Giriş yapmadınız.

21

12.05.2011, 15:58

El-Hâlık / El-Bâri

Hâlık: “Eşyayı bir takdir ve ölçü ile yaratan; yoktan var eden.”
Bâri’: “Eşyayı muhtelif şekiller ve suretlerle birbirinden mümtaz surette yaratan.”
“Her varlığı, bir misali olmaksızın var eden.”
“O Allah ki, Hâlık’tır, Bâri’dir, Musavvir’dir. En güzel isimler O’nundur.” (Haşr, 59/24)
Bütün varlık âlemi bu iki ismin tecellileriyle doludur. Bir vişne çekirdeğinde vişne ağacının, kiraz çekirdeğinde de kiraz ağacının planını yerleştirmek bir takdir işidir, bir ilim eseridir ve o çekirdeklerin böylece yaratılmış olmaları Hâlık ismini gösterir.
Bu çekirdekler, ağaç haline geldiklerinde ve meyve verdiklerinde birbirlerinden daha net biçimde ayrılırlar. İşte bu ayrılık, bu farklılaşma, bu imtiyaz Bâri’ ismini ilan eder.
Aynı türün fertleri arasında da bir imtiyaz sözkonusudur.
Bu hakikat insanlık âleminde bütün berraklığıyla okunur:
Nutfelerde insanın bütün organlarının şekilleri, yerleri büyüklükleri ve sayıları genetik program halinde yazılıdır. Bununla birlikte, Allah, her insana da diğerinden bir farklılık, bir başkalık lütfetmiştir. Bu başkalıkla, insanlar birbirlerinden temyiz edilir, ayrılırlar.
O halde, bir insan, yaratılışı ile Hâlık ismini, diğer insanlardan farklı olmasıyla da Bâri’ ismini gösterir.
İmam Gazâlî Hazretleri, meseleye biraz farklı yaklaşır ve bu iki isim arasındaki farkı şöyle nazara verir:
“Allah, eşyayı takdir etmesi ve bu takdire uygun olarak yaratması itibariyle Hâlık’tır. Onları yokluktan varlığa çıkarması itibariyle de Bârî’dir.”

Sorularla İslamiyet(Alaattin Başar)

22

12.05.2011, 15:59

El-Mütekebbir

“Büyüklüğünü her şeyde ve her hadisede gösteren.”
“Kibriya ve azamet kendisine mahsus olan.”
“Her şey, nezdinde hakir bulunan.” (Gazâlî)
“O ...Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.”( Haşr, 59/23)
Büyüklüğünü göstermekle, ‘büyüklenmek’ farklı şeylerdir. Sonsuz derecede aciz ve fakir olan insanoğlunun, büyüklenmeye kalkışması, onun hakkında kötü bir sıfat olur.
Allah, insanların anladığı mânâda büyüklenmekten münezzehtir.

Zira, Kebîr, Azîm ve Aliyy ancak O’dur. Bütün varlıklarda görülen büyüklükler O’nun büyütmesiyle, yücelikler O’nun yüceltmesiyledir. O halde Mütekebbir ismini, Allah’ın büyüklüğünü ilan etmesi şeklinde anlamalı ve O’nun büyüklüğü karşısında herkesin ve her şeyin zelil, hakir, fakir ve muhtaç olduğunu bilmeliyiz.
Ahirette, bu hakikat bütün berraklığıyla görülecektir. Ama, önemli olan, bu gerçeği şu dünyada yakalamaktır.
Mütekebbir isminin bir tezahürünü Kur’ân-ı Kerîm şöyle haber veriyor.
“O gün onlar (kabirlerinden) fırlayıp çıkarlar. Allah’a karşı hiçbir şeyleri gizli değildir. (Buyrulur ki ‘Bu gün mülk kimindir?’ (Şöyle cevap verilir “Tek ve Kahhâr olan Allah’ındır.” ( Mü’min, 40/16)
Demek oluyor ki, bu mübarek isim, bize aciz, nâkıs, zayıf, fani ve hakir olduğumuzu ders vermekte ve büyüklüğünü ilan etmenin ancak Allah’a mahsus olduğunu ihtar ile nefsimizi haddi aşmaktan men etmektedir.
Allah Resûlü (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde beş şeye hayret ettiğini bildirir. Bunlardan birisini de şöyle ifade buyurur:
“Evvelinin bir cîfe, âhirinin bir lâşe olduğunu bildiği halde büyüklenen insana şaşarım.”
Fatiha Sûresi'nde, “bütün hamd ve senanın, âlemleri terbiye eden, Rahmân ve Râhîm olan Allah’a ait olduğu” beyan edildikten sonra, Allah’ın ‘din gününün de sahibi olduğu’ nazara verilir. Bu âyetlerle Allah, büyüklüğünü ilan etmiş ve insanlar, aciz ve fakir bir kul olduklarının idraki içinde, “Biz ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” diye Allah’a iltica etmişler, O’na sığınmışlar, O’na güvenmişlerdir.

Namazın her rüknünde tekbir getiren ve bu tekbirin mânâsını tasdik etmek üzere el bağlayan, bel büken, yüzünü yerlere süren insan, Mütekebbir olmanın ancak Allah’a has olduğunu bütün duygularına böylece sindirmekte ve kulluk şerefinden hissesini böylece almaktadır.
Kula yaraşan ve yakışan, büyüklenmek değil kulluk etmektir.
Kulun bu isimden feyiz alması, bu varlık âleminde, Allah’ın büyüklüğünü gösteren sonsuz şahitleri güzelce dinlemesine ve seyretmesine bağlıdır.
İnsan, Allah’ın büyüklüğünü başkalarına ilan etmekle de bu isimden ayrı bir feyze nail olur.

Sorularla İslamiyet(Alaattin Başar)

23

12.05.2011, 16:00

devam edecek.okuyalım,anlayalım,nurlanalım.

24

16.05.2011, 10:21

El-Hâlık / El-Bâri

Hâlık: “Eşyayı bir takdir ve ölçü ile yaratan; yoktan var eden.”
Bâri’: “Eşyayı muhtelif şekiller ve suretlerle birbirinden mümtaz surette yaratan.”
“Her varlığı, bir misali olmaksızın var eden.”
“O Allah ki, Hâlık’tır, Bâri’dir, Musavvir’dir. En güzel isimler O’nundur.” (Haşr, 59/24)
Bütün varlık âlemi bu iki ismin tecellileriyle doludur. Bir vişne çekirdeğinde vişne ağacının, kiraz çekirdeğinde de kiraz ağacının planını yerleştirmek bir takdir işidir, bir ilim eseridir ve o çekirdeklerin böylece yaratılmış olmaları Hâlık ismini gösterir.
Bu çekirdekler, ağaç haline geldiklerinde ve meyve verdiklerinde birbirlerinden daha net biçimde ayrılırlar. İşte bu ayrılık, bu farklılaşma, bu imtiyaz Bâri’ ismini ilan eder.
Aynı türün fertleri arasında da bir imtiyaz sözkonusudur.
Bu hakikat insanlık âleminde bütün berraklığıyla okunur:
Nutfelerde insanın bütün organlarının şekilleri, yerleri büyüklükleri ve sayıları genetik program halinde yazılıdır. Bununla birlikte, Allah, her insana da diğerinden bir farklılık, bir başkalık lütfetmiştir. Bu başkalıkla, insanlar birbirlerinden temyiz edilir, ayrılırlar.
O halde, bir insan, yaratılışı ile Hâlık ismini, diğer insanlardan farklı olmasıyla da Bâri’ ismini gösterir.
İmam Gazâlî Hazretleri, meseleye biraz farklı yaklaşır ve bu iki isim arasındaki farkı şöyle nazara verir:
“Allah, eşyayı takdir etmesi ve bu takdire uygun olarak yaratması itibariyle Hâlık’tır. Onları yokluktan varlığa çıkarması itibariyle de Bârî’dir.”

Sorularla İslamiyet(Alaattin Başar)

25

18.05.2011, 13:02

El-Cebbar

“Mahlukatı, iradesine uymaya mecbur eden.”
“Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan.”
“Yaratıkların noksanlarını düzelten, işlerini ıslah eden.”
“O, ...Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.”(Haşr, 59/23)
Cebir, ‘seçme hakkından mahrum bırakma’ demektir ve iradenin zıddıdır.
Bu kâinat ve içindeki mahlukat, yokluktan varlığa kendi iradeleriyle değil, bir cebir ile sevk edilmişlerdir.
Güneşin güneş olması gibi Ay’ın ay, dağın dağ, denizin deniz olmaları da icbar yoluyla, yani bir zorlama ile gerçekleşmiştir.
Şu var ki, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın icbarı da ilim ve hikmet iledir.
Rahîm ve Kerîm olan Allah’ın cebir ile yaptığı her tasarrufun altında rahmet ve kerem saklıdır.
•••
Cebir kelimesinin, hem ‘kırıkları onarmak’, hem de ‘zorla iş yaptırmak,’ mânâsına gelmesi enteresandır. Demek oluyor ki, Allah’ın cebri, ya bir hekimin hastasına uyguladığı bir cebir yahut âdil bir hükümdarın zalimleri zorla hapse sokmasındaki cebri gibidir.
Semada yıldızlar kendi iradeleriyle değil Allah’ın cebri ile şu mevcut nizamı almışlardır. Kâinatın küçük bir misali olan insanın da, bütün organlarının şekilleri, vazifeleri, bedendeki yerleri, yine cebir ile tayin ve tespit edilmiştir. Ama ilâhî hikmet, bu dünya imtihanında insana bir irade bahşetmiş ve ihtiyarî fiillerde onu serbest bırakmıştır. Fakat, emrine isyan edenleri cebri ile Cehennemine sokacağını da önceden haber vermiştir.
Cennet ve Cehennemin yolları cebir ile tayin edilmiştir. Yani neyin helâl neyin haram olduğunu Allah bizzat tayin ve tespit etmiştir. Ama, doğru ve yanlıştan, Cennet ve Cehennemden dilediğini seçmekte insanı serbest bırakmıştır.
•••
Aklı başında olan her insan, bu kâinatta cebren icra edilen ilâhî fiillerin ne kadar rahmet ve hikmet taşıdığını ibretle seyretmeli ve nefsin arzularına kapılmadan kendini o Cebbâr’a teslim ederek emri dairesinde bir ömür sürmelidir. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

26

18.05.2011, 13:02

El-Aziz

“En üstün ve şânı en yüce olan.”
“Mağlûp edilmesi mümkün olmayan yegâne galip.”
“Allah’ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma.
Gerçekten Allah Azîz’dir, intikam sahibidir.”(İbrahim, 14/47)
Azîz, izzet sahibi demektir. İzzetin zıddı ise zillettir. Meselâ, acizlik bir zillettir, sonsuz kudret ise izzet makamıdır. Fakirlik de bir zillettir, mutlak Ğanî olmak, bir izzet makamıdır. Mahkûm olmak da bir zillettir. Her şeye hâkim olmak ise izzet makamıdır.
“Hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakib kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar.” (Şualar)
Hâkimiyet gibi, rububiyet, mâlikiyet, rezzâkiyet... de birer izzet makamıdırlar.
Misal olarak ‘rububiyet’ üzerinde kısaca duralım:
Bütün âlemler Allah’ın rububiyeti karşısında zilletle boyun eğmiş, O’nun dilediği şekilde terbiye görmüşlerdir. Koca güneşi, yeryüzündeki canlılara hizmet ettiren, Allah’ın izzetidir. Güneş bu hizmetiyle, zelil ve mahkûm bir mahluk olduğunu âdeta haykırmaktadır.
Şu münâcat cümlesi izzet mefhumunu anlamamıza ışık tutuyor:
“Hem sen Azîz’sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz.” (Mektûbat)
Allah, dünyaya halife kıldığı insana, diğer hayvanlar üzerinde bir izzet bahşetmiş ve Yasin sûresinde de buyurduğu gibi, ‘hayvanları insanlar için zelil’ kılmıştır. Nitekim, bir çocuk yüzlerce hayvanı önüne katıp götürebilir. İşte o çocuğun bu saltanatında bir izzet cilvesi vardır. Ama, bu izzet onun şahsî hüneri yahut bilgisinin eseri değil, ancak ilâhî bir ihsan, bir mevhibedir.
Hayvanlara da bitkiler âlemine karşı bir izzet verilmiştir. Keza, bitkilerin de hayat şerefinden tamamen mahrum olan cansız varlıklara nisbetle bir izzetleri söz konusudur.
•••
İzzetinin ilâhî bir ihsan olduğunu unutarak Allah’ın emirlerine boyun eğmeyen insan, takındığı bu mevhum izzetin cezasını çok ağır ödeyecek ve nice hükümdarları, cebbarları zelil eden Cehennem azabıyla, zilleti bütün acılığıyla tadacaktır.
Bu mübarek isimden alacağımız en büyük ders; zilletimizin şuurunda olmamız, bize diğer varlıklar üstünde bir izzet bahşeden Rabbimize sonsuz hamd ve şükür etmemiz ve ahirette zelil olmamak için de, günah ve isyandan şiddetle sakınmamızdır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

27

20.05.2011, 13:28

El-Mü'min

“Kendisine sığınanları emin kılan.”
“Emniyet verici.”
“Kullarını iman şerefiyle şereflendiren.”
“Peygamberlerini doğrulayıp tasdik eden.”
“O, ...Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir.”
(Haşr, 59/23)

Bu ismin verdiği emniyet ile, insan kendi bedenindeki sayısız denecek kadar çok faaliyetin nizam ve intizamla yürüdüğünden emin olarak, başka işlerle uğraşır. Ve yine, insanlar bu isme istinat ile, zeminin kaymayacağından ve yıldızların düşmeyeceğinden emin olarak işlerini tam bir emniyet içinde yürütürler.
İman şerefine erişen bir kul, “Her şeyin dizgini O’nun elinde; her şeyin hazinesi O’nun yanındadır.” diyerek, Allah’a teslim olur ve tevekkül eder. Kendisini, dünya musibetlerinden kabir azabına, mahşerin dehşetinden Cehennem ateşine kadar her türlü tehlike ve zarardan ancak Allah’ın emin kılabileceğine iman ederek, O’nun rızası üzere çalışır ve huzur bulur.
Bu ism-i şerifin, Selâm isminden sonra gelmesi de bu noktada ayrı bir önem taşır.

Nur Külliyatı'nda bu yakın ilgi şöyle dile getirilir:
“İmana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevî-i Nuriye)


İmana gelen insan, hayır olsun şer olsun her şeyi Allah’ın yarattığını bilir. Allah’ı hakiki mâlik bildiğinden mülk âlemindeki hiçbir varlıktan korkmaz.
Hastalıklara karşı Şâfi’ ismine sığınır. Sebeplere teşebbüs niyetiyle, ilaçlarını kullansa da şifayı Allah’tan bekler ve neticeden emin olarak rahat eder. Bu netice en kötü ihtimalle ölümdür.

Ölüm ise Allah’ın Mümît isminin tecillisiyledir. Allah, Muhyî ismini tecelli ettirmekle hayat verdiği kulunu, ölüm hadisesiyle kabre gönderir. Ve kabir, iman ehli için dünyadan daha güzeldir.

Kâinatın teşekkülünden kıyametin kopmasına, güneşin doğup batmasından, canlıların dünyaya gelip göçmelerine kadar bütün hadiseleri, ilâhî isimlerin tecellisi olarak seyreden bir mü’min, her türlü elemden emin olarak, dünyada Cennet hayatı yaşar.

Bu ismin tecellisiyle emniyet içinde yaşamak, sadece mü’min kullara mahsus değildir. Yuvasından çıkıp uçan bir kuş, rızık hususunda hiç bir endişe taşımaz. Nereye gidip neler yapacağını önceden planlamaksızın, bir ilâhî ilham ile ve tam bir emniyet içinde rızkını arar ve bulur.

Bu hakikat bütün hayvanlar âlemi için de geçerlidir. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

28

20.05.2011, 13:30

Allah (c.c)

Allah ismi, bütün ilâhî isimleri câmidir, yani hepsini içine alır. “Bütün isimler Allah’ın isimleridir.” denilir, ama ‘Allah, Rahmân’ın ismidir, Rahîm’in ismidir...’ denilmez.
Bütün isimleri içine alan ism-i âzamın hangi isim olduğu hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu mübarek ismin, ism-i âzam olabileceğini söylemişlerdir.
Bunun için, bir kul ‘Allah’ dediği zaman, bütün ilâhî isimleri ve sıfatların hepsini birden yâd etmiş olur.
“Lâ ilâhe illâllah” kelamı, esmâ-i hüsnanın adedince kelamları tazammun ediyor... “Lâ Hâlıka illâllah,” “Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyûme illâllah” gibi... ( Mesnevî-i Nuriye )
Rahmân, Rahîm, Rezzak, Ğaffar gibi ‘cemâlî isimler’ ruhumuzda şükür ve senâ mânâlarını canlandırırken, Ehad, Samed, Kayyûm, Kadîm, Bâki gibi ‘kemâlî isimler’ kalbimizi hayret ve takdir hisleriyle dolduracak; Kahhâr, Cebbâr, Kadîr, Muntakim gibi ‘celâlî isimler’ ise bize noksanlığımızı, aczimizi, fakrımızı hatırlatarak nefsimize takva şuurunu kazandıracaktır.
Allah ismi, bütün esmâ-i hüsna gibi, bütün kemâl sıfatları da câmidir.
•••
Allah diyen bir kul, bütün ilâhî sıfatları ve bütün esmâ-i hüsnayı birden zikrettiğini bilerek, kendisini ilâhî isimlerin en parlak tecellisi ve ilâhî sıfatlardan haber veren bir hilkat mucizesi olarak yaratan Rabbine sonsuz hamd ve senâ eder.
Lafza-i Celâl denilen bu ism-i âzamı okuyan bir mü’min, ‘uluhiyet’ hakikatini düşünür ve ondan ‘ubudiyet’, yani kulluk hakikatine intikal eder. Bu ise saadetlerin en büyüğüdür. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

29

23.05.2011, 07:43

Es-Selam

“Zâtı kusurdan, sıfatları noksanlıktan ve fiilleri şerden sâlim olan.” (İmam Gazâlî)
“Mahlukatını her türlü tehlikelerden selâmete erdiren.”
“Cennetteki kullarına selâm eden.”
“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selâm’dır...” (Haşr, 59/23)
Allah, Vacib-ül Vücud’dur, yani varlığı kendindendir ve yok olmaktan sâlimdir.
Kudreti sonsuzdur ve aciz kalmaktan sâlimdir. Bir başka kudretin, o mutlak kudreti sınırlaması, icraatından men etmesi muhaldir.
Keza, Allah’ın bütün sıfatları değişikliğe uğramaktan da sâlimdirler. Yani, onlar için bir noksanlaşma, bir farklılaşma, kaybolma, yok olma düşünülemez.
Ve Allah’ın bütün fiilleri mahlukatını selâmete erdirecek şekilde cereyan eder. Bu fiiller, zulümden, aşırılıktan, hikmetsizlikten kısacası bütün noksanlıklardan ve yanlışlıklardan sâlimdirler. O ilâhî fiiller, kâinatın ilk tohumunu şu hazır hale sâlimen ulaştırdığı gibi, bütün nutfeleri, çekirdekleri ve yumurtaları da ilim ve hikmetiyle terbiye ederek kemâl noktalarına kavuşturur.
Canlı cansız her şeyi, yokluktan varlığa sâlimen çıkaran Allah, kendisine iman ederek istikamet üzere ömür süren kullarını da kabir ve mahşer safhalarından sâlimen geçirerek ‘Dârü’s-Selâm’ olan Cennetine ulaştıracak ve orada bu bahtiyar kullarına ‘Selâm’ diye hitap etmekle, bütün dert ve çilelerden, hastalık ve musibetlerden sâlim bir hayat süreceklerini müjdeleyecektir.
Bu müjdeye mahzar olmak isteyen bir kul, kalbini her türlü şüphelerden, aklını sapık fikirlerden, dilini yanlış sözlerden, midesini haram lokmadan, kısacası hem ruhunu, hem de bedenini sonu azap olacak şeylerden uzak tutmaya çalışacaktır. Zaten, Müslüman denilince, ‘Allah’a tam teslim olmakla bu selâmete erişmiş bahtiyar kul’ anlaşılır.
•••
Selâm ismi, bizi Dârü’s-Selâm’a çağırır ve o âleme uygun bir hayat geçirmemizi ihtar eder. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

30

23.05.2011, 07:44

El-Musavvir

“Tasvir eden; her şeye bir suret ve şekil veren.”
“Her şekli diğerinden farklı kılan.”
“Mahlukatını istediği sıfat ve seçtiği surette yaratan.”
“O Allah ki, Hâlık’tır, Bâri’dir, Musavvir’dir. En güzel isimler O’nundur.” (Haşr, 59/24)
Varlık âlemini seyrettiğimizde ilk önce suretler âlemi gözümüze çarpar. Bütün bu suretler, mahiyetlere göre şekil almışlardır.
Nur Külliyatı'nda geçen, ‘sima-yı istidadiye-i hususiye’ ve ‘sima-yı vechiye-i şahsiye’ ifadelerinden anlaşıldığı üzere, suretler maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Her ruhun taşıdığı sıfatlar, kabiliyetler, istidatlar ile kendisini başkalarından farklı kılan bir manevî siması vardır. Tıpkı, her yüzün başka yüzlerden ayrı bir şekle sahip olması gibi.
Manevî simaları tahayyül ve tefekkür etmemiz oldukça zor olduğundan, Musavvir ismini düşünürken daha çok maddî suretleri hatırlar, onlardaki güzellikleri ve hikmetleri düşünürüz.
Mahlukat henüz yaratılmamışken, her şeyin mahiyeti Allah’ın ilmindeydi. Bu mahiyetlerin her birinin de kendine has bir ‘manevî siması’ vardı. Bunlar dünya sahnesine çıkarıldıklarında her birisine ona mahsus bir maddî suret takıldı. Görünmez suretler, görünür hale geldiler.
“Ete kemiğe büründüm, / Yunus diye göründüm,” beytinde, bu mânâ enfes bir şekilde dile getirilmiştir.
Bütün varlık âlemi için geçerli olan bu hakikati, kâinatın bir küçük misali olan insanda, daha net olarak okuyabiliyoruz.
İnsanın bir mahiyeti olduğu gibi, her bir organının da yine ayrı bir mahiyeti vardır. İlâhî ilim ve hikmet ile her organın iş görebilmesi için nasıl bir surete sahip olması gerekiyorsa, ilâhî kudret o organı ona göre yaratmış, tasvir etmiştir.
Şimdi bütün canlılar âlemine kısaca bir göz atalım:
‘İnsan, deve, keçi, kurt, güvercin, serçe, balık’ ruhlarının, birbirlerinden çok farklı olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bu kadar farklı ruh çeşidi yaratmak Allah’a mahsustur. Yine, bedenimizin ruhumuza en uygun şekilde yaratıldığını çok iyi bildiğimizden, her hayvanın ruhunun da kendi bedeninde rahat ettiğini anlayabiliyoruz. Ve bir milyonu aşkın hayvan türünün her birine, kendi ruhlarına en uygun bir beden inşa edilmesinde, Musavvir isminin azametini hisseder gibi oluyoruz.
Suret verme hakikati sadece canlılar âlemine has değildir. Ama, bu hakikat canlılarda daha berrak bir şekilde kendini göstermekte, okutturmaktadır.
Bütün sıfatları sonsuz olan Allah, bu sıfatların ve isimlerin tecellilerinde de sonsuzluk sırrını göstermiştir. Musavvir isminin de tecellileri sonsuza doğru uzanır ve bu suretlerden hiçbiri diğerine benzemez.
Bu âlemde birbiriyle yüzde yüz uyum gösteren iki şekil bulamazsınız. Hiçbir yıldız diğerinin aynı değildir. Bulutlar her gün, her şehirde ayrı şekillerde boy gösterirler.
Birbiriyle aynı olan iki dağ göremezsiniz.
Deniz kıyısına varınız; şekilleri birbiriyle aynı olan iki çakıl taşına rastlayamazsınız.
Bu hakikatin en açık delili, insan siması ve parmak izleridir. İnsanlık âleminde, geçmiş ve gelecek zamanı da dikkate alsanız, aynı simaya sahip iki fert göremezsiniz.
Musavvir ismi tefekkür edilirken, bu başkalıkların aynı zamanda büyük bir rahmet olduğu da düşünülmeli. Meselâ, bütün insanlar aynı simaya sahip olsalardı, toplum hayatı bir keşmekeş içine girerdi.
•••
İnsan, Musavvir ismini düşünürken, suretler âlemini ve bu âlemin mahiyetler âlemiyle olan harika ilgisini hayretle tefekkür etmeli, ayrıca kendisine ihsan edilen insan suretinin de şükrünü eda etmeye çalışmalıdır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

31

23.05.2011, 11:42

Bu güzel yazıları okuyunca aklıma on birinci sözlerdeki esma-i hüsnayla ilgili yer geldi.

"Esmâ-i İlâhiyeye âit garâibin fihristesi, hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyâsı, hem kâinattaki âlemlerin bir mîzanı, hem bu âlem-i kebîrin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitâb-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli defînelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudâta serpilen ve evkâta takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvîmidir. İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.
Şimdi, senin hayatının sûreti ve tarz-ı vazifesi şudur ki: Hayatın bir kelime-i mektûbedir, kalem-i Kudretle yazılmış hikmetnümâ bir sözdür; görünüp ve işitilip, Esmâ-i Hüsnâya delâlet eder.


Evet Allah(cc) tanımanın en güzel yollarından biri Esma-i Hüsna ve çağın tefsiri Risale-i nur
Allah razı olsun sizden .

32

24.05.2011, 07:47

El-Kuddus

“Zâtında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde, hükümlerinde
her türlü lekeden, eksiklikten çok uzak, pek temiz.”
“Her şaibeden münezzeh, çok temiz ve pak olan.”
“Göklerdekiler ve yerdekiler, Melîk, Kuddûs,
Azîz ve Hakîm olan Allah’ı tesbih ederler.” (Cum’a sûresi, 62/1)

Allah, maddeden, değişmekten, tesir altında kalmaktan, acizlikten, yardımcıya muhtaç olmaktan, bilmemekten, gücü yetmemekten, dilediğini icra edememekten ve her türlü ayıptan çok yüksek, çok uzak olduğu gibi, kendisi hakkında beşer aklının ve hayalinin mahsulü olarak ortaya atılan her türlü sıfattan, benzetmeden de münezzehtir.

Kuddûs isminin, selbî sıfatlarından ‘muhalefet-ün lil havadis’ sıfatına dayandığı ifade edilmiştir.

Kuddûs isminin kâinattaki tecellisi, sema yüzünden deniz yüzüne, çiçeklerden ormanlara kadar her şeyde mükemmel bir temizliğin hüküm sürmesidir.

Nur Külliyatı'ndan bir hakikat dersi:
“İsm-i Kuddüs’ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.” (Lem’alar)

Bu isme karşı kulun vazifesi takdis ve tesbihtir. Takdis, ‘Allah’ı kemâl sıfatlarla tavsif etmek’; tesbih ise ‘noksan sıfatlardan tenzih etmek’tir. Meselâ ‘Allah her şeye kâdirdir’ demek takdis; ‘Allah acizlikten münezzehtir’ demek tesbihtir.

Kuddûs ismi, Allah’ın bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes olduğunu ders vermekle, bizi temiz bir kul olmaya davet ederken, Kuddûs olan Allah’ın huzuruna selim bir kalb ve temiz bir bedenle çıkılması gerektiğini de ihtar eder.

“Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.” (Lem’alar)
•••

Bir mü’min, şüphe ve tereddütlerden, bâtıl telakkilerden ve hurafelerden ayıklanmış tertemiz bir itikada; gösterişten, riyâdan ve menfaatten uzak ihlâslı bir ibadete ve her türlü kötü ahlâktan uzak bir ruha sahip olmak için gayret gösterdiği ölçüde bu mukaddes isimden feyiz alır. Bir günah işlediğinde derhal tövbe ederek o lekeyi ruhundan silmeye çalışır.

Kuddûs ismine mazhar olmanın bir yolu da, maddî temizliğe dikkat etmektir.
Buna göre, bir insan maddî temizliğe dikkat ettikçe kâinattaki paklığa ve temizliğe ayak uydurmuş olur, manevî temizliğine hassasiyet gösterdiği ölçüde de meleklere yaklaşır.

Nur Külliyatından harika bir tespit ile bu bahsi tamamlamak istiyorum:
“O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Şualar)

Buna göre, Kuddûs isminin azamî bir tecellisi de Cehennemde tahakkuk edecektir.

Mizanda günahları ağır basan mü’minler, bu günahlardan temizlenmek üzere Cehenneme gidecekler ve gerekli azabı tattıktan sonra, tertemiz olarak Cennete varacaklardır.

Küfür üzere ölenlere gelince, Kuddûs ismi onlarda da bir başka şekilde tecelli edecek ve onları imansızlık kirlerinden temizleyecektir. Artık hepsi Cehenneme ve meleklere inanacaklar ve bu dehşetli azaptan kurtulmak için Allah’tan medet dileyeceklerdir. Ama bu geç kalmış tasdik, onları Cehennemden kurtarmaya yetmeyecektir. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

33

26.05.2011, 12:59

El-ğaffar

“Mağfireti, bağışlaması pek çok olan.”
“Kullarının günahlarını affetmekle örten.” Taberî
“Tekrar tekrar affeden.” (Gazâlî)
“Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır.” (Nuh, 71/10)
Günahlarına aldırış etmeksizin, Cennete gireceğinden emin bir halde yaşamak, büyük bir gaflet olduğu gibi, isyanlarına bakarak ‘ben artık mağfiret olunmam’ demek de büyük bir hatadır.
Birinci hal Allah’ın gazabından emin olmak, ikincisi ise rahmetinden ümit kesmekle yeise düşmektir.
İşte Ğaffar ismi, insanı yeisten kurtaran en büyük bir ümit kaynağıdır.
İmam Gazâlî Hazretleri, Ğaffar isminin ‘kötüyü, çirkini örten’ mânâsına geldiğini zikrettikten sonra, önemli bir noktaya dikkatimizi çeker:
“Allah, insanın yüzünü, gözünü, elini açığa çıkardığı halde;midesini, bağırsaklarını ve sair görünmesi hoş olmayan organlarını içeride yaratmıştır. Onları böylece örten Allah, kulunun günahlarını da örter”
Yine o büyük İmam, Ğaffar ismine, ‘tekrar tekrar affeden’ mânâsı vermiştir.
Bu mânâyı düşünürken, Hazreti Mevlâna’nın, bazı haddini bilmezlerce tenkit konusu yapılan bir mısrası hatırıma geldi:
“Bin defa tövbe şişesini kırmış olsan yine gel!”
‘Tövbe şişesini kırmak,’ günahkâr Müslümanlar için söz konusudur. Bu söz, o büyük insanın Ğaffar isminin inceliklerini çok iyi kavradığının işareti iken, maalesef çok yanlış şekilde ele alındı ve o muhterem zâta cahilce hücum edildi.
Tövbesini defalarca bozan bir kul, pişman olarak Allah’ın dergahına sığınsa ve affını dilese, Ğaffar ismi gereği, Allah bu kulu affeder.
Allah’ın affettiğini kulların etmemesi, işin içine nefsin, hissin ve dar görüşlülüğün girdiğini gösterir.
Kendisine yapılan bir kötülüğü yıllarca unutamayıp, mü’min kardeşini affetmeye yanaşmayan bir insanın, Hazreti Mevlâna’nın bu sözünü kavraması oldukça zordur.
•••
Ğaffar isminden nasiplenmenin birinci şartı, pişmanlık duymak, tövbe ve istiğfar ile mağfiret kapısını çalmaktır.
Bir diğer şartı da, başkalarını affetmek, kusurlarını örtmektir. Affedenin, mağfiret olunması kuvvetle umulur. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

34

26.05.2011, 13:00

El-Melik

“Bütün varlıkların sahibi, tek hükümdarı.”
“Bütün âlemlerin mutlak ve tek sultanı.”
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım; insanların melikine, insanların (gerçek) ilâhına...”( Nâs sûresi, 14/1-3)
Nur Külliyatı'nda bir terkip geçer: Saltanat-ı Rububiyet. Bu ifade bize, bütün âlemlerde her ne varsa hepsinin ilâhî terbiyeden geçtiğini ders verir. İşte bu terbiye, bir ‘rububiyet saltanatı’dır.
Allah’ın, bütün mahluklar üzerindeki bir diğer saltanatı da ‘hâlıkiyet saltanatı’dır. Zira, her şeyin zâtı ve sıfatları, O’nun yaratmasıyla vücut bulmuşlardır. O ise zâtı ve sıfatlarıyla hiçbir şeye muhtaç olmayan yegâne Melik’tir. Bu saltanata ortak olacak bir başka melik düşünülemez.
Allah’ın, bütün rızıklananlar üzerinde de bir ‘rezzâkiyet saltanatı’ vardır.
Keza, bütün hayat sahipleri O’nun ihyasıyla hayat bulur ve bütün vefat edenler O’nun öldürmesiyle bu dünyadan ayrılırlar; bu ise bir ‘ihya ve imâte saltanatı’dır.
Mâlikiyet, hâkimiyet, kudret, izzet, azamet ve kibriya da ayrı birer saltanattırlar. Bunların her birinin hükmü altında nice mülkler, nice aciz, zelil ve hakir mahluklar vardır.
İnsan o mutlak Melik’e kulluk etmekle, arzın halifesi olma şerefine erer.
İnsan ruhu, bedendeki bütün organlara ve duygulara hükmetmekle Melik ismine bir aynadır; ayakları dilediği yöne doğru yürütür, ellere istediği şeyi tutturur. Bu kısa dünya hayatında insanoğlu böylece bir imtihan geçirir.
Kul olduğunu idrak ederek o Melik-i Mutlak’ın rızası istikametinde çalışanlar, Cennette nice hizmetçilere efendilik edeceklerdir. Nefsine köle olmayı hürriyet sayanlar ise, kısa süren bir saltanatı müteakip ölümü tadacaklar ve O mutlak Melik’in huzurunda hesap verdikten sonra, ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.
•••
Melik ismi, her şeyi Allah’ın hükmü ve tasarrufu altında bilmemizi ders verir. Bu kâinat ülkesinin yegâne melikinin Allah olduğunu ihtar ile O’nun o haşmetli saltanatına isyan etmekten nefsimizi men eder. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

35

27.05.2011, 14:11

El-Kahhar

"Kudretinin karşısında her şeyi aciz bırakan.”
“Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir galibiyet ve hâkimiyet sahibi.”
“Düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan hale getiren.”
“Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, Kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklardır.” (İbrahim14/, 48)
İlâhî ahlâkla ahlâklanmanın bir gereği de, Allah’ın kahrına hedef olanları kahretmektir. Bu noktada hatırımıza hemen şeytan gelir. İnsan şeytanı kahrettiği nisbette Allah’ın lütfuna mazhar olur. Şeytanı en çok kahreden şeyler ise, “iman, salih amel ve güzel ahlâktır.”
Kalbini, ruhunu ve bütün iç dünyasını böylece güzelleştiren insan, şeytanı kahretme yolundadır ve ilâhî rahmete mazhar olmaya aday demektir.
Nefsiyle, bir ömür boyu yılmadan usanmadan cihad etmek, onun emrine baş eğmemek; küfürden, şirkten, haramdan uzak kalmak; şüphelileri de elden geldiğince terke çalışmak, Allah’ın lütfuna ermenin ve kahrından uzak kalmanın en büyük sebepleridir.
Nur Külliyatı'nda, şöyle buyurulur:
“Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır.”
Kahhar isminin tecellisi, bütün azametiyle Cehennemde kendini gösterecek ve böylece kâfir ve müşrikler, kahır ve perişan olacaklardır.
Allah’ın kahrına uğramanın önemli bir sebebi de, Allah’ın kullarına ve diğer canlı mahlukatına haksızlık ve zulmetmektir. Böyle yapan bir insan, kendisinde kahrın tecellisini istemiş olur.
•••
Kahhâr ismi, insanı isyan ve günahtan men ederek Cehennem azabından uzaklaştırır. Mazlumları da hakkını çiğneyen ve kendilerine bir şey yapamadığı zalimlere azap edileceği müjdesi vererek, rahatlatır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

36

27.05.2011, 14:13

El-Vehhab

“İhsanları ve bağışları bol ve devamlı olan.”
“İstihkakı olmayan kuluna da ihsan eden.”
“Kullarına karşılıksız ihsan eden.”
“Yoksa, Azîz, Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd, 38/9)
İşçilere verilen ikramiye, ‘hibe’ değildir. Daha verimli çalışmaları için bir nevi teşviktir, yani karşılığı beklenen bir yardımdır.
Allah’ın bütün ihsan ve yardımları hep ‘hibe’ yoluyladır. Bunların hiçbiri çalışmakla elde edilecek gibi değildir.
Meselâ, yok olan bir şeyin varlık sahasına çıkarılması Vehhâb isminin tecellisiyledir. O şey, yokluk âleminde çalışarak var olmaya hak kazanmış değildir.
Keza, hayvanlar da bitki âleminde güzel işler başararak hayvanlık mertebesine terakki etmiş değillerdir.
İnsanların insan olmaları da en büyük bir ihsandır. Vehhâb isminin en güzel ve en büyük bir tecellisidir.
Organ nakli için harcanan paraları şöyle bir düşünelim; sonra en fakir bir insana da göz, kalp, böbrek, el, ayak takıldığını hatırlayalım. Daha sonra, diğer hayvanların gözlerini, kalplerini, beyinlerini ve sair organlarını göz önüne alalım...
Bu canlılardan hiçbirinin bu organların gerçek sahibi olmadıklarını anlayacak ve hepsinin ilâhî bir ihsan ve hibe olduğunu açıkça göreceğiz.
Nur Külliyatı'ndan konuyla ilgili bir hikmet dersi:
“Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.” (Sözler)
Kula yaraşan, ruhundan organlarına, dağlardan bulutlara, güneşlerden yıldızlara kadar her şeyi ona karşılıksız bağışlayan ve her şeyi onun hizmetine veren O Vehhâb’a sonsuz bir şükür ve minnettarlık duymak ve bu kadar ihsana, gereğince teşekkür edememenin ezikliğini ve mahcubiyetini iç âleminde tam hissetmektir.
•••
Vehhâb isminden bir tecelli nasibi alan insan, başkalarına karşılıksız iyilik ve ihsanda bulunur. İbadetlerini geçmiş nimetlere şükür için yapar ve Cennete girme hususunda Vehhâb isminin tecellisini umar ve bekler. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

37

27.05.2011, 14:14

Er-Rahman / Er Rahim

Rahmân: “Dünya hayatında, mü’min-kâfir gözetmeksizin, mahlukatın
hepsine merhametle muamele eden.”
“Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran.”
“Rızıkları ve her türlü iyilikleri ihsan eden.”
Rahîm: “Verdiği nimetleri iyi kullananlara daha büyük ve
ebedî nimetler veren.”
“Ahiret hayatında sadece mü’minlere ihsan ve ikram eden.”
“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Rahmân, Rahîm olan O’dur.” (Haşr sûresi, 59/22)
Her iki mübarek isim de Allah’ın sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade ederler.
Rahmet ve merhamet; kısaca, ‘hayrı irade etmek ve sonsuz ihsan ve ikramda bulunmak’ mânâsına gelir.
Merhamet için yapılan şu tarif çok güzeldir:
“Merhamet; acıları, afetleri, sıkıntıları gidererek yerlerine hayrı, sürur ve saadeti ikame etme duygusudur.”
Rahmân ismi, ‘insan-hayvan, mü’min-kâfir farkı gözetmeksizin her canlının her türlü rızkını veren ve onları koruyup gözeten” mânâsına gelir.
Rahîm ise, “iradesini doğru kullanan kullarına iman, ibadet, hidayet saadetini kazandıran ve onlara ebedî Cennetler hazırlayan” demektir.
Rahmân ismi, ilk yaratılışa bakar. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, onların iradeleri dışında nice ihsanlara mazhar kılar.
Rahîm ismi ise, daha çok, ikinci yaratılışa bakar ve iradelerini hayra, doğruya, güzele yönlendiren bahtiyar kullar için, ikinci yaratılışta, sonsuz lütuflar, nimetler, ikramlar verileceği müjdesini taşır.
Demek oluyor ki, Rahmâniyetin tecellisinde ‘cebir’, yani mahlukun iradesi dışında bir ikram ve ihsanda bulunma söz konusudur.
Rahîmiyetin tecellisinde ise insanın cüz’î iradesini doğru kullanması şartı vardır.
Rahmân hem isimdir hem de sıfat, Rahîm ise sadece sıfattır. Bundan dolayı, Rahmân ismi başkalarına nisbet edilmez., ama Rahîm ismi nisbet edilebilir.
Diğer taraftan, ‘Allah, dünyanın Rahmânı, ahiretin Rahîmidir’ buyrularak, Rahmân sıfatının ezel ile, Rahîm sıfatının ise ebediyetle ilgili olduğuna dikkat çekilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Rahîm ismi, daha çok Ğafur ismiyle birlikte kullanılmış, böylece en büyük rahmetin mağfiret olduğuna dikkat çekilmiştir. Şu halde mağfiret, Rahîm isminin en güzel bir tecellisidir.
Rahmân ismi dünyada nail olduğumuz nice nimetlere, Rahîm ismi ise ahirette kavuşmaya namzet olduğumuz ebedî saadetlere nazarımızı çevirir.
“Güçsüzlere merhamet edene, Rahmân olan Allah da merhamet eder.” Hadis-i Şerif
Nur Külliyatı'nda, şefkatin ‘Rahîm ismine îsal’ ettiği beyan edilerek şu noktaya önemle dikkat çekilir:
“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir.” (Kastamonu Lahikası)
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın, kâinatı ve içindeki eşyayı hizmetine vermekle merhametine mazhar kıldığı bir kulunu, küfür ve isyanı sebebiyle Cehennemine atmasına acımak, ruh ve kalbin hastalığından ileri gelir. Zira, sıhhatli bir kalb ve müstakim bir akıl çok iyi bilir ki:
“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gadabından fazla gadab edilmez.” (Sözler)
Biz Cehennem azabına uğramayı hak etmiş insanlara yersiz şefkat göstereceğimize, onları bu noktaya gelmeden önce yakalamanın ve kendilerine yardımcı olmanın yollarını aramak durumundayız.
İnsan, fakirleri doyurmak ve güçsüzlere yardım etmekle Rahmân isminden; yanlış yolda gidenlere acıyıp şefkat etmek ve onları iman ve hidayet yoluna davet etmekle de Rahîm isminden feyiz alır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

38

27.05.2011, 14:15

Er-Rezzak

“Maddî ve manevî her türlü rızkı ve bu rızıklara muhtaçları yaratan.”
“Canlıların rızkını dilediği şekilde veren.”
“Hiç şüphesiz, Allah Rezzak’tır; O, kuvvet sahibi, Metîn’dir.”(Zâriyât, 51/58)
İnsan denilince, ruh ve beden birlikte düşünüldüğü gibi, rızık denilince de hem maddî, hem de manevî rızıklar hatırlanmalıdır. Bununla birlikte, genellikle, rızık denildiğinde, öncelikle, bedenin ihtiyacını karşılayan, ona güç ve kuvvet kazandıran maddî nimetler hatıra gelir.
Bu nimetlerin her biri bir mucizedir. Topraktan insan yaratan Allah, aynı topraktan insanın rızkını da yaratmıştır. Tek başına ne toprak, ne su, ne ışık, ne de hava insanın karnını doyururlar. Bunlar, ilâhî bir terbiyeden geçerek ‘rızık’ haline gelirler.
Rızkımız, bütün bir kâinatın bir fabrika gibi çalışmasıyla yaratılıyor. Bir tek faktör noksan olsa, rızka kavuşamıyoruz. Öyle ise yediğimiz bir meyvenin arkasında bütün bir kâinatı görüp, şükrümüzü ona göre yapmak durumundayız.
“Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat’umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.” (Sözler)
Demek ki, rızık denilince sadece yiyecek maddelerini hatırlamak eksik kalıyor. Midesi tok fakat gözü kör bir insan da bir yönüyle aç demektir. O halde güneş de göze rızık oluyor. Buna göre, insanoğlu akşama kadar neye baksa, ağzından giren lokma misali, o şeyin görüntüsü gözünde teşekkül etmekte ve ona rızık olmaktadır.
Aynı şekilde işittiği sesler de kulağının rızkı; kokular da burnunun rızkıdır.
Manevî rızık denilince, öncelikle, ruh ve kalbi rahat ettirerek huzura kavuşturan şeyler hatıra gelir.
Aklın rızkı, nimetin kendisi değil, onu tefekkür etmektir.
Kalbin rızkı, çiçeğin rengi ve kokusu değil onu sevmek, onda tecelli eden ilâhî isimleri sevmek ve o isimlerin sahibi olan Allah’ı sevmektir.
•••
Rezzak ismi bize maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç bir kul olduğumuzu hatırlatır.
Elementleri rızık haline getirerek bizim faydamıza sunan ve manevî ihtiyaçlarımızı da en güzel şekilde yerine getiren Rabbimizin o sonsuz rahmetine karşı kalbimizi hamd, şükür ve minnettarlıkla doldurur. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

39

27.05.2011, 14:16

El-Fettah

“Rahmet ve rızık kapılarını açan.”
“Zorlukları kolaylaştıran.”
“Hidayetiyle kalplere iman ve marifet kapılarını açan.”
“Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazandıkları nedeniyle yakalayıverdik.” (A’râf Sûresi, 7/96)
Bir milyondan fazla hayvan türü ve ondan daha fazla bitki türü olduğunu biliyoruz. Bu türlere giren fertlerin sayısını bilmek ise ancak Allah’a mahsus.
Sonsuz denecek kadar çok olan bu fertlerin bütün planları, nutfelerde, yumurtalarda yahut çekirdeklerde ilâhî ilim ve hikmetle yazılmış.
İşte bu noktaların kitap haline gelmesi, bu planlardan yapılar kurulması Fettâh isminin tecellisiyle başlar. Canlılar âlemine bu nazarla bakabilsek ve onları, dünkü planların canlanmış ve büyümüş halleri olarak değerlendirebilsek, Fettâh isminin sonsuz tecellilerini bir derece görür ve hayran oluruz.
Fettâh isminin bir başka sahası da manevîdir. Kalplerden gaflet perdesinin kaldırılması ve o kalplerin iman ve hidayete açılması Fettâh isminin en muhteşem, en bereketli ve en kıymetli tecellisidir.
Gözü açılan bir insanın bir anda semalara çıkması, dağlarda dolaşması, denizleri kucaklaması gibi, kalbinden gaflet perdesi kalkan bir insan da ilâhî isimlere ve bu isimlerin kaynağı olan ilâhî sıfatlara muhatap olur.
İmam Gazâlî Hazretleri de fethin hem maddî hem de manevî yönü bulunduğuna işaret ederek, maddî fetih için, “Biz, (Hudeybiye anlaşmasıyla) sana gerçekten bir fetih (yolunu) açtık.” (Fetih Sûresi, 48/1) âyet-i kerîmesini; manevî fetih için ise, “Allah’ın insanlara açacağı rahmeti durduracak yoktur.” (Fâtır Sûresi, 35/2) âyet-i kerîmesini misal gösterir.
Manevî fethin çok önemli bir yönü de Nur Külliyatında şöyle nazara verilir:
“Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır.
Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan ‘ene’ namında bir miftahı insanın eline vermiştir.” (Mesnevî-i Nuriye)
Buna göre, insan ruhu Fettâh isminin en büyük tecellisine mazhardır. O ruha konulan ene, yani benlik, bir anahtar vazifesi görüyor. Allah, bu anahtarı kullanmasını bilen kullarına nice fennî keşiflerin yolunu açtığı gibi, esmâ-i ilâhiyenin hazinelerini de açıyor. (‘Kenz-i mahfi’nin çoğulu ‘künuz-u mahfiyye’dir ve ‘esmâ-i ilâhiye’ mânâsında kullanılır.)
İnsan kendi ruhuna takılan ilim, irade, kudret gibi sıfatların her birini bir anahtar yaparak, kıyas yoluyla, ilâhî isimlere ve sıfatlara ulaşır. Nur Külliyatı'ndan ‘Otuzuncu Söz’de tafsilatıyla işlenen bu konudan, sadece bir bölüm nakledeceğim:
“Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle O’nun ilmini fehmeder ve kesbî sanatçığıyla o Sâni’-i Zülcelâl’in ibda-i sanatını anlar. Meselâ: ‘Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş’ der.” (Sözler) (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

40

27.05.2011, 14:17

El-Alim

“Ezelî ilmiyle, büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi bilen.”
“İlmi, yaratılmış ve yaratılmamış her şeyi birlikte ihata eden (kaplayan, içine alan).”
“Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın vechi (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, Vâsi’dir (rahmeti ve kudreti genişdir), Alîm’dir.” (Bakara Sûresi, 2/115)
Allah’ın zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi ilmi de mahluk ilmine benzemez. Ezelî ilim ancak O’nundur ve O’na mahsustur. Olmuş ve olacak her şey O’nun ilminde daima hazırdır.
Evveli ve âhiri olan ve her şeyi sonradan öğrenen insanoğlu, bu dar, kısıtlı ve sınırlı ilmiyle, Allah’ın ezelî ilminin varlığını bilse de hakikatini bilemez.
İnsanın, iradesi gibi düşünmesi ve hatırlaması da cüz’îdir. Bir anda iki şey düşünemez ve hatırlayamaz. Allah’ın ilmi ise küllîdir, ‘her şeyi birlikte bilir’; mutlaktır, ‘hiçbir kayıt altına girmez’ ve muhittir, ‘her şeyi içine alır, ihata eder.’
Bu hakikat, Nur Külliyatı'nda ‘güneş’ misaliyle çok güzel açıklanır:
Güneşin ziyası hangi sahaları kaplıyorsa, o sahadaki bütün varlıkları birlikte görür, hepsini beraber bilir ve her biriyle aynı anda beraber ilgilenir. Burada sıraya koyma söz konusu değildir. Güneşi şuurlu farz etsek ve ziyasına ilim desek, güneş bütün çiçekleri, ağaçları, yaprakları, otları, karıncaları, insanları ve daha nice varlıkları bir anda ve beraber bilir. Onun bilmesinde az-çok, büyük-küçük fark etmez.
Yine Nur Külliyatında ilim konusunda enteresan bir ifade yer alır: ‘Fiilen bilmek’.
“Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf ve Habîr’dir.”(Mülk Sûresi, 67/14) âyet-i kerîmesi, bu ‘fiilen bilme’yi ders veriyor.
Bir misal: Selimiye camiinin mimarî özelliklerini biz de biliriz, Mimar Sinan da. Ama, onun bilmesi fiilîdir. O, Selimiye’nin minarelerini yapar, kubbesini çatarken, ilmiyle kudreti birlikte çalışmıştır. Bizim aynı şeyleri bilmemiz ise bundan çok farklıdır. Bizimkinde, yapılmış olanı sonradan öğrenme söz konusudur.
Her şeyi bilerek ve hikmetle yaratan Allah’ın, eşya hakkındaki ilmi ‘fiilî bir ilimdir,’ mahlukatın ilmine benzemez.
İnsan kendisine ihsan edilen o cüz’î ilmiyle Allah’ın Alîm ismini tanır. Her şeyin ilimle vücut bulduğunu, hikmetli ve mânâlı yaratıldığını anlar. Bir hayvan, kendi iç organlarından bile haberdar değilken, insanın bu kadar geniş bir sahada ilmiyle dolaşması, onun için büyük bir şereftir. Arzın halifesi olan insan, kendini okuduğu gibi, kendini okumaktan aciz mahlukları da okumakla vazifelidir.
Hadis-i şerifte, “bir saat tefekkürün bin yıl nafile ibadetten hayırlı” olduğu haber verilerek, ilmin bu ulvî şerefi nazarımıza sunulur. Bu şerefi hiçe sayarcasına, akıllarını sadece dünya menfaatlerini temin ve nefsin arzularını tatmin için sarf eden insanlar ne kadar zarardadırlar! (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir