Giriş yapmadınız.

1

01.06.2006, 09:13

Allahın varlığına deliller

Soru : Allah'ın varlığına deliller nelerdir?

Cevap:
Varın ispatı, yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kainatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkansızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki; yok, hiçbir zaman ispat edilemez...

Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. ışte inkarcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mümin için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999'u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... ışte o kapı ve o delillerden birkaçı:

ımkan:
Alem, mümkinat nevindendir. Yani varlığı ve yokluğu müsavidir. Var olduğu gibi, olmayabilirdi de. Var olurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkan dahilindedir. Yani en az var olan kadar, olmayan da var olma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce var olmayı, sonra da var olma şekil ve keyfiyetini, olmamaya; ve olmayı mümkün olan diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah'dır (c.c.).

Hudus:
Alem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezeli olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kainatın durmadan genişlemesi, güneşin sür'atle tükenişe doğru yol alması gibi olaylar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır; sebepsiz netice ve san'atkarsız san'at mümkün değildir. Sebepler ise zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez.

Öyleyse durmadan değişen, ezeli olmayıp, sonradan meydana gelen ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde aleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah'dır (c.c.).

San'at:
Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kainatta, ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kainattaki her eser şu özelliklere sahiptir:
• Büyük sanat değeri taşır.
• Çok kıymetlidir.
• Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır.
• Çok sayıda olmaktadır.
• Karışık ve çeşit çeşittir.
• Devamlıdır.

Halbuki, kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san'at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelebilir!..

Hikmet ve Gaye:
Her varlıkta kendisine mahsus bir gaye, bir fayda ve bir netice takip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gayesizlik, manasızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşahede edilmemektedir. Halbuki, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanat dünyasında, ne de eşya ve hadiselerde şuur ve idrak mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin.. Öyle ise, kainattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gayeleri ancak Allah'a (c.c.) isnat etmekle makul bir yol tutmuş olabiliriz.
Yardımlaşma:
Birbirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlukat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cinsi, böyle bir yardımlaşmada adeta aynı bütünün parçaları haline gelip birbirini tamamlıyor.

Temizlik:
Kainattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delil olarak, bize Kuddüs ismiyle müsemma bir Zat'ı (c.c.) anlatmaktadır. Toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar; rüzgar, yağmur ve kar; denizlerde buzullar ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esintiler, hep Kuddüs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zat-ı Mukaddes'i göstermektedir.

Simalar:
Herhangi bir insanın siması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat'iyen benzememektedir. Bu kaide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün, milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk'ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilandır.

Ruh ve Vicdan:
Mahiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği ruhumuzun ve ona ait fonksiyonların cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenab-ı Hakk'ı bildiren delillerdendir.
ınsandaki iç sezişler ve zahiri hiçbir sebep yokken Rab'be dönüşler ve O'na yönelişler ve bu hadiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi, açık bir delildir ki; insanda yaratılıştan var olan ve Hakk'ı bulmanın en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdan, kendi Yaratıcısı'na meftundur ve bütün varlığıyla O'nunla irtibat halindedir. Zaten "Elest Bezmi"nin yanıltmaz şahitlerinden biri de, vicdan değil midir? ışte vicdan, bu şahitliğin hakkına riayet, zaruret ve mecburiyetinin sevkiyle "Allah" demektedir...

Fıtrat:
Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç kimsenin hatırından bile geçmeyecek kadar açık bir realitedir. Bu duygular, ahlaklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlaksızlıktan ve çirkin davranışlardan nefret edip kaçınmayı temin eden yapıları itibariyle delalet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan meneden sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zat'tır. Bu Zat da, hiç şüphesiz Allah'dır (c.c.).

Tarih:
Dinler tarihi şahittir ki, insanlık hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Batıl dahi olsa, hatta bugün bize komik bile gelse, hemen her devirde bir dine inanmış ve bir manevi sistemi takip etmiştir. Ayrıca inanmak bir zarurettir; zira o, fıtratta, yani insanın yaradılışında vardır. ınsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zat'la, bize inanmayı emreden Zat, aynı Zat'tır. Ve O da Allah'dır (c.c.).

Kur'an:
Kur'an-ı Kerim'in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk'ın varlığını da ispat eder durumdadır. Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna dair yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzu ile alakalı ıslam kaynaklarında en ince teferruatına kadar mevcuttur. Bütün bu deliller, kendilerine mahsus dilleriyle "Allah vardır" derler.

Peygamberler:
Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi ıki Cihan Serveri'nin (s.a.v.) peygamberliğini ispat eden bütün deliller de, yine Cenab-ı Hakk'ı anlatan delillere dahil edilmelidir. Zira Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid; yani Allah'ın varlık ve birliğini ilan etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini ispat eden bütün delilleri, aynı zamanda, Cenab-ı Hakk'ın varlığına da delil olmaktadır. Bir peygamberin hak nebi olduğunu ifade eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta daha da öte bir kuvvetle "Allah vardır ve birdir" demektedir.

2

05.06.2006, 13:38

Varın ispatı, yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kainatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkansızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki; yok, hiçbir zaman ispat edilemez...

Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. ışte inkarcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mümin için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999'u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... ışte o kapı ve o delillerden birkaçı

3

06.06.2006, 15:03

ımkan:
Alem, mümkinat nevindendir. Yani varlığı ve yokluğu müsavidir. Var olduğu gibi, olmayabilirdi de. Var olurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkan dahilindedir. Yani en az var olan kadar, olmayan da var olma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce var olmayı, sonra da var olma şekil ve keyfiyetini, olmamaya; ve olmayı mümkün olan diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah'dır (c.c.).

bir cümle düşünürsünki bu cümleyi yazmak istersin veya istemezsin bu tercih sana bağlı.
cümle senin ilminde bu ilmi kitaba yazarsın veya yazmazsı senin tercihine bağlı.
aynen öylede bütün mevcudat Allahın ilminde mevcud .Allah ilmindeki varlıklara kudretiyle suret verirde ,vermezde .O'nun için farketmez.tercih eden O'dur.O dilerse olur dilemezse olmaz.

4

29.06.2006, 14:12

Birinci Pencere


Bilmüşâhede görüyoruz ki, bütün eşya, hususan zîhayat olanların pekçok muhtelif hâcâtı ve pekçok mütenevvi’ metâlibi vardır. O matlabları, o hâcetleri ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münâsip ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor. Halbuki, o hadsiz maksudların en küçüğüne o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz.

Sen kendine bak: Zâhirî ve bâtınî hasselerin ve onların levâzımâtı gibi, elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. ışte bütün onlar, birer birer Vücûb-u Vâcibe şehâdet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmûasıyla, güneşin ziyâsı güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcibü’l-Vücudu, bir Vâhid-i Ehadi, hem gayet Kerîm, Rahîm, Mürebbî, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir.

şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gâfil! Bu faaliyet-i hakîmâneyi, basîrâneyi, rahîmâneyi ne ile izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz, câmid esbâbla mı izah edebilirsin?

5

30.06.2006, 16:01

ıkinci Pencere


Eşya, vücud ve teşahhusâtlarında, nihayetsiz imkânât yolları içinde mütereddit, mütehayyir, şekilsiz bir sûrette iken birden bire gayet muntazam, hakîmâne öyle bir teşahhus vechi veriliyor ki; meselâ, herbir insanın yüzünde bütün ebnâ-i cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i fârika o küçük yüzde bulunduğu ve zâhir ve bâtın duygularıyla kemâl-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz, gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu ispat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni-i Hakîmin vücuduna şehâdet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmûasıyla izhâr ettikleri o sikke bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.

Ey münkir! Hiçbir cihetle kâbil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmûundaki parlak sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?

6

03.07.2006, 09:21

Birinci pencereyi anladığım kadar izah edeyim…

Gözümüzle görüyoruz ki bütün eşya yani bütün yaratılan her şey özellikle hayat sahibi olanların pek çok ayrı ihtiyaçatları ,arzuları vardır.

Bu isteklerini ve arzuları ;

Ummadığı,
Bilmediği,
Eli yetişmediği yerden,
Tam ve uygun bir zamanda imdada yetiştiriliyor.

Mesela;bir bebek yeni dünyaya geldiği zaman istediği şey ne olduğunu biliyor mu.
Sütten başka onu doyuracak bir besin var mı.
Çocuk doğduğu zaman annesinin memesi süt doluyor.dolduran kim.
Ve o çocuğa emzirme kabiliyetini kim öğretmiş.annesimi hayır.peki kim.

Bütün insanlar bir araya gelse o çocuğa lazım olan sütü yaratabilirlermi.
Peki yaratan kim.
Daha bunun gibi sorular sorarsak cevabımız.Kerim,Rahim.Mürebbi ve Müdebbir bir zatı gösteriyor.
Çünkü burada ikram görünüyor ,çocuğa süt ikram ediliyor.burda kerim ismi görülüyor.
Annesine şefkat verilerek çocuğa şefkatle muamele ediliyor.bur dada Rahim ismi görülüyor.

Çoçuğu ve anneyi terbiye ederek onun ihtiyaçlarını karşılayan Mürebbi görünüyor yani terbiye eden.

Bundan sonrada bütün lazım olan her şeyi vererek eksikleri tamamlayan müdebbir ortaya çıkıyor.

şimdi soralım.sebeplerde,tabiatta bu özellikler varmı.
Sebepler.tesadüf ve tabiatta şefkat varmı.
ıkram edicilik varmı.
Terbiyecilik varmı.müdebbiriyetcilik varmı.

Var diyen göstersin.
Peki insanda bu özellikler olduğu halde hepsi bir araya gelerek anne sütünü yapamıyorlar da bunlar ne halt edebilir..

Sen kendi duygularına ve azalarına bak ne kadar istekleri ve arzuları vardır.
Yediğin yiyeceği sadece çiğniyor.amma gerisine karışmıyorsun.hangi azanın veya organın ne ihtiyacı olduğunu bilmiyorsun.da senin cansız bedenin nerden bilecek.

Demek bu işler kendi kendine olmuyor.beni yaratan bu işleri yapıyor ve ben onu tanımalıyım..
daha kıyas et.

7

04.07.2006, 15:21

Hiç mümkün müdür ki, semâvat ve arzı hâlk eden bir Sâni-i Hakîm, semâvat ve arzın en mühim neticesi ve kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş bıraksın, esbab ve tesadüfe havale etsin, hikmet-i bâhiresini abesiyete kalb etsin? Hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki, hakîm, alîm bir zat, bir ağacı gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettiği hâlde, o ağacın gayesi, faydası olan meyvelerine bakmayıp ehemmiyet vermesin; hırsız ellere, boş yerlere dağılsın, zayi olsun? Elbette bakmamak, ehemmiyet vermemek olamaz. Ağaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir. ışte, şu kâinatın zîşuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandır. şu kâinatın Sâni-i Hakîmi, mümkün müdür ki, şu zîşuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, şükür ve muhabbeti başkalara verip hikmet-i bâhiresini hiçe indirsin, veyahut kudret-i mutlakasını acze kalb ettirsin, veyahut ilm-i muhitini cehle çevirsin? Yüz bin defa hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki, şu kâinat sarayının binasındaki makasıd-ı Rabbâniyenin medarı olan zîşuur ve zîşuurun serfirâzı olan nev-i insanın mazhar olduğu nimetlere mukabil izhar ettikleri şükür ve ibadeti, o saray-ı kâinatın Sâniinden başkasına gitsin? Ve o Sâni-i Zülcelâl, o gayetü’l gaye olan şükür ve ibadeti, başkalara gitmesine müsaade etsin?
Hem hiç mümkün müdür ki, hadsiz envâ-ı nimetiyle kendini zîşuurlara sevdirsin; ve hadsiz mu’cizât-ı san’atıyla kendini onlara tanıttırsın; sonra onların şükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnettarlıklarını esbaba ve tabiata terk edip ehemmiyet vermesin, hikmet-i mutlakasını inkâr ettirsin, saltanat-ı rububiyetini hiçe indirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ!
Hiç mümkün müdür ki, bir baharı hâlk edemeyen ve bütün meyveleri icad edemeyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen, onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı hâlk edip ve o elmayı nimet olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u bi’l-Itlaka hamd noktasında iştirak etsin? Hâşâ! Çünkü, bir elmayı hâlk eden kim ise, bütün dünyaya gelen elmaları icad eden yine O olabilir. Çünkü sikke birdir. Hem elmaları icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ı rızık olan hububat ve semerâtı hâlk eden yine Odur. Demek, en küçük cüz’î bir zîhayata en cüz’î bir nimeti veren, doğrudan doğruya kâinatın Hâlıkıdır ve Rezzâk-ı Zülcelâldir. Öyleyse, şükür ve hamd, doğrudan doğruya Ona aittir. Öyleyse, hakikat-i kâinat, daima hak lisanıyla der:


Her kimden gelirse gelsin, ezelden ebede bütün hamdler Ona mahsustur.

8

07.07.2006, 10:23

Üçüncü Pencere


Zeminin yüzünde dört yüz bin muhtelif tâifeden Hâşiye ibaret olan bütün hayvanât ve nebâtât envaının ordusu, bilmüşâhede, ayrı ayrı erzakları, sûretleri, silâhları, libasları, tâlimâtları, terhisâtları kemâl-i mîzan ve intizamla, hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak, bir sûrette tedbîr ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki, hiçbir şüphe kabul etmez, güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehaddir. Hadsiz bir kudret ve muhît bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın. Çünkü, şu birbiri içinde girift olan envaları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa, elbette karıştıracak. Halbuki, Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyormusun? (Mülk Sûresi: 3.)
sırrı ile, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki, hiçbir parmak karışamıyor.

9

13.07.2006, 10:05

Bazı çevrelerce , “Allah kendisinden büyük bir varlık yaratabilir mi?” şeklinde bir soru ortaya atılıyor. Bu soruya nasıl cevap vermemiz gerekir?

Soru çelişkili bir mantık oyunudur ve tek kelimeyle demagojidir. “Allah’tan büyük” ve “yaratmak” kavramları birlikte sunulmuş ve sonucu olmayan bir soru ortaya atılmıştır. Allah’ın büyüklüğü denilince çok şeyler hatıra gelir. Meselâ, bunlardan birisi ezeliyettir. Allah ezelîdir, varlığının evveli yoktur. Buna göre soru şöyle oluyor: Allah kendisinden daha önce var olan bir mahluk yaratabilir mi?

Büyüklüğün bir yönü de sonsuz kudrettir. Buna göre soru şu şekli alır: Allah kendi sonsuz kudretinden daha fazla kudrete sahip bir mahluk yaratabilir mi? Yaratılan, sonradan olmuş olacağından onun için ezeliyet düşünülemeyeceği gibi, yaratılan bir varlığın kudreti de sonradan verilmiş olacağından böyle bir kudretin sonuz olması da muhaldir. Buna göre soru, bir cevap almaktan çok zihin bulandırmaya yönelik bir oyundur. Bu sorununun bir cevabı olamayacağını soru sahipleri de pek ala bilmektedirler.

Bu soruyu çeşitli yönlerden incelemek mümkündür.

Birincisi, soruda çelişki söz konusudur. Bu soruyu soranlar, yaratıcı ve bir olan Allah’tan, varlığı muhal olan bir ortak yaratmasını istiyorlar. Sonra mahluk olacak o yaratığın yaratıcıdan daha büyük olabileceğine ihtimal vermekle, apaçık bir çelişki sergiliyorlar.

Yaratılanla yaratıcının hiçbir cihetle birbirine benzemeyeceği açık bir gerçektir. Bir insan, yazdığı kitaplara ve bir usta ortaya koyduğu eserlere benzemeyeceği gibi, Allah da mahlukatına hiçbir cihetle benzemez.

ıkincisi, bu soruda, hayal ile gerçek birbirine karıştırılmıştır. Hayalen gökyüzündeki koca güneşin gelip cebimize girmesi mümkün olduğu hâlde, bu olayın gerçekleşmesini akıl kabul edemez.

Üçüncüsü: Bu soru ile, yaratılması düşünülen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir. Hayal edilen varlığın yaratılması, Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın yaratıcı olduğu, o hayalî varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir. O hayalî varlığın yaratılması, Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir.

Bu öncüllerden, Allah’ın nihayetsiz büyük, yegâne yaratıcı, ezelî ve ebedî mutlak kâdir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, aciz, zelil, miskin olduğu sonucu çıktığı hâlde, tam tersine o hayalî varlığın Allah’tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır.

Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun iddia olma vasfı yoktur. Meselâ “Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?” sorusu, böyle çelişkili bir varsayıma dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî değere sahip değildir. Çünkü sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Eğer sonsuz sınırsız bir büyüklüğün sembolü ise, hiçbir rakam, sonsuz ile kıyaslanamaz. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse, o zaman da sonsuzluk gerçeği ortadan kalkar. Sonlu bir rakamın, sonsuzdan büyük olma çelişkisi ve imkânsızlığı ortaya çıkar. Bu soru da çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıkça ve ilim bakımından hiçbir kıymeti yoktur.

Bu soru ile, bir yazarın, yazmış olduğu kitaba, kendi bilgisinden daha fazla bilgi koyması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir su damlacığına vermesi gibi bir muhal talep edilmektedir. “Allah, kendinden daha büyük bir varlık yaratabilir mi?” sorusu, “Allah kendi kemâlinden daha fazlasını, bir mahluka verebilir mi?”, “Yarattığı o mahluk kâmil, kendisi eksik olabilir mi?” anlamına gelir. ılim adamları, üç çeşit varlık mertebesi olduğundan söz ederler. Vacip (olması zaruri), mümkin (olup olmama ihtimali aynı olan), mümteni (varlığı imkânsız).

Mesela bir heykel ve onu yapan heykeltıraş düşünelim. Heykele nispetle heykeltıraşın olması vaciptir. Yani hiçbir heykel heykeltıraş olmadan olmaz (ığnenin ustasız, harfin katipsiz olamayacağı gibi.). Bu heykel yapılmadan önce, heykeltıraş için onu yapıp yapmamak mümkindir. Yani isterse yapar isterse yapmaz. Heykeltıraşa nispetle heykelin daha usta, daha yetkin, daha güçlü, daha bilgili olması ise mümtenidir.

Eğer yukarıdaki soru bağlamında vücut mertebelerini ele alacak olursak, Allah’ın varlığı vaciptir. Yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyin vücudu mümkin, Allah’ın şeriki, benzeri ve eşinin bulunması ve herhangi mahlukun kendisinden büyük ve güçlü olması ise mümtenidir. Bu soru ile Allah’ın yaratacağı o mahlukun “mümkin” olması kaçınılmaz iken, onun vacip olması hatta bu noktada daha ileri bir varlık mertebesine sahip olması istenmektedir.

Soruyu soran kimse “büyüklük” kavramını da yanlış yorumlamaktadır. Allah’ın büyüklüğü yarattıklarına nispetle ortaya çıkan bir büyüklük değildir. Bütün isimleri ve fiilleri sonsuz olan Allah’ın zatı hiçbir mahluka benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlukatın büyüklüğüne benzemez, ölçüye girmez, tasvire sığmaz, takdirle bilinmez. Mahlukatın büyüklüğü birbirine göredir, Allah’ın büyüklüğü ise sınırsızdır, nihayetsizdir.
Mehmet Kırkıncı

10

19.07.2006, 09:54

bu konuda çok çok kıymetlidir.
açıklaması ve yorumu olan yokmu.
bu konuyu canlı tutmamız lazım.selam.

11

19.07.2006, 10:08

Allah razı olsun abican yazılar harika ve çok mühim

diğer kardeşlerde katılsın inş. istifade edelim
'

Bağ-ı cennette ümidim bu durur kim Zatî'yi
Cümle müminlerle ol server ede hem sâyesi


_

12

19.07.2006, 10:10

Allah razı olsun.
böyel kıymetli meselelerle uğraşsak inşallah bir sene nafile ibadet sevabını alırız.

bence önce kafayı bunlara yormamız lazımki içimizde vehim kuruntu vesvese kalmasın.

selam.

13

19.07.2006, 11:11

Keşke zamanım olsa da bakabilsem. şu an iş üzereyim ve bırakın okumayı yorum yapmam dahi doğru değil. Ama benim gibi vesveselei günahkar insanların bunlara işten daha çok ihtiyacı var.

Allah'ın varlığına dair en büyük delillerden biri de VıCDAN dır.

Selametle

14

19.07.2006, 11:17

evet vicdanda var.adam Allahı inkar ediyor.otobüsde.
ne yapıyorlar inanmıyor.
sonra şöfür şaka olarak lastik patladı diye otobüsü hızla aşağıya doğru sürüyor.

inkarcı adam aniden Allah diyor.sonra diyorki inanıyorumda
farkında değilim.

hakikaten vicdan devamlı Allahı hatırlatıyor.
başka örneği olan varmı.

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

15

24.07.2006, 19:03

Allah razı olsun ya.Faydalandım.

16

24.07.2006, 21:40

Kâinattan Hâlıkını Soran Bir Seyyahın Müşahedatıdır

Âyet-ül Kübra


Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet san'atkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarane ve hikmet-perverane bir mütalaagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken; en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür: "Bana bak, aradığını sana bildireceğim!" der. O da bakar görür ki:

Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür'atli yüzbinler ecram-ı semaviyeyi direksiz düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren, yağsız söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve Güneş ve Kamer'in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlukları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesab rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlukatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkeb bir hakikat, bu azameti ve ihatatı ile o semavat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti semavatın mevcudiyetinden daha zahir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder.



Daha ne delil istenir ki :D Allah razı olsun canımm üstadımdan...

17

24.07.2006, 21:50

Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir. (Sözler sh: 462)



Allah’ı tanımayanın dünya dolusu bela başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve manevî sürurla[896] doludur. (Lem’alar sh: 210)


vesselam..

hy120

Profesyonel

  • "hy120" bir erkek

Mesajlar: 654

Konum: usak

Meslek: esnaf

  • Özel mesaj gönder

18

24.07.2006, 22:13

allah hepinizden razı olsun

19

25.07.2006, 09:08

Allah razı olsun.devam inşaallah.

20

26.07.2006, 21:51

Nasılki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayatdar macunlar ve tiryaklar var. şübhesiz gâyet meharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebâtat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrâsının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl'i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.


Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor. şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, küre-i arz denilen yüzbinler başlı, her başında yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye, ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla küre-i arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.

Nasılki gâyet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntâzaman istif ve ihzâr edilmiş depo ve iaşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede muntâzaman seyahat eden ve yüzbinler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatıyla mevsimlere uğrayıp,baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe anbarı ve bir sefine-i Sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise; okuduğunuz ve okuyacağınız fenn-i iaşe mikyasıyla, o kat'iyette ve o derecede küre-i arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini, bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve tâlimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acib ordu ve ordugâh, şübhesiz bedâhetle o hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir.


......


Bunların hepsi..Bize Halıkımızı tanıttırır..Hepsi birer delil..
Üstadımda Allah razı olsun Rabbim tüm nur talebelerini Peygamberimize ve Üstadımıza Cennet de komşu eylesin inşallahh...

Bu konuyu değerlendir