmaya çalışır.
* Kendine güveni azalabilir ve başarısızlık yaşayabilir. ılk yaşanılan başarısızlık ders grafiğinin ve not ortalamasının düşmesidir.

Arkadaşlık ihtiyacı her zaman kötü sonuçlarla ifade edilmez. Ailelerin çocuklarının arkadaşlarını mutlaka tanımaları ve nasıl bir çevreden geldiğini bilmeleri gerekir. Kontrollerini uzaktan ve çocuklarıyla iyi bir ilişki kurarak yapmaları gerekir.

Sevgi her insanın ihtiyaç hissettiği normal bir duygudur. Başkaları tarafından sevilmek, kabul edilmek ve onaylanma ihtiyacı ailenin tamamlayamayacağı bir ihtiyaçtır. Ve arkadaşlar kendi aralarında özel bir grup kurarak sırlarını paylaşma isteği duyabilirler. Bu sırların özel olduğunu ebeveynlerin tahmin etmesi gerekir. Arkadaşlığa dayanan grup en küçük ve kendi içinde kuralları olan özel bir toplumdur. Bireyler kimliklerini oluştururken tercihlerini, birbirlerine olan yakınlıklarını, arkadaş gruplarından aldıkları onayla belirlerler. Ergenliğin ilk dönemlerinde popüler bir grubun üyesi olmak benlik kavramlarını ona göre oluşturmalarını sağlar. Fakat yaş seviyesi yükseldikçe ihtiyaçlarını belirlemeye başlayıp, kendilerini daha güvende hissettikleri arkadaş gruplarını tercih ederler.

Sosyal olma ihtiyacı her bireyin yaşaması gereken bir olgudur. Fakat sosyal olamayan veya sosyal olmayı reddeden ergenler farklı çatışmalarla bunu ailesine ve yakın çevresine yansıtır. Sosyalleşmek sadece aileyle kurulan ilişkiyle değil yakın arkadaş gruplarına verilen önemle perçinleşir. Sosyal olamayan çocuklar ilk çocukluk dönemlerinden itibaren arkadaş ilişkisi kurmazlar ve yaşıtlarına yaklaşmazlar. Sosyal olamamak kendileri için bir çatışma sebebi oluşturmaz. Fakat aileleri için bir problem teşkil edebilir. Topluma karşı sosyal bir izolasyon sisteminin içinde yaşarlar. Sosyalleşmenin zor olduğu bir başka ergen grubu da çekingen kişilik özellikleri gösteren bireylerdir. Bu özellikleri gösteren çocuklar daha çok 3-4 yaşlarında ebeveynlerinin tutumlarından etkilenirler. Sosyal öğrenme modelleriyle çekinikliği içselleştirirler ve bu tarz bir yaşam biçimi seçerler. Yaşıtlarıyla ilk karşılaştıklarında, onlara uyum sağlamakta zorlanır ve ilk yakınlaşmanın karşı taraftan gelmesini beklerler. Fakat çekingenliğini attıktan sonra iki ya da üç kişiyle bir grup oluşturabilirler. Sosyal grubunu değiştirmekte ve geliştirmekte zorlanabilirler. Sosyalleşmenin zor olduğu başka bir grup ise aileler tarafından çekingen olduğu düşünülen fakat psikolojinin sosyal fobi dediği çocuk ve ergen tipleridir. Sosyal fobisi olan çocuk ve ergenler yaşıtlarıyla ilişki kurmakta zorlanırlar, başkalarının önünde konuşma korkusu yaşayabilirler, arkadaşlarının olduğu sosyal ortamlara girmekten çekinirler. Sosyal fobisi olan çocuk ve ergenlerde, kendilerine güven ve özsaygı düşüklüğü belirgindir. Olumsuz eleştirilere aşırı duyarlı ve kişiler arasındaki ilişkilerde stres faktörlerine tahammülsüzdürler. Kendilerini ifade etmekte ve haklarını savunmakta zorluk çekerler.

Sosyal fobi birçok insanın farkında olmadığı bir problemdir. Bedensel tepkiler verebilir, utangaç, fazla konuşkan olmayan, soru sorulmadıkça cevaplandırmayan, her türlü ortama karşı aşırı kaygılı davranan ve özellikle göz temasından kaçınan kişilerdir. Sosyal fobi, genelde ailelerin tutum ve davranışlarından kaynaklanabildiği gibi yapısal faktörlerden de kaynaklanabilir. Özellikle çok küçük yaşlarda utandırılan ve rezil olma düşüncesini yaşayan çocuklar bu duygu durumunu aşabilmek için kaçınma yolunu seçerler. Bu problem çocukluktan başlayarak ergenlik hatta yaşamın diğer evrelerine kadar uzayabilir.

Arkadaşlar, duygusal onayı veren ve sevgi ihtiyacını tamamlayan bir yakın çevre etkenidir. Eğer ergenlik çağındaki çocuklarınızın arkadaşlarıyla sorun yaşadığını düşünüyorsanız ya da hiç arkadaşı yoksa bu durum sosyal olamama probleminden kaynaklanır. Arkadaşlık, duygusal dengenin korunmasında ve sağlıklı dengeli bir kişilik gelişiminin oluşmasında en temel öğelerden biridir.

Belkıs ERTÜRK

Kaynak:
Bizim Aile
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

7

20.07.2007, 19:04

Sevgi, tutku ve benlik arasında


“Onsuz yaşayamam artık, onsuz nefes bile alamıyorum, onu görmeden yapamam.”

ılk seans ve ilk cümleler her zaman için en önemli ipuçlarını sunar terapiste. Nereden başlayacağını bilmeyen insan, genelde en sondan başlar. ılk söylenen cümleler, aslında kişinin geldiği son noktalardır. Çıkışın kapalı göründüğü, duyguların doruğa vurduğu yerlerdir son noktalar. Hayatın tamamı, yaşadığın olay gibi görünür gözüne. Bir toz bulutunun içindeymiş gibi çevrende olup biteni göremezsin. Tüm duyguların tek bir olaya kilitlendiği için, baktığın her yerde onu görürsün. Her şey sana onu hatırlatır, dinlediğin her şeyde bir çözüm ararsın. Bu hal seni daha da gömer içindeki dehlizlere, aklının kuyularına mantığının kovasını daldıramazsın artık. Sadece olsun istersin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece olsun dersin.

ıkili ilişkilerde yaşanan duygusallık bazen öyle boyutlara ulaşır ki, taraflar âdeta birbirleri olmadan nefes alamaz hale gelirler. Sevgi, sahip olmak ya da olmamak ikileminde gidip gelir. “Ya benimsin, ya toprağın!” tarzındaki söylemlerin temelinde de bu mantık yatar. “Ya bana ait olmalısın ya da hiç olma daha iyi!” şeklindeki bir düşünce tarzı bencil sevmelere götürür insanı. Sevdiği insanı hayatın amacı haline koyan insan, sevdiğine de haksızlık eder. Onu kendi gerçekliğinden çıkarıp, kocaman çerçevelere yerleştirmeye çalışır. Her hareketini kusursuz olarak algılar. Denenmemiş ve yaşanmamış her şey mükemmel göründüğü için, hayatın içine girilip, aynı evi paylaşmaya başlayınca hayat arkadaşımızın aslında bizim tanıdığımızdan ne kadar farklı olduğunu anlarız. Değişen o değildir, değişen sadece onu koyduğumuz çerçevenin gerçekdışılığıdır. Gerçek sevgi karşımızdakini kendi gerçeğiyle kabullenmektir. Onu imkânsız bir mükemmelliğin içinde boğmak değildir. Gerçek sevgi karşımızdakine kendi olma alanı tanımaktır. Kendi olabilen insan daha kolay değişir, gereksiz savunmalara girmez.
Sevgiye ve karşındakine yüklediğin anlam, aslında senin kendi ihtiyaçlarındır. Kendini zayıf ve değersiz hisseden insan eşinin kendisinde var olmayan değeri ona hissettirmesini bekler. Aslında ve özünde kimse kimseyi, ne değerli hissettirebilir, ne de değersizleştirebilir. Tabii sen izin vermediğin sürece…

Erkek kadın arasında yaşanan duygusallığa yüklenen gerçek dışı anlamlar, kişileri yıprattığı gibi, ilişkiyi de yıpratır. Düşüncelerimiz ve olaylara kattığımız yorumlarımız, ne hissedeceğimizi de belirler. Düşünceler duyguları tetikler. Duygular da davranışlara yön verir. ınsanı üzen olaylar değil, olaylara getirdiğimiz yorumlardır, diyor bir düşünür. “Onsuz yaşayamam!” da bir yorum aslında, hem de insanı tarifsiz sıkıntılara sokan bir yorum. ınsan kendine zulmediyor aslında, hayatı kendine koyduğu anlamsız sınırlarla daraltıyor. Nefes alamaz hale geliyor ya da aldığı nefesi karşısındaki insanın suretinde arıyor. Asıl sahibinden istenmeyen şefkat, yanlış yerlerde aranıyor. Sevenler bir sürü sancılı yorgunlukla beraber, “Neden beni istediğim gibi sevmedin?” diye, birbirlerini suçlamaya başlıyorlar.
Oysa ki, insan sevdiğiyle büyür ve olgunlaşır, hatalarımızla öğreniriz, eksikliklerimizle birbirimizi tamamlarız. Karşımızdakini zaaflarıyla ve korkularıyla kabul ettikçe, korkularından ağladığına şahit oldukça ve onu kendi gerçeğiyle gördükçe, aslında daha da çok severiz.
Hayatta her şeye bir vazifedar gözüyle baktığımızda, her ilişki ve her arkadaşlığın bir görevi olduğunu ve yine her şeye bir ömür biçildiği gibi, ilişkilere bir ömür verildiğini fark ederiz. Her süreç ve her olay görevini tamamlar ve geriye bize öğrettikleri kalır. Bu öğrettiklerinden ancak kendi kabımız nispetince doldururuz. ıki kişilik bir süreçte birlikte aynı kabı doldurmaya çalışırken aynı zamanda kabın kendi tarafımıza bakan yerlerini de tamir etmeye çalışırız. “Biz” olmanın içinde sağlıklı bir “ben” olmaya çalışırız. Birlikteliğin kalitesinde “biz” olmak ne kadar önemliyse, “biz” içinde “ben” olarak varlık hissedebilmek de en az o kadar önemlidir. Farklılıklara takılıp, karşımızdakini kendimize benzetme çabaları ilişkiyi sağlıksız zeminlere taşır. Kişiliklerdeki farklılıklardan ziyade, amaçlardaki benzerliklere yoğunlaşmak ilişkiyi daha da güçlendirir. Sağlıklı evliliklerde bu dengenin kurulması oldukça önemlidir. Birlikte bir imtihan sürecini sürdürürken kendi imtihanını da yaşamak emek istediği kadar, basiret de ister.

Hayatta her şey istediğimiz gibi olsun isteriz, kendi görebildiklerimizde mutluluğun bizi beklediğini düşünürüz. Ama Kaderin Sahibi, her zaman, bize bizim istediğimiz gibi yardım etmeyebilir. Bir annenin şefkatinden dolayı çocuğuna hayır demesi gibi, gerçekleşmeyen olaylarda da bir tür korunma vardır aslında. Bizi bizden daha iyi bilen, çizdiği yolun virajlarını ve engebelerini çok uzaklardan gören, tabiî ki biz istesek de kendimizi uçurumdan atmamıza izin vermeyecektir.
ınsan, gerçekleşmeyen her arzusunda, Kâinatın Sahibine bir rıza ve sabır borçludur.


Banu Yaşar

Kaynak: Bizim Aile
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

8

20.07.2007, 19:06

Ateş-toprak mukayesesinden milliyetçiliğe

Tarih ilmi, milliyetçilik akımını ve buna bağlı siyasî gelişmeleri 1789 Fransız ıhtilâli’ne dayandırır. Milletlerin başka bir milletin egemenliğinden kurtulup kendi ulus-devletini kurmasını savunan bu akım girdiği her yere kan, gözyaşı, kin, nefret ayrılık ve dağılmaktan başka bir şey getirmez. Dünyada mevcut çok uluslu devlet yapısına dayanan imparatorluklar parçalanır, yıkılır.

Osmanlı devletinde, örneği görüldüğü gibi Rum, Romen, Sırp, Bulgar, Ermeni isyanları baş gösterir (ki, bu sonuncusu Osmanlı kaynaklarında “millet-i sâdıkâ” şeklinde tanımlanır) ve her biri, kendi devletlerini kurarlar. Öte yandan aynı dinden olmakla beraber, aynı kandan olmadıkları için, Osmanlıdan ayrılmak isteğiyle çıkan Arap ve Bosna-Hersek isyanları menfî milliyetçiliğin tesirlerinin boyutunu izah etmeye yeten tarihî delillerdir. Ve nihayet insanlığın başına kâbus gibi çöküp dünyayı fesada veren I ve II. Dünya Savaşlarının önde gelen nedenlerinden biri yine milliyetçiliktir.

Yukarıda verilen bilgiler doğrudur doğru olmasına da eksiktir. Eksiktir, çünkü tarih, olayların siyasî ve sosyal sonuçlarıyla ilgilenir, nazara verir. Halbuki meselenin çok farklı boyutları vardır.
Eğer milliyetçilik menfî manada, yani unsuriyetçilik şeklinde tezahür ediyorsa; bir kavim veya soy, daha şerefli sayılarak diğerleri hor ve hakir görülüyor, kendi dilinden, ülkesinden, soyundan olmayanlara düşmanlık besleniyorsa böyle bir milliyetçilik Fransız ıhtilâli’nden çok önceleri de vardı, insanlık tarihi kadar eskiydi, hatta insanın yaratılmasıyla başladı. Ama başlatan insan değildi…
Bakın nasıl:

Hâlık-ı Zülcelâl önce kâinatı yarattı. Sekenelerini ruhaniler ve cismaniler şeklinde iki varlık olarak halk etti. Daha sonra ise hikmeti gereği şuunat-ı esma-i ılâhiyesine mazhariyet noktasında onlardan daha üstün olacak, yeryüzünde emirlerini yerine getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halife yaratmayı irade etti. Meleklerine emir verdi: “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona suret verip yarattığım ruhtan üflediğimde, siz de onun önünde secdeye kapanın!”

Cenab-ı Hakkın secde emrine bütün melekler uyduğu halde, içlerinden sadece “Azazil” Hz. Âdem’e secde etmedi. “Ben,” dedi, “Âdem’den hayırlıyım. Çünkü Sen beni ateşten, Âdem’i ise topraktan yarattın!”

ışte bu itirazla, bu üstünlük taslamayla, bu bencillik ve enaniyetle milliyetçilik doğmuş oldu. Zira ona göre, ateşten yaratılmış olmak, topraktan yaratılmış olmaya üstün geliyordu. Üstün olan, kendisinden aşağıya secde etmez, onun halifeliğini de, sultanlığını da kabul etmezdi. Allah’ın takdir ettiği bir yaratılış özelliğiyle yaratılmış olmayı kibir ve gurur vesilesi sayması rahmetten kovulmasına, ılâhî gazaba uğramasına ve tabiî ki isminin de kıyamete kadar, “ıblis” ve “şeytan” olarak anılmasına sebep oldu.

ılâhî gazap sadece ıblis’e yönelmemişti. Elbette onun gibi düşünüp varlıklarının şundan ya da bundan olmasıyla gururlanıp kibirlenenler de alıyordu nasibini: “Onlardan kim sana uyarsa, muhakkak Cehennemi sizinle doldururum.” (ısrâ Suresi, 63.)

şeytan sırf kendi mayasından olmadığı için insana düşman kesilmişti. Rabbinden aldığı mühleti insanoğlunu ifsat etmek için kullanacaktı. Yeryüzüne indiğinde şerlerle dolu heybesinde milliyetçilik tohumlarını getirmişti. şartlara, zemine uygun biçimde, ismini, resmini, değiştirip her çağ ve her toplumda onları insanların üstüne serpiştirecekti. Kimini ırkıyla, kimini damarlarındaki kanıyla, kimini serveti, teninin rengiyle, bir diğerini ülkesiyle, öbürünü şehriyle, köyü veya kabilesiyle övündürüp, ötekine kin belletecek birbirine düşürecek, yeryüzünde bozgunculuk çıkarttıracaktı. Bilindiği gibi, Onun da vazifesi tahripti ve kolay olduğu için de insanlar arasında kendisine birçok yoldaş bulmakta gecikmedi.

Önce unutturmakla işe başladı şeytan. Yaratanının kim olduğunu ve neden yaratıldığını unutturdu. Bu unutma ile ilkçağın neredeyse bütün kavimlerinde insanlığı inleten acımasız sınıf farkları ve kölelik doğdu. Hindistan’daki kast sisteminde olduğu gibi. Papazlar, ılâh Brahman’ın soyundan geldikleri hatta, onun başından yaratıldıkları için (!), diğer gruplardan (çiftçiler, esnaflar, köylüler) üstünlerdi, birinci tabakada idiler. Kast sisteminin en alt tabakasında olan, Paryalar (köleler) ılâh Brahman’ın bir uzvundan yaratılmadıkları için, insan bile sayılamazlardı. En âdi, en hakir, en pis işler, muameleler onlar içindi.

Mabudunu tanımayan, mahlûk olma noktasında diğer insanlarla aynı olduğunu bilmeyen cahiliye insanında milliyetçiliğin sınıf farkları şeklinde tezahür etmesine şaşmamak gerekirdi.

Oysa Rabbü’l-Âleminin “Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O erkekle kadının bel ve göğüsleri arasından atılagelmiş bir sudan yaratılmıştır.” “And olsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık.
Yaratanların en güzeli Allah ne uludur” fermanlarına muhatap olan insanlar, bu şaşırmışlıktan kurtulup, mahlûkîyet ve mabudiyet noktasında bir oldukları gerçeğine teslim oluyorlardı.

Fakat şeytan hiç boş durmuyordu. Bütün Ceziretü’l-Arap’ta bu sefer aslen ehl-i kitap bir millete neler yaptırıyordu?

Yahudi milleti, son peygamberin vasıflarını ve gelme zamanını çok iyi bildikleri ve sabırsızlıkla bekledikleri halde, Resulullah’a (a.s.m.) ittiba etmemelerinin tek nedeni, onun kendi ırklarından olmayışı oldu. Mübarek sırtındaki nübüvvet mührünü gören Yahudinin, “Lânet olsun! Peygamberlik Yahudi ırkından kıyamete kadar alındı!” diye feveran etmesi, unsuriyetçiliğin nasıl amansız bir tahrip olduğunu bir kez daha ispat ediyordu ki, bu damar, “Lâ ilâhe illallah”ı dedirtirken, “Muhammeder-Resulullah”ı inatla söylettirmiyor ve maalesef birlik halkasına dahil ettirmiyordu.

şimdi durup düşünelim:
Bizim ırkımız Kureyş ırkından üstündür, o halde peygamberlik ancak bizim ırkımızın şânındandır ve bize lâyıktır mantığı ile, ateş-toprak mantığı arasında bir fark var mıydı?

“Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki, kolayca tanışasınız ve kaynaşasınız diye,” ılâhî hükmü, çoğu zaman perdeleniyor, gaflet ediliyor ve maalesef veriliş maksadının tam aksine kullanılıyordu.
Bir gün Selman-ı Farisî, Suheyb-i Rumî ve Bilâl-i Habeşî’nin de aralarında bulunduğu bir grup Medineli Müslüman oturup sohbet ederken Kays b. Mutatiye adında biri çıkageldi ve “Evs ve Hazreç’i anlarım (Medine yerlisi kabile mensuplarını kastediyor), bu adamın (yani Rasulullahın) yardımına kalkıştılar. Ya bunlara ne oluyor? (Yani biri ıranlı, biri Habeşli, biri Rum olanlar kendilerini ne zannediyor)” dedi.

Gerçekte söylemeye çalıştığı şey, Peygambere ashap olma liyakati, Arap ırkına mensup olanlarındı. Yabancılar ne yaparlarsa yapsınlar, başka ırktan oldukları için, asla Araplar gibi değerli olamazlardı. Cahiliye pisliklerinden olan unsuriyet-i kavmiye, şahsın diliyle uyandırılmaya çalışılıyor, fitne çıkarılıyordu ki, işte bu yüzden Hz. Peygamber bu durum karşısında öfkeleniyor ve “Ey insanlar! Rabbimiz yalnız bir Rab’dir. Babanız yalnız bir babadır. Dininiz yalnız bir dindir. Araplık sizin ne babanız, ne ananızdır” ifadeleriyle Ashabı bu fitneden koruyor ve o sözlerin sahibi içinse “Cehenneme kadar yolu var” diye buyuruyordu.

ışte yukarıdaki şahsın sözleriyle şeytanın ateş toprak pazarlığı arasında bir benzerlik yok muydu?
O sebeple Hz. Peygamber, ıslâmın, “Bütün Mü’minler kardeştirler, Mü’minler bir tarağın dişleri gibi birdirler. Arapın Aceme, Acemin Arapa beyazın siyaha, siyahın beyaza Allah korkusu dışında bir üstünlüğü yoktur” hükümleriyle tesis ettiği kardeşliği, tesanütü, birlik ve beraberliği yaralamaya ve bozmaya yönelik hareketleri ve bunların en küçüğüne bile izin vermiyor, sert dille uyarıyordu.
Bazen şeytan Sahabeleri bile bu damardan yakalıyordu.

Ebu Zer el Gıfarî Hazretleri bir defasında Bilâl-i Habeşi’ye her nasılsa, “Kara kadının oğlu” diye hakaret etmişti ki, Hz Peygamberin azarı gecikmedi: “Ey Ebu Zer! Onu sen anasından dolayı ayıplıyorsun, öyle mi! Demek ki sen, içinde hâlâ cahiliyet ahlâkı kalmış bir kimse imişsin!” Ebu Zer bin pişman; “Bilâl ayağıyla yanağıma basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım” diye özür beyan etti.

Demek ki, asabiyet-i kavmiye, unsuriyetçilik, ırkçılık adı her ne ise, cahiliye pisliklerinden bir pislikti, tevhide zıttı, birliği tersti, enaniyeti besliyor nefsi firavunlaştırıyor ve aslında damarına girdiği insanı da milleti de yalnızlaştırıyordu.

Meselâ; ıslâm tarihinde dört halife devrinden sonra gelen Emevî Hanedanlığı döneminde, ıslâm fütuhatı son derece genişlemiş, Kuzey Afrika, ıspanya, Orta Asya, Anadolu derken, nihayet ıstanbul surları önüne gelinmiş, birçok yenilik, zenginlik ve ihtişam, devletin gücüne güç katmıştır. Ancak hanedanın ömrü kısa sürmüştür. Zira Emeviler, iç politikada kendi sayılarının üstünlüğü politikasını benimserken, dışarıda ise, Arap olmayanları, azatlı köle gören Arap ırkının üstünlüğü siyasetini gütmüşlerdir. Bu da hem içte, hem de dışta kargaşa doğurmuş ve devletin yıkılmasına neden olmuştur. Dine yaptıkları onca hizmete ve devletin olanca ihtişamına rağmen, ıslâmın bütün kavimler arasındaki müsavat ilkesini ihlâlin tokadını yemişlerdir.

Peki, bunun meşru ölçüsü nedir? ınsanın milletini, kabilesini, köyünü, cinsini sevmesi onun hayrına çalışmak istemesi yine bu sevgilerin Allah yolunda ve Allah rızası için kullanılmasıyla mümkün olur.
Bediüzzaman’ın pek ciddi bir muhabbetle Türk milletini sevmesi, Kur’ân’ın senasına mazhariyetleri ve altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koymaları, (ılâ-yı Kelimetullah için) ve Kur’ân’ın bayraktarı olmaları hasebiyledir.

Yine bu yüzden kıymettar otuz-kırk Türk gencini namazsız otuz bin hemşehrisine tercih ettiğini ifade eder.

Hatta “Said Nursî” ismini aldığı halde kendine “Said-i Kürdî” diye hitap edenlerin gerçek maksadının Türk gençlerinin hamiyet-i milliyetlerini galeyana getirip tesanüt ve uhuvveti bozmak olduğuna dikkat çeker. Yine çok önemli bir tespitte bulunur Bediüzzaman, “Nasıl ki, az ihmal ile, tevaif-i müluk (mülkün parçalanıp, her aşiretin kendini devlet ilân etmesi) temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır” der. (Hutbe-i şamiye, 98.)

Nasıl ki cahiliye devrinde, kardeşlik ve uhuvvet bağları olmadığı için kabileler arasında savaşlar eksik olmaz ve bu yüzden ıslâmiyet öncesi Arap Yarımadasında siyasî birlik yoktur. Sen-ben kavgaları, övünmeleri, didişmeleri mülkün paramparça olmasını doğurmuştur.

O halde devletleri parçalayan unsuriyetçilik, nefisleri de çeşit çeşit tevaif-i müluklara bölmez mi? Evet, milliyetçilik önce nefislerde yer eden ben davasıyla başladığına göre kendi içimizdeki tesanüt noktalarını dağıtıp tevaif-i müluklara ayırmanın çok kolay olduğunu anlamak için, gündelik hayattaki davranış kalıplarımızı ufak bir testten geçirmek yetiyor.

Meselâ:
— Bir şehre taşınıldığında ille de hemşeri aranıp onlarla bir araya geliniyor; diğerleri “Onlar bizimle aynı kültürden değil; ne konuştuğumuz uyar, ne yediğimiz” denip bir kenara atılıyorsa;
— Bir evlilik ya da iş ortaklığında kendi memleketlisi ya da köylüsü tercih edilip, “Bizim olsun da çamurdan olsun” mantığı yürütülüyorsa;
— Köyümüze, kasabamıza gelen bir aile “yaban” görülüp bir türlü yerli halkla kaynaşamıyor ve buna izin verilmiyorsa;
— Hatta evlenme yoluyla ailemize giren genç kız, aradan kaç sene geçerse geçsin ismiyle değil de “gelin” diye anılıyorsa, (Yani bu evde bizim kanımızdan olmayan, bizden olmayan, dışarıdan gelen manalarında söyleniyorsa ki hâlâ bazı köylerde öyledir. Köyün yerlisi gelinler isimleriyle, dışarıdan gelenler sadece “gelin” diye çağrılır ya da geldiği köyün ismi söylenir, “Akköylü, Güllüklü…” ) bu söylemler çok eskiden beri tanıdık olunan damarlara sinmiş bir asabiyet-i cahiliyenin kırıntılarını işmam ettirmiyor mu? Ne dersiniz?

Dipnotlar:
1. Örneklerle ıslâm Ahlâkı, Doç. Dr. M. Yaşar Kandemir.
2. Kertenkele Çukuru, Metin Karabaşoğlu.
3. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş.


Zeynep Çakır


Kaynak: Bizim Aile
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

9

20.07.2007, 19:18

Emege saglin, Allah razi olsun hele Banu Yasarin bu ayki yazisi harikaydi..

:(
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

10

20.07.2007, 21:45


:çaktırmayın:

Herhalde dergileri şaşırdınız, siz genç yaklaşımı arşivlemiyor muydunuz?
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

11

21.07.2007, 02:05

:cry: :cry: :cry:

Pardon hesap makinem sasirmis.. :cry:
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

12

21.07.2007, 07:44

Alıntı sahibi ""nurciv""

:cry: :cry: :cry:

Pardon hesap makinem sasirmis.. :cry:


Kıyamam nurciv kardeşime, :)

13

21.07.2007, 15:12

:cry: :cry: :cry:
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

duygu

Profesyonel

  • "duygu" bir kadın

Mesajlar: 966

Konum: istanbul

Meslek: ev hanımı

Hobiler: hat ve ebru sanatı, tasarım, araştırmak ve farklılık.ney çalmak

  • Özel mesaj gönder

14

09.08.2007, 10:03

Dildeki yare: yalan

Yalan, belki sadece bir kelimedir. Fakat zararları sadece söyleyenle sınırlı kalmaz. Duyan herkesi olumsuz biçimde etkiler.

Elbette ki, hiçbirimiz gözümüz gibi sevdiğimiz evlâdımızın yalan söylemesini hoşgörmeyiz. Çocuklarımız, küçük yaşlarda hayalle gerçeği ayıramayarak yalan söyleyebilirler. Dikkat edeceğimiz en önemli husus onları yalancı olarak adlandırmamaktır. Dediğini onaylamamalı, fakat alay da etmemeliyiz. Bunun yerine güzel bir dille konuşmalı, onu düşünmeye sevk etmeliyiz.

Karakterin temelleri ailede atılır. Daha sonra çevre ve eğitim yoluyla çocuğun kişiliği iyice şekillenir. Örnek olacağınız davranışlar, sözlerinizden bin kat daha etkilidir. Aslında doğru söylemek çok zordur. Doğru söyleyen insanın zor durumda kalmaması için hataya da düşmemesi gerekir. Hataya düşse bile bunu itiraf edecek, kendini ifade edecek güçlü bir kişiliğinin olması gerekir. Doğru söylemeye alışmış insanın yalanlarla hayatını sürdürmesi çok zordur, kişiliğine ihanettir ve acı verir. Bu yüzden doğru konuşan insan her yönden doğru olmaya kendini mecbur hisseder. Münafıklık alâmetlerinden birisinin yalan söylemek olması boşuna değildir. Çocuğa bunun bilincini verebilirseniz, istediğiniz gibi yetişmesini sağlayabilirsiniz.

Önce biz yalan söylemezsek çocuklar da bu konuda modeli doğru alarak bizim gibi olurlar. Yalan söylemiyor, fakat en ufak kabahatlerinde onları cezalandırıyor, sevgimizi esirgiyorsak, onlardan mükemmeliyetçilik bekliyorsak, onları başkalarıyla kıyaslıyorsak çocuklarımız yine bu davranışa yeltenebilirler.

ılgisiz kalan çocuklar da bazen yalanı ilgi çekmek için kullanırlar. Onlar özellikle, ailelerin hassas noktalarını kullanarak yalan söylemeye meyillidirler. Meselâ, aile çocuğa arkadaşını örnek verip övüyorsa, o arkadaşının kendine vurduğu yalanını uydurabilir. Bundaki amaç “Onları değil, beni gör!” mesajıdır. Aslında mesajın kodları doğru alınabilse, aile yanlışlarının da farkına varabilir.

Aile önem verdiği değerleri çocuğa baskı şeklinde hissettirdiği zaman çocuk bunu kullanır ve yalan söyler. Manevî değerler için çocuğun çok üstüne düşülürse öğretmeninin bu konuda ters bir söz söylediğini ifade ederek, kendisine yaramazlık yaptığı için ceza veren öğretmeninden intikam alabilir.

Yalan; menfaat, ödül, para için de söylenebilir. Çocuklara alın teri harcanarak kazanmanın değerini öğretiyor ve halinizden şikâyet etmiyorsanız, bunlara itibar etmeyecektir.

Evde televizyon seyrederken pasif durumda olmamalı, olaylar hakkında yorum yapmalıyız. Yalan üzerine kurulu dizileri mümkünse seyrettirmemeli, seyrettiriyorsak yanlışları çocuğa açıklamalıyız. Çocuk yalanın uzun vadede işe yaramayacağını bilmelidir. Küçükken annemin bize anlattığı yalancı çobanın hikâyesi ve kırk altınının yerini sırf annesi “Yalan söyleme!” dedi diye eşkıyalara açıklayan çocuk öyküsünü hâlâ hatırlarım. Böyle hikâyeciklerle, şarkılarla çocuklarımızın küçücük beyinlerine, iyiyi ve doğruyu yerleştirebiliriz. Ayrıca çocuk doğruyu söylerse cezalandırılmayacağını bilmelidir. Annemin söylediği “Doğruyu söylersen sana kızmayacağım!” lafı halâ kulaklarımda. Tabii bunun lafta kalmadığını da söylememe gerek yok sanırım.

Çocuğunu anlayan, dinleyen, sevdiği ve sevmediği her şeyin farkında olan ailelerin çocukları, doğru söylemeye eğilimlidir. Çocuklarınızla, sizin ailenizle asla konuşamadığınız konuları paylaşabilirsiniz. Unutmayın ki, yeni nesil eski nesilden iletişim adına önde olmak zorundadır. ıletişimi güçlü olan ailelerin çocukları yalana başvurmadan rahatça içindekileri söyleyecek, saklama ihtiyacı duymayacaktır.

Çocuğun doğru söylemeyi seçmesinde ailesi kadar öğretmenin de rolü vardır. ıyi bir öğretmen çocuklarını eşit görür ve ayırım yapmaz. Öğretmen de tıpkı ailesi gibi ona bu konuda doğru örnek olur. Aileden sonra örnek alınacak ikinci kişi öğretmendir.

Yalanın nedeni bilinirse onunla savaşmak da kolay olur. Sebebe göre önlem alabilirsiniz. Çocuk cezalandırılmamalı, fakat bu durumdan hoşnut olunmadığı belli edilmelidir. Çocuğa yalan söylüyorsun denmemeli, sürekli şüpheyle bakılmamalı, ona güvenildiği hissettirilmelidir. ıyi arkadaşlar edinmesine ortamlar hazırlanmalıdır. Arkadaşlarını doğrudan kötülemek iyi sonuç vermez. Çocuğun bunu kendinin anlaması, farkına varması gerekir. Çocuk hakkındaki beklentilerinizi yüksek tutmayın ve onu hiçbir konuda zorlamayın. Zorlama yapan bir ailenin yalandan şikâyet etmeye hakkı olmayacağını bilin. Yalanı itiraf ettirmek marifet değildir. Önemli olan onu önleyebilmektir. Bu yüzden yalana savaş ilân edin. Ufak tefek yalanları görmezlikten gelmeyin. Sizin bunları bile hoş görmediğinizi bilsin. Eğer çocuk sizin yalanınızı bulup, söylüyorsa bunu telâfi yoluna gidin, siz de özür dileyin, örnek olun. Yaptığınızın doğru olmadığını söyleyin ve hatırlattığı için teşekkür edin. Çocuğa asla yapamayacağınız sözler verip güvenilirliğinizi zedelemeyin.

Gerçek yavaştır. Ağızdan ok gibi hızlı çıkıp herkesi kendine inandıran yalanı geçer, aydınlığı dünyayı sarar. Geriye yalanın getirdiği tahribatlar ve ona duyulan öfke kalır. Yüreğinizden huzur, dilinizden doğrular eksik olmasın.
Sus gönlüm...
Seni senden daha iyi bilen, Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar sus
...

duygu

Profesyonel

  • "duygu" bir kadın

Mesajlar: 966

Konum: istanbul

Meslek: ev hanımı

Hobiler: hat ve ebru sanatı, tasarım, araştırmak ve farklılık.ney çalmak

  • Özel mesaj gönder

15

09.08.2007, 10:05

Öyle bir şeref ki!
Bir tohum düşünün. Önce, bütün sırlarıyla birlikte, kapalı sandukçasının içinde keşfedilmemiş gizli halini, sonra kabuklarını atıp sümbüllenişe durduğu, daha sonra da çeşitli safhalardan geçerek ulu bir ağaç olmuş halini düşünün. Bu arada sayısız tavırlar sergilemiştir ki, her birinin hikâyesi kitaplara sığmayacak kadar geniştir, anlamlı, sırlı ve mucizelidir.

ışte, insanlar da hadsiz sümbüllenişe mazhar, bir çekirdek, bir tohum gibi, nice hakikat ve güzellikleri saklıyor. ıstidatları sümbüllenecek mezraya atılmadıysa veya sümbüllenmemek için inatla bütün kapılarını kapatmışsa ya da sınırlı ve dar dünyasını kendisi için yeterli görüyorsa; sırlı, güzel, geniş dünyasını ve o dünyayı dokuyan muhteşem hakikatleri tanıyamadan, keşfedemeden kalacaktır. Hâlbuki kâinat genişliğince sümbüllenebilirdi. Zira insan kâinatın çekirdeğidir.

ınsan kendini keşfedebildiği kadar vardır. Ulu bir ağaç olma macerasının hangi basamağında kalmışsa, keşfedebildiği, yüreğine, idrakine sığdırdığı hakikatler de o kadardır. Ruhu o mertebeden seyreder âlemi. Ulu bir ağaç olduğunda ise, âlem onun içindedir.

Sümbülleniş çok sancılı, iç içe gerçekleşen doğumlar manzumesidir. Çok sürprizli, çok güzel, ferahlı ve çok mutluluk verici, ama çok gayret gerektiren zorlu bir iştir. Her bir aşamada bir alttaki dala bakıp, içindeki hakikati keşfetmenin sevinciyle heyecanlanır, derin bir haz ve mutluluk ile dolarsınız. Istıraplı bir doğumdan sonra yavrusunu ilk defa bağrına basan bir annenin mutluluğunu yaşarsınız sümbüllenişlerde.

Kâinattan içimize yansıyan izdüşümlerde, bize en çok kendisini hissettiren, kâinatın o uçsuz bucaksız genişliği içinde, saf saf dizilmiş mevcudatın diliyle icra ettirilen, musika-i ılahiyedir.

şimdi gelin, ıssız, karanlık bir gecede, bir dağın en yüksek bir zirvesinde, yıldızların ağaçlarla kucaklaştığı ulvi bir buluşma sahnesinde, biz de bir köşeye oturalım ve sessizce dinleyelim.

Manzaranıza istediğiniz her mevcudu yerleştirebilirsiniz. Etrafımızı nur gibi aydınlatan bir mehtaba ne dersiniz? şu aşağı vadilerde kıvrım kıvrım akan ve ay ışığında hazin, şırıltılı nağmeleriyle sonsuzluğa seslenen, ışıktan iplerle örülmüşçesine kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir nehir. ışte bakın, orada coşkuyla akmakta. ıki kıyısında pembe beyaz çiçeklerini taze bir gelin letafetiyle başına takınmış ve ulvi bir törene hazırlanıyormuşçasına ince, narin edalarıyla bahar ağaçları. Az uzağımıza mis kokularıyla bizi mest eden bir gül bahçesi yerleştirebiliriz. Güllerin o latif, revnaktar, hakikat membaı güzelliklerini ifade etmek üzere, her gülün üzerine de bir bülbül konduralım. Cırcır böcekleri de olsun mu? Nerelerde oldukların göremiyoruz, ama. Hatta şu arkamızda, içinde nilüfer çiçekleri olan bir göl ve kenarında fasılalarla bağrışıp, sessizliği parçalayan kurbağalar… Kızmayın canım, kurbağaların bu muhteşem orkestrada bir yeri var ki, Allah musika-i ılahiyeye onları da dâhil etmiş. Gece seslerini duyuran çeşitli böcekler de gizli kuytularda.

Aaaa, bu karıncalara bakın! Ay ışığında hâlâ gündüz sanıp, asker nizamı ile yollarına devam ediyorlar.
Çeşitli dağ çiçeklerinin rayihaları ortalığı sarmış. ıster misiniz, dağın eteklerinde, haşmetli seslerini bulunduğumuz mevkie kadar işittiren, bir de deniz uzansın. Çevremizde o kadar çok ağaç var ki. Rüzgârın esmesiyle yaprakları ahenkli fısıldayışlarla sanki zikrediyor. Bembeyaz bulutlar, bir mücevherat hazinesinden dökülmüş gibi, lacivert gökyüzü fistanına hikmetle saçılmış nurefşan yıldızları, bir an kucağına alıp, sonra nazikçe bırakarak, denizin üzerine doğru kümelenip, sefere hazırlanacak bir ordu gibi birikiyorlar.

Belki çok yakınınızda olduğu için bazı çiçekleri görebiliyorsunuz. Papatyalar, çiğdemler, sümbüller. Altında oturduğunuz ağaç da o kadar ulu ki, şöyle bir bakıyorsunuz, dal ve yaprakları yıldızları avuçlayıp, nurdan bir meyve gibi başına takınmış.

Manzaramızı dilediğimiz kadar genişletebiliriz. Dünyayı bir bahçe olarak görüp, gece ve gündüz sahneleri içinde, binler değişik ulvi âlemi seyredebiliriz.

Benim anlatmak istediğim, kelimeler fırçasıyla hayal sahnenize resim çizmek değil, ressamı hissettirmek! Öyle bir ressam ki O, eserleri canlı, hayattar ve hep Onu yâd ediyorlar. Hem öylesine yâd ediyorlar ki, zikirler nağmeleriyle inleyen muhteşem, sayısı ve büyüklüğü akla sığmayan emsalsiz bir orkestrada…

Renk olup nakışlanan, ışık olup cilvelenen, nur olup harelenen, sır olup gizlenen, intizam, hikmet, sanat satırlarıyla yazılan, bin bir güzellik ile saçılan, zikir olup nağmelenen, hayat şualarıyla tebessüm eden, rızık olma neşesiyle meyvelenen sayısız iç içe satırlar okunuyor şu kâinat kitabında.

Biri başlayan, diğeri susan, biri his, biri nefes, biri ney, diğeri kalbin tellerini koparacakmış gibi geren haşmetli, yürek dağlayan bir nağme… Duyulan, duyulmayan bütün sesler, birbiri içinde. Birbiriyle öylesine mezcedilmiş ki, letafet, güzellik ve haşmeti sizi sarsıyor. Göz göz pınarlar açılıyor, her bir zerrenizde. Sanki tüm zerratınız, o orkestrayı dinliyor ve eşlik ediyor.

Bu orkestradan kalbinize yansıyan muhabbet, ruhunuza yansıyan marifet, aklınıza yerleşen hikmet, hayal, hatırat ve hissiyatınıza dağılan rahmet, saadet, haz ve sevince dönüşüyor. Evet, evet siz böyle bir orkestrayı dinlemek için yaratılmışsınız ve en şerefli misafir olarak davet edilmişsiniz.

ıstediğiniz manzara eşliğinde, istediğiniz yerde, her an ve zaman dilimi içinde, göz ve kulağınızı hikmet nazarlarıyla açıp, hissiyat ve latifelerinizi rahmet reşhalarıyla çözerseniz, eğer, neden hissesiz kalasınız ki?

Rabbim, Sen, bizlerin hissesini bol eyle. Sümbülleniş ve çözülüşümüzü eksiksiz ve meyvedar eyle. Bizi kendi kabuğumuz içinde hapis ve bahtsız bir mahkûm gibi bırakma. Kendi içimizde hür, kabrimizde hür, ebedimizde hür olabilelim ki, Senin cemalinle müşerref olma şerefine erişebilelim. Lütfeyle, kerem eyle, ne olur Rabbim!
Sus gönlüm...
Seni senden daha iyi bilen, Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar sus
...

duygu

Profesyonel

  • "duygu" bir kadın

Mesajlar: 966

Konum: istanbul

Meslek: ev hanımı

Hobiler: hat ve ebru sanatı, tasarım, araştırmak ve farklılık.ney çalmak

  • Özel mesaj gönder

16

09.08.2007, 10:11

emeğine sağlık nurciv kardeş bu arada çok hızlısın dergideki bütün yazıları bizimle paylaşamak istemişsin... allah razı olsun canım kardeşim :dişler: selametle :hellokitty:
Sus gönlüm...
Seni senden daha iyi bilen, Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar sus
...

17

09.08.2007, 12:11

:cry: :cry: :cry: :cry: :cry: :cry: :cry: :cry: :cry: :cry: :cry: :cry: :cry:

:trip2:
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

duygu

Profesyonel

  • "duygu" bir kadın

Mesajlar: 966

Konum: istanbul

Meslek: ev hanımı

Hobiler: hat ve ebru sanatı, tasarım, araştırmak ve farklılık.ney çalmak

  • Özel mesaj gönder

18

09.08.2007, 14:32

kızdın mı ama ben kötü bişi söylemedim kii sadece sana tezahurat ettim...özür dilerim nazlı kardeşim benim... barıştıkmı??? :dank:
Sus gönlüm...
Seni senden daha iyi bilen, Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar sus
...

19

10.08.2007, 00:05

öyleyse tezahurata gerek yok biliyorum hizliyim birazcik.. :mrgreen: küsmemistik ki.. :mrgreen:
kara gözlük geziniyor.. :sır:
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

duygu

Profesyonel

  • "duygu" bir kadın

Mesajlar: 966

Konum: istanbul

Meslek: ev hanımı

Hobiler: hat ve ebru sanatı, tasarım, araştırmak ve farklılık.ney çalmak

  • Özel mesaj gönder

20

10.08.2007, 09:24

teşekkür ederim canım kırılmadığın için ama bişey sorucam karagözlük kimm...
Sus gönlüm...
Seni senden daha iyi bilen, Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar sus
...

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir